Bölüm Kapitalist Emek Süreci ve Dönüşümü



Yüklə 116,13 Kb.
tarix10.08.2018
ölçüsü116,13 Kb.
#68637


Dokuzuncu Bölüm

Kapitalist Emek Süreci ve Dönüşümü


Ders: Çalışma Sosyolojisi

Hedefler

Bu üniteyi çalıştıktan sonra;

Kapitalist emek süreci hakkında bilgi sahibi olacak,

Neo Marksist emek süreci yaklaşımını öğrenmiş olacaksınız.



Anahtar Kavramlar

Akademik emek Burawoy

Duygusal emek Braverman

Friedman Edwards



İçindekiler

9. Kapitalist Emek Süreci ve Dönüşümü1

9.1. Kapitalist Emek Süreci

9.2. Kapitalist Emek Süreci Teorisi ve Dönüşümü



9. KAPİTALİST EMEK SÜRECİ VE DÖNÜŞÜMÜ

9.1. Kapitalist Emek Süreci2

Hedef: Kapitalist emek süreci hakkında bilgi sahibi olmak

İnsan gereksinim duyduğu şeyleri üretirken, ya da başka bir deyişle, kendisi için gerekli olan kullanım değerleri yaratırken, doğa ile bir ilişkiye girer. Marx'a göre, tarihi belirlenimlerinden soyutlayarak ele alındığında, emek süreci herşeyden önce insanla doğa arasında bir ilişkidir. İhtiyacı olan şeyleri üretirken insan doğayla olan bu ilişkisini kendisi düzenler ve yönetir. Üretici insan yapacağı işi, hem ortaya çıkaracağı ürün açısından hem de üretimin süreci açısından kafasında önceden planladığı emek süreci sonunda, tüm yeteneklerini kullanarak, bir kullanım değeri yaratır ve bu ona büyük bir haz ve doyum verir. İnsan emek süreci içinde doğa ile birlikte kendini, kişiliğini, yeteneklerini ve bilincini de dönüştürür.


İnsan emeğinin çok önemli bir özelliği de, insanın yapacağı işi henüz yapmadan önce kafasında tasarlamasıdır. Bu tasarım gücü üretici insanın emeğini yönlendirir ve her emek süreci sonunda onun kafasında daha önce kavramlaştırılmış olan şey elde edilir. Süreç içinde birtakım araç gereçler de kullanıldığından emek süreci, üretim güçlerinin gelişmişlik aşamasına göre de belirlenen bir ilişki haline gelir.
Öyle ise emek sürecinde üç temel öğe vardır: 1) Bir amaca yönelik insan eylemi - emek, 2) İşin nesnesi - üretilecek olan şey, 3) üretim araç ve gereçleri.
Emek sürecinin ikinci ve üçüncü öğeleri üretimin nesnel koşullarını belirler. Birinci öğe ise üretimin öznel koşulunu oluşturur. Buna göre, teknoloji sadece üretim araçları ya da makinaların gelişmişlik düzeyi olarak algılanamaz. Emeğin üretimi gerçekleştirmek amacı ile, üretim araçları etrafında örgütleniş biçimini, üretim bilgi ve becerisini nasıl kullandığını da kapsamalıdır teknoloji kavramı. Ancak böyle bir kavrayışla kapitalist emek sürecinde ortaya çıkan değişiklikleri ve bunun emek açısından ne anlama geldiğini doğru bir şekilde değerlendirmek mümkün olabilir.
Tarihi olarak baktığımızda, emeğin bu üç öğesinin birbiriyle ilişkiye geçiş biçiminin düzenlenmesi üretim tarzlarına göre değişiklikler göstermekle kalmamış, aynı üretim tarzı içinde de zamanla büyük değişikliklere uğramıştır. Emek sürecinin üretici insanın yaratıcılığını potansiyel olarak ortaya çıkarabileceği bir alan olmaktan çıkması kapitalizmin gelişmesi ile birlikte olmuştur. Çünkü kapitalizmde üretimin amacı üretici insanın kullanım değerleri üretmek değil, sermayedarın pazarda karla satması için mübadele değerleri üretmektir. Yani, üretim doğrudan doğruya sermayenin büyümesi, artıkdeğer elde etmesi amacı ile yapılır. Sermayedar emek sürecinin çeşitli öğelerini satın alır, bir araya getirir ve işçileri belirli bir üretim organizasyonu ile öbür öğeler üzerinde çalıştırır.
Kapitalist üretimde üretici emeğin, ya da işçinin fiziki ve zihni kapasitesi tamamen sermaye ile olan ilişkisine göre belirlendiğinden iş veya emek yerine, emek gücü kavramı geliştirilmiştir. Çünkü sermaye sahibi aslında belli bir miktar emeği değil, emeğin belli bir süre için kullanım hakkını satın almaktadır. Dolayısıyla sermayedar belli bir süre için kullanım hakkını satın aldığı emeğin bu kapasitesinden sonuna kadar yararlanmaya çalışacak, bu nedenle de sermaye emek sürecini en fazla artık değer gerçekleştirecek biçimde dönüştürme yollarını arayacaktır. Yaratılan artık değer miktarı, üretim süreci içinde tarafların göreli güçlerine göre belirleneceğinden, kapitalizmde emek süreci, kaçınılmaz olarak daha karlı üretim mücadelesinin bir arenası haline gelmiştir. Bu yüzden de sermayedar sadece üretim için gerekli en son ulaşılan teknolojik düzeye uygun üretim araçlarını, malzemeyi ve binayı temin etmekle kalmaz, emek gücü üzerinde tam bir denetim kuracak biçimde emek sürecini kendi kontrolü altına almaya çalışır.
Sermaye emek sürecinde işçinin işi yapış yöntemleri, hızı, becerilerini ve bilgisini kullanma biçimi üzerinde –iş örgütlenmesi alanında- tam bir denetim elde ederek yaratılan artık-değer miktarını maksimize etmeye, başka bir deyişle işin yoğunluğunu arttırarak emeğin verimlilik oranını yükseltmeye çaba gösterir. Ayrıca, işin yapılış biçimini kurallara bağlayarak, yaratılmaya çalışılan maksimum artık değer miktarının sürekliliğini de aynı şekilde garanti altına almaya çalışır. Bu amaca yönelik olarak, modern sanayi döneminde sermayenin emeğin bilgi, beceri ve yargılarına bağımlılığını en aza indirecek şekilde makinalar ve iş örgütlenme metotları geliştirilmeye çalışılmıştır.
İşçi çeşitli nedenlerle grev, iş yavaşlatma gibi bazı sendikal mücadele yollarına başvurduğunda, artık değer üretiminin sürekliliği tehlikeye girdiğinden semaye emeğe olan bağımlılığından mümkün olduğu kadar kurtulmaya çalışır. Makinaların giderek emeğin yerini alacak şekilde geliştirilmesi rastlantısal değildir. Tarihi olarak, çeşitli teknik buluşların ve makinaların işçi direnişlerine bağlı olarak nasıl geliştirildiğini, belirli dönemlerde grevlerin ya da grev tehlikesinin icatların başlıca nedenini oluşturduğunu çeşitli kaynaklarda görmek mümkündür.
Dolayısıyla, kapitalist emek sürecindeki bütün bu teknolojik gelişmeler toplumsal yapıyı, sınıf ilişki ve çelişkilerini içinde barındırmaktadır. Kapitalist emek sürecinde ortaya çıkan değişikliklerin emek açısından bu gözle değerlendirilmesi gerekir. Tarihi olarak bu perspektifle bakıldığında, bir köşe taşı olarak Taylorizmin büyük bir öneme sahip olduğu görülmektedir (Ansal,1999:8-9).

9.2. Kapitalist Emek Süreci Teorisi ve Dönüşümü3

Hedef: Neo Marksist emek süreci yaklaşımını öğrenmek

Emek, tarih boyunca insanoğlunun doğa ile mücadelesi bağlamında hem eylemin içinde olması itibariyle bu sürecin içinde bulunan kişi için hem de zihni meşguliyetini bu konuya odaklayan düşünürler için her zaman önemli bir konu olmuştur. Emeğin antik dönemlerde kölelere reva görülen, özgür bir yurttaş için kaçınılması gereken bir uğraş olması konumu (Meda 2004) yakın zamanlarda özellikle Marksist literatürde bir mite dönüşmüştür.


Aslında yalın anlamıyla düşünülürse, örneğin ıssız bir adadaki küçük bir insan topluluğunun ihtiyaçlarını karşılama bağlamında ya da Şenel’in (1995) ‘asalak ekonomi dönemi’ dediği toplayıcı ve avcı bir insan topluluğu için düşünülürse emeğin basit bir anlamı vardır, o da insanın doğada yaşamını sürdürürken gerekli ihtiyaçlarını temin etme, karşılama sürecidir. Nitekim ticaret doğmadan önceki dönemlerde insan topluluklarının üretim zihniyeti temelde bu karakterde olmuştur. Bilindiği gibi ortaçağ feodal malikânelerinde de asıl amaç öncelikli olarak kendi kendine yetmekken, daha sonraları bu amaç aşılmış ve gereksinimden fazla ürünler şehirlere satılmıştır yani ticarete konu olmuştur (Şenel 1996). Ticaretin ilk çıkışı tabiî ki feodal dönem kadar yeni değil, daha eskidir.
Ancak sanayi devriminden önceki dönemde başlayan ve kapitalist birikimin temelini oluşturan bu yapının sanayi devrimiyle ciddi bir dönüşüme uğraması emeğin anlamını da değiştirecektir. Çünkü yoğun rekabetçi bir kapitalist üretim tarzında artık nihai amaç kullanım değeri üretmek değil, sermayedarın karı temeline dayanan bir mübadele değeri, artık değer üretmektir (Ansal 2005). Böyle bir durumda tahmin edileceği gibi, emek bu amacın gerçekleşmesi için basit bir girdi ya da parametre olarak onu sunanın zihninden koparılmış olacaktır. Nitekim Marx’ın (2003) ilerleyen satırlarda değinilecek olan ünlü arı metaforunda bu durum anlatılmaktadır. Ayrıca Smith’in (1997: 19, 20) topluiğne imalatı ile ilgili bahsettiği işbölümünde de bu durumu görmek mümkündür.
Marx, bu tabloyu bir sömürü ilişkisi olarak ele alır. Bu süreçte, emek niteliksizleştirilmekte ve ürettiği artık değere kapitalist el koymaktadır. Bu artık değer emek sürecinin kendisiyle oluşturulan bir sömürüdür (Grint 1998).
Emek süreci yaklaşımlarındaki dönüşümü açıklama amacında olan bu çalışmada öncelikle kavramın ilk kullanıcısı olan Marx’ın emek süreci ile ilgili yaklaşımına değinilecektir. Marx’tan sonra Marksistlerin bu konuya yoğunlaşmaları için aradan oldukça uzun bir sürenin geçmesi gerekecektir. Çalışmada, konunun uzun süre ihmal edilme nedenleri açıklanmaya çalışıldıktan sonra, ‘kapitalizmin altın çağı’nın bitimine denk gelen bir dönemde Braverman’ın klasikleşen eseriyle tekrar yoğun ilgi görmeye başlaması nedeniyle Braverman’dan bahsedilecektir. Bu dönemde Braverman bir başlangıç olarak ele alınırsa onu takip eden başka neo-marksistler de önemli etkiler oluşturmuşlardır. Burada özellikle Andy Friedman, Richard Edwards ve Michael Burawoy üzerinde durulacaktır. Bu isimlerin ele alınma nedenleri emek sürecinin temel sözcüleri olarak atıf almaları nedeniyledir. Dolayısıyla çalışmada tüm isimlerin oluşturduğu emek süreci yaklaşımı Neo-Marksist bir yaklaşım olarak nitelendirilecektir. Nitekim emek süreci ile ilgili literatüre bakıldığında, başta ve özellikle Braverman olmak üzere bu isimlere çok yoğun bir atıf yapıldığı görülecektir. Bu isimler temelde kapitalist kontrol formları üzerinde yoğunlaşmışlardır. Ancak belirtilen bu isimlerin vurguladıkları örgütsel formların 1980’lerden itibaren radikal dönüşümler geçirmeleri, emek süreci ile ilgili farklı söylemleri doğurmuştur. İşte çalışma son olarak bu dönüşümün getirdiği farklı söylemlere değinerek 1970’lerdeki neo-markisist emek süreci teorisinin de dönüşümünden bahsedecektir. Bu çalışmanın amacı Türkçe literatürde oldukça az yer kaplayan emek süreci tartışmalarının kısa bir özetini sunarak bu literatüre bir katkıda bulunmaktır. Türkçe literatürde ‘emek süreci’ çalışmaları kapsamına alınabilecek çalışmalar bulunmaktaysa da alandaki makro dönüşümün bir genel çerçevesinin de oldukça gerekli olduğu hatırlanmalıdır. İşte bu çalışma, bu alandaki tartışmaların genel bir çerçevesini sunma girişimidir. Bu giriş kısmında son olarak çalışmanın kurgusuyla ilgili bir açıklama yapmak gerekecektir. İlerleyen sayfalarda da görüleceği gibi çalışma, ‘emek süreci’ alanındaki temel tartışmaları, kronolojik bir sıra izleyerek sunmaktadır. Burada elbette ki ‘tematik’ bir sınıflandırma da yapılabilirdi ancak özellikle 1980’lere kadar olan tartışmaların genel bir çerçevesini sunma girişimi olan bu çalışmada Marx ve uzun bir ara dönemden sonra takipçilerinin bu alandaki tartışmalara katkılarının kronolojik olarak sunulmasının daha yerinde olacağı düşünülmüştür.


  1. KARL MARX: KAPİTALİST EMEK SÜRECİ

Giriş kısmında emeğin, gelişim sürecinde bir mite dönüştüğünden bahsedildi. Bu tespit özellikle Marksist bir paradigma için doğrudur. Ancak yine Marksist bir paradigma için giriş kısmında bahsedilen emeğin, basitçe sadece ihtiyaçların karşılanmasından başka bir şey olmadığı yönündeki tanımı eksik olacaktır. Nitekim emeğin bir ‘mit’e dönüşmesi de temelde Marksistlerin ona çok fazla anlam yüklemelerinden kaynaklanmaktadır. Dominique Meda’nın aşağıdaki alıntısı buna iyi bir örnektir.

“… Çalışma elbette her bireyin yaşamını kazanmak için ve toplumun ihtiyaçlarını karşılamak için sahip olduğu araçtan daha fazla bir şeydir. Çalışma, ıstırap içindeki insanlığın cennetten çıkarken miras aldığı, ezelden beri mevcut (bir) araç değildir, tamamen doğal ihtiyaçlarımızı karşılamamıza basitçe hizmet eden doğal (bir) araç da değildir. Çalışma bizim toplumsallığımızın tümüdür. Yalnızca dünya ile ilişkimizi değil, aynı zamanda toplumsal ilişkilerimizi de baştan sona çalışma yapılandırır” (Meda 2004: 27).
İnsanın ihtiyaçlarını karşılarken doğayla bir ilişkiye girmesi noktası kuşkusuz Marksistler içinde doğrudur. Fakat emeğe verilen anlamın bundan fazla bir şey ifade etmesi, bu süreçte bulunan bireyin süreç üzerindeki kontrolüyle ilgilidir. Marx, (2003) Kapital’de insanın doğayla ilişkisini (doğal emek sürecini) şu şekilde açıklar: “iş, her şeyden önce hem insanın, hem doğanın katıldığı ve insanın doğa ile arasındaki maddi tepkimeleri dilediği şekilde başlattığı, düzenlediği ve denetlediği bir süreçtir.”
Yani üretici insan, yapacağı işi hem oluşturacağı ürün açısından hem de bu ürünün üretim sürecini önceden tasarlayarak, tüm yeteneklerini kullanarak gerçekleştirir ve ürettiği bu ürün ona büyük bir haz ve doyum verir. İşte, emek süreci, insan etkinliğinin amaçlı bir şekilde yol açtığı değişikliktir (Öngen 1996: 77). Böylece insan, emek süreci içinde doğa ile birlikte kendini, kişiliğini, yeteneklerini ve bilincini de dönüştürür (Ansal 2005). Marx (2003), insanın bu süreçteki bilinçli ve planlı eylemini arı metaforu ile anlatır: “… arı, peteğini yapmada pek çok mimarı utandırır. Ne var ki, en kötü mimarı en iyi arıdan ayıran şey, mimarın yapısını gerçekte kurmadan önce onu imgesinde kurabilmesidir.” Bu süreçte Marx, üç temel öğeye vurgu yapar. Bunlar 1) Bir amaca yönelik insan eylemi yani emek, 2) İşin nesnesi (hammadde) ve 3) Üretim araç ve gereçleridir. Bunlardan ilk öğe üretimin öznel koşuluyken, son iki öğe üretimin nesnel koşullarını oluşturmaktadırlar. Bu öğeler, bir üretim için gerekli önkoşullardır. Marx’a göre teknoloji ya da diğer üretim güçleri, insanlar arasındaki ilişkilerin niteliğini oluşturur. Örneğin ne zaman ki kapitalistler kendi denetimleri altındaki bir atölyede zanaatçıları bir araya getirse, aynı ürün üretilmesine rağmen üretimin doğası değişir. İşbirliği ya da işbölümünün şekli, kaçınılmaz olarak daha büyük üretim ve kâr arayışındaki sermayenin damgasını taşır (Thompson 1989: 39).

Bu sürece daha büyük üretim ve kâr amacı eklendiğinde, kaçınılmaz olarak doğal emek sürecinin niteliği de değişecektir. Marx’a (2003) göre ekonomik çağların birbirinden ayırt edilmesinde kullanılan kıstas, üretilen metalar değil, bunların nasıl ve hangi araçlarla yapıldıklarıdır. Emek araçları yalnız insan emeğinin ulaştığı gelişme düzeyinin bir ölçüsünü vermekle kalmaz, bunlar aynı zamanda işin yapıldığı toplumsal koşulların göstergeleri de olmaktadırlar. Kapitalizmle birlikte bu göstergeler doğal emek sürecinin niteliğini değiştirmiştir. Şöyle ki, yukarıda da belirtildiği gibi, pre-kapitalist üretim tarzında, emek süreci aslında insanın kendi iradesini yansıttığı bir alanken, kapitalist üretimde bu durum değişmiştir. Çünkü kapitalist üretimde amaç, üretici insanın, kullanım değerleri üretmek değil; sermayedarın pazarda karla satması için mübadele değerleri üretmektir. Yani üretim, doğrudan doğruya sermayenin büyümesi, daha fazla artık değer elde edilmesi amacıyla yapılır (Ansal 2005).


Kapitalizmin bu mantığı, yani nihai olarak kâr etme hedefi, emek sürecindeki değişimin ve buna paralel olarak istihdam ilişkilerinin temelini açıklayıcı niteliktedir. Şöyle ki, sermayedar bu bakış açısıyla, emeği sadece maliyeti olan bir girdi olarak düşünecek ve böylece emek fiyatı olan ticari bir metaya dönüşmüş olacaktır. Ancak bu girdi sabit değil, değişken ve potansiyel taşıyan bir girdi olduğundan işverenin bu potansiyeli kullanmasına ve üretim süreci üzerinde kontrol kurma mücadelesi geliştirmesine konu olmaktadır. Marx (2003) denetim konusunda işçinin, emeğinin ait bulunduğu kapitalistin denetimi altında çalıştığını ve kapitalistin işin usulünce yapılmasına, üretim araçlarının akıllıca kullanılmasına büyük bir özen gösterdiğini belirtmektedir.


  1. MARX SONRASI ARA DÖNEM

Brown’ın (1992:166) da belirttiği gibi her ne kadar ‘emek süreci’ terimi Marx’ın kapitalist toplumun doğasına ilişkin eleştirilerinden çıkmış ve Marx’ın bu tartışmaları endüstri sosyolojisinde, özellikle endüstriyel çatışmayı anlama noktasında etkili olmuşsa da daha sonraki dönemde onun emek süreci ile ilgili yazıları uzun süre ihmal edilmiştir. Ancak yirminci yüzyıl boyunca, üretimin ve çalışma ilişkilerinin yeniden örgütlenmesinde ortaya çıkan gelişmeler, Marx’ın kapitalist emek süreci bağlamında bahsettiği, kapitalistin nihai amacı olan kâr edinme ve bu süreçte emeğin gittikçe bir metaya dönüşmesi, yabancılaşması ve sömürülmesi süreci ile ilgili argümanlara paralel olarak yüzyılın ikinci yarısının ortalarında emek süreci ile ilgili yazmaya başlayanlar ortaya çıkmıştır ve dikkatler bu konuya toplanmaya başlanmıştır.


Bu gelişmeler sonrasında emek süreci ile ilgili Braverman’ı önceleyen isimler olmakla birlikte (örneğin Georges Friedmann) temelde 1970’lerde bu konuya yoğun olarak yeniden dikkatlerin yönelmesine neden olan kişi Harry Braverman ve artık bu alanda klasikleşmiş olan eseri Emek ve Tekelci Sermaye’dir. Braverman (1974) temel olarak emeğin denetiminin ve niteliksizleştirilmesinin, kapitalistin karının arttırılması için sistemin temel özelliği olduğunu ve bu denetim ve niteliksizleştirmenin, dolayısıyla kapitalistin karının arttırılmasının ise F. W. Taylor’un ‘bilimsel yönetim’inin ilkeleriyle mümkün kılındığını belirtmektedir.
1970’lerden sonraki neo-marksistlerin emek süreci ile ilgili yaklaşımlarına değinmeden önce kısaca konunun bu tarihe kadar neden ihmal edildiği hususu ile emek süreci bağlamında yoğun bir eleştiri bombardımanına tutulan ‘bilimsel yönetim yaklaşımı’ üzerinde biraz durmak yerinde olacaktır.
Drucker (1993:62), modern dünyanın kurucuları olarak bilinen isimlerin genelde Darwin, Marx ve Freud üçlüsü olduğunu, ancak şayet adalet diye bir şey varsa bu listeden Marx’ın çıkarılıp F. W. Taylor’un eklenmesi gerektiğini belirtmektedir. Burada tabiî ki hem modern dünyanın kurucuları olarak bilindiği söylenen isimler hem de bu listeye Taylor’un eklenmesi gerektiği fikri tartışılabilecek noktalar, ancak tartışılamayacak olan bir şey varsa onun da Taylor’un işin yeniden örgütlenmesi ile ilgili geliştirdiği ‘bilimsel yönetim yaklaşımı’nın meydana getirdiği büyük etki olduğu söylenirse abartılmış olunmaz. Taylor, her ne kadar bir teorisyen değil de pratisyense de geliştirdiği ilkeler hem üretim sürecini tüm dünyada derinden etkilemiş hem de çok geniş bir akademik tartışmalar alanının oluşmasına neden olmuştur.
Taylor’un yaklaşımı, başta emek sürecini inceleyen Marksist analizciler başta olmak üzere, büyük bir kesim tarafından ağır eleştirilere hedef olmuştur. Ancak Taylor, bilginin işe uygulanmasını yaparak tüm dünyada bir verimlilik devriminin yaşanmasına yol açmıştır (Drucker 1993). Drucker’a göre bu verimlilik devriminde üretilen artık değer, Marx’ın öngörülerindeki gibi tamamıyla sermayedara gitmemiş ve emek kesimi de bundan payına düşeni almıştır. Dolayısıyla Marx’ın proleterleri yüzyılın ortalarında geniş bir burjuva orta sınıfının bileşenleri olmuşlar ve beklendiği gibi kapitalist ülkelerde herhangi bir proleterya devrimi olmamıştır.
Peki bu kadar derin etkileri olan bilimsel yönetim yaklaşımının (Taylorizm) temel ilkeleri ve çıkış noktaları nelerdi? Taylor’un (2005:23) kendisi bu yönetimin ilkelerini şu şekilde sıralamaktadır:
- Bir kişinin yaptığı işin tüm bölümleri için, eski gelişigüzel yöntemlerin yerine bir bilim geliştirilir.

- Eskiden olduğu gibi işçinin işi kendisinin seçip, mümkün olan en iyi şekilde kendini geliştirmesi yerine, her işçi bilimsel olarak seçilip, eğitilip, geliştirilir.

- İşçilerle, yapılan bütün işin geliştirilmesi, bilimsel ilkelerle uyumlu olmasını sağlayacak biçimde samimi bir işbirliğine gidilir.

Yönetim ve işçiler arasında hemen hemen eşit bir görev ve sorumluluk dağılımı vardır. Yönetim işçilerden daha iyi yerine getirebileceği konularda, işin tümünü devralır (Hâlbuki önceden işin neredeyse tamamı, sorumluluğun ise büyük kısmı işçilere bırakılmaktaydı).


Taylor (2005: 90), bilimsel yönetimi önemli bir buluş ya da keşif olarak görmemekte, sadece geçmişte yapılmamış bir kombinasyon olarak görmektedir. Bu kombinasyonu ise kısaca şu şekilde özetlemektedir.
- Gelişigüzel yöntemler değil, bilim

- İhtilaf değil, uyum

- Bireycilik değil, iş birliği

- Sınırlı üretim değil, maksimum üretim



- Her işçinin en üst verimlilik ve refah düzeyine ulaştırılması
Ronaldo Munck’un (1995) da belirttiği gibi, Taylorizm, emek sürecinde planlama ile yürütme (icra) arasında, yani kol emeği ile kafa emeği arasındaki bir ayırıma dayanmaktadır. Burada verimlilik temelinde, üretim sürecinin parçalanması ve planlama ile denetimin tamamıyla yönetime devri söz konusudur. Yapılacak tüm işlerin tüm detayları önceden “bilimsel” olarak yönetim tarafından planlanır ve işçiden beklenen ise bu tasarıya uygun eylemde bulunmaktır. Taylor bu durumda verimliliğin artacağını, bunun ise hem işletmeye hem de çalışana faydası olacağını belirtmekte ve bu yolla daha fazla çalışan işçinin daha mutlu olacağını ummaktadır. Bethlehem Çelik İşletmesi’ndeki uygulamalarının amacını ise “görevimiz, … eskiden 12,5 ton yükleyen işçinin, 47 ton yüklerken daha mutlu ve hoşnut olduğunu göstermek” (Taylor 2005: 27) olarak belirtmektedir.
Yukarıda da belirtildiği gibi, Taylorizm, günümüze kadar ciddi eleştirilere hedef olmuştur. Hatta Taylor, bu uygulamaları yaparken de ciddi zorluklarla karşılaşmıştır (Taylor 2005, Papesh 2005). Ancak, özellikle Marksist yaklaşımlar, Taylorizm’i genelde yirminci yüzyıl başında kapitalist işyerlerinde gittikçe gelişen emek kontrol problemine çözüm getirmek amacıyla, kullanılan üretim teknolojisinin doğasından bağımsız olarak uygulanabilecek bilimsel yöntemler geliştirme çabası olarak değerlendirmektedirler (bkz. Braverman 1974: 86). Üretim süreci uygulamalarına bakıldığında Taylorizm’in gerçekten verimlilik artışı ve emeğin kontrolünde ciddi bir dönüşüm gerçekleştirdiği açıktır, ancak Taylor’un kendisinin planlamanın yönetime verilmesi fikrini işçi sınıfını pasifize etme, niteliksizleştirme temelli olarak geliştirdiğini belirtmek de hayli zor görünüyor. Taylor (2005: 90), tasarımın / planlamanın çalışandan koparılmasının şu faydasının olacağını belirtmektedir:
“Etrafındakilerin yardımı olmaksızın, yalnız başına hareket eden birinin kişisel başarısı için vakit hızla geçmektedir. Ve her kesin hızla başarılı olabileceği bir işbirliği ile büyük şeylerin yapılabileceği zaman gelmektedir. Bu işbirliğinde herkes kendi şahsiyetini koruyabilecek, özel konumunda en üstün olabilecek ve aynı zamanda kişisel yaratıcılığını yitirmeyecek, gayretini sürdürecektir. Bu sebeple insan diğerlerince kontrol edilmeli ve onlarla uyum içinde çalışmalıdır.”
1960’ların ortalarına kadar Marksistlerin emek sürecini ihmal edişlerinde iki nedenden bahsedilebilir. Bunlardan birincisi, Marksist yazarların temel uğraş alanlarının tekelci sermayenin yükselişi olmasıydı, ikincisi ise Keynesyen politikaların uygulanmasıyla tam istihdamın sağlanması ve gerçek ücret artışları ile genel sosyal refahtaki artışın Marksistlerin, kapitalizmin geliştikçe daha fazla sömürü ve işsizliğe yol açacağı öngörülerine zıt gelişmelerin olmasıdır. Bunda Taylorizm’in uygulanmasıyla sağlanan verimlilik artışının Drucker’in (1993: 61) belirttiği gibi proleterayı burjuvalaştırmasının etkisi de düşünülmelidir.
3- NEO-MARKSİST EMEK SÜRECİ YAKLAŞIMLARI
Yukarıda belirtilen nedenlerden dolayı, emek süreci ile ilgili zihinsel çalışmalarda bir kopukluk olmuştur. Marksist yazarların bu konuya tekrar eğilmelerinin temelinde işsizlik ve enflasyon oranlarının artması, kâr oranlarının düşmesi şeklinde gösterilebilir. 1970’lerde tüm dünya piyasalarında yaşanan kriz aynı zamanda kitlesel üretimi (Fordizmi) de bir krize sürüklemiştir ve teknolojik gelişmelerle birlikte küçük ölçekli firmalar piyasalarda etkili olmaya başlamışlardır. Dolayısıyla kitlesel üretim yerini farklı üretim kalıplarına bırakmıştır (Bozkurt 2005: 312-313, Bozkurt 2000). Bu dönemde, firmalar verimliliği arttırma ile ilgili yeni eğilimlere girdiler ve artan işsizlik ve teknolojik gelişmeyle birlikte yönetimin gücü emek karşısında gittikçe güçlendi. Yönetimin konumunun güçlenmesi onun üretim sürecini yeniden tasarlamada / yenilikler uygulamada işgücü ile işbirliğine daha az önem vermesi anlamına gelmekteydi. Bu gelişmeler sonucunda emek sürecinin tekrar önem kazanmasında iki neden belirmektedir. İlki Marx’ın kapitalizm krizinin emeğin sefaleti ve sömürüsünü arttıracağına dair görüşü, yönetsel gücün artışı, maliyetleri azaltma dürtüsü ve artan işsizlikle doğrulanmış gibi görünmüştür. İkincisi ise piyasaların çökmesi ile dikkatlerin yeni üretim metot ve stratejilerine kaymasıdır.
Harry Braverman: Marksist yazarlarca uzun süre ihmal edilen emek sürecinin eleştirel toplumbilim alanına tekrar girmesi Braverman’ın eseri ile olmuştur (Munck 1995: 116). Braverman, Marx’ın ‘emek süreci’ çözümlemesinden hareket etmesine rağmen, onun yaklaşımını sonraki tarihsel gelişmeleri dikkate alarak (bilim ve teknolojinin vasıf üzerindeki etkisi ve yönetimin denetim stratejileri) geliştirmiş ve buna yeni bir bakış açısı kazandırmıştır (Thompson 1989).
Braverman da ‘çalışma’yı başkaları için bir değer ifade eden mal ve hizmet üretimini içeren maksatlı bir eylem olarak tanımlar, ancak o, daha geniş bir bakış açısını benimser. O, analizini yaparken iş, işçi ve işyerini kapitalist çalışma ilişkilerinin politik ekonomisi konteksti içinde ele alır. Bunun anlamı ise kapitalist çalışma ilişkilerindeki işçi ile işveren arasındaki eşitsizlik temeline dayalı ilişkilerdir. Burada işçi kendisi ve ailesinin geçimi için istihdam ararken, işverenin temel amacı sermayesini arttırmaktır. Braverman, bu noktada geleneksel sosyolojik araştırmalardan ayrılmaktadır. Bu çalışmalarda, işçi ve işin özellikleri ile başlanır ve işçi ile işveren arasındaki asimetrik ilişki göz ardı edilirdi (Wardell 1999).
Bu genel düzeyden Braverman, analizini işbölümü ve yönetsel denetim üzerine odaklanarak sürdürür. İşbölümü aynı zamanda vasıfsızlaştırma sürecinin de kaynağında bulunmaktadır. Bu nokta ile (yani vasıfsızlaştırma) çalışmanın değersizleşmesi ve örgütsel denetim Braverman’ın başlattığı teorik açılım içinde iki ana tartışma alanını oluşturmaktadır (Yücesan-Özdemir 2001).
Braverman (1974), kapitalist iş örgütlenmesinin bir prensibinin yöneticilerin, çalışanların performansları üzerinde daha fazla doğrudan kontrol sağlama girişimi olduğunu belirtmektedir. Bu noktada, Braverman, Taylor’un ‘bilimsel yönetim’ ilkelerini ABD kapitalizminin örnek yönetim metodu olarak tanımlar. Braverman, Taylorizm’in planlama ve icranın ayrıştırılması ile bilgi ve gücün yönetime transferi konusuna odaklanmıştır. Böylece emek süreci zamanla, çalışanın değerinin düşmesi ve eylemde bulunan çalışanın herhangi bir zihni çabası olmaması nedeniyle de niteliksizleşmesinin, değersizleşmesinin gerçekleştiği bir değişime uğramıştır.
Başka bir deyişle, artan işbölümü, işin çok küçük parçalara ayrılması ve işin yapılması üzerindeki denetimin tümüyle yönetime devredilmesi, geleneksel çalışanın işin nasıl yapılacağı ile ilgili özerkliği, yani emek süreci üzerindeki denetimi ortadan kalkmakta ve çalışan vasıfsızlaşmaktadır. Bu vasıfsızlaşma ile işgücü maliyeti azalacak ve vasıflı işçiye olan bağımlılık ortadan kalkacaktır. Braverman’a göre vasıfsızlaşma, kapitalizme içkin bir yapısal eğilimdir. Bu süreçte sermaye, denetimin gücünü kullanarak işi vasıfsızlaştırır, ucuzlatır; ucuzlayan ve vasıfsızlaşan emeğin denetimi ise artar, yani denetim ile vasıfsızlaşma birbirlerini destekleyen niteliklerdir (Yücesan-Özdemir 2001).
Braverman’ın çalışması her ne kadar emek süreci teorisine yeni açılımlar getirmiş ve bu konuya dikkatlerin yönelmesine yol açmışsa da sonrasında birçok eleştiriye hedef olmuştur. Braverman, zanaatkârın ve işin sürekli niteliksizleşmesine yoğunlaşmakta ve zanaatkâra romantik bir yaklaşımla yaklaşmaktadır. Hâlbuki çalışanlar yeni yetenekler geliştirebilirler. Bu doğrusal ve determinist yaklaşım, işçilerin yetenek geliştirme ve icranın inisiyatifini ele alma çabalarını kapsayacak bir emek süreci dönüşümüne imkan vermemektedir. Braverman, ayrıca Taylorizm’i, sadece niteliksizleşme ve değersizleşmede temel bir metot olarak tasvir ettiği ve yönetsel stratejiler, piyasa ve hükümet düzenlemeleri gibi parametreler ile cinsel işbölümünü ihmal ettiği için de eleştirilmiştir (Wardell 1999, Munck 1995: 118, Foster 1994).
Braverman’ın yaklaşımı, ayrıca yönetimi homojen bir yapı olarak gördüğü, vasıfsızlaşmayı endüstriler arası fark olmasına rağmen homojen olarak nitelediği, yönetimi son derece güçlü gösterdiği[12] ve teknolojinin etkisinin determinist bir yaklaşımla kaçınılmaz olarak vasıfsızlaştırıcı olarak gösterdiği için de eleştirilmiştir. Öte yandan tüm vasıflı çalışanların ortadan kalkmasının yönetimce istenen bir şey olmayacağı da açıktır. Friedman’ın dediği gibi, sermayenin vasıflı işgücü ile bir alıp veremediği yoktur. Sermayenin temel uğraşı artı değer ve sermaye birikimini arttırmak için doğru işgücü bulmaktadır. Dolayısıyla sermaye farklı koşullarda vasıf arttırabilir ya da azaltabilir (Yücesan-Özdemir 2001).
Andy Friedman: Friedman, Braverman tarafından tanımlanan kontrol araçlarını ilk eleştiren kişiydi. Ona göre, bu araçlar ne yönetimin kullandığı yegane stratejiydi ne de her koşulda geçerli olan yöntemlerdi (Brown 1992). Ayrıca Friedman (1977), Braverman’ın yaklaşımını çalışanların direncini ihmal etmekle de eleştirmiştir. Brown’a (1992: 194) göre Friedman’ın çıkış noktası, aslında zengin bölgelerin yanında mahrumiyet bölgelerinin de sürüp gitmesini açıklama ihtiyacıydı. Bu nokta, onu farklı firmaları incelemeye yönlendirmiş ve kapitalist toplumlardaki yoğun rekabet baskısının eşitsiz bir biçimde hissedildiği sonucuna ulaştırmıştır. Ona göre, bu eşitsizlik, tekelci kapitalizmin yükselmesiyle artmıştır. Tekelci kapitalizmde firmalar fiyat rekabetinden daha çok satış çabası ve ücretleri düşürme eğilimindedirler. Bu tip firmalarda yöneticiler, emek süreci üzerinde farklı stratejiler uygulayabilecek konumdadırlar. Seçilecek yöntemler, çalışanların buna karşı dirençlerinden etkilenmektedir ki Taylorizm gibi doğrudan kontrol formları çalışanların bu dirençlerinin etkilerini ihmal etmişlerdir (Thompson 1989: 133). İşte Braverman, kapitalizmin doğrusal gelişiminde bu direnci ihmal etmişken, Friedman bunun kapitalizmin gelişimini etkileyebileceğini belirtmiştir (Brown 1992).
Friedman, kapitalist denetimin basit ve tek bir yaklaşıma indirgenemeyeceğini vurgularken, Taylorist doğrudan denetim yaklaşımına farklı bir denetim yaklaşımını ekler: sorumlu otonomi (responsible autonomy) (Yücesan-Özdemir 2001). Friedman (1977) sorumlu otonomiyi, çalışan birey ve grupların, çalışma sürecinde geniş hareket alanı imkânına sahip olmaları nedeniyle kendilerine verilen sorumluluklarla kendilerini işletmenin hedeflerine bağlamaları şeklinde açıklar. Böylece bu çalışanlar, daha az denetlenir, ancak sorumlulukları artar. Doğrudan denetim ise zorlayıcı güç tehdidi, sıkı denetim ve bireysel sorumluluğun azaltılarak hareket alanının kısıtlanması, kısaca Taylorist ilkeler anlamına gelmektedir.
Her iki stratejinin aynı firmada uygulanması mümkündür. Çünkü işletme açısından farklı çalışan gruplarına farklı stratejileri uygulamak avantajlı olabilir. Sorumlu otonomi stratejisi, çekirdek işgücü için temeldir. Bu çalışanlar firmanın uzun vadeli kazançları için temel unsurlardan birisidir. Bu yöntem, işçilerin isteyerek işbirliğinde bulunmalarında ve esnek çalışma uygulamaları için en iyi yöntemdir. Bu işgücü, istihdam güvencesine sahiptir. Aynı şey çevresel işgücü için söylenemez. Bunlar daha kolay gözden çıkarılabilir. Bu tip çalışanlara ise doğrudan kontrol stratejilerinin icrası daha uygundur (Brown 1992). Friedman (1977), doğrudan kontrol stratejisinin özellikle sabit üretim talebine uygun büyük firmalar, sabit teknoloji ve örgütlenme kabiliyeti düşük işgücü için uygun olacağını belirtmektedir.
Sonuç olarak Friedman’ın yaklaşımında şu önemli noktalar vurgulanabilir (Brown 1992). Birincisi, Braverman’ın Bilimsel Yönetim ile birlikte vurguladığı emek sürecinin doğrudan kontrolünün yanında alternatif bir başka denetim stratejisini vurgulamıştır. İkincisi, işçilerin direncinin, yönetimin emek kontrol yöntemleri üzerinde önemli bir etkisinin olduğunu vurgulamıştır. Buna göre işçiler, kendi kabiliyetlerine dayalı olarak daha büyük statüler, özerklikler ve sorumluluklar elde edebilirler.
Richard Edwards: Emek sürecinin kontrolü ile ilgili önemli açılımlar yapan isimlerden birisi de Edwards’tır. Edwards, emek süreci ve kontrolünü Braverman’ın tek boyutlu yaklaşımından farklı olarak kapitalizmin tarihsel gelişimine uygun bir yaklaşımla açıklamıştır (Şen 2004: 193).
Edwards da çözümlemesini emekle sermaye arasındaki zıtlıklar üzerinde yapar. Buna göre ücret almak için emeklerini satmak zorunda olan işçiler, değer sağlayan ya da sermayedarın beklentisi doğrultusunda artık değeri maksimize etmeye çalışan bir emek vermek zorunda değildirler. Ancak kapitalistin bakış açısına göre metalaşan bu emekle piyasaya daha fazla mal sunması mümkündür ve bu fazla mal için ise fazladan bir ödeme yapması gerekmeyecektir. İşte bu yüzden işçilerin faaliyetlerini kontrol etmek kaçınılmaz olacaktır. Emekle sermaye arasındaki bu çelişki aynı zamanda çatışmanın da kaynağıdır ve bu çatışmanın doğurduğu istikrarsızlık kapitalist açısından bir yönetim sorunudur. Bu yüzden sermaye, yıllar boyunca emek sürecini yeniden organize ederek sorunu çözmeye çalışmıştır. Kontrol sistemlerindeki değişim ise yoğunlaşan çatışma durumlarına yeni bir çözüm olarak ortaya çıkmıştır (Şen 2004: 193-194).
Edwards, bu bağlamda, yönetim kontrol araçlarındaki dönüşümü, kapitalizmin değişen doğası ile, öncelikle tekelci kapitalizmin gelişimi ile ilişkilendirerek açıklama amacındadır. Edwards, gelişim sırasıyla üç kontrol tipinden bahseder. Bunlardan ilki olan ‘basit kontrol’, 19. yüzyıldaki yoğun rekabetçi piyasalarda faaliyette bulunan küçük rekabetçi firmalarda uygulanan (günümüzde de aynı nitelikteki firmalarda geçerlidir) ve az sayıdaki yönetici yardımı ile girişimci firma operasyonlarının tümünün izlendiği ve çalışanların eylemlerinin doğrudan denetlendiği kontrol tipidir. Ancak zamanla firmaların hem ölçek olarak büyümeleri hem de coğrafi olarak yayılmaları doğrudan personel kontrolünü zorlaştırmıştır (Brown 1992: 198-199).
Edwards, tekelci kapitalizmin gelişimi ile birkaç yüz firmanın hakim olduğu bir ekonomide bu firmaların kalabalık çalışanlarına farklı denetim mekanizmalarını uyguladıklarını belirtmektedir. Refah kapitalizmi, bilimsel yönetim ve işletme sendikaları gibi yöntemlerin başarısızlığından sonra firmalar, çalışanları firma yapısına entegre etmeye, onların sadakatlerini kazanmaya yönelik alternatif kontrol yöntemleri geliştirmek durumunda kalmışlardır (Brown 1992: 1999, Thompson 1989: 147).
Bu alternatiflerden birisi ‘teknik kontrol’dü. Bu kontrol, makinelerin tasarımını ve işgücünün çalıştırılmasındaki problemleri azaltmak için iş akışı planlamasını içermektedir. Montaj hattı belki de teknik kontrole erişmede en önemli tek adımı sağlamıştır. Kalite kontrol, bilgisayar destekli sistemlerin gelişimine kadar bir problem olarak kalmış olmasına rağmen, teknik kontrol, özellikle iş hızı ve akışını sağlamıştır. Bilgisayar destekli sistemler, ayrıca teknik kontrol metotlarına büyük esneklikler vermişlerdir. Yine de teknik kontrol işçileri, geleneksel yöntemlerle disipline etme ve ödüllendirme ihtiyacını ortadan kaldırmamıştır. Ayrıca teknik kontrolün daha fazla homojenlik, daha kolay sendikalaşan işgücü oluşturma eğilimi vardı. 1930 ve 1970’lerin tartışmaları ışığında Edwards, teknik kontrolün asla tek başına çekirdek firmanın ana endüstriyel işgücünün yeterli bir kontrol sistemini oluşturamayacağı sonucuna varmıştır (Batt ve Doellgast 2005, Brown 1992: 1999).
Bu eksiklikleri giderme teşebbüsü olan ‘bürokratik kontrol’ ise kurallar, görevler ve hiyerarşik emir komuta zincirinde somutlaşmaktadır (Yücesan-Özdemir 2001). Bürokratik kontrol, firmanın sosyal ve örgütsel yapısına oturtulmakta ve iş kategorileri, çalışma kuralları, terfi kriterleri, disiplin, ücret, sorumluluk tanımları v.b. içine inşa edilmektedir. Bürokratik kontrol, kontrol için temel olarak firma kuralları ya da firma politikasının kişisel olmayan gücünü kurmaktadır. Kişisel olmayan kurallar ve prosedürler işgücünü yönlendirme, denetleme ve disipline etmeyi sağlar. Yüzlerce farklı iş kategorisi, ücret ve diğer farklılıklar işgücünü böler ve kolektif eylemin temelini zayıflatır.
Brown (1992), Friedman ile Edwards’ın formülasyonları arasındaki benzerlikleri şu şekilde sıralar:

- Her ikisi de ‘doğrudan’ ya da ‘basit’ kontrolü kapitalizmin erken devrelerinin özelliği olarak görmüşlerdir.

- Tekelci kapitalizmin gelişimi ile alternatif kontrol araçlarının mümkün olabileceğini vurgulamışlar ve bu alternatifleri tanımlamışlardır.

- Bu kontrol araçlarını, emek piyasasındaki bölünme süreci ile ilişkilendirmişlerdir.


Michael Burawoy: Kapitalist denetimin öncelikle siyasal bir aygıt olarak incelenmesi gerektiğini belirten Burawoy,
“gerek Taylorizmi, gerek Fordizmi teknik iş süreçlerinin ötesinde birer ideoloji olarak değerlendirmiştir. Yazara göre üretimin politik aygıtını yeterince dikkate almayan niteliksizleşme kuramcıları, bu yüzden pek çok siyasal ve ideolojik unsuru teknik emek sürecinin işleyişine indirgeyerek ihmal etmişlerdir” (Öngen 1996: 156).
Burawoy, kapitalizmin gelişim çizgisinin despotik denetimden (19 yüzyılın ortalarından I. Dünya Savaşına kadar) hegemonik denetime doğru bir seyir takip ettiğini belirtir. Bu gelişim sürecine ‘baskı’ ve ‘rızayı’ yerleştiren Burawoy, erken kapitalist dönemde baskının rızaya üstün geldiği despotik rejimlerinin yerini rızanın hüküm sürdüğü hegemonik fabrika rejimlerine bıraktığını savunmuştur (Yücesan-Özdemir 2001). Örneğin yeni yönetim teknikleri uygulamalarında belli bir örgüt ideolojisi ile işçinin örgüte bağlılığı sağlanmaya çalışılarak aynı zamanda sendikal gelişim de engellenmeye çalışılmaktadır. Yine buna paralel olarak belli bir bağlılık oluşturulmak için TKY uygulamaları da uygun birer araç durumundadırlar (Yıldırım 2000).
Burawoy, yönetimin çeşitli araçlarla işçilerin zihninde bir illüzyon oluşturarak rıza ürettiğini ve bu arada sınıf bilinci ve çatışma potansiyelini azaltırken, üretimi maksimize ettiğini belirttir. Yönetim bu ‘rızayı üretirken’ çeşitli stratejiler kullanır. Bunlardan ilki, parça başı ücret sistemidir. Bu sistem çalışmayı bir ‘oyun’ olarak illüzyonlaştırır. İşçiler, birbirleriyle rekabet haline girerler. Oyun oynama eylemi sıkıcı bir çalışma için oyalayıcı (eğlenceli) bir rekabet / mücadele sağlarken, oyunun kuralları için de rızaya yol açar. Çünkü hem bir oyunun içine girmek, onu kabullenerek oynamak hem de aynı zamanda oyunun kurallarını kritik etmek mümkün değildir. Rıza sağlayan ikinci bir strateji ise ‘iç emek piyasasıdır.’ İş hareketliliğini yükseltmek ve işçileri farklılaştırmakla yönetim çatışmadan uzaklaşabilir. Son bir strateji ise ‘toplu pazarlık’tır. Broway, sendikalar ile yönetim arasındaki toplu pazarlıkların da işçilere, katılım ve seçim illüzyonu veren başka bir oyun olduğunu belirtir (Rollag 2005).
Burada bahsedilen oyunlar, işin hızını, süresini ve kazançları kontrol etmeyi ve işi daha cazip kılmayı amaçlayan biçimsel olmayan kural ve pratiklerdir. Bu oyunlar, kapitalizmin kurallarına uymayı sağlamakta ve sömürü ilişkilerini belirsizleştirmektedirler. Oyunlara katılmak, işçilerin ve yönetimin çıkarlarını koordine ederken, aynı zamanda üretim ilişkilerini de gizlemektedir. Böylece küçük kazançlar elde etme fırsatı, kapitalist üretim modundaki işçilerin temel dezavantajlarını gölgelemektedir (Kitay 2005, Şen 2004: 188-189,).
Braverman ile başlayan ve yukarıda zikredilen diğer isimler dikkat edileceği gibi temelde mavi yakalı karakterli işlerde kontrol konusuna yoğunlaşmışlardır. Ancak örgütsel alandaki uygulamalar 1970’ler ve 1980’lerde ciddi kırlmalara uğramışlardır. Bu kırılmaların önemli göstergelerinden birisi çalışanların kompozisyonundaki değişimdir. Artık mavi yakalı ‘proleterler’ nicelik bakımından kan kaybetmeye devam etmektedirler. Hizmet işleri daha odaktadır ve bu alandaki emek sürecinin de açıklamalara gereksinimi bulunmaktadır. İşte 1980’lerden itibaren emek sürecinde farklı boyutlarla bu açıklamalar yapılmaya başlanmıştır.
SONUÇ: “NEO-MARKSİST EMEK SÜRECİ TEORİSİ AÇIKLAMA GÜCÜNÜ YİTİRİYOR MU?: EMEK SÜRECİNDE FARKLI BOYUTLAR”
Toplumsal değişim ile ilgili literatüre bakıldığında toplumların değişiminin genelde doğrusal olarak ele alındığı ve bu doğrusal çizginin göçebe / avcı / toplayıcı toplumlarla başlayıp tarım toplumları ve sanayi toplumları şeklinde devam ettiği görülür. Ancak 20. yüzyılın ikinci yarısında, özellikle son çeyrekte, varılan son aşamanın da aşılıp sanayi ötesi bir topluma geçildiğine dair yoğun tartışmalar yapılmıştır. Burada bu tartışmalara girilmeyecektir, ancak post, neo, öte v.b. farklı sıfatlarla nitelenen ve üzerinde herhangi bir uzlaşmaya varılmayan son dönem ile ilgili olarak bir dönüşümün gerçekleştiği açıktır. Bu dönüşümün bu çalışmayı ilgilendiren noktası, emeğin sektörel dağılımına yaptığı etkidir. Bahsedilen doğrusal değişim, işgücünün dağılımı ile izlenirse tarımdaki yığılmanın yüzyılın sonunda hizmetlerde yoğunlaştığı görülecektir. Buna paralel olarak 1980’lerdeki çalışmanın dönüşümü ile ilgili gelişmeler [örneğin, esnek uzmanlaşma, düzenleme teorisi, post-Fordizm, yalın üretim gibi yeni paradigmalar, büro çalışanlarının artışı v.b. (detaylı bilgi için bkz. Smith ve Thompson 1999)] doğal olarak emek süreci tartışmalarını etkilemiştir.
Bu nokta emek süreci ile ilgili farklı boyutların gelişimi bağlamında önemlidir. Zira Marx’la başlayan Braverman, Friedman, Edwards ve Burawoy ile geniş açılımlar bulan emek süreci teorisi (her ne kadar Braverman’ın eserinde beyaz yakalılarla ilgili bir bölüm bulunduğu hatırda tutulsa da) temelde sanayi işçilerinin emek süreçleri üzerinde durmuş ve özellikle Braverman’dan sonraki isimler ise yine bu işçilerin kontrolü ile ilgili kafa yormuşlardır. Yani tarihsel olarak kapitalist toplumlardaki emek süreci, el emeği, piyasada satılacak doğrudan fiziksel ürün üretimi ile anlamlandırılmıştır. Peki bu malın üretiminde doğrudan rol almayan kişinin emeği bu süreçte nereye düşmektedir? Örneğin üretilen bir malın bir yerden başka bir yere taşınması hizmetini sunanın emeği bu süreçte yer almakta mıdır? Keza özel sektör hizmet çalışanları da kol emeğine dayalı olmayan bir istihdam ilişkisi içindedirler. Tüm bu örneklerde, satılan malın ya da hizmetin katma değerinde bir artış yapıldığından emek süreci kapsamı içinde düşünülmelidir (Smith, Knights ve diğ. 1996). Yine emek sürecinin ilk tartışmalarında kadın işgücünün ihmal edildiğine dair kritikler yapılmıştır. Halbuki yüzyılın son çeyreğinde kadın çalışmaları dikkate değer bir gelişme göstermiştir.
Tüm bu eksiklikler göz önünde bulundurulduğunda, 1980’lerde artık emek süreci teorisinin kusurlu olduğu, açıklama gücünü yitirdiğine dair söylemler ortaya atılmış ve emek süreci treninin yoldan çıkıp kuma gömüldüğü belirtilmiştir. Öyleyse yapılması gereken, trenin tekrar rayına koyulmasıydı. Bunun için yapılan en önemli girişimlerden birisi Emek Süreci Konferanslarıydı. Bu konferanslar yaptıkları yayınlarla, 1980’lerin ortalarından itibaren semerelerini vermeye başlamıştır (Kitay 2005).
Çalışmanın bu bölümünde genelde tek kanaldan gelişen emek süreci yaklaşımının 1980’lerden sonra akmaya başladığı farklı mecralarına dikkat çekilecektir. Burada çok farklı başlıklarla sunulabilecek yeni boyutların bir kaçına değinilecektir. Öncelikle hizmet sektörünün oldukça gelişmesi ve bu alandaki istihdamın oldukça artması neticesinde son yıllarda çokça üzerinde durulan duygusal emek süreci; yine feminist yazının geçen yüzyılın son çeyreğinde gösterdiği gelişim sonucu istihdamda cinsiyet temelli eşitsizliğe yapılan vurgunun gittikçe artması nedeniyle kadınların emek sürecindeki yerlerine değinilecektir. Son olarak nispeten marjinal bir alan olmasına rağmen farklı bir boyut olarak üzerinde önemli bir literatür oluşmuş olan akademik emek sürecinden söz edilecektir. Ancak vurgulanmalıdır ki, bahsedilen yeni boyutlar bunlardan ibaret değildir. Burada bir sonuç olarak gösterilmeye çalışılan nokta neo-marksist emek sürecindeki dönüşümdür.
Duygusal Emek: Batı kültüründen kaynaklanan rasyonel yaklaşım, duyguların işe karıştırılmasına karşıdır ve işteki etkinliği ve verimliliği arttırmak için duyguların bastırılmasını gerektirir. Yani çalışanın ruhu ve bedeni ayrıştırılmıştır. Ancak son yıllarda çalışanların duygularını odak alan birçok çalışma yapılmaktadır. Bu tip araştırmaların başlangıç noktasını Hochschild’in ‘duygusal emek’ terimini ilk kez kullandığı klasikleşen eseri oluşturmaktadır. Buna göre iş duyguların yönetilmesini gerektirir ve duyguların bu yönetimine ‘duygusal emek’ denir (Soares 2003). Başka bir deyişle duygusal emek, duyguların yönetimi ve vurgulanması, çalışanların emek süreci içindeki sosyal etkileşim boyunca bir ilişkiyi, bir durumu, duyguyu oluşturup sürdürmeleri olarak tanımlanmaktadır (Zhao 2002). Bu, bir çalışanın kendi ve diğerlerinin duygularını anlaması, değerlendirmesi ve yönetmesi anlamına geliyor. Örneğin bir kişinin gerçekten istememesine rağmen gülümsemesi gibi. Gülümseme bir çok hizmet çalışanının işlerinin önemli bir bölümünü oluşturmaktadır (Soares 2003, Poynter 2002). Emek sürecinin bir parçası olarak duyguların kontrol edilebildiği, uyarılabildiği ve bastırılabildiğinden bahseden Hochschild, duygusal emeği, firmaların müşterilere ürün ve hizmet satarlarken, çalışanların da firmaya gülüşlerini sattıkları paketin bir parçası olarak görmektedir (Zhao 2002).
Peki son dönemde bu konudaki araştırmaların yoğunluk kazanmasının nedenleri nelerdir? Poynter (2002), çalışmasında bu eğilimin başlıca nedenlerini, istihdamın, yukarıda da belirtildiği gibi, sanayiden hizmetlere kayması, sağlık ve sosyal bakım sektörlerindeki gelişmeler, sosyal devlet uygulamalarındaki değişimle daha önceleri devletin sunduğu bazı hizmetlerin özel kesimce de yapılmaya başlanması sonucu müşteri odaklılığın gelişmesi, bu müşteri odaklılığın hizmet sektörünü emek sürecine eklemlemeye başlaması ve kültürel ve siyasal yapının değişimi şeklinde açıklamaktadır. Poynter, bu eğilimin gelişim kaynaklarına da örnek olarak geleneksel kolektif bağların ve sendikaların zayıflamasını göstermektedir.
Esasında duygusal emek tartışmaları yeni de olsa, duyguların yönetilmesi konusu oldukça eskidir. Bilindiği gibi motivasyon konusu öteden beri incelenen bir konudur. Yönetimde insan ilişkilerinin öneminin fark edilmesi Hawthorn araştırmalarına[19] kadar geri gitmektedir. Ancak hizmet sektörünün gelişmesi ile tartışılan duygusal emek farklı bir anlam ifade etmektedir. Endüstriyel üretimde müşteri, üretim sürecinin sonunda yer alırken, hizmet işlerinde, tüketici, emek sürecinin bir iç unsurudur. Buna göre endüstriyel işyerlerinde duyguların yönetimi, çalışanı diğer çalışanlarla entegre etmeye yönelikken, post-endüstriyel işyerlerinde duyguların yönetimindeki amaç müşteri ilişkileri üzerindedir (Poynter 2002). Bu yüzden hizmet sektöründe, yüzyüze ve sesli ilişkilerin hakim olduğu işlerde (örneğin hostesler, hemşire ve ebeler, çağrı merkezi çalışanları v.b.) duygusal emek önem kazanmaktadır (Zhao 2002). Sonuç olarak ‘yeni işyerlerinin’ gelişmesi, hizmet sektörünün ağırlık kazanması ve müşteri odaklılığın hakim olması, yönetsel odağı da değiştirmiş ve yeni yaklaşımlarla da çalışanlar yeni duruma adapte edilmişlerdir. Buna iyi bir örnek olarak TKY (toplam kalite yönetimi) uygulamaları verilebilir (Taylor 1998).
Akademik Emek: Akademisyenler ne maddi malların üretilmesi ne de sermayenin sirkülasyonunda yer alırlar. Yani temelde maddi anlamda üretken olmayan bir kesimi oluştururlar (Thorpe ve Brady 2001). Miller’e (1996) göre kafa işçileri olan akademik çalışanların, devletin mali desteği altındaki işleri önemli dönüşümlere uğramaktadır. Miller akademik emek sürecinin parçalandığını ve akademik işlerin yönetiminin yeni ve genişleyen bir akademik yöneticiler kesiminin elinde toplandığını belirtmektedir. Bu bağlamda akademisyenler, sert bir bürokratik kontrole konu olacaklardır. Diğer kamu çalışanları gibi akademisyenler de sürekli olan istihdam pozisyonlarında erozyonlar göreceklerdir. Pazar düzenlemeleri, sözleşmeler, part-time çalışma, bürokratik statülerinin altını oyacaktır. Miller’e göre bu durum, akademik personel üzerinde doğrudan kontrolden çok daha etkili ve güçlü bir kontrol sağlayacaktır. Thorpe ve Brady’e (2001) göre bu gelişmeler sadece kamu harcamalarını kısma isteğini değil aynı zamanda yüksek eğitimde kapitalist bir sosyal ilişkiler ağının yeniden üretilmesi arayışı gerçeğini de maskelemektedir.
Lloyd (2004) ABD üniversitelerindeki esnek akademik emeği konu aldığı çalışmasında, bu alanda son on yılda yaşanan köklü değişimlere dikkat çekmektedir. Buna göre bir zamanlar, akademik çalışanların sürekli kadrolarda istihdamları kuralken, şimdilerden bu durum bir istisna şeklini almaktadır. Çünkü ABD’de sürekli istihdam pozisyonunda çalışan akademisyenlerin oranı tüm akademisyenlerin yarısından daha azdır. Bu süreçte bütçe kısıtlarının yanında uzaktan eğitimin gelişmesi de önemli bir rol oynamıştır. Bu dönüşüm, yönetimlere esnek işgücü imkanı sağlamaktadır. Bunun anlamı ise durgunluk dönemlerinde kolaylıkla küçülmeye gidebilme veya daha düşük ücretli bir dış kaynak kullanımına yönelme imkanının mevcut olduğudur.
Tüm bunlara rağmen Lloyd (2004), gelecek için ümitsiz değildir. Öncelikle örgütsüz olan bu nitelikteki akademik çalışanların örgütlenmesi, ülke düzeyinde güçlü bir akademik emek hareketinin inşa edilmesi, öğrencilerle temasa geçilip kendi durumlarının onların eğitimini etkilediği konusunda onların haberdar edilmesi ve tüm diğer esnek çalışma gruplarıyla temasa geçilmesi gerektiği şeklinde bazı öneriler sunmaktadır.
Emek Sürecinde Kadın: Son yıllarda çalışmanın doğasında meydana gelen dönüşüm bağlamında sıklıkla bahsedilen esnek çalışma formlarında, özellikle part-time çalışmada kadın çalışanlara vurgu yapılmaktadır. Yine bu süreçte sendikaların güç kaybetmelerinin nedenlerinden birisi de kadın çalışanların sayısındaki artış olarak açıklanmaktadır. Ayrıca son yıllarda çalışan kadınların iş yaşamlarında karşılaştıkları engellere dair geniş bir literatür oluşmuş durumdadır. Her ne kadar konusu sadece kadınlar olmamakla birlikte mobbing / bullying gibi kavramlarının çoğunlukla kadınlara yönelik tacizi açıklamakta olduğu aşikardır. Daha da uzatılabilecek bu yargıların ortak yani kadınlara yönelik bir eşitsizliği barındırıyor olmalarındadır.
“Yaşı 17 ile 30 arasında olan, bekar, çocuksuz, eğitim düzeyi en az ilkokul, en çok ortaokul düzeyinde olan bayan çalışanlar arıyoruz.” Thompson’ın (1989: 182) Hilsum’dan alıntıladığı bu ilan, daha ucuz işgücü bulmak amacıyla Meksika sınır bölgesine gelen ABD firmalarının, işe alacağı kadınların niteliğini göstermektedir. Bu ilandaki toplumsal cinsiyet eşitsizliğini açıkça görmek mümkündür. Feminizm hareketi, temelde toplumsal cinsiyetin kurguladığı cinsler arası eşitsizliğe karşı bir mücadele olarak ortaya çıkmıştır. Feminizm ilk ortaya çıktığında daha çok bireysel hakları inşa etmeye yönelik çabalarda bulunmuştur. Kabaca 1960’lardan sonraki ikinci dalga feminizm hareketi ise kadın emek piyasasını ikincilleştiren / önemsizleştiren kurum ve normlarla sistematik olarak mücadele etmiştir (Crompton 1999).
Emek piyasasında kadınların ücret bakımından erkeklerden daha aşağı bir konumda olduğu uzun süredir bilimsel çalışmalara konu olmaktadır. Bunun nedenleri olarak belirtilen açıklamalar ise kadınların seçiminden, erkek egemen yapılara, sınıf mücadelesinden, kapitalizmin krizine kadar geniş bir yelpaze oluşturmaktadır (Geschwender ve Geschwender 1999). Toplumsal cinsiyetin belirlediği normlarla kadınların hem özel alanda hem de kamusal alanda diğer cinse göre önemli eşitsizliklere konu oldukları, ancak bu normların mutlak olmadığı ve yine bu normlarla belirlenmiş olan aile geçindirme rolünün erkeğe verilmesi durumunun ne kaçınılmaz olduğu ne de toplumsal gelişme sürecinin evrensel bir boyutu olduğu vurgulanmaktadır. Ancak bununla birlikte gelişmiş sanayi ülkelerine bakıldığında, ev ve piyasa işlerine yönelik olarak, aileyi geçindirme rolünün erkekte olduğu şeklindeki normların bu toplumlardaki, refah devleti dahil, bir çok kurumda (örneğin eğitim sisteminde, emek piyasası sisteminde ve mesleki düzenlemelerde) geçerli olduğu görülmektedir (Crompton 1999).
Glenn (2001), yukarıda ‘toplumsal cinsiyetin belirlediği normlar’ şeklinde belirtilen sürecin, feminist düşünürlerce hem günlük hem de kuşaklar arası süren insanlar arasındaki eylem ve ilişkiler düzenini tanımlamak için ‘sosyal yeniden üretim’ kavramının oluşturulduğunu belirtmektedir. Bu bağlamda yeniden üretilmiş emek, ev araç gereci satın alma ve tedarikini, yemek hazırlamayı, çamaşır yıkamayı, çocuk yetiştirilmesini, yetişkinlere duygusal destek ile akrabalık ve toplumsal bağların devamını sağlamayı içerir. 1970 ve 1980’lerde Marksist feministler, tüm bunların kadınlarca yapıldığını ve aynı zamanda endüstriyel ekonominin temellerini oluşturduğunu belirtmişlerdir. Ancak tüm bu faaliyetler, genelde piyasa dışında yer aldığından görünmezdir ve gerçek iş olarak tanınmamaktadır. Glenn (2001), erkeklerin bu düzenlemelerden hem doğrudan (anne ve eşlerinin sundukları hizmetler) hem de dolaylı olarak (çabalarını ücretli işlerine yoğunlaştırdıklarından bu alanda daha avantajlı olmaktadırlar) yarar sağladıklarını belirtmektedir. Ayrıca belirtilen bu faaliyetlerin piyasada yapılması durumunda ise yine kadınların bu işlere uygun görülmesi de önemli bir noktadır (örneğin bakım işi olan hemşirelik mesleğini kadınlar yapmaktadır, yine özellikle anaokulu öğretmenliği olmak üzere öğretmenlik mesleğinin kadınlarca yapılması daha kabul edilebilir niteliktedir).
Sonuç olarak, emek piyasasında, kadınlar, öteden beri, cinsel taciz, düşük ücret ve diğer ayırımcılıkların yanı sıra, doğrudan ya da dolaylı olarak dışlanma pratiklerine maruz kalmışlardır (örneğin meslekten atılma, kariyer basamaklarını atlamalarına mani olma, evliliklerin problem yapılması v.b.) (Crompton 1999).
Sonuç
Bu çalışmada, emek süreci teorisinin özellikle 1980’lere kadarki gelişimi ve sonraki dönüşümü özetlenmeye çalışıldı. Bu kavramın ilk kullanıcısı olan Marx’tan günümüze kavramın hangi anlamları ifade ettiği, hangi durumları açıklamaya yönelik süreçlerden geçtiği açıklanmaya çalışıldı. Emek süreci teorisindeki tartışmaların 1980’lere kadar genelde Marksist çevrelerce yapıldığı dikkat çekecektir. Burada, çalışmanın giriş kısmında emeğin anlamı verilmeye çalışılırken basitçe ‘ihtiyaçların karşılanma süreci’ şeklindeki açıklama hatırlanırsa, neden sadece bir kesimin bu konuyla ilgilendiği sorusu sorulabilir. Ancak burada hemen şunu vurgulanmak yerinde olacaktır. Emeğin bu tanımının belirttiği süreçle tabi ki belli bir kesim uğraşmış değil. Hatırlanacağı gibi yönetimin akademik bir inceleme konusu olması yüz yılı aşkın bir geçmişe dayanmaktadır ve bu incelemelerin oldukça farklı bakış açılarını kapsadığı herkesin malumudur. Ancak ‘emek süreci’ araştırmaları, temelde emek ile sermaye arasındaki eşitsizliğe, emeğin süreç içinde nasıl sermayenin artık değerini yükseltmek için kullanılan bir araç olduğuna dair v.b. eleştirel yaklaşımı kapsayan araştırmalardır. Bunun nedeni ise Marksist felsefenin özel mülkiyete bakışı hatırlanırsa anlaşılabilecek bir noktadır.

Emek süreci çalışmaları Marx’tan sonra uzun bir süre ihmal edilmiştir. Bunun nedenleri çalışmada vurgulandı. 1970’lerde Braverman’la tekrar başlayan emek sürecinin Marksist eleştirisi, bu çizginin takipçilerince genelde tek boyutlu sürdürülmüştür. Gerek Braverman, gerekse ondan sonra tartışmalara katılan Friedman, Edwards ve Buroway her ne kadar Braverman’ın eleştirisini yapıp bu sürecin farklı noktalarına işaret etmişlerse de temelde hep sanayi işçilerine ve bu işçilerin kontrolü konularına yoğunlaşmışlardır.


Halbuki yirminci yüzyılın son çeyreğinde bir çok alanda olduğu gibi ekonomik sektörlerde ve yönetim alanında da köklü dönüşümler olmuştur. Nitekim artık mavi yakalı çalışanların oranı beyaz yakalılara göre geride kalmış ve hizmet sektörü gün geçtikçe büyümesini sürdürmüştür. Artık maddi malların üretiminden çok hizmet üretimi ekonominin temel parametrelerinden birisi olmuştur. Bu dönüşümün önemli neticelerinden birisi ise esnek çalışma biçimlerinin yaygınlık kazanmasıydı. Burada artık atipik istihdam formları altında, çalışanlar üzerinde olumsuz etkiler doğuran yeni çalışma biçimleri söz konusu olmaktadır. Öte yandan firmalar ucuz emek arayışlarını hem üretim birimlerini çevre ülkelere kaydırarak hem de bu atipik çalışma biçimlerini uygulayarak, bunlar içinde de eşitsizliklere kolayca eklemlenebilecek kadın çalışanlara yönelerek sürdürmüşlerdir. Çalışmanın doğasındaki dönüşüm tüm alanları etkilemiştir. Hatta yüksek öğretim kurumları bile bu dönüşümden paylarına düşeni almışlardır. İşte 1980’lerden itibaren emek süreci teorisi tüm bu gelişmeleri açıklamak amacıyla yeni argümanlar geliştirerek farklı boyutlarda (duygusal emek, kadın çalışmaları, akademik emek, beyaz yakalıların emeği, kamu çalışanları v.b.) gelişmiştir.

Değerlendirme Soruları



  1. Kapitalist emek süreci teorisini açıklayınız.

  2. 1970 sonrası kapitalist emek sürecindeki dönüşüm hakkında bilgi veriniz.

Kaynakça
ANSAL, Hacer (2005). “Esnek Üretimde İşçiler ve Sendikalar: Post-Fordizimde Üretim Esnekleşirken İşçiye Neler Oluyor” Birleşik Metal-İş Sendikası http://members.tripod.com/~metalworkers/yayin/esnek0.htm 05/11/2005
MAN, Fuat (2009) "Kapitalist emek süreci teorisi ve dönüşümü" ,E-akademi ,Cilt. 94 http://www.e-akademi.org/incele.asp?konu=KAP%DDTAL%DDST%20EMEK%20S%DCREC%DD%20TEOR%DDS%DD%20ve%20D%D6N%DC%DE%DCM%DC&kimlik=185212458&url=makaleler/fman-1.htm


1 Bu bölüm Doç.Dr.Hacer Ansal ‘ın “Esnek Üretimde İşçiler ve Sendikalar” (1993) ve Fuat Man’ın "Kapitalist Emek Süreci Teorisi ve Dönüşümü" (2009) çalışmalarından oluşmaktadır.


2 Bu bölüm, Doç.Dr.Hacer Ansal ‘ın Esnek Üretimde İşçiler ve Sendikalar (1993) çalışmasından aynen aktarılmıştır.

3 Bu bölüm, Fuat Man‘ın “Kapitalist Emek Teorisi ve Dönüşümü” çalışmasından aynen aktarılmıştır.


Yüklə 116,13 Kb.

Dostları ilə paylaş:




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin