Ali Öztürk’ün ilk eşi Döndü’den Hacı Ali- Memet ve İbrahim, eşinin ölümü üzerine çok çok severek evlendiği Döndü adındaki ikinci eşinden de Kasım dünyaya geldi. İlçenin ve tüm o yörenin ağası Mustafa Ağa, Ali’in ilk eşinden olan Hacı Ali’yi hizmetkar olarak yanına almış, diğer çocuklar ise köyde ya- nında kalmışlardı. Ali Öztürk müthiş bir Atatürk hayranı idi. Atatürk’ün yanın- da, onun askeri olmayı ve düşmanla çarpışmayı çok hayal etmişti. Ama o za- manlar, daha henüz çocuktu ve kendini askere almazlardı. Yoksa bir saniye te-reddüt etmeden hemen askere yazılırdı. Ne yazık ki hevesi kursağında kaldı ve emeline ulaşamadı. 1938 yılı, onun için kabus dolu, bir yıkım yılı olmuştu. O yıl, hem çok hayranlık duyduğu Ulu Önder Atatürk hayata gözlerini yummuş, hem de sonradan çok severek evlendiği Döndü, doğum yapıp Kasım’ı dünyaya getirdikten sonra hayattan kopup gitmişti. Ali, bu iki derin acıyı hiçbir zaman unutamıyor, bunları o sene doğan Kasım’ın uğursuzluğuna yorumluyordu. Ama nihayetinde kendinden bir parça ve çok sevmiş olduğu Döndü’den bir yadigardı. Onu sevmiyor ama, ona bakmak zorunda olduğunun da bilincinde idi. Kasım, anne sevgisinden ve şefkatinden yoksun ve babasından da en ufak sevgi ve ya-kınlık duymaksızın 5-6 yaşlarına gelmiş bulunuyordu.
Bir gün, Ali Öztürk, yanına oğlu Kasım’ı da alarak hayvanları yayılıma gö-türdü. Hayvanlar büyük bir iştahla otlarken Ali bir ağacın, oğlu Kasım da yakın bir ağacın gölgesinde oturmuş, bir yandan hayvanları gözetlerken, bir yandan da geçmişte kalan acı ve tatlı olayların hayallerini kuruyor, ya sevinçle gülümsü-yor, ya da üzülerek ve surat asıyorlardı. Örneğin Baba Ali; doğumda kaybetmiş olduğu çok sevdiği son eşi ile geçirdiği ilk yılları ve kendini her bakımdan güçlü hissettiği gençlik yıllarını hatırlıyarak, doyumsuz bir mutluluk yaşarken çok sev-diği ve hayran olduğu Atatürk’ün ve çok sevdiği ikinci eşinin doğum sırasında öldüğü 1938 li yılları hatırladığında da üzülüyor ve kahroluyordu.
Diğer yandan oğul Kasım, yakın bir ağacın gölgesinde, elindeki çakı ile bir dal parçasını yontarken; annesini hiç tanımamanın, onun sevgi ve şefkatini tatmış olmamanın hüznünü yaşıyordu. Bir de üstelik babasından en ufak bir yakınlık, sevgi ve şefkat görememenin huzursuzluğu eklenince kızgın bir şekilde, bir elinde tuttuğu çakı ile diğer eliyle tuttuğu dal parçasını daha bir hırsla yontarak, hayattan duyduğu hıncını ve bıkkınlığını yatıştırmaya çalışıyordu.“ Neden herkes gibi benim de annem yok? Neden beni sevgi ve şefkatle kucaklayan bir babaya herkes gibi sahip değilim?” diyerek hayıflanıyor, bir yandan üzülürken, bir yandan da hınçlanıyordu. Kendini avutmak ve rahatlamak için de daha çocuk yaşta tütün içmeye kendini alıştırmıştı. Ağaçtan yapılma kaba bir piposu vardı. Tütünü, piponun içine bastıra bastıra dolduruyor, sonra ateşleyip ciğerlerine çekiyordu. Babası da onun bu hareketine göz yumuyordu. Zira Kasım’ı zapt et-mek mümkün olmuyordu. Kaçıp, kaçıp gidiyordu. Baba, mallara mı baksın, yoksa Kasım’a mı? Tek, gözünün önünde bulunsun diye, kendisini sevmemesine rağmen sabır göstermeye gayret ediyordu. Ne de olsa kendi canından idi. Atsan atılmaz satsan satılmazdı. Eli mahkumdu. Başka da çaresi yoktu…
Bu arada, otlamakta olan hayvanlar epey uzaklaşmışlardı. Baba Ali, oğlu Ka- sım’a, sert bir şekilde: “ Kalk da şu malları çevir de getir bakıyim!” dedi. Kasım hiç tınmadı. O, annesizliğin ruhunda yaratığı hasret ve özlemi yaşarken, baba- sının kendine karşı başından beri takındığı haşince tutum nedeni ile, onun sert bir şekildeki emrini duymamazlıktan geliyordu. Ruhunda oluşan bu tür duy- gular babasının sert ifadesiyle birleşince, kendisini tutamayıp gürültülü ağla-maya başladı. Bir süre ağladıktan sonra, kafasını babasından yana çevirip onun tepkisini ölçmeye çalıştı. “Acaba babası, bu hassasiyet karşısında yumuşaya- cak mıydı? Kendisine birazcık olsun acımış olabilecek miydi? Kafasında bu duyguları oluşturmaya çalışıyordu… Babasının biraz hareketlendiğini fark edin-ce, “Demek babam, ağlamamın etkisiyle biraz yumuşadı” diye düşünürek ağla-masını daha bir coşku ile sürdürmeye başladı. Baba Ali, hırsla ayağa kalktı ve Kasım’a doğru yüyrümeye başlayınca, Kasım: “ Yaşasın! babam bana doğru geliyor, beni kucaklayıp sevecek, başımı okşayıp güzel sözler söyleyecek” diye düşünüyor ve heyecanlanıyordu. Baba Ali, hırsla gelip Kasım’ı koltuklarından tuttuğu gibi havaya kaldırdı. Kasım tarifsiz duygular içinde: “ Demek babam be-ni seviyormuş, babam beni seviyormuş, yaşasın! Bak beni kucaklayıp havaya kaldırdı” diye düşündü. Ruhunda büyük bir ferahlık, kalbinde büyük bir coşku ve sevinç, yüzünde çoktandır hasret kaldığı bir gülümseme!... Babasının elleri üzerinde, kendisini bir kuş kadar hafiflemiş hissediyor, adeta bulutların üzerin-de, sevinçten bir kuş gibi uçuyordu…
Ancak, ne yazik ki Kasım’ın kısa bir süre içerisinde duymuş olduğu heyecan, sevinç ve coşku, bir anda zifiri bir karanlığın içine gömülüveriyordu. Kasım’ı koltuklarından tutup kaldırdığında, baba Ali’nin ağzından, şu nefret sözcükleri dökülüveriyordu: “Ulan eşekoğlu eşek, ulan it oğlu it!.. Ulan yedi düvelin baş edemediği koca Atatürk’ün başını yedin. Ulan, canım gibi sevdiğim ana’nın başını yedin. Şimdi de benim mi başımı mı yiyeceksin!” dediği gibi, yukarıda ellerinin üzerinde tutmakta olduğu Kasım’ı olanca hızı ile yere çalması bir oldu. “Oy anaaam! ” diye bağıran Kasım’ın uzun süre sesi ve soluğu kesildi. Bir ara korkuya kapılan ve panikleyen baba, Kasım’ın nefes aldığını ve önemli bir şey olmadığını anlayınca biraz ferahladı. Zira çok korkmuş ve endişelenmişti. Ka-sım ise bu olanlara bir anlam veremiyor, neleri düşünürken neler oluyordu. Bir güler yüz, bir tatlı söze hasret kalmış olan ve bundan başkaca da bir şey düş-lemeyen Kasım’ın bütün hayalleri yıkılmış, dünyası kararmıştı. Artık bundan sonra kimseye inanmayacak ve hiç kimseye karşı bir acıma hissi duymayacaktı. Ve kimseye karşı da ne bir sevgi ve ne de saygı duyacaktı. Bir baba evladına karşı bu kadar acımasız olabilir miydi?... “ Benim zaten annem hiç yoktu, babam da bundan sonra olmayı versin” diye içinden geçirerek, doğrulmaya çalıştı. Babası doğrulmasına yardım etmek istedi ise de, bedenini ondan sakındırdı. Suratı asık, morali son derece bozuk, hayalleri yıkık vaziyete ayağa kalkarak, tren hattına doğru son hızla koşmaya başladı.” Ulan nereye koşuyorsun? Gel buraya bakayım” diye babasının bağırmasına hiç aldırmadan ha bire koşuyordu. Babası arkasından bir süre seyirtti ise de, yorulunca daha fazla koşamadı. Hay-vanları bırakıp uzun süre onun arkasından gidemezdi. “ Ne ise, biraz koşar, hırsı inince döner gelir.” diye düşündü…
Kasım ha bire koşuyordu. Nereye kadar gidebileceğini bilmemeksizin, müm-kün olduğunca köyden, babasından ve son yaşadığı travmadan uzaklaşmak adı-na devamlı koşuyordu. Bir ara yorulduğunu hissetti. Biraz durarak soluklandı. Geldiği yöne doğru dönerek nerede olduğunu ölçmeye çalıştı. Ne köy evleri, ne babası ve otlattıkları hayvanlar ve ne de her zaman bulunduğu mekanlar görü-nüyordu. Demekki çok uzaklaşmışım diye geçirdi aklından. Ben artık, köye, ba-bamın yanına dönmeyeceğime göre, nereye, kimin yanına sığınacağım? diye düşündü o küçük aklıyla. Sonra, birden ağabeyi Hacı Ali geldi aklına. “ Öyle ya, ağabeyim varken, kime sığınırım ki? Ama, o neredeki, oraya nasıl gidilir ki?”… Kendi kendine sorduğu bu sualler, kafasını kurcalamaya başlıyordu. Ağabeyim bir gün köye geldiğinde, Doğanşehir Kasabasında, Mustafa Ağa diye, varlıklı ve güçlü birinden, onun evinde hizmekar olarak, hayvan, tarla-tapan iş-lerine baktığından, hayatından memnun olduğundan bahsetmişti. Oraya gidip gelirken de trene bindiğini, tren yolunun kasabanın içinden geçtiğini söylediğini hatırladı ve biraz ferahladı. Evet kararını artık vermişti. Doğruca ağabeyi Hacı Ali’nin bulunduğu kasabaya kadar gidecek ve onun yanında kalacaktı. Madem-ki, tren yolu kasabanın içinden geçmekte, o halde tren yolunu takip ederek oraya ulaşabilirdi …
Kasım ha bire yürüyor, bazen de tren sesine kulak kabartıyordu. Öyle ya, bunun şakası yoktu. Trenin altında kalmak da vardı. Şimdiye kadar kaç insan tren altında kalarak ezilmişti. Tren yolu dere boyunca ilerliyordu. Dere içi kavak ve söğüt ağaçları ile dolu olup, yeşillikler içerisinde kayboluyordu. Cıvıldaşan kuşlar, o ağaçtan o ağaca konuyor, bir müzik senfonisi oluşturuyorlardı. Birden uzunca bir yılan, hışırt diye aktı önünden. O anda, korkusundan nutku tutuldu. Bir süre o küçücük kalbi, göğsünden fırlarcasına atmaya başladı. Yılan akıp git-mişti. Fazla abartıya da gerek yoktu. Bu gibi korkulara kendini alıştırmalıydı. Öyle ya, bundan böyle Allah ne gösterirdi, kim bilir?... Yol katettiği bu yerleri ilk defa görüyordu. Hergün aynı manzaralar görmekten bıkmıştı. Şimdi ise deği- şik yerler görmekten mutlu oluyordu.
Kasım, epeyi mesafe katetmişti. Karnı da fena halde acıkmıştı. Keşke yanıma biraz ekmek alsaydım diye geçirdi aklından. Ama yaşadığı o olaydan sonra, ekmek kimin aklına gelirdi ki? O zaman tek düşüncesi vardı. O da bir an evvel, o mekandan uzaklaşmaktı. Nitekim de oradan epeyi uzaklaşmış ve zaman da bir hayli ilerlemişti. “Acaba, kasaba çok mu uzak. Hava kararmadan oraya ulaşa- bilir miyim? Ya hava kararmadan oraya ulaşamazsam ne olacak? diye geçirdi aklından. Endişelenmeye ve korkmaya başladı. Çok yol almıştı. Geri dönemez- di artık. Zaten geri dönmeyi de asla istemezdi.” Ne olursa olsun, yola devam etmeliyim” dedi. Tren yolu boyunca sıralı bir şekilde uzanan direklere gözü takıldı. Direkler birbirlerine tellerle bağlı idi. Bunlar da ne olaki diye düşündü. Direk ve tellerden vın vııın diye sesler geliyordu kulağına. Bir ara, kulağını dire-ğe yasladı. O sesleri daha belirgin bir şekilde duydu. Birden otların arasından bir kuş pırrr diye uçuverdi. Hemen tanıdı onu. O bir bıldırcındı ve onu tanıyordu. Bir defasında sapanı ile birisini vurmuştu …
Endişe ve korkusunu yenmek için daima farklı şeyler düşünmesine rağmen, yine de onları üzerinden atamıyordu. Nerde ise güneş batmak üzere idi. Biraz- dan hava kararacaktı. Adımlarını biraz hızlandırdı. Biraz sonra, büyük bir gürül- tü ve düdük sesi ile irkildi. Gelen trendi. Bu sese alışıktı. Zira tren yolu, köyle- rinin hemen altından geçiyor ve her geçişinde Kasım onu izliyordu. Tren du- manlar salarak ve gürültülü bir şekilde soluyarak yanından geçmekte idi. Tre- nin yokuş yukarı çıktığı; çıkardığı seslerden ve zorlanarak yavaş ilerlemesinden belli oluyordu. Kasım bir ara: ” Hazır yavaş ilerliyorken trene atlasam mı? Ne iyi olurdu. Hem daha fazla yorulmaz ve hem de önemlisi çabucak ulaşırdım kasabaya” diye geçirdi içinden. Sonra vazgeçti. “ Ne olur ne olmaz, ayağım takılıverir de trenin altına kayıveririm. Hem sonra trenciler beni cezalandırırlar” diye düşündü ve vazgeçti. Bu arada tren, yokuşu aşınca sesi değişti. Belli ki yokuş aşağı inmekte. Tren gözden kaybolmuş, içini bir sıkıntı basmıştı. Güneş tamamen batmış, ortalık hafiften kararmaya başlamıştı. Ümitsizliğe kapıldı bir an. Ne ise ki yokuşun sonuna gelmişti. Yokuşun en üst tepesinden bakınca, evler ve tüten bacalar gördü. İçini bir sevinç dalgası kapladı. Ferahlamıştı artık. Gerçi, daha bir hayli mesafe vardı ama, en azından kasabaya az da olsa yaklaşmıştı. “Acaba babası şimdi ne yapıyordu? Telaşlanmış mıdır, korkmuş mudur? Varsın telaş etsin. Varsın korksun. Umurumda mı?..” Bu sefer ağabeyi Hacı Ali’yi aklı-na getirdi. “ Beni karşısında görünce ne yapar acaba? Mutlaka bir şaşkınlık geçirir ve sonunda sevinirdi muhakkak. Zaten beni çok sever bilirim” diye geçir-di aklından…
İstasyona ulaştığında ortalık tamamen kararmıştı. Ortalıkta hiç kimse görün- müyordu. İstasyondan kasabanın içerisine doğru ilerledi. Sokaklarda kimseler yoktu. Bir iki tane kedi ve köpek görmüştü o kadar. Biraz ilerde bir ihtiyar, bas- tonuna dayanarak yürüyordu. “Acaba bu dedeye sorsam mı Hacı Ali ağabe-yimi?” diye düşündü. Sonra vazgeçti. “ Bu dedenin yürümeye bile mecali yok, nerden bilecek ağabeyimi? Biraz daha çarşı merkezine doğru yürüyeyim, belki birilerini daha görürüm” dedi. Sokakta yürürken, ortalık karanlık olmasına rağmen, burasının büyük bir yer olduğunun farkına vardı. Hiç kendi köylerine benzemiyordu. Köylerinde topu topu 5-10 hane ev vardı. Burası öyle mi? İstas- yondan buraya kadar o kadar çok eve rastlamıştı ki. Biraz sonra ezan okunmaya başladı. Camiye doğru yürüdü. Caminin yanına geldiğinde insanların tümü içeri girmişti. Bu arada, aptest almış biri, acele ile camiye yetişmeye çalışıyordu. Ona soramadı. “En iyisi, namazın bitimini bekleyeyim. O zaman soracak çok kişi olur” diye düşündü.
Bir müddet sonra cemaat camiden çıkmaya başladı. Kasım birini gözüne kestirerek yanına yaklaştı. “ Emmiii, Mustafa Ağa’nın evi neresi? “ diye sordu. Adam merakla: “Ağa’yı niye sorarsın ki, ne yapacaksın ağayı çocuk ?” Kasım: “Ağabeyim Hacı Ali onun hizmetkarı, ben de onun kardeşiyim, köyden onun yanına geldim de” dedi. Adam: “ Be hey çocuk, bu gece vakti hiç yola çıkılır mı? Kurda kuşa yem olurdun Alim Allah. Gel bakalım benimle” diyerek biraz ilerlediler. Adam devamla: “ Bu yolu takip et. Bayırdan aşağı in. Dereyi geç. Tam karşıdaki ev, ağanın evidir” diye tarif etti. Kasım söylenenleri harfiyen uyguladı. Evin önüne gelince, kanatlı dış kapıyı çaldı. Evin girişi tek katlı ge-nişce bir dam. Ön tarafta, dama bitişik iki katlı bir ev vardı. Kasım kapıyı bir daha çaldı. İçeriden “Kim ooo? diye bir ses işitti. Bu sesi tanıdı hemen. Bu ağa-beyinin sesi idi. Sevindi, heyecanlandı. Ama sürpriz olsun diye sesini çıkar-madı. Biraz sonra Hacı Ali merakla kapıyı açtı. “ Sen de kimsin be çocuk?” diye sordu. Alaca karanlıkta kim olduğunu tanıyamamıştı. Nereden tanısın ki. Küçük kardeşinin, bu küçücük haliyle, bu kadar yolu tepip ve gecenin bu vaktinde gelip kendisini bulmasını, aklının köşesinden dahi geçiremezdi. Kasım sevinç ve he-yecanla “ Benim ben, Hacı Ali abi, ben Kasım, ben Kasım” dedi. Hacı Ali: “ Kasım, Kasım sahi sen misin. Ulan oğlum nasıl geldin, kim getirdi seni buraya? dedikten sonra hasretle kucaklaştılar, koklaştılar. İçeriye girdiler. Hacı Ali, Kasım’ı alt katta kendinin kalmakta olduğu odaya aldı. Hacı Ali: “ Hele otur hele karşıma da anlat bakalım neler olduğunu?” diye merakla ve heyecanla sordu. Kasım, başından geçenleri bir bir anlattı abisine. Epeyi konuştuktan son-ra, Kasım yorgunluktan uyuklamaya başladı. Ağabeyi onu güzelce kendi yata-ğına yatırdı. Kendisi de hemen oracığa uzanıverdi. Bir süre gözlerine uyku gir-medi. Küçük kardeşi Kasım’ın şu anda yanında olması onu çok sevinçli kılı-yordu. Zira onu uzun süredir görmemiş ve özlemişti. Ancak, Kasım’ın anlat-tıklarını da kafasında tartıp duruyordu. Hiç bu yaşta bir çocuğa bu yapılanlar reva mıdır? Babası niye böyle davranır ki? Gerçi kendisine de pek fazla yüz vermezdi ama, hiç değilse böylesine bir gaddarlığı olmamıştı. Bu düşünceler içerisinde o da uyuya kaldı.
Kasım’ın geç vakte kadar eve dönmemesi babası Ali’yi çok üzmüş ve kor- kutmuştu. Ona yaptıklarından dolayı kendine çok kızıyordu. Birkaç tanıdığı ve akrabası ile, sağı solu kolaçan ettiler ama, Kasım yer yarılmış içine girmişti ade-ta. Hiç bir iz ve işarete rastlamadılar. Sabaha kadar gözlerine uyku girmedi. Korku ve telaş içinde bekleştiler.
Sabah olur olmaz Hacı Ali, hayvanları yemlemiş ve kardeşi Kasım’ın yanına çömelmiş onu seyrediyordu. Birazdan Kasım gerneşerek uyandı. Bir an nerede olduğunu anlayamadı. Sonra abisini görünce, duruma vakıf oldu. Hemen doğru- larak abisine sarıldı. Beraberce kalkıp ellerini ve yüzlerini yıkadılar. Hacı Ali, Kasım’a, evi, ahırı, içindeki hayvanları ve diğer bölümleri gezdirdi ve tanıttı. Ve biraz sonra üst kattan Mustafa Ağa merdivenleri inerken, Hacı Ali kendine bir çeki düzen verdi. Kasım da ona bakarak aynı hareketleri yaptı ve içinden “ De-mek Mustafa Ağa bu ha, şöhreti tüm bölgeye yayılmış olan.” Gerçi ismini çok duymuştu ama, ilk defa görüyordu kendisini. Mustafa Ağa onlara yaklaştı. “Hacı Ali kim bu çocuk? diye sordu. Hacı Ali “ Benim köydeki küçük kardeşim ağam” dedi. Ağa: “ Peki niye gelmiş, nasıl gelmiş buraya? diye sorunca, Hacı Ali, tüm olanları ağaya bir bir anlatıverdi. Ağa Kasım’a dönerek: “ İyi etmiş ve hoş gelmişsin de, baban burada olduğunu biliyor mu peki?” diye sorunca, hemen Hacı Ali cevaplayıverdi Kasım’ın yerine. “Ağam, maalesef babama kızmış ken-disine yaptıklarından ötürü, habersizden çekip gelmiş buraya kadar” dedi. Ağa kafasını salladı ve: “ Şimdi oldu mu bu, çocuk? İnsan babasına hiç haber verme-den buralara kadar gelir mi? Baban seni hiç merak etmez mi? diye sordu ve Ka-sım’ın cevabını beklememeksizin: “ Hacı Ali, çabuk atımı hazırla, Kasım ile doğru Kadılı’ya gidiyoruz” dedi. Kasım ve Hacı Ali bir şeyler söyleyecek ol-dular fakat ağa: “ İtiraz istemem” deyince ses çıkaramadılar. At hazırlanınca ağa atına binerken Hacı Ali, ağanın binmesine yardım etti. Ağa Hacı Ali’ye dönerek “Bindir bakalım Kasım’ı da terkime”. Hacı Ali, Kasım’ı koltuklarının altından tutarak atın terkisine oturduverdi. Ağa ile Kasım, böylece köye doğru yol alma-ya başladılar.
Kasım, ağanın arkasında, atın terkisinde şunları düşünüyordu.” Niye sanki, ağa beni tekrardan köye götürürki? Köye, babamın yanına gitmek istemiyorum. Ne güzel, abimin yanına gelmiş ve mutlu olmuşken, bu çekilir mi şimdi? Ama durmam ben o köyde. Köyde beni bağlayan ne kaldı ki? Bir babam var, o da benden nefret ediyor. Üstelik, ben de artık onu sevmiyorum.Yok yok, durmam artık ben köyde. Kaçar yine gelirim kasabaya, abimin yanına. Kimse tutamaz artık beni. Nasıl olsa yolu yordamını öğrenmişim.” diyordu kendi kendine.
Köye artık yaklaşmışlardı. Ağayı görüp tanıyanlar, hemen toparlanıyor, selam ve saygı göstermekten geri durmuyorlardı. Kasım’ı ağanın terkisinde görenler şaşırıp kalıyorlar ve de rahatlıyorlardı. Zira tüm gece boyunca onu aramaktan gözlerine uyku girmemişti. Hemen birileri koşup babasına haber uçurdu. Baba Ali koşarak geldi. Hem Kasım’ın bulunmuş olmasının rahatlığı ve hem de koca bir ağanın köylerini şereflendirmesinin, hemi de Kasım ile beraber karşısında duruyor olmasının heyecan ve mutluluğu ile, hemen ağanın yanına seğirtti.”Hoş gelmişsiniz ağam, köyümüze şeref verdiniz” dedi. Ağa attan inmeden, gözleri ile şöyle etrafı bir taradı. Ağanın köye gelmiş olması ve dünden beri kayıp Kasım ’ın bulunmuş olması, köyü adeta ayaklandırmıştı. Haberi alan insanlar, evinden fırlayıp ağanın etrafında toplanıyor, ağaya temennada bulunuyorlardı. Ağa söze girerek: “ Bak Ali efendi, bu çocuğa sen ne yaptın ki, bu çocuk o kadar yolu tepip ta benim eve, abisinin yanına kadar geldi?...Yine de ben, senin meraklanıp üzüleceğini düşünerek, onu aldım buraya kadar getirdim. Şayet bu çocuğa doğru düzgün bakacaksan, ona tam bir babalık yapacaksan, aha alıp getirdim buraya kadar. Kasım da seninle birlikte kalmak istiyorsa, bırakıp gideyim. Şayet de iste- miyorsa ve sen de rıza gösteriyorsan alıp gideyim” dedi. Ali, ağaya karşı mah- çup bir eda ile: “ Vallaha bilmem ki ağam. İstiyorsa kalsın tabi. Onu bir daha üzmem. Eğer de gitmek te istiyorsa ona engel olmam” dedi. Ağa Kasım’a döne-rek “Ulan oğul, bak babanın dediklerini duydun. Burada babanla beraber mi kalmak istersin, yoksa benimle beraber tekrar kasabaya dönmek mi? Kasım hiç tereddüt etmeden: “ Ben burada kalmam ağam, ben kasabaya abimin yanına dönmek isterim” dedi. Ağa: “ O zaman bize müsaade ağalar, haydin eyvallah” deyince, köylüler hep birden atılarak “ Ağam taa buralara kadar gelmiş, köyü-müze şeref vermişsin. Hiç bir acı kahvemizi, soğuk bir ayranımızı içmeden olur mu?” dediler. Ağa: “ Başka bir sefere inşallah, yolcu yolunda gerek” diyerek atının yönünü çevirip kasabaya doğru yöneldi.
Ağanın yine terkisinde olarak kasabaya dönmekte olan Kasım’ın keyfine diyecek yoktu. “Ya ağa beni, babama terk edip geri dönseydi, o zaman ne ya-pardım? Çok şükür bu sıkıntıdan ebediyen kurtuldum. Allah ağamdan razı olsun” diye geçiriyordu içinden. Şimdi çok daha rahat, çok daha huzurlu ve çok daha sevinçli idi.
Mustafa Ağa ve Kasım kasabaya döndüler. Ağa Kasım’ı çok sevdi. Yıllardır çocuk sevgisine hasretti. Oğlu Vahap ve kızı İlhan artık büyümüşler ve çocukluk çağlarını çoktan atlatmışlardı. Kasım bir ilaç gibi gelmişti. Ona çok ilgi göste-riyor, ona iyi bakılması, korunup gözetilmesi için talimatlar veriyordu. Evin hanımı Bedriye de Kasım’ı çok sevmeye başlamıştı. Oğulları Vahap bu duruma şaşıp kalıyordu. “ Babam bir güne bir gün bana bu kadar ilgi ve sevgi göster-medi” diyordu içinden. Ağa, Hacı Ali’ye emir vererek: “ Kasım’ı da alıp doğru Köşger Osman’ın yanına gideceksin, ona şöyle güzel bir çift yemeni alacaksın. Sonra terzi Akali Çavuş’a uğrayıp güzel bir elbise dikmesini söyleyeceksin, ben sonra hesaplarını görürüm onların” dedi.
Birkaç gün sonra Kasım, ayaklarında kırmızı yemeniler, sırtında yeni elbise- si ile mahallede fink atmaya, gururla sokaklarda gezmeye, ara sıra da mahalle çocuklarının gıpta ve hasetle kendisini izlediklerini fark ederektende, kendini daha da bir kasmaya başladı. Köydeki baba sevgi ve şefkatinden yoksun, çok sıkıcı ve yoksul hayattan, böylesine çok farklı ve görkemli bir hayata kavuş-turduğu için Rabbine şükrediyor ve kendisine böyle bir hayatı bahşettiği için de ağaya şükran duyguları besliyordu. Dolayısı ile ağaya daha yakın durmaya ve ona saygıda kusur etmemeye özen gösteriyor ve bunun da semeresini fazlası ile alıyordu. Kasım bu aşırı ilgiden şımarıyor, kendisini çok güçlü hissediyor, kendi yaşıtı ve de kendinden küçüklere aman vermiyor, onlara baskı yapıyor ve ica-bında onları gaddarca dövüyordu. Mahalle çocukları ondan korkup, önünden kaçıyorlardı. İsteseler onun hakkından gelebilirdi ama, onlar, ağadan çekiniyor-lardı. Biliyorlardı ki ağa onu çok seviyor ve ona büyük ilgi gösteriyordu … Kasım’ın şöhreti kısa zamanda kasabanın tüm kesiminde hissedilmeye başladı. Kendi yaşıtları ve küçükler her gün ondan sopa yiyor, şikayetçi olmuyor ve si-neye çekiyorlardı. Ancak, kendinden büyük ve güçlü olanlardan da o çekini-yordu. Ağaya herhangi bir meseleden hınç besleyen ailelerin büyük çocukları, onu hırpalayarak adeta ağadan intikam alıyorlardı. Başka da ellerinden hiçbir şey gemliyordu. Biliyorlardı ki ağa güçlü biridir, devlet içinde büyük itibarı var-dır. Ona fazla zarar vermeye gelmezdi ve bedelini çok ağır bir şekilde öderlerdi. Kasım bu yönden kendini zayıf ve şanssız hissediyor, o da hıncını küçüklerden alıyordu. Kasım, bazen ağaya ait küçük baş hayvanları otlağa götürüyordu. Evin hanımı ve kızı, Kasım’ın heybesini taze pağaça, peynir, çökelek ve mevsimine göre her şeyden dolduruyorlardı. Büyük oğlanlar bu durumu bildiklerinden, hemen onun önünü çevirip, heybesinde ne var ne yok alıyorlardı. Direnirse de kendisini bir iyice dövüyorlardı …
Bir gün durumu evin hanımına anlattı. O da: “ Behey benim eşek oğlum. Madem öyle, sen de onların gitiği yöne değil, de başka yöne gidersin. Allah’ın otlağı mı tükendi” diyordu. Bu öneri, Kasım’ın aklına yatmıştı ve bundan böyle, hanımının sözüne uyarak bu baskı ve işkenceden böylece kurtulmuş oluyordu.
Kasım, her geçen gün ve sene, büyüyordu. Büyüyordu büyümesine ama, boyu hep kısa kalıyordu. Bu durumuna çok içerliyordu. O istiyordu ki hem bedenen ve hem de boy olarak uzasın ve bütün herkese korku salsın. Buna rağmen gücü yetebileceğine kanaat getirdiği çocuk ve gençleri; babasının zamanında kendini yukarı kaldırıp, acımasızca yere vurduğu aklına geliyor, aynı hınçla acımasızca dövüyordu … Bir gün Çapo’larda oturan İmamla karşılaştı. İmam doğuştan mı yoksa sonradan mı bir ayağı sakattı ve oldukça kısa kalmıştı. Diğer ayağı ise sağlamdı ve diğerine oranla 2-3 katı uzundu. Ancak yürürken kısa ayağının üze- rine yüklendiğinden, uzun ve sağlam ayağını kırarak, diğerinin seviyesine getiri- yordu. Omuzunda kürekle İmam’a doğru yürüyen Kasım “ Şu boyu kısa gence, kürekle bir-iki yapıştırıp, bir ders vereyim” diye geçirdi içinden. Ona doğru yak- laştı ve: “ Ulan ne arıyon sen burada?” diyerek, omuzundan aldığı kürekle vur-mak için hamle yaptı. Bu duruma çok sinirlenen İmam, kırarak yürüdüğü sağlam ayağının üzerine doğrulunca, birden heybetli biri oluverdi.” Ne diyon sen ulan” deyip de Kasım’ın üzerine yürüyünce, onun heybetli görünüşü ve kararlı tutumu karşısında: “ Anaaaa!” diyerek, küreği yere fırlattığı gibi, öylesine bir kaçış kaçtı ki, ardından sapan taşı bile kavuşmazdı.
Yine bir gün, ağadan habersiz atını aldı ve tüfeğini de kuşanarak, şöyle yazı yabanda bir tur atayım diyerek atı mahfuzladı. Sırtında tüfekle atın dört nala koşması ona doyumsuz bir haz veriyordu. Herkes de dönüp dönüp Kasım’a bakıyor ve bu durum onu daha çok gururlandırıyor ve heyecanlandırıyordu. Yolda dört nala giderken birden önüne iki tane asker çıkıverdi. Kendisini dur-duruverdiler. “ Kimsin, nereye gidiyorsun, tüfeğin ruhsatı var mı? sorularına korkusundan cevap dahi veremedi. Kem küm edip duruverdi. Askerler: “ Ver bakayım şu tüfeği, yarın gelir, ifade verir ve tüfeğini alırsın” dediler. Kasım’ı bir telaş, bir korkudur aldı. “ Ben şimdi ağaya ne diyeceğim, ona nasıl hesap vere-ceğim” diye düşünerek endişe ile evin yolunu tuttu. Durumu abisi Hacı Ali’ye anlattı. O da kendisine: “ Her şeyi olduğu gibi anlatacaksın ağaya. Başka ne yapılabilinir ki? Biz karakola gitsek, tüfeği istesek, mümkünü yok vermezler “ dedi. Kasım yukarı çıkıp, ağaya her şeyi olduğu gibi anlattı. Ağa Kasım’a doğru kafasını sallayarak, telefonun başına geçti. “Aloo, Baş Efendi. Ben Mustafa Ağa”. Karşıdaki ses: “ Buyur ağam, emrin nedir?” Ağa biraz sert bir tavırla “ Sizin askerlerden ikisi, benim tüfeği bizim çocuğun elinden almış. Derhal o tüfeği, bizzat o askerlerden biri ile gönder” dedi ve telefonu kapattı. Biraz sonra bir asker elinde tüfekle çıkıp geldi. Ağa Kasım’a dönerek: “ Bu asker mi aldı senden tüfeği? diye sorunca, Kasım başıyla onayladı. Ağa sert bir şekilde aske-rin uzattığı tüfeği aldı ve: “ Ulan sen ne hakla, bir ağanın tüfeğine el koyarsın? dedi ve askerin bir şey demesine fırsat bırakmadan, suratına öyle bir tokat indirdi ki, asker yere yuvarlanıverdi. Hiç beklemediği bu durum üzerine Kasım: “ Ağa umduğumdan da büyük adammış meğer. Herkesin korktuğu, çekindiği kadar da varmış” diyordu …
Dostları ilə paylaş: |