Benim gözümden) doğANŞEHİR ve 93(1877) muhacirleri



Yüklə 2,37 Mb.
səhifə4/55
tarix30.07.2018
ölçüsü2,37 Mb.
#63474
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   55

ZAMANINDA GERÇEKLEŞEN ÖNEMLİ OLAYLAR

- ERTUĞRUL FIRKATEYN FACİASI - Sultan Abdülaziz zamanında 1863 yılında denize indirilmiş olan Ertuğrul Fırkateyni, Sultan II.Abdülhamit tarafın-dan seçkin komutan ve askerler nezaretinde Japonya’ya gönderilmişti. Amaç, hem İmparator’a iade-i ziyaret, hem de zayıflamaya yüz tutmuş İslâm Birliğini canlandırmak adına yol güzegahında bulunan İslâm Ülkelerini ziyaret etmekti. Yorucu ve yıpratıcı bir yolculuktan sonra ki, fırkateyn oldukça yıpranmış olup, iki de bir arıza yapmakta ve içindekilere zor anlar yaşatmakta idi. Sonuçta 1890 yılında Japonya’ya varılmıştı. Bu arada yol üstündeki İslâm Ülkeleri de ziyaret edilmişti. Dönüş için hazırlıklara başlanır. Japonların, bu tarihlerde denize açıl-manın riskli olacağı uyarılarına rağmen zaten çok geç kalındığı, padişah’ın bu duruma sinirleneceği ileri sürülerek uyarılara uyulmamış ve hareket emri veril-mişti. 15 Eylül 1890 tarihinde 607 mürettebatla yola çıkılmış, bir gün sonra ise kuvvetli bir fırtınaya yakalanarak batmıştı. Ancak 69 kişi kurtulabilmiş, diğer-leri fırkateyn ile birlikte sulara gömülmüştü. Japonlar bu duruma çok hassasiyet göstermiş, kurtulan 69 kişiyi özel bir gemi ile İstanbul’a göndermiş, ölenler için de ülkelerinde bir anıt mezar yaptırmışlardır.

- 1909 da İttihat ve Terakkicilerce görevden uzaklaştırılarak Selanik’e sürgün edilmesi. Yerine Sultan Reşat’ın tahta geçirilmesi. Zamanında İttihat ve Terak-kicilerin etkinliği.Tecrübesizlik, aşırı güven ve sorumsuzlukları neticesi, olacak-ları iyi okuyamamaları sonucu, Balkan Harpleri’nin patlak vermesi ve bunun so-nucu olarak da, Balkan topraklarının tamamen kaybedilmesi. 1909 senesinde Sultan 2. Abdülhamit’in 13 Nisan 1909 da meydana gelen ve 31 Mart Vakası diye anılan bir durum üzerine, Selanikten gelen Hareket Ordusu tarafından taht-tan indirilerek Selanik’e sürgüne gönderilmesi. Bilahare İstanbul’a gelmesine izin verilmesi. Yaşadığı münzevi ve sıkıntılı bir hayat sonucunda 1918 de hayata gözlerini yumması.

II. Abdülhamit Sultan ve dönemi ile ilgili, önemli bir yazar, köşesinde şunları yazmaktadır: “ Osmanlının çöküş dönemiydi. Balkanlar ayaklanmıştı. 33 yıl bo- yunca iktidarda kaldı. Diplomasisi sayesinde o dönemler harpsiz ve kayıpsız geçirildi diyenlerde var, Kıbrıs, Tunus, Mısır, Karadağ, Kars, Ardahan, Batum kaybedildi diyenler de var. Döneminde, ekonomi iflas etmiş, almış olduğu dış borçları ödenemez durumda idi. MUHARREM KARARNAMESİ’ni çıkarılarak, moratoryum ilan edildi. Tahta çıkmadan vermiş olduğu sözünü tuttu. İlk Ana- yasayı yaptı ve meclisi kurdu. Birçok tarihçinin deyimi ile Osmanlı’nın çökü-şünü 30-40 yıl geciktirdi. Günde 10-15 saat çalışırdı. Dindar bir Sultandı. Na-mazlarını aksatmaz aynı zamanda fen ilimlerini de ihmal etmezdi.Yüzme, atı-cılık ve güreş sporlarını sever, aynı zamanda tiyatro ve operaları izleyen modern bir insandı. Ama diğer taraftan hükümeti lağvedip, bütün yetkileri elinde topladı. Osmanlı’nın en baskıcı rejimini kurdu. Darbeleri ve ayaklanmaları önleme adı-na, kendine bağlı çok yaygın bir jurnal teşkilatı kurdu. Muhalifleri üzerinde inanılmaz baskılar kurdu. Bir kısmını hapse attırdı, bir kısmını sürgüne gön-derdi. Bu uygulamadan en fazla nasip alan da bir zaman sadrazamı olan Mithat Paşa idi.

Bu gün sokaktaki insanlara Abdülhamit kimdir? diye sorulduğunda çoğunlukla “Kızıl Sultan” bir kısımca da “Ulu Hakan” dır. Oysa bunların hepsini hak eden bir sultan değildi o. Tarihin hafızası ile toplumların hafızası farklı çalışır.Tarih ayrıntılara girer, toplumlar ise seçici bir şekilde hatırlar…Çünkü; baskı, zulüm, korku ve adaletsizlik bir noktayı geçince, tarihin süpürgesi haline dönüşüyor ve yapılan bütün iyi işleri de toplumların hafızasından silip götürüyor. Ispanya ve İtalya’nın en büyük alt yapı inşasını iki diktatör yapmıştı. Şimdi hiç kimse on-ları ekonomideki başarılarıyle hatırlamıyor. Ve toplumsal hafıza ve modernite, tercihini hep özgürlüklerden, ifade hürriyetinden, adaletten, gerçek demokrasi-den yana yapıyor.”

ÖNCESİNDE ve SONRASINDA OSMANLI

Bütün bu bilgi ediniminden sonra, ben kendi kendime şu soruları soruyorum: Osmanlı İmparatorluğu, o ilk dönemlerki gibi, kültürlü, akıllı, ileri görüşlü, ken- dine güvenli, otoriter, ilme ve alimlere önem veren güçlü padişahlarca yönetil-meye devam edilseydi- Bilinçli bir şekilde yapılan “Enderun” sistemi devam ettirilseydi- İlime, bilime ve alimlere önem verilmeye devam edilseydi, - Din bezirganlarına fırsat verilmeseydi- Hukuksuzluklara, yolsuzluklara, vurguncu-luğa, karaborsacılığa, hurafeciliğe meydan verilmeseydi- Ordunun nüvesini teş-kil eden Yeniçeri Ocağının ıslah ve kontrolü sağlansaydı- Devletin kilit nokta-larına deneyimli ve ehil kimseler getirilseydi ve en önemlisi; Avrupadaki ileriye dönük gelişmelerden yeterince istifade ile; ekonomide, sanayide, ilimde, sanatta, kültürde, teknolojide ileri hamleler yapılabilseydi, Osmanlı; duraklama, gerile-me ve en sonunda yok olma sürecine girer miydi?.... Üç kıtaya yayılmış Osman-lı’ya ait topraklar bir bir elden çıkar mıydı? Ve en önemlisi, bu topraklarda ya-şayan insanlarımız, her türlü olumsuz durumlara maruz bırakılıp, zorunlu ola-rak, yerlerini, yurtlarını, tüm acılarını yüreklerine gömerek terk-i diyar edip, bir meçhule doğru göç etmek zorunda kalırlar mıydı?...

Üç kıtaya hükmeden koca Osmanlı İmparatorluğu, her defasında koskoca Haçlı Ordularını bile darmadağınık ederken nasıl oluyor da son zamanlarda bir Rusya ile baş edemiyor, girdiği her harpte ağır mağlubiyetler alarak; büyük o-randa hem toprak, hem maddiyat ve hem de onur ve gururundan kayıplar veri-yordu?...

Osmanlı Padişahlarının çoğu belli dönemler hariç çok iyi bir eğitim gör-müşlerdi. Gerek din ve gerekse fen – edebiyat, felsefe ilimleri üzerine en iyi ho- calardan ders almışlar ve aynı zamanda, zamanın her bakımdan donalımlı insan-ları olarak kendilerini kabul ettirmişlerdi. Meselâ, padişahlardan yirmi ikisi şair / on ikisi hattat / sekizi bestekâr / biri kuyumcu / biri ok ve yay ustası ve biri de marangozdu. İstisnasız çoğu sporu ve askerliği en iyi anlayan ve yapanlardı. Çok iyi ata biner, ağırlık kaldırırlar ve hatta Abdülaziz gibi iyi de güreş tutar-lardı. Yalnız, tahta geçen padişahın; diğer şehzadeleri, devletin bekası için orta-dan kaldırması, ve bunun gelenek halini alması bir yerde zorunlu idi. Zira, dev-letin etrafında çöreklenmiş çıkar çevreleri ve yabancı güçler; çıkarları uğruna, şehzadeleri birbirine düşürüp devleti istikrarsızlığa sürükleye biliyorlardı. Yıldı-rım Beyazıt Ankara Savaşı’nda Timurlenk’e yenilip esir düşünce, şehzadeler arasında taht kavgaları başlamış ve on iki sene boyunca Fetret Devri yaşanmış, devlet otoritesi ortadan kalkmıştı. Bu durum ise devletin geleceğini zaafa uğra-tıyordu. Bu hassasiyete önem veren ve çareyi bulan devlet geleneği, devletin her geçen zaman içinde büyümesine, güçlenmesine ve üç kıtaya yayılarak koca bir Cihan İmparatorluğu hüviyeti kazanmasına vesile oluyordu… Şehzadelerin, tahta oturan padişah tarafından katledilmesi ise, büyük bir trajedi idi. III.Meh-met tahta geçtiğinde; on dokuz tane daha çocuk yaşta şehzâde, analarının kuca-ğından zorla koparılıp, feryat ve figanlar arasında canlarına kıyılmış, sonra da tek tek cenaze namazları kılınarak defnedilmişlerdi. Belki, devletin bekası için bu zorunlu olarak yapılıyordu. Ama, daha mantıklı ve insalcıl bir usül kullanı-lamaz mıydı?...

Osmanlı’nın bu denli güçlü olması ve her geçen zamanda genişleyerek bü-yümesi karşısında paniğe kapılan Hıristiyan Ülkeleri, Orta Çağ’ın karanlığında debelenip dururlarken, ilimden, irfandan, akıldan ve gelecekten yoksun olarak, papazların, piskoposların, kardinallerin insafına terk edilmişlerdi. Bunlar kendi çıkarları, gelecekleri ve rahatları uğruna; din adına halkı sömürüyorlar, kendi-lerine zarar verebilecek hiç bir şeye meydan vermiyorlardı. Aksi harekette bulu-nanlar Engizisyon Mahkemelerinde yargılanıp hemen giyotine gönderilip hayat-larına son veriliyordu. Teokrasi ile idare olunan bu ülkelerde halk; hayatından bezmiş, karamsar, ümitsiz ve gayesiz bir hayat tarzına mecbur kılınıyordu. Halk, ilim ve bilgiden yoksundu. Öyle olmaları isteniyordu. Biliniyordu ki, şayet in-sanlar bilgilenirse, her şeyin farkına varacak, tepki koyacak ve kurdukları düzen bozulacaktı. Ara sıra da tesadüfen ortaya çıkan bu gibiler için, “ Bunun içine şeytan girmiş, kimseye zarar vermemesi için derhal ortadan kaldırılması gerek” diyerek ve cahil halkı da buna inandırarak ölüm kararı verebiliyorlar ve hiç kim-senin bilgi sahibi olmasına fırsat vermiyorlardı. O çağın büyük alimlerinden Ga-lile “ Dünya yuvarlaktır ve boşlukta dönüp durmaktadır” sözüne karşı, ken-disine aynı şiddetli tepki gösterilerek ölüme mahkum edilmişti. Ve Galile sonun-da öleceğini bile bile, dünya’nın yuvarlak ve dönmekte olduğu iddiasını sürdür-müştü. Onun gibisi kaç tane çıkabilirdi? Nitekim de çıkmıyordu, çıkamıyordu.

Halkın cahil kalması, onların bu çıkar düzenini devam ettirmesi için elzemdi. Bu insanlar sadece halkı değil, devletin başındaki kralları bile etki altına alabi-liyorlardı. Bazen daha da ileri giderek, Cennet’in anahtarlarını dahi para karşı-lığında satmaya çalışıyorlar, zavallı ve cahil halk da “ Zaten bu dünyada yüzü-müz gülmedi, bari öbür dünyamızı kazanalım” diyerek, elinde avucunda ne var-sa verip, güya Cennet’in anahtarını satın almaya çalışıyorlardı. Tabiiki bu ko-numda olan bir ülkede, hiçbir şey yolunda gitmiyor, bazı ülke kralları, Osmanlı’ nın ihtişamı karşısında ne yapacaklarını şaşırıyor, Osmanlı’ya heyetler göndere-rek; Osmanlı’nın neden bu kadar göz kamaştırıcı büyük bir güce sahip olduğu-nun ve bu duruma nasıl engel olunmasının formüllerini araştırmaya çalışıyorlar-dı. Gönderilen heyetler, Osmanlı’da yaptıkları incelemeleri bir rapor halinde Kral’a sunuyorlardı. Hazırlamış oldukları bu raporlarda şunlara yer veriliyordu: 1) Devletin başında güçlü, her bakımdan donanımlı ve hiçbir olumsuzluğa taviz vermeyen birer padişah bulunmaktadır. 2) Devlet idaresinde görev alanlar, En-derun Mektepleri’nde yetişmiş, işinin ehli elemanlardan oluşmaktadır. 3) Adil bir düzen içinde, Müslim ve gayr-i Müslimler rahat ve huzurlu bir yaşam sür-mekte, dini inançlarının uygulanmasında hiçbir baskıya meydan verilmemek-tedir. 4) Ordunun düzenli ve disiplinli olması hususunda azami hassasiyet gös-terilmektedir. 5) Zengin olan devlet hazinesi, kazanılan fetihler sonucunda elde edilen ganimet, tazminat, vergi ve yaranmak adına gönderilen kıymetli hediye-lerle daha da güçlendirilmektedir. 6) İslâmiyet, kurallarına uygun ve yoğun bir şekilde yaşanmaktadır. 7) Ordunun nüvesini teşkil eden yeniçeri askerleri, İslâmî inançları gereği; ölürse şehit, kalırsa gazi olma gibi ulvi bir mertebeye erişme adına, cesur, gözüpek ve mücadeleci olmaktadırlar. 8) Halk geçim sıkıntısı çekmemekte, İslâm dininin en önemli referanslarından olan “ Komşusu açken, tok yatan, bizden değildir” ilkesi gereğince, zor durumda olanlar, gerek devletçe, gerek insanlar ve gerekse vakıflarca kontrollü bir şekilde desteklen-mektedirler. Osmanlı gibi güçlü bir devlet olabilmek için, bu raporda tesbit olu-nan bu özellikler aynen uygulanmalıdır… Diğer taraftan, Osmanlı’nın zayıf-latılıp, yıpratılması için de; dinî, askerî ve siyasî ajanlar ülkeye sokulmak sure-tiyle, öncelikle halkın dini duygularının istismar edilmesinin ki, bu insanların bu konudaki hassasiyeti çok çok önemlidir, sağlanmalıdır… Halk arasına siyasi ajanlar sokulup, devlete karşı tepkiselliğin sağlanarak, uygun zamanlarda isyan hareketleri alevlendirilmelidir… Devletin çevresinde bulunan ve uygun bir ortam bulmaya çalışan karanlık güçlerle temas kurularak, padişahlık sisteminde olumsuz yapılanmalara gidilmelidir…Ticari imtiyazlar elde edilerek ülke eko-nomisi ele geçirilmelidir… İlim ve irfan yuvalarının dağıtılması sağlanarak, halk, ilimden ve bilgiden yoksun bırakılmalıdır”…

Bütün bunlardan ders çıkarıp çalışmalarını yoğunlaştıran Hıristiyan Ülkeler; öncelikle kendilerinin gelişip güçlenmesine engel olan din adamlarının etki alanından kurtulup, Fransız İhtilali’nin de etkisi ile özgürlüğe yelken açmışlardı. Çünkü, biliyorlardı ki, dinin; din adamlarınca kendi çıkarları doğrultusunda kullanılması ve devlete egemen olması sonucunda, geri kalmışlık sarmalından kurtulunamayacak ve bu karanlık devir sürüp gidecekti. Tüm Avrupa ülkeleri arasında yıllarca süren dinler arası savaşlar ( Yüz yıl Savaşları) milyonlarca insanın kanına mal olmuştu. Bu durum böyle devam etmemeli ve bu duruma bir dur denilmeli idi. Bu da ancak, din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılma-sı, laiklik düzeninin hakim kılınması ile mümkün olabilirdi. Bu konu ile ilgi- li olarak yüz yıllar sonrasında 2016 yılında Papa Francesko itiraf mahiyetinde şu açıklamayı yapma gereği duymuştur: “ Devletler laik olmalı. Dinin egemen olduğu devletler tarihsel süreç içerisinde çok zor durumlara düşmüş ya da yok olup gitmişlerdir. İnanç özgürlüğünü garanti altına alan yasalarla destekli laik-lik, en uygun bir idare şeklidir” demiştir… Böylece Hıristiyan ülkeler, daha ön-celeri yasaklanan ilime ve bilgiye önem vererek, İslâm alimlerinin bilgilerin-den de yararlanarak önemli buluşlara imza atmışlar, Rönesans ve Reform ha-reketleriyle ivme kazanmışlardı. Ayrıca, kutsal kitapları İncil’i Latinceden Al-mancaya çevirterek, halkın dini bilgileri gerçek manada öğrenmeleri sağlan-mıştı. Bütün bu gelişmelerin semeresini kısa zamanda alan bu ülkeler; bir yandan ilimde, sanatta, sanayide, teknolojide büyük ilerlemeler sağlayıp eko-nomik alanda güç kazanırlarken, buna bağlı olarak; ordularını, etkili silahlar-la donatıp moralman güçlenirlerken, Dünya’ya açılıp müstemlekecilikle güç-lerine güç katarken, diğer taraftan; Osmanlı’ya şu veya bu şekilde soktukları di-nî, siyasî ve askerî ajanlarca istenenler, sinsi bir şekilde sürdürülüyordu.

Bütün bunlar olurken, Osmanlı, kendi güç konumuna güvenerek olaylara se-yirci kalıyor, daha doğrusu önemsemiyordu. Oysa ki; kuruluşundan itibaren belli bir süre, ilme ve bilime önem verilmiş, Enderun Mekteplerinde Müslim ve gayr-i Müslimlerin çocukları eğitime tabi tutularak, memleket idaresinde ve ordunun teşekkülünde, işinin ehli insanlar olarak kendilerinden istifade edilmiş ve de olumlu sonuçlar alınmıştır. Yalnız bunlar değil, şehzadeler de bu tür eği-timlere tabi tutulmuşlar, ilmin her dalında geniş bir bilgi birikimine sahip olmuş-lar, sancaklara gönderilerek de tecrübe kazanmaları sağlanmıştır. Ama, ne ya- zık ki, belli bir dönemden sonra da, devlet geleneğinde yapılan olumsuz deği-şiklikler, ilim ve bilimden kopuş, şehzadelerin eskiye göre eğitimlerinin tam olarak sağlanamaması ve dini özelliklerin yanlış aksettirilmesi sonucunda, mu-kadder sonuç ile karşı karşıya kalınmıştır…

Devletin üst kademesi böyle olur da, halk bundan etkilenmez mi idi? Devlette otorite ortadan kalkınca, rüşvetçilik, karaborsacılık, hırsızlık, dolandırıcılık, sa-vurganlık ve dinsel bazda; üfürükçülük, muskacılık, müneccimlik almış başını gitmektedir.Ülkenin değişik yerlerinde yaşanan bu havanın etkisi ile, isyan olay-ları yaşanmakta, bu isyanların bastırılması çok güç hale gelmektedir. Devletin başında bulunanlar, daha lüks bir yaşam sürmek adına, devletin parasını çarçur etmekte, bununla da yetinmeyip yabancı devletlerden faizli borç para alınarak, devlet iflasın eşiğine getirilmektedir. Ve devlette düzen diye bir şey kalmamıştı. Bu olumsuzluklar, haliyle siyasî hayatta da kendini gösterir olmuştu. Nitekim, zamanla aydınlanma çağını yaşamakta olan Hıristiyan ülkeler; Osmanlı’ya olan korkularını üzerlerinden atıp, Osmanlıda yaşanmakta olan bu olumsuzluklardan yararlanma projelerini sahneye koymaya başlıyorlardı …

Evet, önceleri İslâmiyet’in doğru bir şekilde yaşanması, ilme, bilime ve ak- la önem verilmesi neticesinde; güçlü ve donanımlı padişahlar ve iyi yetişmiş devlet adamları sayesinde; tüm dünyaya meydan okuyan, üç kıtada at koştu-ran koca Osmanlı, bir Rusya karşısında bile aciz durumlara düşebiliyordu. Niye bu durumlara düştüğü hususunda düşünmeye gerek bile kalmıyordu. Her-şey, ayan beyan ortada bulunuyordu… Avrupalı devletler, orta çağ karanlığın-dan kurtulup ilim, bilgi ve akıl sayesinde “Devlet-i Muazzama” konumuna gelir-lerken, Osmanlı ise tam aksine, önce duraklıyor, sonra geriliyor ve sonunda yok oluş sürecine giriyordu… Orta çağda, Hıristiyan ülkeler; Osmanlı’nın şa-şaası karşısında, heyetler gönderip, nasıl bu duruma geldikleri hususunda ra-porlar tutturup, bu raporlar doğrultusunda çalışma ve projeler üretirken; Osman-lı, onların daha önceden yaşamış olduğu karanlığa doğru hızla ilerliyordu. Hıristiyan ülkelerin bu gelişmişliği, din adamlarının ve o zamanın kral’larının tahakkümünden kurtulunarak ilme, bilime ve özgürlük içinde yaşamaya önem verilmekle açıklanabilir. Nitekim, İslâm ülkeleri de çok daha önceleri bu sayede, ileri düzeyde bulunmuyorlar mıydı?

Türklerin, Balkanlardan itibaren, Avrupa’nın ta içlerine kadar nüfuz etmesi ve büyük bir cihan devleti kurması; Avrupa’daki devletler ve milletler açısından Türkler’in konumu ve yürüttüğü politika, korku ve endişelere neden olmuştu. Çağdaşlarına göre kısa bir süre içinde mükemmel bir organizasyonla Avrupa’nın büyük bir bölümüne hakim olan Osmanlı ordusunun; sevk ve idare ve teçhizat bakımından tam donanımlı olması, lojistik ve stratejik mevkilere hakim olmasını sağlamıştı. Sadece bu özelliklerin değil, aynı zamanda, yöre halklarına karşı anlayışlı, hoşgörülü, adaletli ve müsamahakar olmaları nedeniyle, kendi idare-lerinde baskı ve zulüm gören insanlarca hoş karşılanmış ve kabul görmüştü. Tabiî ki bu özelliklerin kazanılmasında İslâmî anlayışın ve tahta geçen padi-şahların kültürlü, iradeli, cesaretli, maharetli ve deneyimli olmalarının, siyasete, orduya ve ülkeye tam olarak hakim olmalarının ve de devlet mekanizmasında görev alan sadrazam, vezir ve ulemanın Enderun’dan yetişmiş seçkin insan-lardan oluşmasının da etkisi büyüktü. Ancak, ne yazık ki bu düzen böyle devam etmedi. Devletin bekası, istikrarı ve sürekliliğinin sağlanması adına, padişah-lığın babadan oğula(evlad-ı neshep) geçmesi ve tahtta oturan padişahın, diğer şehzadeleri ortadan kaldırma uygulamasının Sultan I.Ahmet ile birlikte sona erdirilmesinden itibaren, devlet düzeninin ve buna bağlı olarak sosyal yaşan-tının bozulduğunu görmekteyiz. Akl-ı evvel ve saf olan I. Mustafa’nın, Sultan I.Ahmet tarafından hayatına kıyılmaması ve I.Ahmet’in çok genç yaşta ani ölümü üzerine, o zamanın devlet erkanının, oğlu II.Osman’ın henüz çocuk ol-masını ileri sürerek (o tarihte Osman 14 yaşındadır ve değişik tarihlerde çok daha küçük yaşta şehzadelerin tahta geçirildiği bir vakıadır.) hayatı bağışlanmış olan saf ve kıt akıllı I. Mustafa’nın tahta oturtulmasıyla birlikte, evlad-ı neshep uygulamasından vazgeçilerek, en yaşlı padişah evladı (ekberiyet) esası uygu-lanmaya konuluyordu. Daha önceleri tahta oturan padişahlarca, şehzadelerin canlarına kıyılırken, bundan sonra; diğer şehzadelerin “Şimşirlik Kasrı” na kapa-tıldıklarına, orada, dünyadan bi haber, münzevi bir hayat yaşadıklarına şahit olmaktayız. Ne zamanki padişah vefat ettiğinde, “Şimşirlik Kasrı’na” giriliyor, kurbanlık koyun seçer gibi en yaşlı olanı hiçbir özelliği dikkate alınmaksızın zorla koltuklarından tutularak, götürülüp tahta oturtuluyordu. Maruz bırakıldığı yaşam tarzı ile, korkak, ürkek, iradesiz ve psikolojisi bozuk olan bu insanlardan, güçlü idare beklemek olanaksızdı. Dolayısı ile, devlet idaresi; valide sultanların, sadrazamların, vezirlerin, ulemanın, ağaların ve saray içerisinde çöreklenmiş olan çıkarcıların eline geçiyordu. Böylece, devletin düzeni bozulmuş oluyordu. Çünkü, herkes devletin bekası için değil kendi çıkarı için çalışıyordu. Tabii bu durum, sosyal yaşama da etki ediyordu. Savurganlık, yolsuzluk, hırsızlık, yağ-macılık, karaborsacılık almış başını gidiyordu.

18.yüz yıla girildiğinde, Osmanlı Devleti, Avrupalı devletler seviyesinde değildi artık. Avrupa’daki Rönesans ve reform dönemlerini izleyen aydınlanma çağında, yeni teknolojik buluşlar ve endüstri devriminden uzak kalmıştı. Bu devrim sonucunda, Avrupa ordularında gerçekleştirilen büyük teknik ve lojistik başarılar, Osmanlı yöneticilerince çok geç ve etkisiz bir şekilde izlenmişti. Bununla birlikte, Fransız Devrimin sunduğu özgürlük ve milliyetçilik hareket-leri, Osmanlı devletinin tabiiyeti altındaki Balkan topraklarında yaşayan mil-letlerin, bağımsızlık adına yaptıkları mücadeleyi de hızlandırmıştı. Bu durumlar, Bab-ı Ali’nin diplomasisini etkisiz hale sokmuştu. Emperyalist büyük devletler; kapitülasyon düzeni, dış borçlar, yaptırımlar ve nüfuz bölgeleri sayesinde, Os-manlı devletini ortak kullanım alanı haline getirerek etkisizleştirmişlerdi …

Başlangıçta devlet hazinesi dolup taşarken, bilahare devlet idaresindeki istik- rarsızlık sonucu, yapılan harplerin kaybedilmesiyle ganimet ve harp tazminatla-rının artık tarihe karışması, hazinenin çıkarcılarca soyulması ve aşırı savurganlık nedeni ile maddi krizler yaşanması, bunun sonucunda iç ve dış borçlanma yolu-na gidilmesi ve borçların ödenmemesi üzerine, yabancıların ipoteği altına giril-diğine şahit olmaktayız. Hatta öyle zamanlar olmuştur ki, önceleri ordunun ve görevlilerin maaş ve ihtiyaçları karşılanamadığından dolayı, hazinedeki savaş-larda daha önceleri elde edilen ganimet ve yabancılar tarafından hediye edilen kıymetli mücevheratlar eritilerek para basılmak durumunda kalınmıştı. Bazen de basılan bu paralar, değeri düşük madenden olduğundan enflasyon artıyor, yeni-çeriler: “ Biz bu paraları istemezük” diyerek kazan kaldırıyorlardı …

En önemli etkenlerden bir diğeri de, İslâm dininin uygulanış biçimidir. Başlangıçta temsil ettiği İslâmî kurallara tavizsiz bağlı kalan Osmanlı; Ende-rundan yetişen ehil insanlar ve her bakımdan bilgi ve becerisi ile otorite sağ-lamış güçlü padişahlarca gücünün zirvesine kadar çıkmış, üç kıtaya hakim ol-muş, ne var ki sonradan İslâm’ın istismar edilmesi, İslamı yaymaktan ziyade toprak ve ganimet elde etme amacı güdülmesi, ilimden, bilimden hızla uzaklaşıl-ması, çıkarcılar ve devlete egemen olan güçler tarafından kullanılması, gerek-tiğinde dini gerekçeler ileri sürülerek cahil halkın isyanlara teşvik edilmesi, menfaatlerine ters gelen ileri görüşlü, irade sahibi padişahların bile (III.Ahmet ve III.Selim gibi) din karşıtı gösterilerek itibarsızlaştırılmaları ve çoğu kez ya öldürülerek ya da görevden uzaklaştırılmak zorunda bırakılmaları, yapılan veya yapılması düşünülen olumlu herhangi bir girişimin; dini gerekçelerle anında etkisiz hale getirilmesi, ülkede meydana gelen tabii afetler ve hastalıkların uğur-suzluk kaynağı olarak gösterilip tepki konulması, hurafecilik, muskacılık, falcı-lık, müneccimlik gibi safsatalarla insanların uyutulması, adaletin keyfi nedenler-le sekteye uğraması devletin yapısında bozulmalara neden olduğu gibi, yüce din İslâm’ın da yara almasına sebep olmuştur… Dinin siyasete alet edilmesi sureti ile, siyasi ikballer ve çıkar ilişkileri sağlama alma adına, hukuk dışı yapılanma-lara gidilmesi durumunda, o ülkelerin ne hallere düştüklerini tarihin akışı içinde her kıtada, her ülkede ve her toplumda gözlemlemek münkün olabilmektedir …

Şu duruma dikkat çekmek gerek. Orta Çağda; piskopos, papaz ve kardinal- lerin; Hıristiyanlık dinini, kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak, ülkelerini karanlığa gömdüklerini, her bakımdan geri kalmalarına neden olduklarını, ne zaman ki onların etkisinden kurtulunduğunda, aydınlığa ve bunun sonucu olarak da refaha, zenginliğe ve güce kavuştuklarının bilincine varan Avrupalılar; Os- manlıyı yıpratmak ve yıkmak için, din silahını kınından çıkartarak taarruza geç-mişlerdi. İslâmî din ifsat komitelerince, İslâm dinini çok iyi öğrenen ve kav-rayan kendi insanlarını, Osmanlı topraklarına dini ajan olarak salmışlardı. Bu insanlar, halk üzerinde etkili olan hocalarla temaslar kurarak, onlarla İslâm dini hakkında fikir alışverişinde ve tartışmalarda bulunarak, onları bazı konularda ikna etmek suretiyle, İslâm dinin yozlaşmasına, yanlış yorumlanması ve anlaşıl-masına neden oluyorlardı.

* (Özellikle İngilizler, dini ve siyasi casusları vasıtasiyle Osmanlı üzerinde çok etkili olmuşlardı. İngilizler, Londra’da kurdukları “ Müstemlekeler Nezare-ti” marifetiyle, akla hayale gelmeyen hilelerle, askeri ve siyasi faaliyetlerini hız-landırmışlardı. Din adına casusluk yaparak, İslâmî düşünceye en büyük darbeyi vuran kişi Hempler’di. Onun tek amacı Müslümanları aldatarak, Hıristiyanlığa güç katmaktı. Bu görevi üstlenen Hempler’e, yapılması gerekenler şu şekilde ifade edilmişti: “ Senin vazifen, ülkelerdeki ihtilafları iyice tanımak ve nazırlığa bilgi vermektir. Müslümanlar arasındaki ihtilafı şiddetlendirebilirsen, İngiltere’ ye en büyük hizmeti yapmış olacaksın. Biz İngilizlerin, refah ve saadet içinde yaşaması için, bütün dünya devletlerinde ve müstemlekelerimizde, fitne ve tef-rikalar çıkarmak zorundayız. Osmanlı Devletini de ancak böyle fitnelerle yıka-biliriz. Bütün gücünle zayıf noktalarını ara bul ve oradan içeriye gir. Bilmiş ol ki, Osmanlı Devleti ve İran, zayıf devrelerini yaşamaktalar. Bunun için senin vazifen; halkı, idare edenlere karşı isyana sevk etmektir! Tarih, bütün inkilap-ların, halk ayaklanmasından kaynaklandığını göstermiştir. Müslümanların itti-hatları, muhabbetleri bozulup, kuvvetleri dağılınca, onları rahatça imha ederiz.” * (İng.Casusun itirafları-M.Sıddık Gümüş )


Yüklə 2,37 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   55




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin