Uzun zamandanberi hazırlayıp basılır hale getirdiğim bu çalışmayı, basım- dan önce internet üzerinden yayımlamayı uygun gördüm. Bundaki amacım, var- sa bir eksiklik ve yanlışlıklar, onları; yapılacak uyarılar doğrultusunda düzelt-mek, gereksiz görülen fazlalıkları çıkartmak, varsa eksiklikleri tamamlamaktır. Ayrıca, aile( özellikle eskiye dair)resimleri ile süslemenin daha ilgi çekici olaca-ğı kanaatini taşımaktayım. Bu cümleden olarak, eksiklikler, fazlalıklar, yanlış-lıklar ve düzeltilmesi istenen bilgiler adresime gönderildiği takdirde değerlen-dirmeye tabi tutacağımı belirtmek isterim. Birçok aileden resim temin edebil-dim. Resim vermemiş olan ailelerden de resim talep etmekteyim. İlgilerinizi bekliyor, selam, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Adres: Yeşilırmak Mah. Sıtkı Ulaşoğlu Cad. 6. Sok. Yunus Emre Ap. Kat: 3 No: 9 – T O K A T Cep: 0542 564 45 70 Whats App: 0506 125 60 90
(Benim gözümden) DOĞANŞEHİR ve 93(1877) MUHACİRLERİ
B A Ş L A R K E N
93 Harbi ve muhacirleri derken kim ne anlamaktadır? Bahsi geçen harp ne sebeple, nasıl olmuş, nasıl sonuçlanmıştır? Muhacirler neden yaşam sürdükleri yerleri terk etmek zorunda kalmışlardır? Nerelerden gelmişler, ne sebeple gel-mişler, nasıl gelmişler ve neler yapmışlardır? 100 kişiye sorulsa, ancak 20 kişi cevap verebilir. Verilen cevaplar da tatmin edici olmaz sanırım. İşte bu sorula-rın ışığı altında, kolları sıvıyarak işe koyulalım.
1293(1877) yılında, Osmanlı ile Rusya arasında vuku bulan ve 93 Harbi olarak bilinen harp sonrası, Osmanlı ağır bir yenilgiye uğramış, yapılan Yeşilköy (A-yastefanos) Antlaşmasıyla büyük toprak kaybına, yüklü bir harp tazminatına ve her şeyden önemlisi, onur, gurur ve manevi çöküntüye sebep olmuştur. Rusya’ ya bırakılmak zorunda kalınan topraklar üzerinde yaşayan insanlar; onların insa-fına kalmaktansa, evlerini, tarlalarını, dağlarını, ovalarını, ormanlarını, yaşamış oldukları acı-tatlı bir sürü anılarını oralarda bırakıp, hissettikleri dayanılmaz acı-larını kalplerine gömerek, gözyaşları arasında terk-i diyar etmişlerdir.
Harp, hem doğuda hem de batıda aynı anda cereyan etmiş olduğundan, har- bin sonucunda; Osmanlı’nın ağır bir yenilgi sonrası ve akabinde çok ağır koşul- lar içeren antlaşma (Ayastefanos) üzerine; resmi istatistiklere göre, Rumeli’n- den 767.339; Batum, Kars ve Artvin havalisinden de 300.000 muhacir, değişik tarihlerde, binbir zorluk ve yokluklar içerisinde Anadolu’nun içlerine doğru yola koyulmuşlardır …
Gürcistan, Artvin, Kars ve Ardahan topraklarından ayrılan insanlar; yolda karşılaştıkları yakın komşu köy halklarıyla gruplar oluşturarak, hem otorite boş- luğundan yararlanan eşkiya ve hırsızlardan korunmaya, hem de acılarını payla- şarak olanları unutmaya çalışmışlardır. Bazı yerlerde zorunlu molalardan sonra, uzun ve yorucu yolculuk boyunca, gruplardan kopmalar olmuş, yurdun değişik istikametlerine doğru yolculuk devam etmiştir. Bunun nedenine gelince; varıla- cak yerin neresi ve nasıl bir yer olduğunun bilinmemesidir. Acaba, hangi yöne gidilirse daha uygun bir yerleşim alanı bulunabilir? İşte bu düşünce, insanları böyle bir karar almaya itmişti. Yalnız, tek ortak düşünce; mademki her şey-lerden koparak yollara düşülmüştür, mümkün olduğunca çok çok uzaklara gitmekti. Her ne kadar, devletçe kendilerine yerleşim konusunda kolaylıklar sağlanacağı garantisi verileceği bilinse de, yine de üzerlerinde baskı oluşturan tedirginlik ve karamsarlık duygularından, kendilerini kurtaramamışlardı. Bir kere, memlekette bırakmak zorunda kaldıkları imkanları, başka bir yerlerde bu-lamayacaklarından kesinkes emindirler. Bütün bunlara rağmen, hiç değilse, az çok da olsa, tatmin olabilecekleri, kendi yaşam koşullarına uygun olabilecek bir yerin hayalini kurmaktan başka ellerinden bir şey gelmiyordu…
Çok eski dönemlerde Orta Asya’dan kalkan savaşçı kabileler, bulundukları kurak yerleri bırakarak, daha verimli topraklar bulup oralara yerleşmek adına, batıya doğru akınlar düzenlemişlerdi. Bu hareketlilik, milât’tan önceki yıllara kadar dayanıyordu. O yıllarda, batıya doğru göç edip, Kafkaslar bölgesinde yer-leşik düzene geçen İskitler, Kimmerler, Kıpçaklar; zamanla dönemlerini nokta-layıp tarihe karışırlarken, bu köklerden olan insanlar, yaşamlarını bu bölgede çeşitli adlarla sürdürmeye devam etmişlerdi. O yörelerde yaşamakta olan Çer-kez, Abaza, Çeçen, Gagavuz, Azeri, Dağistan, Ahıska ve Acara’lı Türkler ve Müslüman Gürcülerin kökenlerinin; İskit, Kimmer, Kıpçaklara kadar dayandığı ileri sürülmektedir. Yaşam tarzları da bu yargıyı doğrulamaktadır.
Milât’tan önceki yıllarda hüküm sürmüş olan İskit ve kimmerler ve Milât’tan sonraki ilk yıllarda hüküm sürmüş olan Kıpçaklar, cesur ve savaşçı insanlar ola- rak tarihe geçmişlerdi. Sadece erkekleri değil, kadınlarını da savaşlarda boy gös- terirken görmekteyiz. İskitlerde yaşandığını gördüğümüz şu olay oldukça dikkat çekicidir. Savaşçı kadınlar; kılıcı ya da herhangi bir silahı hangi eliyle kullanı- yorlarsa, o kolun daha kuvvetli ve daha işlevsel olması için, sağ kolunu kullanı- yorsa sağ, sol kolunu kullanıyorsa sol memelerini aldırdıklarına şahit olmakta-yız. Batılı bir araştırmacı; nereli, nasıl ve ne ırktan oldukları bilinmeyen, ancak bir efsane olarak anılan savaşçı kadınlar ”AMAZON” ların, bu ırklara mensup olabileceklerini varsayarak, araştırmalarını yoğunlaştırmıştır.
İslâmiyet’in ilk yıllarında ilâhî bir dine sahip olmayan bu yöre insanlarına, İslâmiyet’i, kılıçla ve baskıyla kabul ettirmek mümkün olmayınca, gönül insan- ları gönderilerek, nasihat ve telkinlerle İslâmiyeti kabul ettirmek mümkün olmuş ve İslâmiyet yoğun bir şekilde yaşanmaya başlanmıştır. Anadolu içlerinde dini uygulamalar henüz tam anlamı ile yerleşmemişken, Doğanşehir’e gelen muha-cirlerden büyük bir kısmının molla, hoca ve hafız gibi din adamlarından oluş- ması, oradan alınmış olan İslâmî yaşantıdan ve terbiyeden kaynaklanmaktadır. Bunu da şu nedene dayandırmaktayım. Anadolu toprakları, Türkler gelmezden önce Bizans toprakları idi ve ilahi bir din olan Hıristiyanlık yoğun bir şekilde yaşanıyordu. İslamiyetin, Hz.Muhammet ile yaşama geçirilmesinden itibaren, yayılıp gelişmesi için, önceleri, İlahi bir dine sahip durumda olmayan ülkeler hedeflenmişti. Kafkaslarda yaşayan Türk asıllı insanların, Anadoludaki insan-lardan çok önceleri İslamiyeti kabul edip yoğun bir şekilde yaşamaya başlamış olması bu nedenledir.
Kıpçak kökünden gelen Türk asıllı Laz, Çerkez, Çeçen, Müslüman Gürcü ve genellikle Ahıska’lı insanlar; önceleri, daha ziyade Gürcistan toprakları içinde yaşamakta iken, Ruslarla I.Abdülhamit ve II.Mahmut zamanında yapılan ve kay- bedilen savaşlar ve Abdülmecit zamanında Fransa ve İngilterenin katkılarıyle kazanılan Kırım Savaşı sonunda Rusların büyük zulmüne uğramışlardı. İnsan- ların büyük bir kısmının canına kıyılmış, bir kısmı Sibirya içlerine sürülmüş, canlarını kurtarabilen insanlar da güneye inerek Osmanlı idaresi altında bulunan komşu Kars-Ardahan ve Artvin’in sınır köylerine yerleşmişlerdi. 1293(1877) de yapılan ve 93 Harbi diye anılan ve kaybedilen savaş sonucunda da, bu toprak- larda yaşamakta olan bu insanlar; Kars, Ardahan ve Artvin toprakları içinde bu-lunan köylerini, evlerini, tarlalarını ve acı-tatlı anılarını da geride bırakıp, bir-likte hareket ederek, gelip önce 1882 yılında Malatya Samanköy mevkiinde 2,5 yıl kalmışlardı. Burasının, yaşam koşullarına uygun olmaması nedeni ile, başka daha uygun bir yerlere göç etmek zarureti hasıl olmuştur. Zira Malatya’da yer-leşilen yer, taşlık bir alan olup tarım ve hayvancılıktan başka bir uğraşıları ol-mayan bu insanlar için hiç de cazip bir yer değildi. Üstelik susuz bir alandı. Su ihtiyacı yakınlarında çok derin bir vadiden akan “Beyler Deresi” inden tedarik edilebiliyordu. Bu ise çok çok meşakkatli idi … Salık verilen ve araştırma sonu-cu daha uygun bulunan yer, etrafı surlarla çevrili, içinde sadece bir ailenin yaşa-makta olduğu, sahipsiz ve ıssız bir yer idi. Muhacirler, Subatra diye anılan, hara-be halindeki bu kale içine yerleşmeye karar vermişlerdi… Buraya ulaştıklarında sonbaharın son demleri idi. Havalar oldukça soğuktu. Kış ayları, yakın köylerde, çoğunlukla Harapşehir, birkaç aile de Topraktepe köyünde geçirdikten sonra, 1885 yılında 120, bazı kaynaklara göre 150 hane olarak Subatra’ya yerleşmişler-dir. Bu ailelerden 30 kadarının pek az kısmı, burasını da beğenmeyerek memle-kete geri dönmüş, diğer bir kısmı da Besni, Gölbaşı, Elbistan, Maraş, Göksun, Dörtyol, Çorum, Yozgat gibi, memleketin çeşitli yörelerine göç etmişler, geri kalanlar ise Subatra’ya kalıcı olarak yerleşmişlerdir. Bahsi geçen bu yerlere, çok daha önceden de peyder pey bazı ailelerce yerleşimler olduğu da bir gerçektir. Bilahare, sonradan gelen muhacir ve civar köy ve kasabalardan gelip yerleşen aileler ile Subatra’nın nüfusu kabarmıştır. Civarda yaşayan insanlarca muhacir, ancak, muhacirlerin ismini, bulunduğu konumundan dolayı koydukları, ya da evvelden gelen hitap şekli ile Viranşehir; önceleri Besni, daha sonraları Sürgü Nahiyesine bağlı küçük bir köy iken, zamanla büyüyerek nahiye ve daha sonra 1946 da kaza olmuştur.
Tren yolculuğu sırasında, halkın ısrarı üzerine Viranşehir’de trenden inen Başbakan İsmet İnönü, Viranşehir ismini uygun bulmayarak, sizler gelmeden önce öğrendiğim üzere, burası ıssız ve sahipsiz bir yer konumunda imiş. Sizler geldikten sonra ise, burası sizlerle yeniden canlanmış adeta yeniden doğmuş. Bu nedenle buranın isminin Doğanşehir olması bence daha uygun düşer demesi ve halkın da benimsemesi üzerine, o tarihten itibaren Doğanşehir olarak anılmaya başlanmıştır.
1960 yılına kadar Doğanşehir, hemen hemen muhacir nüfusdan oluşurken ve civar insanlarınca muhacir diye anılırken, bu tarihten sonra, başka yörelerden göç almaya, buna karşın muhacir kesimden göç vermeye başlanmıştır. Şimdiki zaman itibariyle, Doğanşehir’de bir elin parmakları kadar az muhacir kesimden insan yaşamaktadır. Fazla değil birkaç sene sonra muhacir diye adlandırılan bu yerde, hiçbir muhacir aile kalmayacak sanıyorum. Yüz yıldan fazla burada, gü-nahı ile sevabı ile yaşam süren bir medeniyet, unutulup gidecek ve tarihe karı-şacaktır. Bu insanlardan biri olarak, içinde bulunulan bu durum içimi sızlatmak-ta, bu kayboluşa gönlüm razı olmamaktadır. Acı-tatlı bütün anılarımla dolu, çok sevdiğim bu yerin ve burada yaşamış ve yaşamakta olan insanların, zamanla unutulmaması adına, uzun süreli bir çalışma sonucu; nüfus bilgilerinden, ilçemiz yaşlı insanların anlatılarından ve kendi gözlemlerimden hareketle, ilk zamandan bugüne kadar yaşamış olan muhacir kesiminden; kimler kimlerdir?, kimlerin nesidirler? Sosyal yaşantıları, anane ve görenekleri, yaşanmış ilginç kişi ve olay-ları derleyerek, unutulmamak adına birer anı olarak sizlerle paylaşmak istiyo-rum. Bu arada göç edilmek zorunda kalınan yerler ile, gelip de yerleşilen yerler, muhacirleri göçe zorlayan Osmanlı-Rus Harpleri ve onların olumsuz sonuçları hakkında da bilgi sunmak gerekliliğine de inanmaktayım.
Çalışmalarımda kendilerinden yararlandığım Yaşar Yaman, Metin Günaydın, Posoflu emekli öğretmen araştırmacı ve yazar Fehmi Bayraktaroğlu’na, Pötür-geli araştırmacı yazar Orhan Şen’e, nüfus bilgilerinin elde edilmesinde bana çok yardımı olan nüfus memuru M. Balaban’a, fikir, düşünce ve bilgilerinden yarar-landığım büyüklerim Kamil ve Zihni Durdu, Mehmet Tekin, Nuri Yılmaz, Mehmet Yıldırım, Zeki Doğan, Servet Özbey, Beşir Taner, Fahri Yağcı, Vefa Erdoğan,Turan Karatepe, Latif Durak, Göksunlu Murat Şahin, Muammer ve Muzaffer Şahin kardeşler ve özellikle de Vahit Doğan’a teşekkür etmeyi bir borç bilirim.
Şunu da açıkça belirtmekte yarar görmekteyim. Ben ne bir hikâye ve roman yazarı, ne de olayları gün yüzüne çıkarmaya çalışan bir araştırmacıyım. Sadece merakımı gidermek ve Doğanşehirde yaşamış ve yaşamakta olan atalarım gibi Ardahan- Kars- Artvin- Erzurum yöre insanlarının, tüm val varlıklarını terk edip ve tüm hasretlik duygularını içlerine gömerek göçe zorlanmalarına sebep olan 93(1877 ) Harbi’nin nasıl başladığı, nasıl sonuçlandığı, bu süreç içinde neler ya-şandığını, üç kıtaya yayılmış dünyaya meydan okuyan koca bir imparatorluğun, bir Rusya karşısında bile son devrelerinde giriştiği her mücadelede neden güç durumlara düştüğünü ve bu durumlara düşme sebeplerini ve en sonunda kurtu-luşa erişmenin rahatlığını, ta başından itibaren ele alarak biraz da tarihimizi tanı-mak adına, edinmiş olduğum bilgileri ilgilenenlere aktarmak, Doğanşehir’in ta-rihsel sürecini, ilçede yaşamış ve yaşamakta olan aileleri tanımak ve tanıtmak amacını taşımaktayım. Bu konuda hiçbir iddiam yoktur. Verdiğim bilgilerde yanlışlıklar ve eksiklikler olabilir. Ancak, doğruları yazmak adına, uzun soluklu ve yorucu bir çalışmanın içine girdiğimden kimsenin kuşkusu olmasın. Sehven de olsa, olması muhtemel hata ve eksikliklerden dolayı şimdiden herkesten özür dilerim.
Daha önce ön hazırlık olarak hazırlayıp ilgilenenlere sunduğum kitaplardaki bilgilerden( Eyüp Çavuş-93 ve Memleketimden Esintiler) rahatsızlık duyul-duğunu ve bunun dillendirildiğini duymak beni ziyadesi ile üzmüştür. Ben iki kitapçıkta sadece, ilgi çeken insan ve hikayelere yer verdim. Dolayısı ile tüm ai-leleri konu etmedim. Niye bizim aileden yeterince ya da hiç bahsedilmemiş şek-lindeki serzenişlerin olabildiğni hesaba katarak, tüm muhacir aileleri, asıl son-radan çıkaracağım bu kitapta geniş kapsamlı olarak ele alacağımı önemle be-lirtmek istedim… Hemen hemen herkes, kendi ailelerinden özellikle ve geniş bir şekilde bahsedilmesini benden ummuşlardır. Muhakkakki her insanın kendi aile-si ve nesli kendisi için değerlidir. Bunun aksini iddia etmek abesle iştigaldir. Her insanın değerinin, başkaları tarafından aynı ölçüde değerlendirilemeyeceği de bir vakıadır. Zira bu, insanın tabiatına aykırıdır. Bütün bunları hesaba katarak, mümkün olduğunca kimseyi incitmemeye gayret ettim. Oysaki elde ettiğim bil-gilerde bazı aile fertlerinin olumsuz yönleri ön plana çıkıyordu. Bunlardan mümkün mertebe kaçındım. İnsanlar arasında ayırım gözetmemeye ve onları rencide etmemeye çalışırken, elde edebildiğim bilgileri bazen uzun, bazen de kısa tutmak durumunda kaldım. Çünkü yeterli bilgiye ulaşamıyordum. Sordu-ğum sorulara yeterli cevap alamıyor, ya cevap vermekten kaçınılıyor, ya da önemsenmiyordu… Geçmişe dair en az bir aile fotoğrafını, aynı zamanda görsel olarak da anımsanması amacı ile ısrarla istememe rağmen, birkaç aile ferdi dı-şında, kimseden yardım göremedim…
Bir yanlışlığa meydan vermemek adına belki ilave bir değişiklik gündeme gelebilir düşüncesiyle yıllarca baskıyı geciktirmek durumunda kaldım. Kahve-hanede olsun, yolda olsun, denk geldiğim insanlardan, hatta başka yerlerde ika-met etmekte olan aile fertlerinden, merak ettiğim konularda kendilerine telefonla ulaşarak fikir danıştım. Daha ziyade bilgilerine başvurduğum yaşlı insanlarımı-zın zamanla oluşan yaşlılığa bağlı unutkanlıkları, daha önce verdikleri bilgilerle ilgili, sonradan test etmek amacı ile sorduğum sorulara çelişkili cevaplar veril-mesi, çalışmaları aksatmış ve bazı yanlış bilgilerin yansımasına neden olmuştur. Doğru bilgilere ulaşma adına derlediğim bilgileri, yerli bir gazetede tefrika ettir-dim ve internetten de servis yaptım. Amacım, doğruları yazmak adına insanla-rın uyarılarını dikkate almaktı. Ancak, herkesten yeterli bilgi ve yardım göre-medim. Ben de elde edebildiğim bilgilerle yetinmek zorunda kaldım … Bu ça-lışma için yıllarımı verdim. Neticede, başta ben dahil, insanların bilmedikleri bilgilere ulaştım. Ancak ne yazıktır ki, bazı değerli büyüklerimi tenzih ederim, hiç ummadığım insanların, çok basit mevzular nedeni ile dolaylı şekilde serze-nişleri beni rahatsız ve huzursuz etmiştir. Kendi aileleri ile ilgili bilgilerin yeter-sizliğinden, ya da yeterli oranda yer verilmemesinden dem vurulmuştur. Oysa ki, “ Sağolasın, eline koluna sağlık, büyük emek vermiş iyi kötü bir eser mey-dana getirmişsin. Bu sayede bizler de bu şekilde bilgilenmiş olduk” demelerini beklerdim… Çok daha önceleri arkadaşım Yaşar Yaman da bu konu ile ilgili olarak yazdığı kitap nedeni ile aynı saldırılara maruz kalmış, çalışmaları küçüm-senmiş, azımsanmış ve önemsenmemişti. Ben ise onu savunmuş, bu işin o kadar kolay olmadığını ileri sürerek kendisini bu emeğinden ötürü kutlamıştırım. Oy-saki bu tür girişimler insanların önünü açar. Onlara cesaret verir. Sonuçta da, zamanla başkaları tarafından daha verimli çalışmaların ortaya çıkmasını sağ-lar… Bu konudan dolayı üzgün olduğumu ancak, hiç kimseye kırgın olmadığımı belirtmek isterim.
Bazen önemli, bazen de yersiz sebeplerle, bu toprakları terk edip başka diyar-lara giden ve uzun yıllar boyunca bu topraklara bir daha dönmeyi arzulamayan, tüm atalarının bu topraklarda yatıyor olmasına ve kendilerin de belli bir zaman dilimi içerisinde burada bir hayat sürmüş olmalarına rağmen, burasını bir kez olsun ziyaret etmeyi akıllarının ucundan bile geçirmeyen insanları anlıyamıyo-rum. Büyük atalarının isimlerini dahi bilmedikleri, çok yakınlarının ölümlerinde dahi yanlarında bulunmadıklarını bildiğimiz insanların var olduklarına, üzülerek ve şaşırarak şahit olmuşumdur. Oysa ki benim, nerede olursam olayım, memle-ket hasreti gözümde hep tüter durur. İki aydan fazla dayanamam bu hasrete …
Mensubu olduğum muhacir kesimde, önemli konularda birlik beraberlik için-de olunmaması, birbirlerini çekememezlik, az da olsa birileri tarafından elde edi-len bir başarının önemsenmemesi ve hatta küçümsenmesi, herhangi birinin siv-rilip öne çıkmasına tahammül gösterilmemesi canımı acıtan ve ayrıca ilçenin ge-ri kalmışlığını gösteren hususlar olarak öne çıkmaktadır. Oysaki gerek civar-daki sunni köy insanlarında ve gerekse aşiretlerde, böyle bir şey asla söz konusu değildir. Kendi insanlarına öylesine değer verir ve öylesine kenetlenirler ki, onların bir ölüm ya da bir düğün olayında adeta seferber olduklarına şahit oluruz.. İçlerinden biri olumlu bir şey yapsa onu kutsar ve önemserler, olum-suzlukları da kapatmaya çalışırlar… Bu konu ile ilgili bir aileyi örnek vermek isterim. Polat asıllı Vaiz Şahin ailesi. Uzunca bir süre Doğanşehirde kalmışlar, bilahare İstanbul’a göç etmişlerdi. İşlerinden dolayı orada bulunmalarına ve aslen Polat kasabasından olmalarına rağmen, her sene oğullar tarafından, ilçe ve insanları, hiç aksatılmansızın ziyaret edilmekte, gerek duyulduğu hallerde de ilçeye ve ilçe insanlarına açık ya da gizli hizmetlerde bulunulmaktadır. Oysa bizde öyle mi?... Atalarımızın yüz yıla yakın günahı ile sevabı ile yaşam sür-dükleri bu toprakları ve insanlarını tamamen gözden çıkarmış bulunmaktayız. Elimizde avucumuzda ne varsa satıp savıp bir an önce buralardan uzaklaşmayı bir marifet saymışız. Böylesine karışık duygularla, bin bir zorlukla, uzunca bir zaman süreci içinde hazırlamış ve basıma hazır duruma getirdiğim bu çalışmayı sonuçlandırmayı ister miyim? bilmiyorum. Doğrusu içimden gelmiyor ama, yine de her şeye rağmen bu kitap, eksiği ile fazlası ile, yanlışı ile doğrusu ile insan-larımın hizmetine sunmaya çalışacağım. Saygılarımla...
MÜNİR TAŞTAN
B İ R İ N Cİ B Ö L Ü M
Öncelikle, terk edilmek zorunda kalınan yerler hakkında bir sunum yap-makla işe başlayalım.
Doğanşehir’e gelen muhacirlerin hemen hemen dörtte üçü, Posof ve civar köylerindendir. En ağırlıklı olarak da Golishal ve Caborya’dan gelenlerdir. Bu köyleri sıralamak gerekirse; 1-Golishal (Gürarmut), 2-Caborya (Günlüce), 3- Sece(Kurşunçavuş), 4- Şuvarskal (Gönülaçan), 5- Hünemiş (Söğütlükaya), 6- Cilvana (Binbaşı Eminbey), 7-Satlel (Yaylaaltı), 8-Cacun (Uğurca), 9-Marso-lat (Arılı), 10- Hertüs (Sarıçiçek).
Posof ve köylerinin haricinde Artvin’in merkez köylerinden Hod(Maden), Şav- şat ilçesinin sınır köylerinden Mokta( Savaş), İmerhev( Meydancık) ve Ahalda-ba (Tepeköy)- Ardahan merkez ve Dıbat ( Yalnızçam) köylerinden gelenlerden oluşmaktadır.
Şu durumu da göz ardı etmemek lazım. Belirtilen bu yerlerden gelen muhacirle-rin ataları, daha önceleri Kafkasya’da ve özellikle Gürcistan toprakları içinde kalan Acara, Ahıska, Batum ve buralara bağlı Cağısman, Gomora, Entel, Lelvan gibi köylerde yaşam sürmekte idiler. Zamanla yetersiz, kifayetsiz ve donanımsız padişahların devletin başına geçmesi, dolayısı ile buna bağlı olarak devlet düze-ninin bozulması ile birlikte, Osmanlı’nın zayıflayıp Rusların güçlenmesi, bütün dengeleri alt üst etmiş, hiç yenilmez diye bilinen Osmanlı Ordusu, bir Rus ordu-su karşısında bile ağır yenilgiler almaya başlamıştır. İlk önce 3.Avurturya çıkar-masında Zenta’da çok ağır bir mağlubiyet alınması ile birlikte seri mağlubiyet-ler devam etmiştir. I.Abdülhamit, II.Mahmut ve Abdülmecit zamanında yapılan savaşlar sonucu, bu yörelerde yaşam sürmekte olan insanlardan canlarını kurta-rabilenler Rus zulmünden uzaklaşma adına Artvin, Ardahan ve Kars’a ait sınır köylerine kapağı atmışlardı. Bu cümleden olarak, önceki yaşam yerleri ile ilgili kısa bigiler sunmanın yerinde olacağına inancındayım.
Çok önceleri değişik kavimlere ev sahipliği yapan Kafkas bölgesi, Emevi ha- lifelerinden Haşim Bin Abdülmelik tarafından İslam Devletinin sınırları içine alınmıştır. Kuzey Kafkasya bölgeleri tamamen feth olunduktan sonra Azerbey-can, Arsan, Şirvan, Ermenisten ve Gürcistan’ı da içine alan büyük bir eyalet ha- line dönüştürülmüştür. Daha sonra Selçuklu Çağrı Bey tarafından feth olunan Kafkas yöresi, 1063 yılından itibaren Selçuk Sultanı Alpaslan tarafından geniş-letilerek Anadolu topraklarına da sızmaya başlanılmıştır. 1064 yılında Hıristi-yanlarca kutsal sayılan Ani Kalesi alınarak Kars’a girilmiştir. 1071 yılında Ro-men Diyojen kumandasındaki Bizans Ordusunun Malazgirt’te Alpaslan tara-fından mağlup edilmesi ile birlikte Anadolu toprakları, sonuna kadar Türklere açılmıştır.
Selçuklu Sultanlarından II.Kılıçaslan ve Gıyasettin Keyhüsrev’den sonra sah-nede Saltuklular, Artuklular ve Mengücekleri görmekteyiz. 200 sene kadar Sel- çuklu hakimiyetinde kalan Kafkas bölgesi Moğolların istilasına uğramış, 1535 yılına kadar Şirvanşahlar Hanedanının, sonra da Safevilerin hakimiyeti altına girmiştir. Daha sonra bir Türk-Moğol Devleti olan Altınordu, Batu Han liderli-ğinde, bütün bu bölgeyi egemenliği altına almıştır. İslamiyet, Moğollar ve özel-likle Kıpçak ve Kuman Türkleri arasında hızla yayılırken, Altınordu ve Moğol-ların Müslüman olmaları ile birlikte hızla Türkleştiklerine ve Türkçe dilini kul-lanmaya başladıklarına şahit olmaktayız …Yavuz Sultan Selim ile birlikte Kaf-kasya’da Osmanlı nüfuzunun arttığını görmekteyiz. Selim’in Mısır seferini mü-teakip Halifeliği de alması ile birlikte, Kafkas Müslümanları, Osmanlı hakimi-yetini doğal olarak kabul etmiş oluyorlardı.
Osmanlı İmparatorluğu 1568 yılında, Don ile Volga Nehirlerini bir kanalla birbirine bağlamak sureti ile Türki Cumhuriyetlerle bağlantı kurmayı amaçlı-yordu. Tehlikeyi sezen Ruslar bu projenin gerçekleşmesine engel oldular. Za-manla eski özelliklerini kaybeden Osmanlı ile, I.Abdülhamit ve II.Mahmut za-manında yaptıkları savaşları kazanıp, büyük kazanımlar elde ettiler. Bu durum-lardan istifade ile Ruslar, tüm Kafkasya’yı egemenlikleri altına almayı gaye edindiler. Rusların baskıcı ve sömürgeci siyaseti karşısında Kafkas Müslüman-ları Ruslara karşı direnmeye başladılar. Avar Türkleri, Gazi Muhammet, bila-hare Hamza bey, Şeyh Şamil ve Hacı Murat ile bu soylu direnişi devam ettir-diler. 1864 yılında Kafkaslardaki bu milli direniş Ruslar tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı ve böylece Kafkasya tümden Rusların eline geçmiş oldu. Bu durumun ardından, Rusların zulmünden uzaklaşmak adına on binlerce Türk ve diğer kesimden insanlar, yakınlarındaki Osmanlı egemenliğinde bulunan Kars, Artvin, Ardahan’ın sınır köylerine kapağı attılar. Bu insanlar daha ziyade Ba-tum, Ahıska, Acaristan ve buralara bağlı Gomora, Lilvan, Cağısman, Entel gibi küçük yerleşim yerlerinden kopup gelen insanlardır. O halde oraları biraz daha yakından tanıyalım.
A C A R İ S T A N
Gürcistanda Batum liman şehrine bağlı, yüzölçümü 3 bin klm.kare, 1987 sa- yımına göre 392 bin olan muhtar bir Cumhuriyettir. Yönetim merkezi Batum olan Acaristanda; yüzde 63 Müslüman, geri kalanı Ermeni, Rus, Gürcü ve diğer unsurlardan oluşmaktadır. Acarların, Ağaçeri Türklerinden geldikleri kaydetil-mekte olup Türk kökenli bir kavim oldukları tescillenmiştir. 1627 yılında Os-manlı hakimiyeti altına alınan Acaristanda, bu tarihten itibaren Türk-İslam kül- türü hakim kılınmıştır. 1877( 93) Osmanlı- Rus Harbini müteakip yapılan ant-laşma uyarınca bu topraklar Ruslara terk edilmiştir. 1991 yılında bağımsızlığını kazanan Acaristan, Özerk Cumhuriyet olarak varlığını sürdürmektedir.
Dostları ilə paylaş: |