Sayın Rektörüm, rektör yardımcılarım, üniversitemizin değerli akademisyenleri ve siz kıymetli misafirler,
Ölüm asırlardır yaşayan her canlının mutlak kaderi olagelmiştir. Yüzyıllarca insanlık ölümü anlamaya çalışmış, ona çare aramış, yitip gidenlere ağıtlar yakmış, türküler söylemiştir. Milyonlarca insanın yok olup gittiği bu düzende kimileri var ki onları ölüm bile unutturamamıştır. Asırlardır söylenen türkülerde, şiirlerde, destanlarda yaşamaya ve yaşatılmaya devam edilmişlerdir.
Ölüm kimine göre bir kavuşma kimine göre de bir ayrılıktır. Zordur geride kalanlara ölümün acısını yaşamak ve yas tutmak. Gidenin yarattığı boşluk kalanların uzun süre kapatamayacağı boşluklar halini alır. Hayaller, hatıralar ve yapılanlar kalanların zihninden çıkmaz hiçbir zaman. Kimi ölümler sessizdir kimileri de feryat dolu. Takdiri kabul edebilmek bazen zor olur bazen de tefekküre vesile olur.
1300 yıl öteden Bilge Kağan şöyle seslenir ebedi taşlardan: “Zamanı Tanrı yaşar. Kişioğlu hep ölmek için yaratılmıştır.” Ölüm kişioğlunun değişmez kaderidir. Süreli bir hayatın nihayet noktası, kağanların, hanların, sultanların, kralların mağlup edemediği, orduların yenemediği bir gerçektir ölüm. İşte bu yenilmez mefhumu, süreli bir ömrün tükenme noktasını; yaptıklarıyla, eserleriyle, sözleriyle, kişiliğiyle yenmiş yenebilmiş insanlar vardır. Tarih ve insanlık hafızası bu insanları unutmamış, ölümün giydirdiği yok oluşu, unutuşu bunlara giydirmemiştir.
Yokluğuyla var olabilmeyi, gidişiyle kalabilmeyi, kaldığı halde özlenebilmeyi başaranlar çok azdır. Cismin yok oluşunun, fakat düşüncenin ve sözün ebedi yaşadığı sırrına erenler gerçek ölümsüzlerdir.
İşte son yüzyılın ebedi fikir, devlet ve dava adamı biz Türklere nasip olmuştur. Asrın yetiştirdiği bir deha olarak kabul edilen Mustafa Kemal kendisindeki tek fevkaladeliği “Türk” olarak dünyaya gelmesine bağlıyordu. 7 yaşında yetim kalmasıyla başlayan zorlu hayatı ölümüne kadar zorluklar içinde devam edecekti.
Tükenmiş bir milleti var eden, ayağa kaldıran, cesaretlendiren bir liderdi o. Çocukluğundan itibaren devlet ve milleti için bir şeyler yapabilmenin isteği vardı onda. Askeri okula başladığı ilk gençlik yıllarında sürekli memleket meselelerine kafa yoruyor, artık tükenme noktasına gelmiş devletin kurtuluş ışığını arıyordu arkadaşlarıyla. Dünyanın sömürgeci ve hegomonik güçlerine karşı son çırpınışlarını veren Osmanlı’nın dirilme umudu yoktu. Yüzyıllardır kıtalara hâkim olan bu devasa güç, kendini yenileyemeyeceğinin farkındaydı. Batı’nın “hasta adamı” son demlerini yaşıyordu şüphesiz. Bu hasta, bitkin ve ölüm döşeğindeki devletin beslendiği kaynaklar elbette kurumuş değildi. Asya bozkırlarından Anadolu’ya uzanan bu serüvenin taşıdığı tarih, kültür, teşkilatçılık ve devletçilik kavramları bu milletin genlerinde hala yaşamaya devam ediyordu. Devlet bitmişti belki ama yeni bir devlet kurulabilir, yeni bir anlayış getirilebilirdi.
Yıllarca Trablus, Derne, Suriye ve Çanakkale’de savaş meydanlarında kendini bu millete vakfeden Mustafa Kemal kurtuluşun yine bu milletin içinde olduğunu bilmekteydi. “Biz Türkler, tarihimiz boyunca hürriyet ve bağımsızlığa sembol olmuş bir milletiz. Hürriyet ve bağımsızlık benim karakterimdir. Derken bu milletin asla esareti kabul etmeyeceğini, bağımsız yaratılışının bin yıllar geçse de değişmediğini; Amerikan ya da İngiliz mandası isteyenlerin yüzüne tekrar tekrar çarpıyordu. Kimilerine göre bir macera olarak görülen Anadolu’dan kurtuluşu başlatma düşüncesine en başta o iman edercesine inanıyordu. Anadolu’da yaşayan saf ve kahraman tabiatlı milletinin neler yapabileceğini başkalarından çok daha önce görmüştü.
“Biz yaşamak isteyen, haysiyet ve şerefiyle yaşamak isteyen bir milletiz.” dediğinde Anadolu’nun hislerine tercüman oluyordu. Çünkü asırlardan bu yana Türk, devletsiz yaşayamazdı. Esaretle yaşamanın ölümle eşdeğer olduğunu, asla başkalarının boyunduruğunda yaşayamayacağını haykıran Türk milleti, son vatan toprağı Anadolu’yu düşmana ezdirmemekte kararlıydı. Maraş’ta Sütçü İmam, Antep’te Karayılan, Denizli’de Müftü Ahmet Hulusi, Karadeniz’de Topal Osman düşmana “biz daha ölmedik” diyordu. Haysiyet ve şerefle yaşamak uğruna ölümü göze alan Anadolu’nun tek eksiği bir liderdi.
Samsun’da başlayan bu olağanüstü mücadele İzmir’de son bulacak ve 4 yıl gibi kısa bir sürede Anadolu düşmandan arındırılmış olacaktı. Türk milleti Akif’in ifadesiyle; korkmamış, mabetlerine namahrem eli değdirmemiş, iman dolu göğsünü bu topraklarda işi olmayanlara siper etmiş ve garbın kirli emellerini suya düşürmüştür. İştahını kabartan Anadolu coğrafyasında; fakir, aç ve imkânsızlıklar içindeki bir milleti, beş ayrı yerden kuşatmasına karşın sessiz sedasız, bu toprakların gerçek sahiplerini kabul ederek tıpkı Haçlı komutanları gibi, tıpkı Diyojen gibi geri dönmüşlerdir. Çünkü onları bekleyen bir Alparslan, bir Kılıçarslan, bir Mustafa Kemal vardı. Türk milleti tarih boyunca hep kahraman çıkarmış, önümüzdeki bin yıl da çıkarmaya devam edecektir. Mustafa Kemallerin tükenmeyeceğini, Türk kadınının daha nice Alparslanlar doğuracağını bütün dünya unutmamalıdır.
Mustafa Kemal tam anlamıyla milletine sevdalı bir devlet adamıydı. Hâkimiyetin ancak ve ancak millette olduğunu ve yeni kurulacak Türk devletinde de sadece millet iradesinin egemen olacağını defalarca belirtmişti. Çünkü ona göre millet egemenliğine dayanmayan hiçbir sistem başarılı olamazdı. Bu toprakları kurtaranları, yeni devlet kurulduktan sonra yine bu devletin asıl ve gerçek sahibi yapmıştır. Onu bir diktatörden ayıran en önemli özellik bu olmalıdır. Çağında yaşamış olan bütün diktatörler, halkları tarafından bugün galiz küfürlerle anılırken Mustafa Kemal Türk milletinin hayır duaları arasında yaşamaktadır.
Bugün onu daha çok arıyoruz daha çok özlüyoruz. Yaptıklarıyla övünüyor fakat onu anlamak adına çok fazla da bir şey yapmıyoruz. Sözde kalmış bir Atatürkçülükle onu anlamak mümkün değildir. Onun çok kısa zaman zarfında yaptıklarını teker teker düşünmeli ve 21. Asırda onu yeniden ve anlayarak idrak edebilmeliyiz.
Bir savaş adamının barışı nasıl temel ilke kabul ettiğini, tek adamken erki neden milletine devrettiğini, bir devlet adamı olmasına rağmen dille, tarihle, geometriyle niçin yakından alakadar olduğunu tekrar tekrar düşünmek, sorgulamak ve konuşmak durumundayız bugün.
Her 10 Kasım bizler için bir sorgulama günü olmalıdır. Onun yokluğuyla yaşadığımız yılların sayısı artarken bizler ne yaptık? Bizzat kendi isteğiyle kurulan kurumlar bugün ne haldedir, kuruluş amaçlarına ne kadar hizmet etmektedir, emanet ettiği Türkiye Cumhuriyeti Devleti bugün onun hayal ettiği noktada, emanet edilen Türk gençliği bu emaneti hangi ölçüde sahiplenebilmiş ve onu ileriye taşıyabilmiştir?
Bugün, Türklüğün atasının, 20. Asrın en büyük kahramanının milletinden, bir büyük dehanın insanlık âleminden ayrılışının 75. Yılını anıyoruz. Her 10 Kasımda büyük Atatürk’ü daha iyi ve yeniden anlamak ümidiyle beni dinlediğiniz için sizlere teşekkür ediyor, Türk tarihinin bu büyük devlet adamını RAHMET VE ŞÜKRANLA anıyor ve Onun manevi şahsiyeti önünde saygıyla eğiliyorum.
Yrd. Doç. Dr. Esme ÖZDAŞLI
Dostları ilə paylaş: |