A H I S K A
Gürcistanda, Tiflis’in 159 klm. batısında, Posof Nehri kıyısında, Tiflis-Batum yolu üzerinde kurulmuş bir şehirdir. Kars’tan 115, Ardahan’dan 60 ve Türkiye sınırına 12 klm. uzaklıktadır. Ahıska, Hz. Osman zamanında Şam Valisi Muavi- yenin komutanlarından Habip Bin Mesleme tarafından fetholunmuştur. 1068 yı- lında Sultan Alpaslan tarafından ele geçirilen Ahıska, Moğol hakimiyeti altına girmiş, sırası ile İlhanlılar, Karakoyunlular ve Akkoyunlular Devletlerinin ege-menliği altında kaldıktan sonra, 1577 yılında yapılan Çıldır Savaşı sonucunda Osmanlı hakimiyetine girmiştir. Bu tarihten itibaren Ahıska, yeni kurulan Çıldır eyaletinin merkezi olmuştur. 1828-1829 da II.Mahmut zamanında yapılan Os-manlı-Rus Savaşı sonunda yapılan Edirne Antlaşması uyarınca Ruslara terk edil- miştir. 1853-1856 yıllarında Sultan Abdülmecit zamanında yapılan ve İngiliz ve Fransızların yardımı ile kazanılan Kırım Savaşında Osmanlı ordusuna yardım eden Ahıskalılar, savaşın bitimini müteakip Rusların baskı ve zulmüne maruz kalmış ve bunun sonucu olarak canlarını kurtarabilenler bulundukları yerleri gözyaşları içinde terk ederek Kars, Ardahan, Artvin ve Erzurum topraklarına kendilerini atmışlardır. II.Dünya Savaşı sırasında Ruslara karşı Alman’lara da yardımda bulunan Ahıska’lılar, savaşın kaybedilmesi ile birlikte Sibirya içlerine sürgün edilmişler ve bir daha da geri dönmelerine izin verilmemiştir.
B A T U M
Karadeniz’in doğusunda, Türkiye sınırına 15 klm. mesafede, Gürcistan Devle-tine bağlı bir liman şehri olup, Acara Özerk Bölgesinin yönetim merkezidir. 1989 sayımında nüfusu 137 bindir. Sıcak ve bol yağışlı bir iklime sahiptir. Ön-celeri, Pers İmparatorluğuna bağlı olan Batum, sırasiyle Pontus Krallığı, Roma İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu, Moğollar, Gürcüler ve nihayet 1564 yılın-da Osmanlı hakimiyetine girmiştir. 1877 (93) Harbine kadar Osmanlı hakimi-yetinde kalmıştır. Bu harp sonunda yapılan Ayastefanos Antlaşması uyarınca savaş tazminatına karşılık Kars, Ardahan ile birlikte Ruslara bırakılan Batum, 3 Mart 1918 de Brest- Litovsk görüşmesi üzerine tekrardan Türk idaresine girdi. 30 Ekim 1918 de imzalanan Mondros Mütarekesi uyarınca Batum, İngilizlerin eline geçti. İngilizlerin 1920 yılında işgal etmiş oldukları Kafkasları ve Batum’u boşaltmaları üzerine, S.S.C.B ve Türkiye arasında yapılan Moskova Antlaşması ile Gürcistan, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetine bırakılmıştır.
… & …
P O S O F
Posof, daha önceleri Kars iline bağlı iken, sonradan il olması nedeniyle Ardahan’a bağlanmış, Gürcistan’a yakın küçük bir sınır ilçesidir. Evliya Çelebi Posof hakkında, Seyahatnâmesinde şunları yazmaktadır: Posthor kalası, Ahıska eyaletinde, sancak beyi tahtıdur. 1578 yılında Lala Mustafa Paşa’nın fethidür. 150 akçelik kazadur. Alaybeğisi ve çeribaşı vardur. Eskiden Şavşadistan’da iki tuğlu mimiran olmuştur. Çıldır’a 7 saat kalıpdur.
M.S.451 yılında Hun boylarından “Bozok” uruğu, Ahıska ile Cin dağı ara-sında Çataldere’ye yerleşerek buraya Poskh deresi adını vermiştir. En son Pos-khov olarak anılan bu yer, 1928 yılında yazı devrimiyle birlikte Posof olarak son şeklini almıştır… M.Ö 331-371 yılları arasında bu yörede Kimmer’lerin hakimi-yet sürdükleri görülmektedir. Kimmer dili özelliklerinden olan “R” harfinin kul-lanıldığı kelimelerden bir önceki heceye alınma örnekleri, uzunca yıllar devam etmiştir. Hatta, Doğanşehir’e gelen bazı muhacirlerde de, kelimelerin bu şekilde kullanıldığı görülmüştür. Örneğin; ileri kelimesi ireli olarak, toprak kelimesinin torpak olarak, köprü kelimesinin körpü olarak, yaprak kelimesinin yarpak kul-lanıldığı gözlenmektedir.
Doğanşehir’e gelmiş olan muhacirlerin genellikle Ahıska kökenli olmalarını dikkate alarak, orasının nasıl bir yer olduğunu mercek altına alalım. Ahıska’nın şimdiki durumundan az önce bahsettik. Eski durumu ile ilgili olarak burasını bizlere en iyi anlatacak da olan 1600’lü yıllarda yaşamış meşhur seyyahımız Ev-liya Çelebi’dir.
“ Asıl adı Ahısta olup, etrafındaki kavimlerce Ahırkaska, Akıska olarak ifade edilmektedir. Kaleyi ilk yaptıran Nuşirevan’dır. Şerefname Tarihine göre; Eme- vi Abdülmelik oğlu Hişam, Şam’dan büyük bir ordu ile kalkalarak Halep, Ayın-tap, Maraş, Malatya, Diyarbekir, Erzurum ve daha bir çok kaleleri feth etmiş-tir. Daha sonra Gürcistan’a girip Ahıska Kalesini almıştır.
Osmanlı zamanında Selim Han burasını Çıldır adında büyük bir eyalet haline getirdi ve bir vezire emanet etti. Çıldır Eyaletine bağlı olan sancaklar şunlardı: Oltu, Hartiz, Ardanuç, Hacrek, Ardahan, Posthar (Posof), Mahcil, Ahıska, Livane, Şavşat… Bunlar ocaklık olup mülkiyet üzerine idare edilirlerdi. Arda-han 300 000, Livane 365 000, Şavşat 65 000, Posof 206 000, Acara 200000 hası vardı. Sefere gitmek şartı ile 1060 köyden 320 kese gelir elde edilir ve bunu zeamet ve tımar sahipleri yerdi. ( Zamanla el değiştirilen bu yerler, kesin olarak 3. Murat zamanında, Lala Mustafa Paşa tarafından Osmanlı topraklarına katıl-mıştır.) Ahıska Kalesi, yalçın bir tepe üzerinde taştan yapılmıştır. Ferahlık veren bir kaledir. İki kapısı vardır. Kale içinde 1100 kadar toprak damlı ev mevcuttur. Su ve havası sert olduğundan halkı güzel vücutlu, sert, namlı, hünerli ve mert kişilerdir.”)- (Evliya Çelebi Seyahatnamesinden)
OSMANLI- RUS SAVAŞLARI ve YAŞANAN GÖÇ OLAYLARI
1578 yılında III. Murat zamanında Lala Mustafa Paşa tarafından fethedilen bu yörelerin, kilise ve mezar kalıntılarından anlaşılacağı üzere, buralarının önce-leri Hıristiyan ailelerce kullanıldığı, bilahare Kuzey Kafkasya’dan Rus zulmün-den kaçıp gelen Türk asıllı insanlarca kullanılmaya başlandığı görülmektedir. Osmanlı’nın o çok güçlü olduğu dönemlerde, her defasında sopa yiyen ve aman dileyen Rusya, 1774 yılına gelindiğinde, her bakımdan kendini Osmanlı ile sa-vaşmaya hazır hale getirmişti. Üstelik Osmanlıda işler iyi gitmiyor; ahlaksızlık, hırsızlık, yolsuzluk, karaborsacılık ve din bezirganlığı almış yürümüştü. Os-manlı’yı ayakta tutan ve onu yücelten ordusunun en önemli ve etkin gücünü oluşturan yeniçeri ocağı da eski özelliklerini kaybetmişti. III.Murat’tan itibaren lüzumsuz ve kifayetsiz ne kadar insan varsa, kimisi zorla, kimisi tavassutla, ki-misi de rüşvetle ocağa doldurulmuştu. Dolayısı ile, bunlardan artık eskisi gibi verim almak olanaksızdı. Seferlere çıkmak istemezler, canları sıkılınca çorba içmeyip kazan kaldırırlar, bilinçli olarak yangın çıkarıp etrafı talan ederler, insanlara rahatsızlık verirlerdi. Durumun farkına varan II. Mahmut, bu ocağı kaldırmayı kafasına koymuş ve bunu gerçekleştirmiştir. Daha önceleri, II.Osman ve akabinde III. Selim de bu duruma el atmış, yeni bir ordu kurma (Nizam-ı Cedit) aşamasına gelinmiş, ancak; yeniçerilerin “ Biz Moskof askeri oluruz da Cedit askeri olmazız” diyerek şiddetle tepki göstermeleri üzerine, muvaffak olunamamış, hatta bu uğurda hem II. Osman ve hem de III.Selim hayatlarını kaybetmişlerdir. Osmanlıdaki bu olumsuzlukların farkında olan Rusya, hemen harekete geçmiş, II. Mahmut’un yeniçeri ocağını ortadan kaldırıp yeni ve güçlü bir ordu ( Sekban-ı Cedit) kurma aşaması içinde iken, bu fırsatı değerlendirerek batıda Balkanlardan, doğuda Kafkaslardan hücuma geçip, hiç zorlanmadan, batıda Edirne, doğuda Erzurum’a kadar olan yerleri ele geçirmiştir. Yapılan Edirne barışı uyarınca bazı yerlerin kendine bırakılması şartıyla, işgal etmiş olduğu toprakları terketmiştir. Ancak, Batum ve Ahıska topraklarına el konul-muş, burada yaşayan insanların bir kısmı öldürülmüş, tecavüze uğramış, diğer bir kısmı da canını kurtararak Posof, Ardahan ve Şavşat topraklarına kendilerini atmışlardı. Yakalanan özellikle erkekler, Sibirya içlerine sürgüne gönderilmişti. Daha önce Sultan I. Abdülhamit zamanında da Osmanlı’ya ağır bir yenilgi tattır-mışlar, harp sonucunda yapılan Küçük Kaynarca antlaşmasıyla önemli toprak kazanımları elde etmişlerdi.
1853 yılında Osmanlı – Rusya Kırım savaşı yaşanmıştır. Rusların her geçen gün güç kazanması, 1774 ve 1828 yılında Osmanlıya ağır bir mağlubiyet yaşat-ması, İngiliz ve Fransızları ürkütmüştü. Zira Rusya; Osmanlı’ dan boğazları alıp Akdeniz’e, doğu bölgesini de alıp Basra kanalıyla okyanusa, İskenderun limanı ile Akdeniz’e açıldığı takdirde, Rusya’yı artık kimse durduramayacaktı. Zaten, Rusya’nın eskiden beri, Birinci Petro’dan itibaren, böyle bir hülya kurduğu herkesçe malumdu. Oysaki, Osmanlı’nın ahı gitmiş vahı kalmış, kimseye zararı dokunacak durumda değildi. İşte bu düşünce ile İngiltere ve Fransa, Osmanlı’ya hem borç para vermiş, hem de onunla birlikte hareket ederek, Rusya’ya ağır bir mağlubiyet yaşatmıştı. Bu durum Rusları, Osmanlı’ya karşı daha bir hırslandır-mış ve kinlendirmişti. Bunun intikamı mutlaka alınmalıydı…
Bütün bunları göz önüne sermekte ki maksat, madem ki Doğanşehir’e gelen muhacirleri mercek altına alıyoruz, onların göç süreçlerini ve nedenlerini aydın-lığa kavuşturmaktır. Bütün bunlardan özetle şunları anlıyoruz. Ruslar besledik-leri emellerine ulaşmak adına, eline geçen bu fırsatları büyük kazanımlar elde etmek için değerlendirmeyi kafasına koymuştur. En başta da yapılması gereken, Rusların kuzey Kafkasya’da yaşamakta olan Türk asıllı Laz, Çerkez, Gagavuz, Ahıska ve Gürcü ailelere akıl almaz zulüm ve yıldırma politikaları uygulayarak onları buralardan silmektir. Sonuçta, canlarını kurtarabilen bu insanlar da güne-ye inip, Posof, Şavşat ve Ardahan’a ait sınır köylerinde, yeni ilave mahalleler oluşturmuşlardı. Diğer insanlarla kaynaşarak 1877 yılına kadar birlikte yaşamış-lardır.
Rusların her fırsatta Osmanlıya savaş açmalarının mutlaka bir sebebi vardı. Hem kendilerini Osmanlı’nın şimdiki durumuna göre güçlü hissetmeleri ve hem de yapılacak bir savaşta mutlaka galip geleceklerine, bunun sonucunda da büyük kazanımlar edeceklerine inanmalarıdır. Zira son zamanlarda Osmanlıya karşı büyük üstünlük kurmuşlardı. Bu durum, onların son zamanlarda bir yükseliş trendine girmelerinin yanında, Osmanlı’nın aksine bir çöküş trendine girmiş olması ile açıklanabilir. Bir diğer önemli durum ise, Avrupalı güçlü devletlerin kara ve özellikle deniz yolu ile dünyaya açılıp müstemlekecelik faaliyetleri so-nucunda çok güçlü bir konuma gelmeleridir. Rusların böyle bir imkanları baş-langıçta bulunmuyordu. Ruslar da, bu nimetlerden faydalanmak suretiyle güçlü bir ülke olmak hayali ile yaşıyorlardı. Ancak, Osmanlı kendilerine engel teşkil ediyordu.
Ruslar, Osmanlı ile giriştikleri harpler sonucunda, çok büyük kazanımlar elde etmelerine ve bu yörelere tam olarak hakim olmalarına rağmen, kendilerinin idareleri altında sorun çıkarmadan yaşamlarını sürdürmeye çalışan insanlara rahat yüzü göstermemişler, asimilasyon hareketlerine güç vererek insanların isimlerini değiştirmeye, dini inançlarını köreltmeye, anane ve göreneklerini sil-meye özen göstermişlerdi. Bununla da yetinmeyen Ruslar, çok daha sonraları 1944 yılından itibaren Stalin’in emri üzerine; buralarda yaşam sürmekte olan insanlar, evlerinden, yurtlarından, yaşadıkları acı tatlı anılarından kopartılarak, vagonlara doldurulup Sibirya içlerine sürgün edilmişlerdi. Sovyet Rusya’nın dağılma sürecinde özgürlüklerine bir nebze olsun kavuşabilmiş bu insanların; uzun süre ayrı kaldıkları yörelerini ziyaret edip, göz yaşları içerisinde hasretlik gidermeye çalıştıklarına şahit olmaktayız.
93 Harbi ( 1877-1878 ) sonucunda; Posof haricinde, Artvin (Livane) ilinin Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde Şavşadistan olarak geçen doğa harikası Şavşat ilçesine bağlı, Posof’a sınır komşu Mokta (Savaş) ve İmerhev (Meydan-cık) köylerinden ve yeni ilimiz Ardahan merkezden muhacir aileler de, Posof’un değişik köy insanları gibi aynı güzergahtan geçerek tüm yol boyunca ve de Malatya’da, diğer muhacir ailelerle birleşip, bilahare, Viranşehirde kalıcı olarak yerleşmeye karar kılmışlardır. Bu yerleşim peyder pey yakın tarihlerde gerçek-leşmiştir.
Çok daha önceleri, Gürcistan toprakları içinde bulunan liman şehri Batum ve kazası Ahıska köylerinden Gomara, Lilvan, Entel ve Cağısman köylerindeki bazı insanlar, Rus baskı ve zulmü üzerine, kendilerini Osmanlı topraklarına zor-la atarak, 93 harbini müteakip diğer civar köylülerle birlikte muhacir olarak ge-lip Viranşehir’e yerleşmişlerdir. Şimdi bu göçe sebep olan bu harbi’(93 Harbi)- ne nasıl gelindiğini mercek altına alalım …
- 93 HARBİNİN ÖNCESİ - ESNASI ve SONRASI -
Şayet 93 (1877-1878) Osmanlı - Rus Harbi ortaya çıkmasaydı, Kars, Arda-han ve Artvin yöresindeki ve Rumelindeki onca halk, yerlerini yurtlarını bırakıp, bir meçhule doğru göç ederler miydi? Elbette ki hayır. Öyleyse kendilerini göçe zorlayan bu harp, nasıl zuhur etmiştir? Öncesinde, esnasında ve sonrasında neler olmuştur? Merakımızı gidermek ve tarihimizi yakından tanımak adına, araştırma yapmamız ve bilgi edinmemiz gerekir diye düşünmekteyim.
Karadeniz’i fütühatleriyle bir iç denizi haline dönüştüren güçlü Osmanlı im- paratorluğuna karşı, yapmış olduğu Prut Savaşını (23 temmuz 1711) kaybeden Rus ordusunu, Prut bataklığında yok olmaktan eşi ikinci Katerina’nın Baltacı Mehmet Paşa’ya rica ve minnetiyle kurtardığı Çar I.Petro; bu harbi ucuz atlat- tığından dolayı Tanrıya şükrederek, aynı durumlara bir daha düşmemek adına, bir yandan ordusunu toparlamaya ve yenilemeye çalışırken, daha önce de belir-tildiği üzere bir yandan da şöyle bir planı hedeflemeye başlamıştı: “ Büyük ve güçlü bir imparatorluk haline gelebilmek için boğazlar vasıtasıyla Akdeniz’e, Kafkaslardan da inerek de Basra körfezi kanalıyla okyanuslara açılınmalıdır.” Bu durum onlar için; hem ekonomik, hem siyasi ve hem de stratejik açıdan çok önemli idi. Bu plan, kendisinden sonra gelen Çar’larca da daima canlı tutul-muştur. Peki, bu nasıl olacaktı? O zamana kadar her defasında ve en son olarak da Prut’da kendilerine aman vermeyen koca Osmanlı’ya ne yapabilirlerdi ki?… Bir kere Osmanlı, o muhteşem güçlü Osmanlı değildi artık. Sonradan tahta ge-çen padişahların yeteneksiz, güçsüz ve iradesiz olmaları, dolayısı ile de devlet idaresinde etkin olamamalarından dolayı, devlet düzeninde bir bozulmanın baş gösterdiğinin farkındadırlar. Osmanlı aynı zamanda batıda yaptığı savaşlarda da yenilgiler almaya başladığı dikkatle takip edilmektedir.
* ( II.Mustafa’nın padişahlığı sırasında 1697 senesinde 3.defa Avusturya sefe-rine çıkılmış, Zenta faciası denen müthiş bir bozgun yaşanmıştı. Bu büyük ve korkunç yenilgi sonucunda; 30.000 asker ve subay imha olmuş, orduya ait de-ğerli savaş araç ve gereçleri, toplar, dokuz bin araba, binlerce deve, at, öküz, 40 bin florinlik hazine, padişah’ın şahsına ait arabası, mehterhane’nin bütün çalgı-ları ve Macar krallık tacı düşman eline geçmiş, yapılan Karlofça Antlaşmasiyle de Avusturya, Rusya, Venedik ve Lehistan’a, büyük tavizler verilmişti. Bu ağır mağlubiyet sonucu, güçlü Osmanlı’nın gardı düşmüş, artık Osmanlı’nın güçlü ordusunun da mağlup edilebilirliği gündeme gelmişti. * ( Bu Mülkün Sultanları- Necdet Saka oğlu ).
Bu durum, başta Rusya olmak üzere tüm Hıristiyan devletlerine moral güç sağlamış ve o tarihten itibaren de Osmanlı ile didişmeye ağırlık vermişlerdi. O halde Ruslar niye duruyorlardı ki? Harekete geçmek zamanı gelmiştir artık. Rusya bir türlü tatmin olmuyordu. Çeşitli bahaneler ileri sürerek Osmanlı’yı harbe zorluyordu. Nasıl olsa yapılacak bir harp sonucunda galip geleceklerinden emindiler. Diğer güçlü Avrupa ülkeleri, deniz yolu ile deniz aşırı ülkeleri müs-temleke haline getirip hem o ülkelerin zenginliklerini ele geçiriyor, hem de in-sanlarını köle gibi çalıştırarak büyük kazanımlar elde ediyor ve bu sayede de oldukça güçleniyorlardı. Kendileri neden bu durumlardan yararlanmasınlardı? Bunun için de boğazların ele geçirilmesi, doğudan da sarkarak Basra körfezi kanalı ile Okyanuslara ulaşılması en büyük hedefleri arasında idi. Ancak bu şekilde güçlü bir devlet olup diğer Avrupa devletleri ile boy ölçüşebilirlerdi … 5 mayıs 1853 tarihinde Bab-ı Ali’ye bir ültimatom verilerek Rus Çar’ı I.Ni-chola’nın, Osmanlı topraklarında yaşamakta olan bütün Ortodoksların hamisi sayılması istendi. Osmanlı’nın reddi üzerine harp ortamı oluştu. Tam bu sırada, İngiltere Kraliçesi Victoria ve Fransa İmparatoru III. Napolyon, Sultan Abdül-mecit’e yardım ellerini uzattılar. Hem ordu ve de donanmalarıyla Osmanlı’nın yanında yer aldılar, hem de, harpte kullanması için faizle borç para verdiler. İki buçuk yıl süren Kırım Savaşı, Rusların yenilgisiyle son buldu. Şu soru hemen akla gelebilir. Neden İngiltere ve Fransa durup dururken Osmanlı’nın yanında yer aldılar?... Osmanlı “Hasta adam” olarak görülüyordu. Her devletin, stratejik önemi olan geniş Osmanlı topraklarında gözü vardı. Rusya, her defasında, çeşitli bahanelerle çıkardığı harpler sonucunda galip gelerek büyük kazanımlar elde ediyordu. Bu gidişle Osmanlı toprakları ve en önemlisi stratejik önemi bulunan boğazların Ruslar’ın eline geçmesi, Doğu Anadolu’nun da istila edilmesi ile bir-likte, İskenderun Körfezi ve Basra Körfezine ulaşılması büyük bir ihtimal dahi-linde idi. O zamanlar, ülkelerin genişlemesi ve güçlenmesi ancak kara ve deniz yolu ile mümkün olabiliyordu. Oysa ki güneye açılan bütün yollar, kara olsun, deniz olsun Osmanlı’nın hakimiyeti altında bulunuyordu. Bu emeline kavuştuğu takdirde Rus İmparatorluğu, çok güçlü hale gelecek, bütün önemli ticaret yolla-rını da tıkamış olacaktı. Oysa ki bu durum, Fransa ve İngiltere’nin menfaatlerine uygun değildi. Onlar, güçlü bir Rus İmparatorluğuyla mücadele etmektense, zayıf bir Osmanlı’nın varlığının devam etmesi menfaatlerine daha uygun düşü-yordu. Kısaca, Osmanlı’yı tek başına Rusya’ya yedirmek istemiyorlardı. Zira, onların da bu topraklar üzerinde gözü vardı. Uygun bir ortam ve zamanda hare-kete geçeceklerinden kuşku yoktu. Yoksa, Osmanlı’nın kara kaşına, kara gözüne hayran değildiler …
Rusya, güçlü Avrupa devletlerinin yardımları sayesinde Osmanlıya karşı kay-bettiği Kırım Harbi’nden büyük bir ders çıkarmıştı. Güçlü Avrupa devletleri her zaman için karşılarında olacak, Osmanlıyı tek başına yemesine müsaade etmeyeceklerdi. O halde, planlarda bazı değişiklikler yapmak gerekmekteydi. Bu ülkelerle yakın ilişkilere girip, ya onlarla birlikte hareket etmek, ya da onla-rın tarafsız kalmalarını sağlamak. Peki, bu kadarı yeterli miydi? Tabii ki, hayır. Eğer amaçlarına ulaşmak istiyorlarsa ki bu sarsılmaz inanç haline gelmişti, yapı-lacak ve uygulanacak olan planda, en ufak detaylar dahi es geçilmemeli idi. Vakit geçirilmeden plan uygulamaya konuldu. Öncelikle, Kafkaslarda yaşa-makta olan Türk asıllı insanlar, bu bölgeden temizlenmeye çalışıldı. Şiddet, bas-kı ve zulümle bir kısmı katledildi, bir kısmı Sibirya içlerine sürüldü. Canlarını kurtaran bir kısım insanlar da güneye inerek Osmanlı topraklarına sığındı… Diğer Avrupa ülkelerinin sömürgecilik anlayışına uygun olarak, doğudaki Türki Cumhuriyetler etkisiz hale getirilerek ileride Osmanlı ile oluşacak muhtemel bir bağlantı ortadan kaldırıldı. Çok daha önceden kültürel anlamda Slavlaşma faali-yetleri, siyasal hale getirildi. Balkanlardaki Osmanlı tebaası altında bulunan Slav ırkından olan küçük devletler, planlı ve organize bir şekilde, özgürlüklerine kavuşturulma adına, Osmanlıya karşı kışkırtılmaya başlandı. Panslavizm’i be-nimseyen Rus devlet adamları, askerler ve aydınlar; Türklerin Avrupa’dan ko-vulması, Slav-Hristiyan kardeşliğinin barbar Türklerin egemenliğinden kurta-rılarak pekiştirilmesi, İstanbul’un Ruslar tarafından işgal edilmesi ve Ayasof-ya’ya tekrardan haç konulması savıyla; hem Rus halkına hem de Avrupa kamu-oyuna, Rus askerlerinin, haklı bir dava için savaşacakları mesajını pompalıyor-lardı. Rusya’nın yardımı olmaksızın bağımsızlıklarına kavuşamayacaklarını an-layan Osmanlı idaresindeki Slav temsilcileri, önce Rusya’nın yardımlarıyla ba-ğımsızlıklarını kazanmayı, daha sonra da eşit haklarla Slav birliğine girmeyi amaç ediniyorlardı…
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi )başlamadan önce, Rusya, Balkan-lar’a çok sayıda Rus ajanı göndererek Bulgarları, Sırpları, Karadağ’lıları ve Rum ları, doğuda da Ermenileri Türklere karşı kışkırtmaya başlamıştı. Rus hükümeti bu tür faaliyetleri tertip ve teşvik ediyor, insanlara şiddetli bir Türk düşmanlığı aşılıyordu. Rus elçisi İgnatiyev’in, Balkan Slavları arasında yaymış olduğu fesat tohumları, kısa zamanda sonuç vermiş, Slav asıllı Osmanlı tebaası, devlete karşı ayaklanmak üzere hazır hale getirilmişti. Kırım Savaşında Osmanlı ile hareket eden Fransa ve İngiltere, savaş öncesinde Osmanlı’ya vermiş oldukları borçları tahsil edemedikleri, daha doğrusu Osmanlı maddi kriz içinde olduğundan öde-yemediği için kızgındılar ve bir daha aynı hassasiyeti göstermeyecekleri açıkça belli oluyordu.
Doğu sorunu çerçevesinde, daha önceleri 1872’de, birlikte hareket etme kararı almış olan Avusturya Başbakanı Kont Andrassy, Prusya Başbakanı Bis-mark ve Rus Başbakanı Prens Gorçakof ; Osmanlı devletine baskı yaparak, Bal-kanlardaki Osmanlı tebaasındaki azınlıklara bazı önemli haklar ve özgürlükler tanınması hususunda isteklerde bulunuyorlardı. Bu konu ile ilgili değişik mer-kezlerde konferanslar düzenliyorlardı. Oysa ki, Osmanlı Devleti, azınlıklara im-tiyazlar içeren ıslahat fermanını ilan etmiş bulunuyordu. Yapılan bütün dayat-malara, mümkün olduğunca cevap veriliyordu. Hani bizde şöyle bir söz vardır: “ Hırsızın amacı üzüm yemek değil, bağcıyı dövmektir.” Bunların amacı da bazı haklar elde etmek değil, Osmanlıyı tamamen Avrupa’dan silmekti.
Berlin Memorandumu, Fransa ve İtalya tarafından da kabul gördü. Yalnız İngiltere, kendisine danışılmadan hazırlandığı için karşı çıktı. Harpten önce tüm Avrupa devletleri tarafsızlıklarını ilan etmişti. Ancak İngiltere ayak diretiyordu. Çünkü, Osmanlı üzerindeki menfaatlerini silip bir köşeye atamazdı. İstanbul ve boğazların asla Ruslar’ın eline geçmesini istemiyordu. Bu konuda, kendisine teminat verilince, o da tarafsızlığını ilan etmişti.
Osmanlı, tabi ki bu durumlardan rahatsızlık duyuyor, ortamı yumuşatmak için her türlü tavizi de veriyordu. 19 mart 1877’de Osmanlı Ayan Meclisi ile Mebuslar Meclisi açılmış, I.Meşrutiyet dönemi fiilen başlamıştı. Tüm bunlara rağmen, Rusya boş durmuyor, bir yandan Balkanlardaki tansiyonu yükseltmeye devam ederken, diğer yandan da Avrupa Devletlerinin Osmanlı Devletine karşı tutum takınmalarına çabalıyordu. İlişkiler gittikçe gerginleşiyordu. Avrupa dev- letleri konuyu bir kez daha görüşmek üzere toplanıyordu.
Rusya’nın niyetinde ısrarlı olduğunu anlayan Avusturya, zarar görmemesi ve bazı kazançlar elde etmesi karşılığında Rusya ile anlaştı. Bismark da bu yakın- laşmayı destekledi. Böylece üç imparator ligi tekrar tesis edilmiş oldu. Bu üçlü, “Peşte Antlaşması” nı imzaladılar. Reichstad görüşmelerinin esas alındığı bu antlaşmaya göre: Avusturya Bosna- Hersek’i alacaktı. Rusya Balkanlarda ser-best kalacak, fakat bir Slav devleti kurmayacaktı. Rusya, böylece Avusturya’nın tarafsız kalmasını sağlamış oluyordu. Almanya’nın da desteğini alarak, İngiltere ve Fransa ile anlaştı.
31 mart 1877 tarihinde, Londra’da bir araya gelen bu devlet temsilcileri, Balkan sorunuyla ilgili protokolu imzaladılar. Bu protokole göre: Osmanlı, Hıristiyan azınlıklar için söz verdiği ıslahatı uygulayacak, bu uygulama büyük devlet temsilcilerince denetlenecek ve askerin sayısı azaltılacaktı. Bütün bu öz- verilere rağmen, habire konferanslar düzenlenmesi ve protokoller imza edilerek Osmanlı’ya dayatılması karşısında, psikolojisi bozulan Osmanlı; bazı ordu ko- mutanlarının, büyük halk çoğunluğunun ve öğrencilerden oluşan genç çoğun-luğun Ruslarla harbe girişilmesi husundaki ısrarlı tutumları üzerine, 12 nisan 1877’de protokolü reddettiğini ilan etti. Böylece, Kırım Savaşı sırasında, Os-manlı Devleti ile Avrupa devletleri arasındaki yakınlık, Rusya’nın dış siyaseti ile bozulmuş oluyor, dolayısı ile, önemli bir engel ortadan kalkmış oluyordu. Artık Rusya’ya, şu veya bu şekilde anlaşmaya varmış olduğu hiçbir Avrupa dev-leti engel çıkarmayacaktı.
Ruslar’ın batıda, geçiş güzergahında bulunan Romanya ve Bulgaristan da; kendilerine özerklik tanınacağı garantisi verilerek, kendi saflarına çekilince, ortada hiçbir engel kalmıyordu. Oysaki Osmanlı, önceden bu devletlerle temasa geçmiş olsaydı, Rusya bu harbe cesaret edemeyecekti. Üstelik Romanya, kendi-sine bazı ayrıcalıklar tanınması teklifi ile, Rusya’dan önce Osmanlı ile temasa geçmiş ancak, teklif kabul görmemişti.
* ( Rusya’da halk, idareden memnun değildi. Kazanılacak görkemli bir zafer, ellerini güçlendirecekti. Ortam ve zaman, tam da istedikleri gibi oluşmuştu. Bu gelişmeler olurken, Rusya’nın ortaya koyduğu tavır karşısında, Osmanlı hal- kında nefret hisleri yoğunlaştı. Halk, harp taraftarıydı ve mutlaka Ruslara hak ettikleri ders verilmeliydi. Devlet adamları başta Mithat Paşa, Damat Mahmut Paşa, Redif Paşa ve Sadrazam Ethem Paşa harbe taraftar idiler. Öğrenciler nümayişler yapıyor, tek çarenin harp olduğunu ileri sürüyorlardı. Oysaki, başta Sultan Abdülhamid olmak üzere ordu komutanları, harp taraftarı değildiler. Rusların isteklerine bazı önemsiz tavizler verip, barış yapılmasından yana tavır koyuyorlardı. Sultan Abdülhamit, Heyet-i Vükela (Bakanlar Kurulu)’ya devletin maddi durumunun iyi olmadığını, lojistik durumun yetersizliğini ileri sürerek, en az toprak kaybıyla barış yapılmasını ileri sürüyordu. Ordu komutanı paşalardan Abdülkerim Paşa, savaştan kaçınmak gerektiğini, Ahmet Muhtar Paşa, kuvvet-lerimizin savaşmak için yeterli olmadığını, merkez komutanı Ali Rıza Paşa ise, her iki tarafın da askeri durumunu gayet iyi bildiğini, yapılan hazırlıklardan hareketle, savaşmanın delilik olacağını ileri sürüyordu. Diğer taraftan basın, har-bi körüklüyor, Kaşgar Hanı, Mısır Hidivi, Tuna beyi, Hindistan ve Çin’den gö-nüllüler geleceği, Macar ve Lehlilerin Rusya’ya karşı duracağı, Fransa ve İngil-tere’nin Türkiye’ye yardım edeceğini, bazı şeyh ve dervişlerin olmayacak keha-netler ileri sürerek halkı çileden çıkarıyorlardı. Çeçenlerin, Çerkeslerin ve Aba-zaların da Ruslara karşı ayaklanabilecekleri ihtimal dahilinde tutuluyordu. An-cak şu durum gözlerden ırak tutulmamalı idi. Her ne kadar padişah ve bazı ordu komutanlarınca bazı ufak tavizler verilerek anlaşma yoluna gidilmesi salık veril-se dahi çare olmayacaktı. Zira Ruslar asla tatmin olmayacak ve mutlaka başka bir bahane uydurarak Osmanlıyı harbe zorlayacaklardı. Zira yapılacak bir harp sonucunda, kesinlikle kazançlı çıkacaklarından emindiler. Diğer taraftan, taviz verilmesine karşı çıkıp harpten yana tavır koyan komutan ve aydınların, bir ha-zırlık dönemi geçirilmeden bu işe girişmelerine de bir anlam verilememektedir. * ( Kuzeyden Gelen Tehdit- Türk-Rus İlişkileri= Süleyman Kocabaş )
Dostları ilə paylaş: |