İhsan Bilgin: Toplantımıza hoşgeldiniz



Yüklə 142,19 Kb.
səhifə1/4
tarix28.11.2017
ölçüsü142,19 Kb.
#33178
  1   2   3   4

Eskişehir Mimarlık Kentleşmenin Neresinde?




www.mimarlikkentlesmeninneresinde.org/engine.php?
İhsan Bilgin: Toplantımıza hoşgeldiniz. Bir dizi toplantının tam ortasında yer alıyoruz. Toplam dokuz şehirde toplantı yapmak amacıyla yola çıktık, her toplantıda o şehir için aynı temayı konuşuyoruz. O şehrin yaşadığı pratikler üzerinde konuşuyoruz. Toplantılar ayda birlik periyotlarla yapılıyor. Daha önce Diyarbakır’a, Antalya’ya, Ankara’ya ve Bursa’ya gittik. Beşincisinde Eskişehir’deyiz, bundan sonra da Trabzon’a, İzmir’e, Adana’ya ve İstanbul’a gideceğiz ve bu şehirler üzerinde bu başlığı konuşacağız, “Mimarlık Kentleşmenin Neresinde?” diye sorup cevabını arayacağız. Bu cevabın kolay verilebilir bir cevap olmadığını her birimiz biliyoruz, zaten amacımız da cevabı almaktan ziyade bu cevabın aranmasına başlamak.
“Mimarlık Kentleşmenin Neresinde?” diye sorarken, burada iki tane kritik sözcük var; biri “kentleşme”, diğeri “mimarlık”. İkisinin üzerinde de çok kısa duracağım. “Kentleşme” derken, Arkitera.com’daki yazının özellikle genç arkadaşlar tarafından yanlış anlaşıldığına şahit oldum, iki tane katmandan bahsediyoruz. Birincisi, kentleşme doğrudan doğruya belli bir nicel eşiği temsil ediyor. 10 bin kişinin, 15 bin kişinin ya da 20 bin kişini yaşadığı bir kent; bunlar arasında büyük bir fark olmuyor, nüfus artmış oluyor ama öyle bir eşik var ki, örneğin 500 bine geldiğinizde artık bu bir nicel fark olmaktan çıkıyor, bir niteliğe dönüşüyor. Bu 500 binden 3 milyona çıktığında da başka bir anlama geliyor. Biliyorsunuz, dünya da 10 milyonluk hatta 20 milyonluk şehirler var, dolayısıyla niceliğin niteliğe dönüşmesi gibi bir şey de var aslında. Bu Türkiye’nin son 50 yıldır çok yoğun bir şekilde yaşadığı bir süreç. Hepsi değil belki ama belirli kentler düzenli bir şekilde büyüdüler ve büyürken de bazı eşikleri geçtiler. İstanbul, belki 10 milyon eşiğini geçerken, Eskişehir 400-500 bin eşiğini geçti. Bu arada nüfus artışının ve nicelik artışının dışında, bir de nitelik değişmiş oldu. Nitelik farkından kastımız şu; niceliği değişen yerler artık başka bir yer haline geldi. Peki başka bir yer haline gelirken ne oldu, nasıl bir şey gerçekleşti ve bu mevcut verilerden sonra neler olabilir? Bu soruların yanıtlarını arıyoruz. Bu ikinci boyutta kentleşmenin tabii ki çıplak hali, sadece bir nüfus artışı, bu nüfus artarken daha çok kişi kırsal bir hayatı bırakıp, kentsel bir hayat yaşamaya başlamış. Biliyorsunuz son 50 yılı dramatik bir şekilde bu anlamda yaşıyoruz.
Kentleşmenin hemen çağrıştırdığı ve genç arkadaşlarımızın çoğunun böyle anladığı ikinci boyut, planlamanın olup olmadığı. Bu kentleşme süreci ne kadar yönetildi birileri tarafından? Yönetimler, çeşitli sivil toplum örgütleri gibi kurumlar ne kadar yönlendirildi, ne kadar yönetildi?
İkinci sözcüğümüz ise “mimarlık”. Mimarlığı da iki şekilde kullanıyoruz; birincisi düz anlamıyla mimarlık, yani tarihin en eski formasyonlarından, mesleklerinden bir tanesi. Bu mimarlık formasyonunu taşıyanlar bir aktör olarak bu kentleşmede ne kadar rol alabildiler? Yaklaşık 40-50 yıldır yaşamakta olduğumuz süreçte bir rol oynayabildiler mi, oynadılarsa nasıl bir rol oynadılar, gibi sorularımız var. Aslında mimarlık dediğimiz şey elli yıl öncesinin tanımlarına göre, bugünkü Türkiye’nin sınırları içerisindeki kentlerde hep bir rol oynamış. Bazen Mimarlar Ocağı şeklinde olmuş bazen de zanaat ustalarının loncaları üzerinden mimarlık kentleşmeye katılmış. Bu mimarlığın taşıyıcıları; ister usta olsunlar, ister başka bir tanımıyla mimar olsunlar, ister 19. yüzyılın modern, yani yeni eğitilmiş mimarları olsunlar, isterse de Cumhuriyet’in erken döneminde eğitilmiş, modern formasyondaki mimarları olsunlar, 1950’lere kadar bunlar bir aktör olarak bulunabilmişler. Ama 50’lerden sonra bir şeylerin değiştiğini biliyoruz, bu değişim içinde nasıl bir rol oynadık, bir sorumuz bu. İkincisi de mimarlığın mecazi anlamı, şöyle kullanılır; mesela bir şiirin mimarisi ya da bir filmin mimarisi denir. Bu şu demektir aşağı yukarı; bir omurga, kurgu veya yapı kurucu. Mecazi anlamda bu yapının omurgasını oluşturan ona yön veren şeye “mimarlık” deniyor. Bütün bunları çok genel bir perspektiften ele almamaya çalışıyoruz, hatta bütün Türkiye’yi de almıyoruz, özel olarak hangi şehirdeysek onun üzerine konuşuyoruz.
Bugünkü konuşmacılarımız, çoğunu tanıyorsunuz ama ben kısaca bahsedeyim; ben mimarım, aynı zamanda öğretim üyesiyim, 24 yıl Yıldız Teknik Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yaptıktan sonra yeni bir yüksek lisans okulu kurmak üzere bu yıl İstanbul Bilgi Üniversitesi’ne geçtim ve orada çalışıyorum. Yrd.Doç.Dr. Ali Ulu; Anadolu Üniversitesi’nde öğretim üyesi, kent plancısı ve Eskişehir üzerine yapılmış bir doktora tezi ve çalışmaları var, benim kabaca çerçevesini çizdiğim kentin gerek makroformu gerekse parçaları üzerine çok düşünmüş, dersler vermiş ve bu kentte yaşamış birisi. İkinci konuşmacımız Hasan Özbay; hepimizin tanıdığı bir mimar, Ankara’da bulunuyor, Eskişehir üzerine epeyce tasarrufları olmuş, yarışmalara girmiş, jüri üyeliği yapmış, bu çevreyi iyi tanıyan, Türkiye’de bizim kuşağımızın mimarları arasındaki köşe taşlarından birisi. Halit Halaç; mimar, Eskişehir Mimarlar Odası Başkanı, iddiaları var, herhangi bir bürokratik nedenle, yani sırası geldiği için başkan olmamış, mimarlığın bu kentte belli bir düzeyde algılanması için mücadele eden ve bunu tanımlamaya çalışan birisi. Kenan Güvenç; Eskişehir’in diğer mimarlık bölümünde, Osmangazi Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapıyor, mesleğimizin bütün Türkiye çapında en renkli simalarından bir tanesi, eğitim faaliyetinin dışında projeleri de var. Han Tümertekin; İstanbul’da yaşayan bir mimar, oldukça önemli uluslararası bir ödül aldı, ödül alan projesi uluslararası platformlarda dolaşıyor ve beğeniliyor. Konuşmacılarımızla bu söylediğim sıra içinde konuşacağız ve ilk sözü Ali Ulu’ya veriyorum, buyrun.
Ali Ulu: Öncelikle hepiniz hoşgeldiniz. Burada kenti konuşacaksak Eskişehir’in nasıl bir kent olduğuna dair bir fikrimizin olması lazım. Bu yüzden kentin yaşanmışlıklarını ve kentin morfolojik yapısının neyin üzerine oturduğunu, genel bir fikir vermek amacıyla anlatmaya çalışacağım. Eskişehir, kaynaklara göre MÖ 4000 yıllarına dayanan bir kent, yerleşim ilk defa Frig Dönemi kazılarından anlaşıldığı kadarıyla Şarhöyük denilen arkeolojik sit alanı üzerinde kurulumuş. Friglerden Osmanlı’ya kadar olan süreçte kent oldukça parlak bir dönem yaşıyor. Ticaret yolunun üzerinde kurulu olmasından ötürü, ticaret ve dinlenme merkezi olmuş. Öyle ki 1600’lere gelindiğinde kentte 41 tane kaplıcanın olduğu görülüyor. Ayrıca kaynaklardan gelişmiş bir ticaret ortamının oluştuğunu öğreniyoruz. Kentin eşik noktası 1892 yılıdır. Bu yıla kadar kent gerilemiş, tahrip olmuş ve neredeyse yok olma seviyesine gelmiş. 1892 yılında Bağdat-Berlin Demiryolu’nun Eskişehir’den geçmesine karar verilmiş ve inşasına başlanmasıyla kent birdenbire kimlik değiştiriyor. O tarihlerde Avusturyalı, İtalyan ve Macar ustaların kente gelmeleriyle kentteki yabancı nüfus artıyor. Böylelikle onlara ve çocuklarına yönelik eğitim kurumları açılıyor ve kent ticari kimliğinin yanısıra kültürel bir kimlik de kazanmaya başlıyor. O yıllarda Rus Savaşı’ndan kaçan göçmenler şehre yerleştiriliyor, bu arada tarım sanayisi teknolojisinde ve yakıt sektöründe kullanılacak malzemelerin üretiminde de gelişmeler görülüyor.
1927 yılında yeniden bir imar hareketi başlyor ve Türkiye’nin ilk organize sanayi bölgesi kuruluyor. Tuğla fabrikalarının, un fabrikalarının inşası, soba sanayisinin uluslararası düzeyde gelişmesi ve Arnavutluk’tan gelen göçmenlerin kurabiye, pasta pişirme tekniklerinin bisküvi sektörünü oluşturması kentin sıçramasında önemli rol oynuyor. Kent plancılığı için en önemli gelişme 1923-1950 yılları arasında olmuştur çünkü kentin bugünkü fiziksel yapısı bu dönemde oluşmuştur. 1891 yılının kent haritasında gördüğümüz kuzey-güney aksı üzerindeki kentleşme, göçmenlerin gelmesiyle bugünkü formunu bulmuştur. Kentin resmi yapılarının hepsinin bu dönemde yapıldığını görüyoruz. Fabrikalar bölgesi de 1927-1954 yılları arasında kurulmuştur. Aynı dönemde kentte eğitim kurumları inşa ediliyor ve bir kentteki eğitim kurumlarının fazla olması o kentin ne kadar hızlı, nüfusun ne kadar artarak geliştiğini gösterir.
Eskişehir’in kent formunu belirleyen önemli unsurlardan birisi de 1984 yılına kadar doğru dürüst bir imar planının olmamasıdır. 1952 yılında ilk defa 1/5000 Nazım İmar Planı yapılıyor gelişme için, 1956 yılında da Yol İstikamet Planı yapılıyor ve 1986’ya kadar başka plan yapılmıyor. Yapılsa da yürürlüğe girmiyor ve kentin merkezi Yol İstikamet Planı’yla şekilleniyor. Bu, daha önce oluşmuş dokuda, tek kata göre düzenlenmiş parselasyon düzeninde, kat artırmaktan başka bir işe yaramıyor ve günümüzde aynı parsellere 8 kata varan yükseklikler veriliyor. Ne yazık ki Eskişehir’in kadersizliğinin önemli bir unsuru bu. Diğer bir unsur, 1980’li yıllara kadar konut alanları, sanayi alanları ve diğer alanlar paralel gelişme göstermelerine rağmen 1986’da getirilen Nazım İmar Planı’ndan sonra konut alanlarında önemli bir artış oluyor. Kentin nüfus büyüklüğüne bağlı ihtiyacının dışında, çok büyük alanlar imara açılıyor. Kentte kişi başına düşen metrekareler birdenbire yükseliyor, sonra düşüyor. Kent merkezinin görünüşü çok yoğun kompakt bir yapıya sahip günümüzde. Tabii bu dönem kentte var olan değerlerin; silo, tuğla fabrikaları, şeker fabrikası ve Cumhuriyet yapılarından Merkez Bankası, Hükümet Binası gibi yapıların değiştiğini görüyoruz. Ayrıca günümüzde bazı sokaklara tramvay geliyor.
İnsanların kente dair bir belleklerinin olması lazım, ne yazık ki toplumumuzda bu bellek çok çabuk siliniyor. Açık çarşılar kapalı çarşıya dönüştürülüyor, “güzel fikir, modern yaklaşım” diye kente bunlar sunuluyor. Sokaklarda, yaya yollarında, tamamen yayaya ayrılmış olmasına rağmen taşıt izleri bırakılıyor ve bunlar da “güzel” diye sunuluyor. Ulaşım konusunda da yeni düzenlemeler var, 1990’ların başında yapılan kent içindeki terminal kent dışına çıkarılıyor, ulaşım değerleri tamamen altüst ediliyor kentte. Binaların yüzleri kaldırılıyor, cephelere sıva yapılıyor ve adına koruma deniyor. Kent merkezindeki eski Taşbaşı dokusu yıkılarak, yine 90’ların başında tamamen aykırı bir şekilde, aradan geçen 15 yıla rağmen kent merkezine uymayan, çalışmayan bir yapı olan Taşbaşı İş Merkezi yapılıyor. Mezarlıkları parklara çeviriyoruz, etrafını duvarla çevirip insanları içeri sokmuyoruz. Eskişehir dediğimiz zaman ele alacağımız en önemli unsurlar, fabrikalar bölgesi, Porsuk, demiryolu, Odunpazarı, Taşbaşı, eğitim yapıları ve tarım. Tarım Eskişehir için vazgeçilmez bir unsur çünkü nüfusun %30’a yakın bir kısmı hala tarımla uğraşıyor. Kentte demokratik yapıya baktığımız zaman, nüfusun %60 kadarının hizmet sektöründe, küçük sanatlarda çalıştığını görüyoruz, yani nüfusun çok küçük bir kısmı sanayide çalışıyor. Kentin belleğini oluştururken, fiziksel müdehalelerde bulunurken kentin gerçeklerini göz önünde bulundurmak zorundayız. Eğer bunu yapmazsak kendi kimliğimiz oluşamaz ve yanlış uygulamalarla karşı karşıya kalırız.
İhsan Bilgin: Hasan Özbay’a şunu sormak istiyorum; bütün bu çizilen tablo ne anlama geliyor, mimarlık açısından, kentin neresinde durmuş oluyor? Bunları da yorumlayarak söyleyeceklerini de bize aktarması için sözü kendisine veriyorum.
Hasan Özbay: Teşekkürler. Ben yaklaşık 15 yıldır Eskişehir’le gevşek bir ilişki içindeyim yani yarı zamanlı bir eğitim süreci içinde kente bir anlamda misafir olarak geliyorum, dolayısıyla kente belirli bir düzen içinde dışardan gelen bir insanın kenti nasıl algıladığını belki söyleyebilirim. Şunu merak ediyorum; bu kentlerin gelişim süreçleri, oluşum süreçleri, kent mekanının biçimlenmesi ve bunun arkasında yatan nedenler nelerdir? Ayrıca kentler arasındaki rekabet, bunların birbirleriyle ilişkileri nasıldır, birinden baktığımızda diğerini nasıl algılarız? Bu çerçeveden baktığımızda birkaç istatistiki bilgi vermek istiyorum. Bence nüfus kente getirdiği büyüklük açısından ilginç bir kriter. Eskişehir’de 1975’lere kadar Türkiye’nin kent merkezlerinin gelişimine göre hızlı bir artış var; kentin büyüme hızı diğer kentlerin üzerinde. 1975’lere geldiğiniz zaman 259.000 gibi bir nüfus var. 1978 yılında yürürlüğe giren bir Eskişehir Nazım İmar Planı var, bu plan o zamanın İmar İskan Bakanlığı tarafından onaylanmış ve yaptırılmış bir plan, bu planın kent içinde bazı hedefleri var; örneğin kentin 1980 yılındaki 314.000, 1990 yılındaki 463.000, 2000 yılında da 688.000 nüfusa ulaşmasını hedefliyor ve kentin makro formunun bu tahminler üzerinden yapılan planlara göre gelişmesi bekleniyor. Halbuki kentin gelişmesine baktığımız zaman şu anki nüfusu 482.000; yani 200.000 kadar bir gerileme var. Eskişehir’in nüfus artışı yıllık olarak şu anda binde 15,59, Türkiye’nin kent merkezi artışı ise binde 25 civarında ve bundan da geride bir nüfus artışı görünüyor. Nüfus artışını kıyaslamak için Bursa ve Konya’yı örnek aldım, 1940 yılında nüfuslar birbirine yakın görünüyor ancak 1980 yılına geldiğimiz zaman Eskişehir’e göre Bursa’nın büyük bir artış gösterdiği görülüyor. 1990’lara geldiğimiz zaman Konya 500 binlerde, Bursa 800 binlere gelmiş, Eskişehir 400 binlerde. 2000 yılına geldiğimiz zaman ise Eskişehir 482 binde, Bursa bir milyonun üzerine çıkmış, Konya 750 bin civarında. Kentin enterasan bir şekilde bir artış hızı var ama yakın çevrelere göre kentin bir büyüyememe problemi var gibi görünüyor, belki bunu değerlendirebiliriz.
Ali arkadaşımız Eskişehir için kompakt bir kent dedi ama kentin içinde bir takım eşikler var. Fatih Kocabağ adında bir öğrenci arkadaşımız bu kenti “kampüs kent” olarak adlandırmıştı, kentte yaşayan bir insan olarak yaptığı değerlendirme enteresandı. Kentin içinde büyük lekeler var ve bu lekeler kent hayatına sınırlı biçimde katılan lekeler, örneğin askeriyenin alanı, şeker fabrikalarının alanı, burasının zaman içinde dönüşmesi bekleniyor, üniversitenin olduğu alan, fabrikalar bölgesi gibi. Aslında Eskişehir bizim bildiğimiz kent formasyonu dışında bir yapıya sahip. Kentin yapısı içinde parçalar var ve bu parçalar kent hayatına bence yeteri kadar katılmıyorlar. Bu bölgeler hep kendi içinde hayatlara sahipler ve kent hayatında olması gerektiği kadar aktivite içinde bulunmuyorlar. Şu anda üniversite kampüsü içindeyiz, kent hayatına mutlaka sosyal bir katkısı var ama aslında bunlar kentin gündelik hayatının içinde mekanlar değiller, bunlar hep özel erişimli alanlar. Ben bu kentteki eşik sorununu kentin problemlerinden birisi olarak görüyorum ve bu eşiklerin kenti aşırı şekilde parçaladığını düşünüyorum. Zaman içinde değişeceklerini umuyorum; mesela şeker fabrikasının dönüştürülmesi bekleniyor, fabrikalar bölgesi Türkiye’nin başka hiçbir kentinde olmayacak kadar kent merkezinde bir alan, bu alanın kent merkezindeki programlara katılması beklenebilir, ama umarım ki bu beklenti örneğin aynı yolun doğu tarafındaki apartmanlaşma gibi olmaz da, kente gerçekten katkısı olan, kentsel mekanı ve yaşantıyı zenginleştiren bir gelişme dinamiği içinde olur.
Kentin nüfusuna baktığımızda, Anadolu Üniversitesi’nde 24 bin civarında bir nüfus okuyor, Osmangazi’de de 14 bin civarında öğrenci var yani kentin içinde 38 bin civarında bir öğrenci nüfusu var. Aslında bu nüfusun büyük bir kısmı, benim öğrencilerle yaptığım temaslara göre %70-80’i misafir nüfus, yani öğrenciler kente geliyorlar, kentte 4-5 yıl geçiriyorlar ve kentten ayrılıyorlar, bu açıdan kentte kalıcı bir nüfus değiller veya kent hayatına, kentin iş gücüne veya sosyal hayatına kalıcı olarak katılmıyorlar. Başka bir örnek, asker nüfusu, sayısını bilmiyorum ama ciddi bir rakam olduğunu düşünüyorum, bu da aslında geçici bir nüfus, sürekli rotasyon halinde ve kentte kalmıyor. Aslında burada nüfusun aşırı artması, şişmesi ideal bir durum değil ama kentin, bu gelişme profilindeki komşu illere göre gelişememesinin, Türkiye trendinin gerisinde kalmasının nedenlerini sorguluyorum. Kentte aslında ciddi bir sanayi var, ülke çapında önemli markalar var, Arçelik, Toprak Grubu, Şişecam gibi büyük grupların ve kamunun ciddi yatırımları var. Anadolu’ya baktığımız zaman tek bir sanayi üzerine kurulu kentler olduğunu görürüz, oysa bu kentte askeriye var, sanayi var, üniversite var ve bütün bunlar kenti besliyorlar, kentin sosyal hayatı da zengin ve renkli ama bunlara rağmen kent büyümüyor ve kent mekanı gelişmiyor. Kentin son 15 yılındaki gelişmesine baktığımız zaman, kentte gördüğüm, Ali beyin bahsettiği terminal binası ve modern mimarlık ürünleri olarak bizim üzerinde konuşabileceğimiz birkaç yapı var ama bunların dışında kentin sosyal hayatını, kent mekanını zenginleştiren birtakım mimari girdilerin niye gelişmediğinin yanıtını arıyorum.
Kentin bir özel noktası daha var, su var bu kentte. Mesela Amasya bu anlamda suyla ilişkili bir kent olarak algılanabilir fakat Amasya’nın kenti bölmesi Eskişehir’deki ilişkilerden çok daha farklı, Eskişehir suyu daha iyi kullanıp, kent mekanına katıyor, özellikle Porsuk kartpostallarda da sıkça rastladığımız kente katılan bir mekan. Ben gelmeden önce belediyenin web sitesine bakmıştım, kentin gelişimini yerel yönetimin nasıl algıladığını görmek istedim, gördüğüm şeyler ferforje parmaklıklar, köprüler, heykeller, hangi zevkin seçtiği ve nasıl tasarlandığı belli olmayan kentsel imgeler oldu. Biz Eskişehir’i tartışırken “Un var, yağ var, su var, neden helva yapılmıyor?” durumuna düşüyoruz. Kentteki nüfusun bir kısmının kaygan bir nüfus olması yani öğrenci ve asker nüfusun kentte sürekli yaşamamasına rağmen kente kültürel katkıda bulunması ama geçici bir iz bırakmaları ve kent mekanının kampüs hayatı nedeniyle veya eşikler nedeniyle tıkanması konularında ben çok net değilim. Gözlemim şu ki, Eskişehir aslında içindeki potansiyeli kent mekanına yeterince yansıtmıyor. Teşekkür ederim.
İhsan Bilgin: Kent yorumu da oldukça ilginçti ama Hasan Özbay çok önemli iki konuya değindi, üzerinde düşünebileceğimiz. Bir geçici nüfus var, öğrenci ve asker nüfus, bir de nüfusun Konya’ya ve Bursa’ya oranla azalması. Eğer bu bazı doğu illerimizde olduğu gibi yatırımın yapılmadığı, köhneleşmenin olduğu bir yoksullaşma anlamına gelseydi başka bir şeyi konuşmamız gerekirdi. Niye burası geriliyor diye düşünmemiz gerekirdi. Ama burada ilginç bir şey var, geçici bir nüfus var ki bu geçici nüfus üniversite öğrencileriyle birleşince kozmopolitizm anlamına gelebilir, modern şehrin kurucu dinamikleri anlamına gelebilir. İkincisi de nüfusun görece azalması aslında İzmir, İstanbul, Ankara, Adana metropollerinin sorunlarını yaşamadığı anlamına gelir. Bu kente yatırım yapılıyor yani bir köhnelik problemi yok, o zaman iki önemli avantajını, yani kozmopolitleşme ve nüfusun görece az artmasını bu kent kullanamıyor. Yatırımlarını harcamalarını olması gerektiği gibi değerlendiremiyor. Bunun nedenlerini konuşmak üzere sözü Halit Halaç’a veriyorum, buyrun.
Halit Halaç: Böyle bir ortamda olmaktan ötürü çok keyifli olduğumu belirterek sözlerime başlamak istiyorum. Mimarlar Odasın’da çalışmaya başladığımdan beri kendime dert edindiğim bir şeyi aktarmaya çalışacağım. Benim derdim “mimar”ı anlatmak, çünkü bu mimarlar ortamında bile unutulduğunu hissettiğim bir hikaye. Mimarı anlatmak, ardından mimarın kente temasını nitelendirmek ve yönetici, lider veya kent bilimcisiyle nasıl bir ilişki kurduğunu anlatmak istiyorum. Bunu en geriye, en ilkel haline döndürerek anlatmak istiyorum. Kenti ele alırsak ilk olarak barınma eylemine ve mimarın bu anlamda ne zaman hangi role büründüğüne bakalım. Öncelikle barınma hikayesi insanoğluyla başlayan bir süreç, insan önce doğanın kendine sunduğu koşullarda yaşamaya başlıyor, ağaç kovukları ve mağaralar gibi. Burada kent ve mimar hikayesi yok, sadece barınma eylemi üzerinde kendini konuşlandıran insandan bahsediyoruz fakat daha sonra kolonileşme ve yaşam hikayeleri başladıkça, mimarlık ve kent de gündemimize gelmeye başlıyor. Bilinen en eski yazılı ürünlerde mimarlardan bahsediliyor. Hesoidos’un “İşler”inde, Homeros’un “İlyada”sında “mimar” kelimesinden sıklıkla bahsedildiğini görüyoruz. Bugün burada yapmak istediğim biraz meslek şovenizmi çünkü mimarların mesleğine sahip çıkamamasından dolayı birtakım sıkıntılar yaşadığını derinden derine hissediyoruz, “Kentler niye bu hale geldi?” sorusunun sürekli mimara yöneltilmesi can sıkıcı bir hal almaya başlıyor. Bu anlamda tarihsel süreçlerde mimarın yöneticiyle ya da düşünürle nasıl bir ilişki içinde olduğuna bakarsak özgüvenimizi tazeleriz diye düşünüyorum.
Antik Dönem, insanların düşünce pratiğinin ışıklar saçtığı bir dönem olarak algılanıyor. Bu dönemde mimar filozoflarla yan yana, filozoflarla yöneticilerin koruması altında. Bu dönemde yazılı ilk ütopya olarak bilinen Plato’nun “Devlet”inde hayatı organize eden, tanzim eden bekçiler olarak mimardan sıklıkla bahsediliyor. Mimar, yapma eyleminin başındaki organizatör olarak ifade ediliyor, taş ustalarının sahaya getirilmesi, taşın organizasyonu, ustaların çalışma pratiğindeki zenginliği hep mimardan soruluyor. Böylece mimar renk katan ve gündelik hayatı hızlı bir şekilde değiştiren insan olarak ifade ediliyor. Antik Dönem’de zamanla sokak kavramı gündeme geliyor, konutlar birbirinden ayrılıyor ve kent denilen hikaye kendini bulmaya başlıyor. Bu dönemde mimarla filozof yanyana duruyorlar.
Antik Dönem’in hemen arkasından karanlıklar dönemi diye bilinen Orta Çağ’da zannediliyor ki mimarlık ve düşünce ölmüştür, üretme süreci dinginleşmiştir oysa örtülü ya da sızıntı halinde ciddi bir üretim vardır, mimar eliyle değil belki ama hakim güç tarafından ciddi mimarlık ürünleri verilir. Kent, yataylık ve düşeylik üzerine, yatayda konut, düşeyde kamusal alanlar olacak şekilde kendini kurar. Bu dönemde kamusal yapılarda mimarın eylemleri yöneticiye ait bir durum olarak kendini gösterir yani mimar erke çok yakın bir görev alır. Birçok yerde psikopos veya rahip için de mimar tanımlaması yapıldığını görürüz.
Bunun ardından kronolojik olarak zaman diliminde aydınlanma dönemi olarak Rönesans gelir. Bu dönemde insanlarda antiği yeniden keşfetme inancı vardır. Rönesans’ta mimar tanımlaması, sanatçı tanımlamasıyla birdir. Yani buradaki mimar artık sadece yapı üreten adam değildir. Alberti sürekli ilgimi çeker bu konuda, çok iyi bir ressamdır, heykeltraştır, çok iyi yemek yapar, eşinin elbiselerini diken bir desinatör, çok iyi bir silahşör, durduğu yerde 2 metre zıplayan bir atlet ve aynı zamanda zamanının hızlı çapkınlarındandır. İnanılmaz renkli insanlar vardır bu dönemde ve üretme süreci burada aristokrat hikayeyle, aristokrat tahifeyle yanyanadır. Medice ailesi, Toscana ailesi, bu düşünürleri ve üreticileri kol kanat gererek kollar. Ve pek çok eleştirmen de Rönesans’ı bu anlamda kınar, bu düşünce üreticisi ya da tasarımcı adamların enerjilerinin %5 ile sanat üretimini yaptığını iddia eder çoğu eleştirmen. Bu adamlar tabir yanlış olabilir ama zamanının %95’ini bu aristokratları eğlendirmek ya da onlara hizmet etmekle geçirmiştir. Ama düşününüz ki %5’lik enerji bile Rönesans gibi bir zaman dilimini oluşturmaya yetmiştir. Bu dönemde pek çok tasarımcı, kenti ütopyalarla besler. Bu dönemde herkes ütopya kent yaratma sevdasına düşmüştür ve artık zamanı değil, zamanın ötesinde hikayeler yazma gereğine dair inanç, hızlı bir şekilde yayılır. Mimar artık günü değil geleceği tasarlayan, gündemi takip eden değil gündem yaratan insan gibi algılanmaya başlar. Rönesans’tan beslenen düşünce pratiği bir müddet sonra aydınlanma denilen düşünce çatışmalarının olduğu zengin bir döneme girer. Rasyonel düşünce Rönesans’tan beslenirken, Ortaçağ özlemi giderek artar ve romantik düşünce de kendini bu ortamlarda hissettirir. Fabrikaların olduğu, kentlerin artık allak bullak olduğu, düzenli bir kentten bahsedilemeyen dönemlerdir bunlar. Düşünce üreticileri dağılır, mimar ya da tasarımcı dağılır, bir ve bütün dünya yok olur.
Bundan sonra zaman hikayeleri, mimarlık ortamlarını ya da düşünce ortamlarını meşgul eden birtakım tanımlamalar haline gelir. Yine kent tanımlamalarında hep geçmişe dönük kentler vardır. Çünkü artık yokolan bir zaman dilimi ve yokolan bir gerçeklikler dünyası vardır. Pek çok düşünce üreticisi sosyal hayatı, ekonomik hayatı nasıl yeniden ayağa kaldırabileceğinin, insanların yaşam standartlarını nasıl sıhhileştirebileceğinin, kenti yeniden nasıl adam edeceğinin, bu endüstri devrimi sonrası fabrikaların kenti yutmasını nasıl engelleyebileceğinin derdine düştüklerinde, temas ettikleri insanlar mimarlar olur ve düşünce üreticileri ile mimarlar yanyana gelerek komüne hayatların ve ortak yaşam alanlarının nasıl olabileceğini keşfetmeye dönük çalışmalar yapar. Bütün dünya 20. yüzyıla geldiğinde bu modern mimarlık manifestoları ile karşılaşır ve mimarlık eylemi menifestoyla yanyana gider. 80’li yıllardan sonra ise artık dünya da şöyle bir akım, şöyle bir dünya pratiği hayata geçer, mimarla yöneticinin yanyana durduğu zaman diliminde çok ciddi ve ilerici tavırlar sergilenmeye başlanır ve Mitterrand öncülüğünde Paris’te başlayan, sonrasında bütün dünya mimarlarını Paris’e davet ederek, burayı kültür kenti ya da kültür başkenti yapma istenci hızlı bir şekilde ayağa kalkar. Akıllı yönetici, mimarla yanyana durarak dünya kenti yapma düşüncesindedir. Sonraki zaman diliminde Berlin bu işin öncülüğünü yapar ve dünya mimarlarını Berlin’e davet eder. Böylece kent yöneticisi ile birlikte, mimarına, tasarımcısına kıymet veren yönetici ile birlikte ayağa kalkar. Ülkemizdeki gerçeklik ise tam bir komedi zinciridir. Mimarlık olmasa da olabilir mantığı ve bakışı her geçen gün derinleşmektedir. Bunu ikinci bölümde kent özeline indirgeyerek anlatmak gibi bir gayretim olacak, sabrınızdan dolayı teşekkür ederim.
Yüklə 142,19 Kb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin