Benim gözümden) doğANŞEHİR ve 93(1877) muhacirleri



Yüklə 2,37 Mb.
səhifə8/55
tarix30.07.2018
ölçüsü2,37 Mb.
#63474
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   55

Eyüp, sıra halinde farklı yönlere gitmekte olan her kafileye Ayşe’yi ve Go- lishal köylülerini sorup soruşturuyor, ancak bir türlü bilgi edinemiyordu. Herkes hayatından bezmiş, ne düşündükleri, ne yapmak istediklerini bilmeksizin, bir meçhule doğru yürüyorlardı. Kimin ne olduğu kimin umurunda idi? Eyüp bunun üzerine, belki daha ilerideki konvoydadırlar diye habire atını dehliyordu. Hangi yöne olursa olsun gitmekte olan bütün kafilelerde durumlar hiç de farklı değildi. Bir yandan yorgunluk, bir yandan çaresizlik ve bir yandan da ümitsizlik belle-rini büküyordu. Ayrıca, bu durumlardan nemalanmak isteyen hırsız ve şakiler de insanlara rahat vermiyor ve korku salıyorlardı …

Eyüp’ü en çok tedirgin eden husus, Ayşe ve Golishal köylülerinin ne tarafa doğru gittiklerini bilmemesi idi. Yoksa, onları çok kısa zamanda yakalıya bilirdi. Bu tedirgin düşünce içinde yoluna devam ederken, tarlasında ağır, ağır çift sür- mekte olan yaşlı birine rast geldi. Önce, bu adam bu haliyle nereden bilecekti kimin nereye gittiğini diye düşündü, yine de bir umutla ona yaklaşıp selam ver-di. “ Emmi, Golishal köylüleri ne tarafa gitmiş olabilirler, bir bilgin var mı?” diye sordu. Yaşlı adam: “ Ne bilirim oğul, hergün buralardan yüzlerce kâğnı ge-çer durur. Kimse bir şeyler demez. Ne ederler, nereye giderler, niçin giderler bi-linmez” dedi. Eyüp, pek umutvar olmamasına rağmen, tüm olup biteni yaşlı adama anlattı. Yaşlı adam, Eyüp’e acımış, yeterli bilgi veremediği içinde üzül-müştü. Ancak, laf arasında Sadık Ağa geçince yaşlı adam biraz duraksayıp, olanları iyice hatırlamaya çalıştı ve: “ Bir kafile vardı ki, diğerlerine göre daha kalabalık ve daha varlıklı gibi görünüyordu. Sadık Ağa diye çağrılan itibarlı biri kafileye başkanlık ediyor, sık sık konvoyu kontrol ediyordu. Bazen de kadınların olduğu tarafa dönerek Ayşe’ye eyi mukayyet olun diye emirler veriyordu” dedi. Bu sözler üzerine Eyüp’ün gözleri ışıldamaya, yüzü gülmeye başladı. “ Tamam emmi, bu söylediklerin benim için yeterli. Yalnız, bir de ne tarafa doğru gittik-lerini söyleyebilirsen iş tamamdır” dedi. Yaşlı adam: “ Vallaha yeğen, ne söyle-sem? Malatya lafı geçiyordu ara sıra. Sanırım oraya gitmekteler. Şu tarafa doğ-ru gittiler emme, çok zaman oldu oğul” dedi. Eyüp memnun ve mutlu bir şekilde “ Tamam emmi çok sağolasın, bu kadarı yeterli” diyerek atına atladığı gibi yıl-dırım hızı ile belirtilen yöne doğru atını koşturmaya başladı. İçi rahatlamıştı. En azından nereye doğru gittiklerini öğrenmişti. Gerçi, Malatya denen yer neresi-dir, nasıl bir yerdir bilmiyordu ama, orasını bilen birilerine rastlamak ve bilgi almak artık mümkün olabilecekti …

Eyüp evden ailesinden ayrılırken, üzerine fazladan bir şeyler almamıştı. Ha-liyle akşam ve sabahları üşüyordu. Bu durum sıkıntı yaratıyordu. Ayrıca, evde-kilere haber dahi vermeden çıkmış ve ondan beri eve uğramamıştı. “ Şimdi ev-dekiler ne kadar meraklanmışlardır. Hele hele annem ağlamaktan ve meraktan bir hal olmuştur!” diyordu … Bu durum içini acıtıyordu. Ancak, Ayşe’siz de ya-pamazdı. Kendini buna mecbur hissediyordu. “ O yöredeki bütün köyler boşal-mış yollara düşmüşlerdir. Şimdi bizimkiler, ben bir gün döner eve gelirim diye köyden kopmamışlardır. Herkes ayrılsa bile annem, asla köyü terk etmez, ben bilmez miyim?” diye düşünüyor, bu durumlara sebebiyet verdiği için de çok üzülüyordu…

Eyüp, rast geldiği her insana Malatya’nın ne tarafta olduğunu soruyor, aldığı cevap üzerine de atını dehliyordu. Sormakta ki amacı, farklı bir yöne giderek za-man kaybına uğramamaktı. Oysa ki zaman kaybına hiç tahammülü yoktu. Bir an evvel Ayşe’sine kavuşmaktı amacı. Öyle ya, aradan uzunca bir zaman geç-mişti. Sadık Ağa, onun ile evlenmeye can atıyordu. Kendisi çok uzaklarda oldu-ğu, ya da harp esnasında esir düşebileceği ve de şehit olabileceği düşünülebilir, Ayşe de bu hususta ikna edilebilirdi pekala. Her ne kadar bu konuda Ayşe’ye son derece güven duyuyorsa da yine de bütün bunları düşünmeden edemiyor-du… Aldığı yol boyunca, bütün bunları düşünürken, acıktığını ve üşüdüğünü hissediyor, kısa süreli molalar vermek zorunda kalıyordu. Kuytu bir yerlerde biraz ısınmaya çalışırken, bağ-bahçe artıkları ile de karnını doyurmaya çalışı-yordu. Bazen de utana sıkıla yol üzerindeki köy evlerinden ekmek talep ediyor, kimileri kapılarını dahi açmazken, kimileri kendisine acıyarak biraz ekmek ya da yemek ikram ediyorlardı. Karnını bunlarla iştahla doyururken “ Allah kim-seyi açlıkla terbiye etmesin” diyordu kendi kendine…

Nihayet Malatya’ya oldukça yaklaşmıştı. Kalbi heyecandan göğsünden fırlar-casına atmaya başlamıştı. Az da olsa, hala Malatya’ya gitmekte olan muhacirlere rastlayabiliyor, onlardan bilgi alabiliyordu. Onların arkasına takılıp birlikte yü- rümenin daha doğru olacağını düşündü. Zira muhacirlerin nerede iskan edildik-lerini bilemiyor, ancak bu muhacirlerle birlikte giderse istediği yere ulaşabile-ceğini hesaplıyordu. Derin bir vadinin karşı tarafında oldukça yoğun bir insan kalabalıklığının olduğunu fark etti. Büyük bir ihtimalle muhacirlerin toplandığı ve iskan edildiği yerdir diye düşündü. Ancak bu derin vadiyi, kâğnılarla ve hay-vanlarla aşmak mümkün görünmüyordu. Daha engin ve uygun bir geçit yeri bulmak gerekti. Bu nedenle suyun geldiği tarafa doğru ilerliyorlardı. Sonunda daha engin ve uygun bir yer tespit olunarak karşıya geçildi ve bir süre sonra da muhacirlerin iskan edildikleri yere ulaştılar ...

Eyüp atının sırtında, yerleşme telaşı içinde olan insanların arasında gezinerek, dikkatle Ayşe’sini arıyordu. Herkes bir telaş içinde olduğundan, Eyüp’ün neden at sırtında birilerini aradığının farkında olmuyordu. Sonra birden, Sadık Ağa’nın kardeşleri Hamit ve Numan Ağa’yı fark etti. Onlar da onu görmüşler, biraz hay- ret, biraz şaşkınlık ve biraz da öfke ile kendisine bakıyorlardı. O andan itibaren bir sürtüşmedir başlıyordu. Durumu Sadık Ağa da öğrenmiş, adeta öfke yumağı-na dönmüştü. Bir yandan Eyüp’ün o kadar yolu tepip nasıl gelip kendilerini bul-duğuna akıl sır erdiremezken, bir yandan da Ayşe’nin durumu haber alması ile birlikte neler olabileceğinin hesabını yapıyordu…

Ayşe durumu öğrenmiş, büyük bir heyecan ve sevinç dalgasına kapılmıştı. Demek Eyüp harpden sağ salim kurtulmuştu. Demek o kadar yolu tek başına te- perek gelip kendini bulmuştu ha!... “ Allah’ım sana şükürler olsun. Sevdiğim in- sanı bana bağışladın ve bizi bir birimizle tekrardan buluşturdun” diyerek büyük bir coşku ve sevinçle dualar ediyordu. Bütün bu duygular içinde bir yandan da tedirginlik yaşıyordu. Her ne kadar Sadık Ağa’ya ümit vermemiş olsa da onun bu duruma rıza göstermeyeceği ve sonuçta büyük bir huzursuzluk çıkacağından kesin kes emindi. Bu durum kendisini tedirgin ediyor, sevincine ve mutluluğuna gölge düşürüyordu…

Bu tedirginlik ve huzursuz ortam uzun bir süre devam etti. Ne Sadık Ağa ve ne de Eyüp, Ayşe’den vaz geçemiyordu. Durum gitgide sertleşiyordu. Sadık Ağa ve yakınları Eyüp’e baskı kuruyor, o da şiddetle direniyordu. Oradaki mu-hacirler durumdan haberdar olmuş, Eyüp’ün o kadar yolu bir sevda uğruna teperek, burada Ayşe’yi gelip bulmasını hayranlık ve saygı ile karşılamıştı. Bu olayda Sadık Ağa’dan ziyade Eyüp’den yana tavır koyuyorlardı. Gerçi Sadık Ağa’ya inanıyor ve saygı duyuyorlardı ama, bu bambaşka bir durumdu. Ortada bir gerçek vardı. O da iki genç insanın birbirlerini delicesine sevmeleriydi.

Gelinen o kadar yol boyunca Ayşe, Eyüp’e sarsılmaz bir şekilde duyduğu sevgi nedeni ile, kendisi çok çok uzaklarda kaldığı ve durumunun ne olduğunun bilinmemesine rağmen, Sadık Ağa’nın evlenme tekliflerini şiddetle red etmişti. Ama Sadık Ağa durumdan pek umutsuz görünmemişti. Eyüp harbe iştirak etmiş, kimbilir belki de şehit olmuştu. Şimdi de burada olmadığına göre, Ayşe umudu-nu kesip kendisine evet diyeceğini düşünmekte idi. Oysa şimdi, Eyüp’ün gelme-si ile bu iş sarpa sarmıştı. Eyüp’ün bu kadar yolu sırf Ayşe’ye olan sevdası uğruna göze alması karşısında, Ayşe’den vaz geçmesi beklenemezdi. Durum iyice gerginleşiyor, muhacirler arasında huzurluk yaratıyordu.

Bir gün, muhacirlerin ehl-i kâmil insanları, bu huzursuz ortamı ortadan kaldır- mak ve bu duruma bir çözüm bulmak için, topluca gidip Sadık Ağa’nın kapısını çaldılar. Ona şu sözleri aktardılar: “ Sadık Ağa, sen bizlerin liderisin. Bizleri taa buralara kadar sağ salim getirdin. Senin her sözünü emir telakki ettik. Sana her zaman saygı gösterdik. Eşini bir süre önce kaybettiğini, yeniden bir yuva kur-mak istediğini biliyoruz. Bu senin tabii hakkındır. Bir ağanın evi eşsiz olmaz. Evde, işleri çekip çevirecek bir kadın, bir eş olmalıdır. Ancak, bu eş Ayşe olma- malıdır. Niye? Çünkü, sen ellisine merdiven dayamışsın. Ayşe, henüz yeni yet- me, üstelik sevdalısı bir genç var ortada. Üstelik, sevda uğruna gelip onu burada bulmuştur. Senin için eş mi bulunmaz. Gel bu işten vazgeç. Bu iki gencin sevda- sına engel olma. Günahtır, yazıktır” diyerek evden ayrılıyorlardı …

Sadık Ağa’nın morali tamamen bozulmuştu. Bir yandan Eyüp’ün gelip kendi- lerini bulması, bir yandan insanların çoğunun Eyüp’den yana tavır koyması, çocukları Refet ve Menevşe’nin de bu evliliği onaylamamaları çok canını sıkı-yor, bütün bunları bir türlü kabullenemiyordu. Ben bir ağayım, ben bir liderim. Bu nasıl olur? Üstelik çoktan beridir de Ayşe’ye karşı sıcak bir duygu beslemek-teyim. Göz göre göre, sevdiğim birini, nasıl başka birine elimle teslim ederim” diyerek adeta kendini hırpalıyordu …

Günlerce bütün bunları düşündü durdu. “ Evet, ben yaşlı biriyim, Ayşe ise daha çok genç. Oğlum Refet ve kızım Menevşe de bu işe razı görünmüyorlar. İnsanların çoğu Eyüp’den yana tavır koymaktalar. En önemlisi, Ayşe, kendim-den ziyade Eyüp’ü tercih etmekte. Bu durumda ben ne yapabilirim?... Bana bun-dan kelli, bağrıma taş basıp ve de Allah’tan korkarak aradan çekilmek düşer. Bu çok çok zor bir durum ama, başkaca da çıkar yol göremiyorum” diyordu…

Sadık Ağa’nın gösterdiği bu tavır, herkes tarafından takdirle karşılanmış, orta- lık adeta bayram alanına dönmüştü. Herkes sevinçli ve mutlu idi. Bir huzur orta- mı oluşmuş, korkulanlar olmamıştı. Aksi takdirde büyük tatsızlıklar olabilirdi. Her ne kadar kardeşleri, bu durumdan ötürü rahatsızlık duyuyor, Sadık Ağa’ya almış olduğu bu karardan dolayı kızgınlık duyuyorlarsa da, onlar da bir zaman sonra yelkenleri indirmek zorunda kalmışlardı. Muhacirler, zaten bin bir güçlük-lerle buralara kendilerini zor atmışlar ve rahat bir nefes almışlardı. O kadar zorlu ve uzun yolculuğun yorgunluğunu daha yeni yeni atmaya başlamışlardı. Bir de bu durumla uğraşamazlardı. Hemen kolları sıvadılar düğün hazırlıklarına başla-dılar. Her iki sevdalı bunu çokça hak etmişlerdi. Bir an evvel bu iş sonuçlan-dırılmalı idi. Tüm herkes elinden geldiğince, bu sevdada benim de bir payım olsun diye gayret sarfediyordu. Daha ziyade kendi köyünden olan aileler bu durumla çokça ilgileniyorlardı. Her ne kadar kendi ailesi memlekette kalmışsa da, kendi köyünün ailelerinden birkaçı da köyü terkederek yollara düşmüşlerdi. Şimdi de kendi insanı Eyüp için mücadele veriyorlardı … Sevdalılar için derme çatma bir yuva hazırladılar. Zaten kimsenin doğru düzgün oturulacak bir konutu bulunmuyordu. Şimdi her şey hemen hemen hazırdı. Eyüp sevgili atını süsleyip hazır etmişti. Çocuklar önde, arkasından gençler oynayıp zıplayarak önden gi-derlerken, yaşlı kesim de Eyüp ve atı birlikte, arkadan ağır ağır ilerliyordu. Eyüp’ün heyecan ve mutluluktan sanki ayakları yere değmiyordu…

Ayşelerin evde de, son hazırlıklar yapılmıştı. Zaten fazladan bir şey yapmaya da gerek yoktu. Zira, memleketten gelirken getirebilecekleri zaruri şeyleri geti- rebilmişler, çoğu şeylerini evde bırakarak kapılarına kilit vurmuş ve yola düş-müşlerdi. Olanlarla yetinmeye çalışıyorlardı. Ayşe, aynen Eyüp gibi heyecandan titriyor, bütün bu olanlara inanamıyordu. Derken, biraz sonra düğün alayı kapı- ya dayandı. Eyüp yanında sağdıcı olduğu halde, içeri girdi. Kayın babası ve kay- nasının ellerini öperek helallık aldı. Sonra Ayşe’nin kolundan tutarak atının üze-rine bindirdi ve dönüş başladı. Ayşe, anne ve babasından ayrıldığı için göz yaş- ları dökerken, anne ve babası da adeta ona eşlik ediyorlardı. Hemen hemen her- kes sevinçli ve mutlu gözüküyordu. Sadece Sadık Ağa ve kardeşleri haricinde. Her ne kadar gönül rızalığı ile bu işe evet demişlerse de bu manzara çok ağırla- rına gidiyordu… Eyüp, çocukluğundan beri büyük bir tutku ile bağlı olduğu, atının üzerinde taşımakta olduğu çok sevgili Ayşesi ile birlikte, kendi evlerine ağır, ağır ilerlerken, mutluluk göz yaşları döküyor ve kendisine bu mutluluğu yaşattığı için Rabbine dua ediyordu…

Eyüp ile Ayşe, mutlu bir şekilde yaşam sürerlerken, bir gün iki zabit çıkagel-di. Eyüp’ü soruşturuyorlardı. Herkes birbirlerine bakarak acaba neden Eyüp’ü sormaktalar diye merak ederken, kendisi de evinin nafakasını çıkarmak için git-tiği şehirden atı üzerinde çıka geldi. İki zabit ve toplanan insanlar dönmüş ken-disine dikkatle bakıyorlardı. Bunu hayra yormayan ve meraklanan Eyüp, toplu-luğa yaklaşınca iki zabit hemen Eyüp’ü yakalayıp kollarına kelepçeyi taktılar. Eyüp’ün, orada bulunan halkın ve sonradan duyarak endişe ile koşup gelen Ayşe’nin sorularına ve haykırışlarına rağmen “ Biz bilmeyiz, talimat böyle” di-yerek Eyüp’ü alıp götürüyorlardı. Daha henüz böylesine bir mutlu tablo çizil-mişken, böylesine bir durum ile karşılaşılması başta Ayşe ve Eyüp olmak üzere herkesi şoka sokmuştu…

Ayşe, anne ve babası ile bir zaman sonra kendisini ziyarete gidiyorlardı ba-zen. Durumun ne olduğu konusunda kaçamak cevaplar veren Eyüp, memlekette iken komşu köyden birini öldürdüğü için tutuklandığını onlardan saklıyor “ Me-rak etmeyin canım. Bir yanlış anlaşılma neticesinde tutuklamışlardır. Memle-ketten bilgi almaya çalışıyorlar. Bir yanlışlık olduğu anlaşılınca da bırakırlar herhalde” diyordu. Pek akılları yatmasa da inanmış gibi gözüküyorlardı. Aslında bu öldürme olayı harp öncesi meydana gelmiş, ülke karışık olduğu için de esaslı bir soruşturma yapılmamıştı. Harp bitip antlaşma sağlanınca ve ortam biraz ol-sun düzelince eski defterler karıştırılmaya başlanmış, Eyüp’ün burada olduğu tespit edilince de memlekette yapmış olduğu hadiseden dolayı tutuklanmıştı…

Ayşe’nin bir sonraki gelişinde hamile olduğunu anlayan Eyüp adeta sevinçten havalara uçmuş, bir süreden beri rahatsızlığı ve kesik kesik öksürmekte oldu-ğunu unutuvermişti. Ancak, Ayşe durumun farkına vararak üzülmüş ve endişe-lenmişti. “ Kendine lütfen dikkat et. Bak kesik kesik öksürmektesin. Karnımdaki bebeği düşün, çabuk iyileşmeye ve de mapustan çabuk çıkmaya bak, tamam mı?” sözlerine karşı Eyüp de şunları söylüyordu: “ Merak edilecek bir şey yok. Memleketten gelirken, sana çabuk kavuşmak için, soğuk demeden, yağmur yaş demeden habire at koşturmuştum. Zahar ki o sıralar üşütmüş olacağım” dedi… Birbirlerinden ayrılırlarken, bu nedenlerden ötürü düşünceli ve endişeli idiler. Kendilerini mutlu kılan tek şey, yakında bir yavruya kavuşacak olmaları idi…

Günler, aylar geçti. Ayşe’nin karnı şiştikçe şişiyordu. Ve bir gün, doğum san-cıları sonucunda bir viyaklama sesi ile birlikte, herkes derin bir nefes aldı. Ayşe, nur topu gibi bir kız çocuğu dünyaya getirmişti… Bu mutlu olay yaşanırken önemli bir durum da gündeme oturmuştu. Muhacirlerin hemen hemen hepsi is- kan olundukları bu yerden memnun değildi. Burası sert ve taşlık bir alandı. Ta-rım yapmaya müsait değildi. Memlekette iken tarım ve hayvancılıktan başka bir şey bilmeyen bu insanlar, buraya bir türlü ısınamamışlardı. Bu durum Sadık Ağa marifeti ile mutasarrıflığa iletilmiş, onlar da kendilerine üç yer salık vermişlerdi. Bunlar; Diyarbakır Ergani, Subatra ve Gölbaşı idi… Muhacirlerden küçük bir gurup Ergani’yi tercih ederek, göçlerini yükleyip gitmişlerdi. Diğer geri kalan kalabalık grup ise, yapılan inceleme sonucu ya Subatra, ya da Gölbaşını tercih edecekti. Yapılan keşif sonucunda da, havasının serin, suyunun soğuk ve yeter- li olması ve de etrafının surlarla çevrili, muhafazalı bir yer olmasından dolayı Subatra tercih edilmiş oluyordu…

Göç hazırlıkları yeniden başlamıştı. Herkes harıl harıl toparlanma telaşında iken, Ayşe’nin gözüne uyku girmiyor, ne yapacağı, nasıl davranacağı hususun- da karamsarlık içinde kıvranıp duruyordu. Daha yeni doğum yapmış bir durum-da ve Eyüp mapusta yatar iken ne yapabilirdi ki? Kendileri burada kalmaya de-vam etseler, kendilerine, yeni doğmuş kızlarına kim bakacaktı? Yaşlı anne ve babası mı?... Diğer insanlarla birlikte hareket etse, Eyüp burada mapusta iken ve henüz doğmuş olan kızlarından bihaber iken, bütün bunlar nasıl göz ardı edile-bilirdi? Karar vermekte zorlanan Ayşe’nin bir şey yapmak içinden gelmiyor, ancak, konu komşu hazırlanması hususunda kendini sıkıştırıyorlardı… Ayşe gitmek hususunda kararını vermişti ama, en azından son bir defa Eyüp’ü ziyaret edip, bir kızlarının dünyaya geldiği müjdesini vermek gerekmez mi idi? Bu onun bir baba olarak hakkı değil mi idi? Kendisi doğumdan ötürü henüz kendini toparlayamamıştı. Dolayısı ile gidemezdi. Yaşlı babasını bu konuda ikna etti.

“ Eyüüp, ziyaretçin vaar!..” Anonsu üzerine yerinden fırlayan Eyüp bir koşuda görüş yerine vardı. Yalnızca kayın babasını görünce biraz duraksadı. Endişe ile kayın babasına yaklaştı. “ Hayrola baba, neden yalnızsın? Yoksa bir şeyler mi oldu? Kayın baba: “ Yok oğul yok, bir şey olduğu yok. Haydi gözün aydın nur topu gibi bir kızın oldu. Ayşe, henüz iyileşemediği için gelemedi, beni gönderdi. Gelirken pek zorlandım, artık yaşlandık evlat. Haa unutmadan söyleyeyim. Ayşe dedi ki: “ Eyüp’e söyle kızımızın adını Fatma koymak isterim, eğer kendisi de rıza gösterirse”… Eyüp bir kızlarının olduğuna çok çok sevindi. Yüzünde güller açtı. “ Ayşemin sağlığı yerinde olsun da bir şey istemem. Kızımıza gelince bir baba olarak gururlandım. Madem ki Ayşem, adını Fatma koymak ister, kabü-lümdür” dedi. Kayın baba yeni oluşan göç olayından Ayşe’nin sıkı sıkıya tem-bihi karşısında Eyüp’e hiç bahsetmedi. Vakit dolmuştu. Kayın baba yola koyu- lurken, Eyüp de: “ Baba, benim yerime kızımızı öpüver olmaz mı?” diyerekten sevinçli ve mutlu birşekilde kovuşunun yolunu tutuyordu…

Birkaç gün sonra tüm muhacir kesimden insanlar, eşyalarını kâğnılara ve hay-vanlara yükleyerek Subatra için yola düzüldüler. İnsanların, hayvanlar için kul-landıkları “ hoo”, kâğnıların giderken çıkardıkları gıcırtılı sesler ortalıkta yankı-lanıp duruyordu. Bu sesleri duyan o yörenin insanları, şaşkınlık ve meraklarını gizleyemiyorlardı. Sorup soruşturunca da bunların Kars ve Artvin yöresinden gelen muhacirler olduğu, çıkarılan garip seslerin de ilk defa görmekte oldukları kağnıların yürürken çıkardıkları sesler olduğunu öğrenmiş oluyorlardı. Birkaç gün yol aldıktan sonra, etrafı surlarla çevrili ve karşılıklı dört kapısı olan Bizans’ tan kalma bu eski kale içine, şaşkın ve meraklı gözlerle giriverdiler. Herkes ken-di köylüleri ile bir araya gelecek şekilde, kale duvarlarından söktükleri düzgün taşlarla birer mesken yapıp içlerine yerleştiler. Zamanla alıştıkları bu yerde, belli bir zaman huzur içinde bir yaşam sürmeye başladılar…

Günler gelip geçiyor, ancak, Eyüp, bir kızı olduğu haberini aldıktan sonra, çekmekte olduğu mapus hayatı, kendisi için çekilmez bir hal alıyor ve zaman bir türlü geçmek bilmiyordu. Bir an evvel, sevgili eşi Ayşe’ye ve yeni doğmuş olan kızları Fatma’ya kavuşmak ve onları kucaklamak dayanılmaz bir istek ha-lini alıyordu. Ne yazık ki buna şimdilik imkan gözükmüyordu… Böylesine kar-makarışık duygularla cebelleşen Eyüp, kendi ismi anons edilince birden irki-liverdi. Kendisinin mahkemeye çıkarılacağı bildiriliyordu….

Korku, heyecan ve merak içerisinde kadı’nın önüne çıkan Eyüp’ün heyecan ve korkudan dizleri titriyordu. Kadı’nın isteği üzerine memleketteki olayı detaylı bir şekilde anlattı. Kadı “ karar” deyince ayağa kalkıldı ve kadı: “ Murat oğlu Eyüp, memleketteki Mokta köyünde yaşarken, bir gün hasımlarının olduğu biri-ni, kendisini savunmak için tüfeğini ateşleyerek ölümüne sebep olmuştur. O za-man için takibatı yapılmayan bu olay, belli bir zaman sonra araştırılıp soruş-turulmaya gerek duyulmuştur. Neticede, Eyüp’ün o kişiyi taammüden öldür-mediği, kendisini müdafaa için tüfeğini ateşlemeye mecbur kaldığı, karşı tarafın şikayetçi olmadığı, her iki ailenin birbirleri ile barışıp helalleştikleri, Eyüp’ün 93 Harbinde bir asker olarak yiğitçe mücadele verdiği, harbin hitamında, sevdiği kızın kendi köylüleri ile Malatya’ya göç ettiklerini öğrenmesi üzerine, aç susuz yollara düşüp Malatya’da sevdiğine kavuşup evlendiği, burada, memleketteki o hadiseden dolayı tutuklandığı, mapustaki iyi halleri ve çektiği mapusluk günleri de dikkate alınarak beraatine karar verilmiştir…

Eyüp artık hürdü. Kendisini anasından yeni doğmuş gibi hissediyordu. Özgür yaşamanın ne kadar önemli ve güzel bir şey olduğunu şimdi daha iyi anlıyordu. Artık sevgili Ayşe’si ve yeni doğmuş olan yavrusunu görmesine bir engel kal-mamıştı. Sevinç ve coşku içerisinde koğuş arkadaşları ile vedalaşıp hemen yola koyuldu. Muhacirlerin bulundukları alan 2-3 saatlik bir mesafede idi. Sevdik-lerine çabucak kavuşmak için adeta koşar adım yürüyordu. Nihayet muhacirlerin olduğu alana ulaşmıştı ama, kendisini acıklı bir sürpriz bekliyordu. Ortalıkta kimsecikler görünmüyordu. Önce, acaba yanlış bir yere mi geldim diye düşün-dü. Hayır yanlış olamazdı. Önceden yapmış oldukları derme çatma meskenler, sökülmüş, dağılmış bir halde duruyordu karşısında… Harp hitamında Ayşe’lerin köyüne uğradığındaki manzara geldi hemen gözlerinin önüne. O zaman da köy-de kimsecikleri bulamamış, büyük bir şok yaşamıştı. Şimdi aynı bir durumla karşı karşıya idi. Şimdi daha büyük bir şok yaşıyordu. O zaman yalnız Ayşe için yanıp tutuşurken şimdi, hiç görme imkanı bulmadığı yeni doğmuş yavrusu için de kaygılanıyor, üzüntü ve sıkıntıdan çıldıracak gibi oluyordu. O zaman ellerini yukarı kaldırarak “ Ey yüce Allahım, sana isyankar olmak istemiyorum ama, benim sabrımı mı denemek istiyorsun? Ama benim sabrım kalmamıştır. Yine de sana yalvarıyorum beni bu büyük sıkıntıdan kurtar Yarabbi” diyerek göz yaşları döküyordu…

Büyük bir üzüntü içerisinde, olayın şokunu hala yaşamakta olan Eyüp, halsiz ve mecalsiz bir şekilde yakınlarındaki Saman köy’e uğradı bilgi almak için. Du- rumu öğrenmek istediği bir ihtiyar: “ Vallaha oğul, bir gün baktık ki buradaki bütün muhacirler toparlanmaya başladılar. Öğrendik ki, kendileri için buralarda hayat çok zormuş. Gerçekten de bulundukları yer tarıma elverişli değildi. Ekip biçmeden bu kadar insanın karnı nasıl doyacak? Sonra toplanıp gittiler bura-dan” dedi. Eyüp sabırsızlıkla: “ Emmi, gittiler de nereye gittiler, bir şey deme-diler mi? diye sordu ihtiyara. İhtiyar: “ Vallaha yeğen, Subatra, mubatra diye söyleniyorlardı” dedi. Eyüp ısrarla: “ Gurban olem emmi. Neresidir bu yer, ne tarafa düşer? diye sordu. İhtiyar: “ Vallaha neresi olduğunu ben bilmem, bir günlük bir mesafede eski bir kale içinden bahsediyorlardı. Batıya doğru gittiler emme epeyi oldu gittikleri” dedi. Eyüp: “ Sağol emmi” diyerek batı cihetinde yola koyuldu.

Tarif üzere yola koyulan Eyüp bütün bu olanları düşünmekden yorgunluğu-nun farkına bile varmıyordu. Aklı fikri sevgili eşi Ayşe ve yüzünü dahi göreme-diği kızları Fatmada idi. Acaba şimdilerde ne durumdadırlar. Mapus hayatı yü-zünden onlardan ayrı kalmış, onların özlemi ile yanıp tutuşuyordu. Daha sonra gitmiş oldukları yeri merak ediyordu. Adı ne idi orasının? Biraz aklını zorlaya-rak hatırlamaya çalıştı. Hemen hatırladı. Orasının ismi Subatra idi. Bu ismi aklı-na kazıyarak unutmamaya çalıştı. Oraya gittiklerine göre bir bildikleri vardır di-ye düşündü. Mutlaka daha elverişli bir yer olmalı, yoksa bu kadar insan zor ko- şullarda oraya niye gitsinler ki?...

( Bu sevda hikayesi burada bitmiyor, Viranşehirde devam edecektir. )

A S İ E V L A T R E C E P

Başka bir ilginç göç hikayesi de şu şekilde gelişir. Bedel Pehlivanın Viran- şehir’e muhacir olarak gelen amcasının oğlu Recep, Gürcistan toprakları içe- risinde kalan Cağısman’a bağlı Entel köyünden olup, Entelliler diye anılan bir ailenin pervasız ve asi bir evladı idi. Takriben 1854 yıllarında Osmanlı İmpara-torluğunun İngiliz ve Fransızlarla birlik olup, Kırım Harbinde Rusları yenilgiye uğratması, Osmanlıya karşı büyük bir kin duygusunun doğmasına sebep olmuş, her fırsatta öç alma girişiminde bulunmuşlardı. Bu vesileden olarak kuzey Kaf-kasya’da bulunan Türk asıllı insanlara, acımasızca tahakküm etmeye başlamış-lardı. Rus mezaliminden kurtulabilenler kendilerini komşu Osmanlı topraklarına atmışlardı. Bu ailelerden biri de Entel ailesidir. Posof’un Yeniköy’ üne yerleşen Entel ailesi, ailenin reisi Halil Ağa sayesinde kendisini kabul ettirmiş ve o da köyün itibarlı ağası olmuştu. Köyün her şeyi ondan sorulmakta, o yörenin Bey’ ine karşı da sorumlu durumdadır. Her ay o yörenin beyi, köye gelip Halil Ağa’ ya misafir olmakta, iyice bir ağırlandıktan sonra, yağdır peynirdir gibi nevaleyi atının terkisine attığı gibi, evinin yolunu tutmaktadır. Bu uygulama devamlı olarak süregelmektedir. Bu duruma evin asi evladı Recep’in canı sıkılmaktadır. Babasından çekinmese onu kapıdan içeri sokmayacaktır ama eli kolu bağlıdır. Bey köye her gelişinde Recep’in hal ve hareketlerinden, kendinden hoşlanmadı-ğını sezmektedir. O dönemler ağalık ve beylik önemli ve itibarlı birer özelliktir. Bu günkü durumla karşılaştırırsak; ağalık kaymakamlık, beylik ise valilikle ben-zeşmektedir. Nasılki kaymakam valiye karşı sorumlu ise, ağa da beye karşı so-rumludur. Bey’in her ay evlerine misafir olması, babası Halil Ağa tarafından büyük bir saygı gösterisiyle karşılanması, izzet ikramlarda bulunulması ve son-rasında donatılarak uğurlanması, evin asi evladı Recep’in kanına dokunmakta, bu durumu asla kabul edememektedir. Yine mutat olduğu üzere bey, atıyla çıka-gelir. Halil Ağa saygı gösterileriyle bey’i karşılar, içeriye buyur eder. Bey kö-rüklü çizmelerini çıkarır, içeri girer, kendisi için hazırlanmış olan yere kurulur. İzzet ikram faslı başlar. Bu arada Recep kimseye fark ettirmeden beyin çizmele-rini alır, bir köşede içlerine pisler ve getirip aynı yerine bırakır… Bey yedikten içtikten ve kahvesini de yudumladıktan sonra “ Halil Ağa benim öteberilerim hazır mı?” diye sorar. Halil Ağa da “Her şey hazırdır bey, biraz daha kalsay-dınız” der. Bey aceleyle kalkar “ Yok Halil Ağa, gitmeliyim, işlerim var, yolcu yolunda gerek” diyerek ayağa kalkar. Halil Ağa ile konuşarak odadan çıkar, ayağının birini çizmeye sokar sokmaz, öylece kala kalır. Beyin suratı öfkeden renkten renge girmektedir. Halil Ağa merakla; “-Noldu, bir şey mi oldu bey?”... Bey büyük bir öfke ile; “-Daha ne olsun Halil Ağa, görmez misin şu hali?” diye-rek ayağını çizmeden çıkarır. O da ne? Beyin ayağından insan pisliği sarkmak-tadır…


Yüklə 2,37 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   55




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin