Bariş ve demokrasi partiSİ 2014 merkezi YÖnetim büTÇe yasa tasarisi muhalefet şerhi


Temmuz 2013 tarihli IMF “Dünya Ekonomik Görünümü Raporu



Yüklə 1,11 Mb.
səhifə2/19
tarix28.07.2018
ölçüsü1,11 Mb.
#61441
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   19

9 Temmuz 2013 tarihli IMF “Dünya Ekonomik Görünümü Raporu, dünyanın 2013’deki büyümesinin % 3,1 ve 2014’te % 3,8 olacağını açıkladı. Bu, Nisan’da yapılan tahminin % 0.25 düşürüldüğü anlamına gelmektedir. Bu temkinli öngörünün nedeni olarak, azgelişmiş ülkelerin büyümesinin yavaşlamasına ilaveten, Avrupa’da devam eden resesyon, ABD büyümesinin beklenenden düşük çıkması gibi gelişmeler gösterilmektedir. Öyle ki rapora göre, ABD 2013’te % 1¾ ve 2014’te % 2¾; Japonya 2013’te % 2 büyüyebilecek. Avro Bölgesi ise 2013’te resesyonda kalacaktır. Yükselen ekonomilerdeki zayıflama küresel büyüme beklentisini düşüren en önemli faktör olarak görülmektedir. Bu oran 2013’te ortalama % 5 ve 2014’te % 5,5 (bu oran Nisan öngörüsünde % ¼ daha yüksekti) ve bu ülkelerin başını çeken Çin’de 2013–14 de % 7¾ olarak kalacaktır (Nisan öngörüsünden % ¼ ve % ½ daha düşük).

IMF’ye göre, finansal piyasalardaki hassasiyet geçen yaza nazaran bu Mayıs ve Haziran’da arttı ve yükselen ekonomiler bundan en çok etkilenenler ekonomiler oldular. Buradan hareketle gelişmiş ülkelerdeki büyümeye ilişkin riskler göreli olarak düşük kalırken, yükselen ekonomilerdeki riskler endişe verici düzeyde olacaktır. Bu ülkelerden son dönemde artan sermaye çıkışları varlık fiyatlarını düşürüp, döviz kurunu fırlatmıştır. Bu hassasiyetler sürer ve finansal piyasaların kırılganlıkları yüksek kalırsa yükselen ekonomilerden sermaye çıkışları hızlanacak ve büyüme oranları daha da düşecektir. Kısaca IMF’ye göre bu dönemde aşağı doğru gidiş riski belirleyici durumdadır.

Son rapor, 3 Eylül 2013 OECD “Ara Değerlendirme Raporu” da gelişmiş ülkelerde ılımlı bir toparlanmanın görüldüğünü, ancak küresel büyümenin hala çok cılız olduğunu ve kriz riskinin sürdüğünü ileri sürümektedir. Buna göre, ABD ve Japonya gibi metropol ülkelerde bazı olumlu gelişmeler olsa da, işsizlik oranları yüksek kalacak ve toparlanma olsa dahi yapısal işsizlik artacaktır. Avro Bölgesindeki yeniden dengeleme, yüksek borçlu ülkelerdeki iç talebin zayıflığı nedeniyle eksik kalacaktır. Kriz, sermayenin büyümesini yavaşlattığı için ve toparlanma sırasında ortaya çıkan ve verimlilik artışını durduran riskler nedeniyle, metropol ülkelerde düşük yatırım düzeyleri sürecektir. Azgelişmiş ülkeler de ise büyüme oranları kriz öncesi trendlerin altında kalacaktır. Bunda krizin doğrudan etkisinin yanı sıra demografik yapısal değişiklikler de etkili olacaktır. Yükselen ekonomiler açısından durumun daha riskli olduğunun belirtildiği raporda, bu ülkelerin genelde büyüme oranlarının düştüğünün ve küresel finansal koşulların sıkılaşması beklentisi nedeniyle sermaye çıkışı ve beraberinde gelecek olan döviz kuru ve faiz artışı risklerinin hala çok yüksekte seyrettiğinin altı çizilmektedir. Son olarak rapor yüksek işsizlik ve düşük büyümenin tüm dünyada sosyal gerilimleri artırma tehlikesine vurgu yapmaktadır.

Son gelişmeler dünyanın önde gelen iktisatçıları tarafından da yorumlanmıştır. Örneğin bugün dünya ekonomisinn politik belirsizliklerden kaynaklanan çok sayıda öngörülebilir risk ile karşı karşıya olduğunu ileri süren Roubini’ye göre, ABD’de Fed’in Mayıs ayındaki kararı hali hazırda % 1,6’dan Mayıs’ta % 2,9’a fırlayan uzun vadeli faiz oranlarının daha da yükselmesine neden olacaktır. Almanya’da seçim sonrası oluşturulan yeni hükümetin eski ekonomi politikalarına ilişkin tavrı etkili olacaktır. Benzer politik belirsizlikler İtalya, İspanya ve Yunanistan hükümetleri açısından da geçerlidir. Avrupa Merkez Bankası’nın uzun dönemli olarak faiz oranlarını düşük tutma politikası hem çok yetersiz, hem de gecikmiş durumdadır. Nitekim kısa dönemli borçlanma maliyetlerindeki artış durdurulamamıştır. Bankanın bu politikayı daha da derinleştirip derinleştirmeyeceği de belirsizdir. İngiltere’de faiz oranları artarken, Japonya’da yapılan reformlar ve ticaret serbestleştirilmesi biçimindeki Abenomics’in üçüncü kısmının hayata geçirilmesi konusunda tereddütler mevcuttur, keza bu ülkede 2014 yılında uygulanacak olan tüketim vergisi ekonomiyi yavaşlatabilir. Çin’de Kasım ayında yapılacak olan Komünist Parti Merkez Komitesi toplantısı önemli olacaktır. Zira burada yatırım yönelimli büyümeden tüketim yönelimli büyümeye geçilip geçilmeyeceği netleşecektir. Çin’in yavaşlaması hali hazırda diğer azgelişmişlerdeki finansal gerilimi artırmış durumdadır. BRIC ülkelerinin büyümesi uzun zamandır abartılmaktadır. Bu ülkelerin hızlı büyümesinin nedenlerinden biri Çin’in suni balonlar yaratarak bu ülkelerin ekonomilerini canlandırmasıydı, ama “şimdi parti sona ermiş, geriye içki mahmurluğu kalmıştır”. Bu ülkeler içinde Türkiye’de var, zira ciddi boyutta cari açığı var. Bu arada büyüme yavaşlarken, enflasyon oranı hedeflenenin üzerine çıkmıştır. Önümüzdeki 1–1,5 yılda gerçekleşecek olan genel seçimler öncesinde sosyal protestolar ciddi bir politik belirsizliğe işaret etmektedir. Ayrıca ABD’nin olası Suriye müdahalesinin ve bölgede İsrail’in İran’a yönelik olası bir girişiminin petrol fiyatlarının ne kadar etkileyeceği de önemli olacaktır.

Uluslararası mali örgütlerin raporlarının ve kriz konusunda uzman iktisatçılar ve araştırmacıların değerlendirmelerinin ötesinde, son dönemde açıklanan bazı veriler, göstergeler ve gelişmeler küresel kapitalist durgunluğun sürdüğünü, önümüzdeki dönemde yeni risklerin ortaya çıkacağını ve bunların etkili olacağını ve sistemik krizin yeni dönemde daha çok azgelişmiş ülke ekonomilerinde kendini hissettireceğini ve krizin bundan böyle daha çok azgelişmiş ülkelerle anılacağını ortaya koymaktadır.

ABD’de durgunluk sürerken, yeni finansal balonlar şişirilmektedir

Öncelikle, üretim, finans ve ticaret anlamında dünya ekonomisinin en büyüğü olan ABD ekonomisinin durumuna bakıldığında durgunluğun sürdüğü, işsizliğin yüksek düzeyde devam ederek yapısal bir hal aldığı, uzun dönemde kalıcı bir büyüme üzerinde etkili olan yatırım düzeylerinin kriz öncesinin gerisinde olduğu ve krizi tetikleyen finansal balonların şişirilmeye devam edildiği görülmektedir.



ABD’de, GSYH içindeki payı 1980’lerden bu yana giderek azalan sınai yatırımların dibe vuruşu “Büyük Resesyon” ile birlikte gerçekleşmiştir. Genişletici para politikası ve miktarsal kolaylaştırma işe yaramamış, yatırımlar artmamıştır. Düşük yatırımlar toparlanmayı engellerken işsizliği artırmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrasından bu yana görülen eski toparlanmalarla kıyaslandığında hem yatırımlar hem de işsizlik açılarından 2009 “Yeşil Filizler Toparlanması” gerçek bir toparlanmadan uzak bir görünüme sahiptir. Buna karşılık kriz sonrasında kârların payı artmıştır. Geçmişte kârlar ile yatırımlar arasında güçlü bir bağ vardı. Oysa son krizde bu iki unsur arasındaki bağ iyice seyrelmiş durumdadır. Yani yüksek kârlılığa rağmen yatırım düzeyleri çok düşük kalmıştır.

Oysa ekonomileri uzun dönemde büyütmenin yollarından biri gerçek girdilere, yani gelecekteki hâsıla ve verimlilikleri artırmada kullanılan yapılara ve makinalara yatırım yapmaktır. Keza bu tür yatırımlar makroekonomik istikrarın ve tam istihdamın sağlanması açısından da temel bir öneme sahiptir, zira bireysel ve kurumsal tasarrufların neden olduğu sızıntıyı dengeleyebilmek için talebe yapılan enjeksiyon gibidirler. Son kriz, 1930’lardan sonra yatırımların en fazla düştüğü ve beraberinde bütüncül üretimin en fazla azaldığı, buna karşılık işsizliğin en fazla arttığı bir kriz niteliğindedir. 2009’dan bu yana bütüncül hâsıla tekrar artmaya başlamış, ancak 1947 yılından bu yana ortaya çıkan resesyonlara göre yatırımlardaki toparlanma minimum düzeyde kalmıştır.

ABD’de krizden bu yana geçen dönemde, istihdam düzeyi kriz öncesi düzeyin gerisinde kalmıştır (üç milyon istihdam açığı). İşgücüne katılım oranı 1979’dan bu yana en düşük seviyededir. Tüketim harcamaları son dokuz aydır en düşük düzeyde seyretmektedir. Çünkü ücret ve maaşlar uzunca bir süredir iniştedir. Orta sınıfın parası bitmek üzeredir ve daha fazla borçlanamamaktadır. Reel ortanca hane halkı geliri 2010’dan bu yana azalmaktadır. Oysa tüketim harcamaları ekonominin % 70’ini oluşturmaktadır. Kısaca bütçe kısıntıları, perakende satışlardaki düşüşler, imalat sanayi üretimindeki yavaşlama, kazançların düşüklüğü, ev satışlarındaki azalma ve dayanıklı tüketim mallarının satışlarındaki durgunluk ve azalan ihracatlar toparlanmayı önlemektedir.

Wall Street Journal’da yayımlanan bir çalışma şu ana kadar Fed’in uyguladığı sıfır faiz politikası ve miktarsal kolaylaştırmanın reel ekonomiye bir fayda sağlamazken, nasıl kurumların ve finansal kuruluşların borçluluk düzeylerini 2008 krizi öncesindeki tehlikeli oranlara yükselttiğini ortaya koymaktadır. Buna göre, toplam kurumsal tahvil borcu 2007 yılından bu yana % 59 artarak 6 trilyon dolara ulaşmıştır. Giderek daha fazla küçük şirket borçlanmaya yönelmiş ve büyük yatırım fonları 2008 yılında bu tahvillerin % 17’sine ve riskli olarak değerlendirilen şirketlere verilen kredilerin % 3’üne sahip iken, bugün bu oranlar sırasıyla % 26 ve % 19’ a yükselmiştir. Yatırım fonları ve döviz ticareti yapan fonların çok riskli tahvillere yaptıkları yatırımların toplamı 2008 sonunda 92 milyar dolar iken, Temmuz 2013’te 285 milyar dolara fırlamıştır.

Finansal kuruluşlar 2008 de iktisadi çöküşü tetikleyen riskli mortgage paketlerini yeniden satmaktadırlar. Dodd-Frank Yasası gibi yeni yasaları bypass yaparak, bu şirketler “yapılandırılmış finansal ürünler” adı verilen araçlara doğru hızla yatırımlarını artırmışlardır. Time’in haberine göre sadece 2013 yılında bankalar bu tür yeni teminata bağlanmış borç yükümlülükleri biçiminde 26 milyar dolarlık ürün ihraç ettiler. Ticari mortgage temelli menkul değerlerin % 37’si ise riskli konumdadır ( geçen yıl bu oran % 23 idi).

Kısaca, Amerikan ekonomisinde krizin ardından bir süredir, miktarsal kolaylaştırma sonucunda bollaşan paranın üretimden ziyade finans şirketlerinin elinde finansal yatırım aracı olarak kullanılmasıyla yeni balonlar oluşturulmaktadır.



Avrupa’da resesyon devam ediyor, politik riskler artıyor

Avrupa’da durum daha kötüdür. Öncelikle, Avro Bölgesi bir bütün olarak 2013 yılının ilk yarısında sadece % 0,3 büyüyebilmiştir. Bu yıllık olarak % 1,1’e denk düşmektedir. Son 18 ayın negatif büyümesinin ardından pozitif oranlara dönüş hiçbir biçimde Avrupa’nın köşeyi döndüğü anlamına gelmeyecektir. Avro Bölgesi ekonomisi bugün bir bütün olarak 2008 öncesinden % 3 daha küçüktür. Ekonomistlere göre işsizliğin azaltılabilmesi için Avrupa’nın önümüzdeki üç yıl içinde yılda en az % 2–3 büyümesi gerekli ki, bu mümkün gözükmemektedir.

Nitekim Nisan ayında tüm bölgede işsizlik % 12,2’ye ve genç işsizliği % 24,4’ e yükselmiştir. Yunanistan’da 25 yaş altı gençlerin üçte ikisi işsiz durumdadır. Bu oran Şubat’ta % 62 idi. Yani Avro Bölgesinde yaklaşık 20 milyon insan işsizdir. Genç işsizlik oranları İspanya’da % 56,4, Portekiz’de % 42,5, İtalya’da % 40,5, İngiltere’de % 20,2, Almanya’da % 7,5 ve Avusturya’da % 8 olmuştur.

Yani her ne kadar son piyasa verileri cılız da olsa toparlanma işaretleri veriyorsa da, buradan hareketle bazı çevreler krizden çıkılmakta olduğunu ve bazı büyük yatırım fonu yöneticileri kıtanın uzun dönemli bir büyüme rallisine başladığını ileri sürüyorlarsa da, Avrupa’nın 2010 yılından bu yana devam eden borç krizi aynı derinliği ile olduğu yerde durmaktadır. Özellikle de Güney Avrupa ülkelerindeki bankaların borç düzeyleri oldukça kritiktir. Dahası son on yıldır Güney Avrupa’nın refah düzeyi ya hızla azaldı ya da sabit kalmış, ama artmamıştır. Yani bölge son tahlilde toparlansa dahi Avrupa eski Avrupa olmayacaktır.

Nitekim Avrupa’da refah düzeyi açısından Merkez ve Güney ülkeler arasında var olan farklılıklar iyice artmıştır. Örneğin krize kadar Fransa ve Almanya’daki insanların refah düzeyi hemen hemen aynı iken, kriz sonrasında Fransa, Almanya’nın gerisinde kalmıştır. Bundan böyle Güney Avrupa refah açısından boy sırasına girecektir. Buna göre en tepede Fransa, onu Fransa’nın kişi başına gelirinin % 80’ine sahip İtalya ve % 70’ine sahip İspanya takip edecektir. Yunanistan ve Portekiz’de kişi başına gelir Fransa’nınkinin yarısını zor bulacaktır. Oysa kriz öncesinde Yunanistan ve İspanya hemen hemen eşit durumdaydı. Keza küresel düzeyde 1980–2018 döneminin bütününde Güney Avrupa’nın, satın alma gücü paritesiyle, dünya hasılası içindeki payı yarıya inerek % 6 olacaktır. Bunun tek başına Fransa için anlamı bu ülke ekonomisinin dünya hasılası içindeki payının % 5’in altından % 2,5’in altına inmesi demektir.

Ayrıca bölgenin dördüncü büyük ekonomisine sahip İtalya’da politik sorunlar had safhadadır. Senatonun , Berlusconi’nin kamu görevinden uzaklaştırılması yönünde alınan kararı onaylamasıyla, mevcut Letta Koalisyon Hükümeti yıkılması ve İtalya’nın yeni bir Avrupa krizini tetiklemesi söz konusu olabilecektir. İtalya’nın politik sorunlarının derinleşmesi yatırımcıları derinden etkileyecektir. İtalyan varlıkları, hem tahviller, hem de borsa, hali hazırda performans altında bir değere sahipler. On yıllık tahvillerin getirisi son üç ayın 40 baz puan üstüne çıkmış durumdadır. Alman tahvilleri ile kıyaslandığında prim 30 baz puan farkı bulmuştur. Ve İtalyan CDS’lerinin fiyatı yükselmesini sürdürmektedir. Yani Avrupa’nın kaderini Roma etkileyebilecektir.

Ayrışma Tezi” efsane oldu, yükselen ekonomiler inişe geçti

Kuşkusuz son dönem verileri iktisadi krizin coğrafi olarak yer değiştirmesi anlamında dikkatleri başta Çin olmak üzere, adına yükselen ekonomiler de denilen azgelişmiş ülkelere yöneltmiştir. Zira 2008 krizinin patlak vermesinin ardından, ortaya atılan bir teze göre, Çin, Hindistan ve Brezilya ve Türkiye gibi ülkeler dünya ekonomisinin genel gidişinden ayrışacaklar (de coupling), yani dünya ekonomisi küçülürken onlar hızla büyüyecekler ve bu da dünya ekonomisinin canlanması için temel oluşturacaktı. Ancak son veriler bunun gerçekleşmediğini ve yükselen piyasaların yeni büyüme kaynağı olamadıkları gibi, bugünlerde küresel istikrarsızlığın da yeni kaynağı haline geldiklerini ortaya koymuştur.

Böyle bir tezin ortaya atılmasının nedenlerinden biri kuşkusuz Çin ekonomisinin gösterdiği büyüme performansı olmuştur. Zira ortalama % 10-12’lik büyüme Asya ve L. Amerika’nın bazı ülkelerinin de yüksek büyüme performanslarının dinamiklerinden birini oluşturmuştur. Ama bugün itibariyle ayrışma tezinin bir efsane olduğu ortaya çıkmıştır. Zira sözü edilen ülkelerin hepsi büyüme sorunları yaşamaktadır. Bu durum da bazı ülkelerin dünya ekonomisinden ayrıştıklarını değil, bu gelişmelerin karmaşık ama doğası gereği birbiriyle ilişkilenmiş bir küresel ekonomik sistemin sonucu olduğunu ortaya koymaktadır. Buradan hareketle yükselen ekonomilerin bugün karşılaştıkları sorunların şu ya da bu politikadan kaynaklı olmaktan ziyade dünya kapitalizminin zorunlu yeni bir aşamasında olmalarından doğduğunu ileri sürmek mümkündür.

Bu ülkelerin ve bir anlamda küresel kapitalizmin motoru durumundaki Çin ekonomisinin eski günlerde olduğu gibi % 10–12 büyüyemeyeceği ve 2013-2104’ü ortalama % 7¾’lük bir büyüme ile kapatacağı öngörülmektedir. Çin’in yavaşlaması hem Güney Asya ekonomileri, hem de Brezilya ve Avustralya gibi bu ülkeye yönelik hammadde ihracatçısı ülkelerin büyümesini olumsuz etkileyecektir.

Çin ile ilgili bir diğer temel sorun sadece düşük büyüme oranları değil, yüksek borç düzeyleridir. Küresel kriz sonrası uygulanan bol kredi ve mali teşvikler öyle bir noktaya gelmiştir ki bu bir finansal krizi tetikleyebilir. Financial Times’e göre Çin’in toplam borçları GSYH’sinin % 200’üne erişmiştir. Öyle ki Çin bankacılık sistemi 2008–2013 arasında 14 trilyon dolar büyüyerek ABD bankacılık sisteminin büyüklüğüne ulaşmış, aynı zamanda da geri dönüşü riskli / takipteki kredilerin miktarı 2013’ün ikinci çeyreğinde 2 trilyon ABD doları artmıştır.

Çinli iktisatçı Minxin Pei’ye göre, Temmuz ayında sadece birkaç gün içinde Interbank faiz oranlarının ikili rakamlara ulaştığı Çin’in son finansal çalkantısı, dünyanın bu en büyük ikinci ekonomisinin sert bir inişe geçtiğini göstermektedir. Çin ekonomisi 2008–2012 arasında GSYH’sinin % 30’una ulaşan devasa bir kredi büyümesi ile ateşlenmiş, dolayısıyla da kaldıraç oranı yükselen ekonomiler içinde en yükseğe çıkmıştı. Bunun sonucunun iyi bitmesi beklenemezdi. Nomura Securities’e ait bir çalışmanın bulgularından hareketle Pei, Çin’in finansal risk profilinin, geçmişteki finansal krizleri öncesinde Tayland, Japonya, İspanya ve ABD’ninkilere benzetmektedir. Çin Halk Bankası da kaldıraç oranlarının tehlikeli bir düzeye eriştiğini kabul etmek durumunda kalmıştır. Bugün tek soru sadece tersine kaldıracın ne zaman ve nasıl gerçekleşeceği sorusudur. İster sert isterse yumuşak bir biçimde tersine kaldıraç harekete geçirilsin, her iki politikanın sonucunda da Çin ekonomisi daha da yavaşlamaya devam edecektir.

Hindistan bir diğer umut ülkesiydi. IMF’ye göre bu ülke 2013’te an fazla % 6 büyüyebilecektir. Bu durum ülkenin dev sanayi şirketlerinin borç yükünü artıracaktır. Ayrıca bir diğer yeni büyüme merkezi olarak kabul edilen Endonezya da, tıpkı Hindistan gibi, Fed’in parasal sıkılaştırma kararını açıklamasından sonra gerçekleşen sermaye çıkışlarının etkisi altında ciddi sarsıntı geçirmektedir.

Kısaca, dünya ekonomisinin bugün, bu yükselen ekonomilerin büyümesine olan ihtiyacı ve finansal piyasalardaki entegrasyonun daha da hızlanması gibi olgular dikkate alındığında, olası bir finansal krizin küresel ekonomiye etkileri çok ciddi olacaktır.

“Yükselen ekonomiler”in inişe geçmelerinin nedeni bu yılın ortalarından itibaren, azgelişmişlere, özellikle de yükselen ekonomilere doğru olan yabancı sermaye akımlarının önce azalması, ardından da özellikle de Fed’in Mayıs ayındaki açıklamasının ardından tersine dönme eğilimine girmedir.

2012 yılının sonundan bu yana Fed, piyasadaki mevcut hazine bonosu ve mortgage destekli tahvilleri satın alarak, her ay piyasaya 85 milyar dolarlık taze para pompalamaktadır. Miktarsal kolaylaştırmanın üçüncü ayağı olarak da anılan bu politikalar aslında krizin patlak vermesinden bu yana uygulanmaktadır. Böyle genişletici para politikalarıyla faiz oranlarının neredeyse sıfıra kadar gerilemesi sağlanmakta, böylece de piyasalarda bir kredi bolluğu yaratılarak finansal sistemin yeniden bir krize girmesi önlenmeye çalışılmaktaydı. Ancak bu politika yeni finansal balonların şişirilmesine neden olurken, bu bol paranın bir kısmının da daha yüksek getiri için sıcak para biçiminde, yükselen ülkelere gelmesine yol açmıştır. Böylece hedge fonları, Hindistan. Brezilya ve Türkiye gibi ülkelere milyarlar tutarında göreli olarak ucuz dolar akıtmış ve bu ülkelerdeki düşük kur- yüksek faiz makasından ciddi getiriler sağlamıştır.

Bu durum, kalbi duran bir adamın elektro şok tedavisi yapılarak hayata döndürülmesine benzetilebilir. Reel ekonomide bunun bedeli borsada, mal ve konut piyasalarında giderek sürdürülemez balonların şişirilmesidir. Böyle durumların kaçınılmaz sonucu yeni bir finansal krizdir. Önce spekülatif sermaye azgelişmiş ülkelerin ulusal paralarını aşırı değerli kılarak kredi balonu yaratmakta, sonrasında bugünlerde olduğu gibi bu ülkelerden geri çekilerek devalüasyonlara neden olmakta, böylece de bir döviz krizinin önünü açmaktadır. Bir başka anlatımla, krizdeki metropol ülkeler ekonomilerini canlandırmak için geride tek araç olarak kalan miktarsal kolaylaştırmaya giderken, azgelişmişler üzerinde böyle bir etkiye yol açmaktadırlar. Bu durum böyle devam ederse 1997 benzeri bir döviz ve finans krizinin patlak vermesi hayli muhtemeldir, zira sıcak yabancı para spekülatif niteliği gereğince böyle krizlere neden olabilmektedir.

Azgelişmişlere doğru olan spekülatif yabancı sermaye akımları azalmakta, para kaynağına geri dönmekte, kapitalist kriz azgelişmişlere taşınmaktadır

Kısaca Türkiye gibi “yükselen piyasalar” son on yıldır küresel yatırımcıların en çok sevdiği ülkelerdi. Ama bu spekülatif fon akımları bu ülkelerde yüksek borçlu yatırımlara ve harcama patlamasına neden oldular. Ve sıcak paranın kurumaya başlamasıyla finansal sektör çökme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Bu yılın başlarından itibaren uluslararası sermaye akımlarında iş tersine dönmeye başladı ve parasal sıkılaştırma işaretleri veren Fed’i, İngiliz ve Avrupa Merkez Bankalarının benzer kararları izleyince azgelişmişlere doğru olan akımlar yavaşlamaya, buna karşılık bu ülkelerden sermaye çıkmaya başladı.

Çünkü başta ABD’de olmak üzere bazı güvenli metropollerde faiz oranları artmıştır. Öyle ki Şubat 2013’ten bu yana ABD’de 10 yıllık hazine bonosu faizi % 1 puan artarak % 2.72’ye yükselmiş, böylece bono fiyatları % 10 düşmüştür. % 2’lik bir enflasyon beklentisini veri alındığında faiz oranları hala % 1 puan düşüktür. Geçmiş deneyimlere dayanarak faiz oranlarının en az % 2 puan yükselerek nominal faiz oranlarının % 4’ün üzerine çıkabileceği söylenebilir.

Fed’in parasal sıkılaştırmaya gitme kararına ilave olarak yükselen ekonomilerdeki ekonomik istikrarsızlıklar ve politik riskler ve huzursuzluklar da sermaye çıkışlarını tetikleyen faktörler oldular.

Uluslararası Finans Kurumu, IIF bir raporunda 2013 yılında yükselen ülkelerden kaynaklanacak sermaye çıkışlarının 1,4 trilyon ABD dolarına ulaşacağını öngörmektedir. Oysa 2000–2003 döneminde yıllık ortalama rakam 103 milyar ABD doları civarındaydı. Bu ülkelere giden net sermaye akımları ise bu ve gelecek yıl azalacaktır. 2000’li yılların ortalarına kadar yükselen ekonomilerden çıkış yapan sermaye daha ziyade resmi rezerv birikiminden kaynaklı idi. Son birkaç yıldır aslan payını resmi olmayan özel sermaye çıkışları almaya başlamıştır. Bir başka kaynakta ise sadece Mayıs ayından bu yana çıkan kaynak miktarının 1,5 trilyon ABD dolarını bulduğu belirtilmektedir.

Bu sermaye çıkışlarının ani etkileri; borsalar / varlık fiyatları, döviz kurları, rezervler ve faiz oranları üzerinde görülürken, kısa vadede ayrıca enflasyon ve başta petrol olmak üzere ithalat maliyetleri ve döviz cinsinden olan borçların reel maliyetleri artacaktır. Bu ülkeler şimdiden geçmişte ucuz dolar üzerinden yaptıkları dış borçlanmanın şimdilerde nasıl geri ödeneceği konusunda endişe yaşamaya başlamışlardır. Bu gelişmeler, özellikle çok yüksek cari açığa sahip olan ve borçlarını ödemek için bol miktarda sıcak para kullanan Türkiye gibi ülkelerin ekonomileri için olumsuz sonuçlara neden olacaktır.

Örneğin yükselen piyasa varlıklarının fiyatları 22 Mayıs’tan bu yana % 15 değer kaybetmiştir. Bu piyasalar metropol ülke piyasalarının % 20 altında bir performans sergileyebilmiştir. Ulusal paralar Brezilya’da % 22, Hindistan’da % 20,4, G. Afrika’da % 14, Endonezya’da % 11,5 ve Türkiye’de % 11,1 değer kaybetmiştir. Sermaye çıkışlarını azaltabilmek için piyasaya döviz satışı biçiminde yapılan müdahaleler sırasında azgelişmiş dünya rezervlerinden 81 milyar ABD dolarını eritmiştir.

Türkiye ekonomisinde daralma sürüyor, önümüzdeki süreçte ekonomik ve politik riskler belirleyici olacaktır

Türkiye bu gelişmelerden en çok etkilenen ülkelerden biri oldu. Hükümet, devalüasyonu önleyebilmek için gecelik faiz oranlarını artırırken, döviz satış ihalelerine başvurdu. Haziran’ın başlarından beri net rezervlerinin % 15’ini harcamak durumunda kaldı. Fakat bu Liranın değer kaybetmesini önleyemedi ve dolar kuru 2.04 olurken, 10 yıllık Hazine bonolarının faizi 19 ayda ilk kez % 10’un üzerine çıktı.

Ama önce bugünlere nasıl gelindiğinin kısaca bilinmesinde yarar vardır. Son 10 yıldır Türkiye’de uygulanmakta olan neo liberal strateji, 24 Ocak 1980 Kararları ile başlatılan emperyalist - kapitalist sistemle yeniden eklemlenme sürecinin son halkasıdır. Bu süreçte Türkiye ekonomisi her açıdan, ama özellikle de kaynak temini açısından, uluslararası finans kapitale daha da bağımlı hale getirilmiştir. Bu dönemde büyüme, yerli tasarrufların % 13’ler gibi (bu oran 2002 yılında % 18,6 idi) çok yetersiz bir durumda olmasından ötürü, yabancı kaynak kullanımı ile mümkün olabilmiştir. Buna, bu dönemdeki dışsal dinamik olarak uluslararası likide bolluğunun yüksek getirili ülkelere yönelme ihtiyacı da eklenince, dış kaynağa bağımlı büyüme stratejisi hem mümkün olabilmiş, hem de uluslararası kapitalist sistem nezdinde meşruiyet kazanmıştır. Öyle ki tarihsel olarak 2005 yılına kadar yılda ortalama 20 milyar ABD dolarlık dış kaynak kullanan Türkiye bu tarihten sonra 50 milyar ABD dolarının üzerine çıkmıştır. Bu dış kaynağın genelde % 90’ı kısa vadeli kaynak niteliğinde olmuştur.

Bir başka anlatımla, Türkiye’de ekonomik konjonktür, büyük ölçüde dışsal olarak belirlemekte ve dış dünya ile Türkiye arasındaki dış kaynak hareketleri bu bakımdan ön planda rol oynamaktadır. Bu bağlamda Türkiye ekonomisinde 2009 yılından bu yana gerçekleşen üç dalgalanmadan birincisi (yukarı doğru) 2009’un son iki ayı ile Temmuz 2011 arasında gerçekleşmiştir. Batı merkez bankaları, finans kapitali krizden kurtarmak için bol likidite pompalamışlar ve bu fonların önemli bir bölümü çevre ekonomilerine girmiştir. Türkiye de bu furyadan bol kepçe pay almıştır: Bu konjonktürün geçerli olduğu yirmi bir ay boyunca Türkiye’ye giren yabancı sermaye toplamı 103 milyar ABD dolarına, aylık ortalama 5 milyar dolara ulaşmıştır. İkinci yukarı dalgalanma Temmuz 2012-Nisan 2013 dönemi olmak üzere on ay sürmüştür, Avrupa Merkez Bankası’nın ve Fed’in açılan para muslukları, Türkiye’ye de aktı ve aylık ortalama 7,5 milyar doları aşan bir yabancı sermaye girişi gerçekleşmiştir. Bu akımların sonucunda, ilkinde 2010 ve 2011’de ekonomi % 9 büyümüş, ama 75 milyar dolarlık bir dış açık bu konjonktürün bir armağanı olarak kalmıştır. Mayıs-Haziran 2013’e gelindiğinde dış kaynak akımları hâlâ pozitif değerlerde seyretmektedir, ama bu bir önceki iniş konjonktüründen çok daha hızla daralarak sürmektedir. Yani ekonomi, net sermaye çıkışı olmadan da, sadece dış kaynak girişi azaldığı için küçülme ivmesine geçebilecektir. Bu durumda, yılın son aylarında ve 2014 başlarında ekonominin küçülmesi beklenebilecektir.



Son on yıldır (2012’ye kadar) ortalama % 5-6 büyüme sağlayan ve bol sıcak para, düşük kur ve yüksek faiz ve yüksek ithalat ve yüksek cari açık mekanizmasına dayalı olarak temelde bankacılık sistemi üzerinden gelen paralarla, başta bankacılık, borsa, gayrimenkul-inşaat, perakendecilik ve ithalata dayalı tüketim sektörlerinde balonlar şişirerek yürüyen, böylece hem ekonomik canlılık yaratırken, hem de özellikle de, kentsel rant projeleri üzerinden sermaye ve servet birikimi sağlayan, böylece kitlelerin borçluluğunu ve yoksulluğunu artırırken, onlarca yeni dolar milyarderi üreten strateji artık sürdürülemez bir noktaya gelmiştir.

Nitekim Fed’in parasal sıkılaştırmaya gidebileceği kararının ardından, yeni para girişlerinde azalma olurken, 14 Haziran itibarıyla borsa ve hazine bonolarından olmak üzere Türkiye’den 11 milyar doların üzerinde bir kaynak çıkışı olmuştur. Bunun sonucunda borsa hızla düşerken, ABD doları ve TL faiz oranları yükselmiştir. Bu yıl sonu itibariyle Hükümetin büyüme tahmininin % 3 civarında olarak duyurulması da uluslararası spekülatif sermaye hareketlerinin Türkiye ekonomisi üzerindeki belirleyici etkisini bir kez daha ortaya koymaktadır.

Türkiye ekonomisinin geleceğine ilişkin değerlendirmelere daha yakından bakıldığında durumun daha da ciddi olduğu ortaya çıkmaktadır. Örneğin yabancı kaynağa bağımlı azgelişmiş ülkelere dönük sermaye akımlarındaki ani bir donma ya da durmanın ortaya çıkaracağı riski ölçmek için bir endeks geliştiren The Economist Dergisi’ne göre, ani bir biçimde sermaye girişi durması ile belirecek risk bugün yükselen ekonomiler için temel bir risk konumundadır. Ancak bazı ülkeler çok daha fazla riskli ve bu ülkelerin başında Türkiye geliyor.

26 ülkeyi içeren endeks; 2012 yılı için, cari hesap dengesi, kredi büyümesi, kısa vadeli dış borçların ve dış borç servisinin toplam rezervler içindeki payı, finansal açıklık ve döviz kurlarından oluşan bir sepete göre hesaplanmakta ve en yüksek risk 20 puan olarak belirlenmektedir. Türkiye 18 puan gibi rekor bir puan ile yabancı sermaye akımlarının donması durumunda en riskli ülke olarak ortaya çıkmaktadır. Endeksin bileşenleri olarak, cari hesap dengesinde, cari açığı % 6,3 olarak en riskli üçüncü; kısa vadeli dış borçlar ve dış borç servisinin döviz rezervleri içindeki payı % 150 olarak en riskli üçüncü; 2009–2012 döneminde yıllık ortalama % değişme cinsinden iç kredi artışı olarak % 114 ile birinci; finansal açıklık ( 0–1000) içinde 200 puan ile birinci ve Ocak-Ağustos 2013 döneminde dolar karşısında ulusal paraların değerindeki yüzde değişme cinsinden % 13 değer kaybederek yedinci sırada yer almaktadır. Böylece Türkiye aralarında G. Afrika, Ukrayna ve bazı L. Amerikan ülkelerinin bulunduğu kırmızı bölgenin en başında yer almaktadır.

Türkiye’nin böyle ciddi durumlarla baş etmede kullanabileceği araçlar ise çok kısıtlıdır. Bunların başında gelen döviz rezervleri 130 milyar ABD doları civarındadır. Ancak dolar satış ihalelerinde kullanabileceği miktar bunun sadece üçte biri düzeyindedir. Yani ciddi çalkantılara karşı dövizdeki yükselişi durdurabilmek için gerekli olabilecek büyük miktarda mobilize edeceği fon mevcut değildir. Üretimi ve ihracatı başta enerji olmak üzere ithalata bağımlı olan bir ekonomide döviz kurundaki ciddi yükselmelerin maliyetleri ve maliyet enflasyonunu artırması da kaçınılmaz olacaktır.

Ayrıca AKP işbaşına geldiğinden bu yana ekonomide borçlanma düzeyi hızla artmıştır. Tüketici ve şirket borçları adeta patlamış, borçluların sayısında hızlı bir artış olmuştur. Öyle ki 2003 yılında bankalara tüketici kredisi borcu olanların tutarı 2,4 milyon iken 2012 sonunda bu sayı 13. 2 milyona yükselmiştir. Özel ve kamu sektörü olmak üzere toplam dış borçlar (anapara ve faiz) 400 milyarı doları bulmaktadır. Lira değer kaybettikçe bu kurumların borç servisi maliyetleri de artacak, karlılıkları azalacaktır.

Kısa vadeli borç düzeyinin yüksekliği, yukarıda The Economist’in araştırmasının da işaret ettiği gibi bir endişe kaynağı oluşturmaktadır. Çünkü 89 milyar ABD doları özel sektöre ait olmak üzere Türkiye’nin kısa vadeli dış borçlarının tutarı 101 milyar ABD dolarıdır. Bir yıl içerisinde vadesi gelecek orta ve uzun vadeli borçlar eklendiğinde, sadece dış borçların yenilenmesi ya da çevrilebilmesi için 140 milyar ABD dolarına gerek vardır. Mevcut durum göz önüne alındığında bu kaynağın bulunması zor görünmektedir. Bu durumda merkez bankası rezervlerine başvurulacaktır. Ayrıca cari açığın finansmanı için fon gereksinimi sürmektedir. Orta Vadeli Program’da cari açık yaklaşık 60 milyar ABD doları olarak öngörülmektedir. Döviz kurunun sıçramasıyla birlikte bu rakam biraz aşağı çekilse bile, yine de finansmanında güçlük yaşanabilecektir.

İlave olarak, Türkiye ekonomisi Orta Doğu’da şu ana kadar izlenen politikanın iktisadi bedelini ödeyecek gibi gözükmektedir. Hali hazırda Mısır Ticaret Odası, Türkiye ile ilişkilerini askıya aldığını, Abu Dabi Ulusal Enerji Şirketi Taqa Türkiye’ye yapmayı planladıkları 12 milyar dolarlık yatırımdan vazgeçtiğini açıklamıştır. Mısır’daki Müslüman Kardeşler’e verilen açık destek, Türkiye’nin S. Arabistan ve B. Arap Emirlikleri ile arasını açmaktadır. Oysa Avrupa pazarındaki daralmanın neden olduğu eksikliği Türkiye, Orta Doğu ile kapatmayı hesaplamaktaydı. Hali hazırda Arap sermayesi son yılların büyüme motoru olan inşaat ve gayrimenkul sektörüne devasa sermaye akıtmıştır.

Bu tür politik gelişmelerin ekonomi üzerindeki etkilerini yansıtan bir diğer gösterge, uluslararası yatırımcıların adeta pusula gibi kullandıkları ve söz konusu ülkenin risklilik durumunu gösteren CDS’ler, yani risk prim takaslarıdır. Bunlar yükseldiğinde ülkenin yabancı yatırımcılar açısından risklilik durumu artmaktadır.

CDS’ler Mayıs-Ağustos 2013 döneminde Türkiye için 100 puan yükselmiştir. Türkiye kategorisindeki ülkelerden risk primi en çok yükselen diğer ülkeler, primi 74 puan artan G. Afrika Cumhuriyeti ve 71 puan artan Brezilya olmuştur. Türkiye’nin ‘yükselen ülkeler’ arasında bu kadar kısa sürede en riskli ülke biçiminde algılanmasında başta cari açık/milli gelir oranının yüzde 7–10 bandında olması, dış borç yükünün milli gelirinin yüzde 44-45’ini bulması gibi kırılganlıkları etkili olmuştur. Ancak yukarıda saydığımız Orta Doğu ve K. Afrika dış politikasındaki tutarsızlıklar ve yanlışlıklar ve Gezi Direnişine karşı yürütülen baskıcı tavır da ülke imajının hızla bozulmasına yol açarak, yabancı yatırımcılar açısından caydırıcı olmuştur.

Özce, ekonomi çok kritik bir kavşaktadır ve devlet bu krizi kapitalist sınıflar lehine yönetmek için her türlü ekonomik ve politik aracı kullanmaktadır. Hükümetin bu konudaki en büyük kısıtlarından biri ise Haziran direnişi ile ortaya çıkan toplumsal muhalefettir. Çünkü bu süreçte yönetenler ilk kez, biraz da şaşkın bir biçimde, on yıldır uyguladıkları yeni liberal ve yeni muhafazakâr politikalara ve dönüşümlere karşı önemli bir kesimin sesini çıkardığını, meydanlara döküldüğünü görmüşlerdir.

19 Eylül 2013 günü Fed piyasadan tahvil alarak piyasaya dolar pompalama biçiminde yürütmekte olduğu miktarsal kolaylaştırma programını, Mayıs’ta yapılan açıklamanın aksine, sürpriz bir biçimde, toparlanma rayına oturana kadar sürdüreceğini açıklamıştı. Bu açıklama ile her ay piyasalardan yapılan 85 milyar dolarlık hazine bonosu ve mortgage tahvili alımı devam edecektir. Bu açıklama hem Avrupa merkez bankaları, hem finansal piyasalar, hem de yükselen ülke merkez bankalarınca coşku ile karşılanmıştı. Örneğin Türkiye’de 11 Haziran’dan bu yana Merkez Bankası TL’yi desteklemek için 10 milyar dolar satış yaparken, Temmuz’dan itibaren gösterge faizini % 1.25 puan yükseltmek durumunda kalmıştı. Bu açıklamanın ardından bir gün sonra TL, dolar karşısında % 3 değer kazanarak kur 1.95’e kadar geriledi. 10 yıllık hazine bonolarının getirisi de % 0.75 düşerek 5 Temmuz’dan bu yana en düşük düzey olan % 7.90 oldu.

Bu gelişme uluslararası finans piyasalarını ve özellikle Türkiye olmak üzere yabancı kaynağa bağımlı ülke yönetimlerini geçici olarak rahatlatmış olsa da, sorun olduğu gibi yerinde durmaktadır. Yapılan şey sadece gelmekte olan krizi ötelemektir. Kapitalist metropoller açısından bu, politika değişikliği ile sorunun çözümlenemeyecek kadar derin olduğunu, azgelişmişler için ise krizin artık sadece metropol kapitalist ekonomilerin değil, başta Türkiye olmak üzere azgelişmişlerin de sorunu olduğunu, böylece krizin altıncı yılında yeni bir aşamaya gelindiğini ortaya koymaktadır. Nitekim bu açıklamanın olumlu etkisi sadece birkaç hafta sürmüş ve Türkiye’de ABD dolarının kuru tekrar 2 TL’nin üzerine çıkarken faiz oranları hızla yükselmiştir.


Yüklə 1,11 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   19




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin