Benim gözümden) doğANŞEHİR ve 93(1877) muhacirleri



Yüklə 2,37 Mb.
səhifə3/55
tarix30.07.2018
ölçüsü2,37 Mb.
#63474
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   55

93 (1877-1878) OSMANLI- RUS HARBİ BAŞLIYOR

Sonuçta Rusya, 24 nisan 1877’de Osmanlı devletine savaş ilan etti ve Os- manlı Devleti de bu resti gördü. Böylece, 93 harbi denilen Osmanlı – Rus savaşı başlamış oluyordu. Yapılacak bu harbin sonucu, taa başından beri belli oluyor-du. Rusya her bakımdan kendini bu harbe hazırlamışken, şöyleki; tüm Avrupa devletleriyle ikili üçlü temaslar kurarak, onların onayını alırken, ordusunu disip-line ederken, ordu kumandanlıklarına işinin ehli kumandanlar getirirken ve daha önemlisi ordunun başında bizzat Çar’ın kendisi bulunurken; diğer taraftan, Osmanlı tebaasındaki milletleri kışkırtırken, tüccarlarını Anadolu’ya gönderip, yiyecek zahire toplatıp sınırlara yığarken, dünyadaki gelişmeleri takip edip bu gelişmelere ayak uydurmaya çalışırken; Osmanlı, tüm bunlardan habersiz, dış siyasetten yoksun, ülkelerle siyasi temaslar kurmak yerine, onların birbirleriyle yaptıkları temasları seyrediyor, yapılan birçok konferansta ele alınan yaptırım-ları mümkün mertebe yerine getirmeye gayret ederek, ortamı yumuşatmaya çalı-şıyordu. Orduda düzen ve disiplin yoktu. Ordunun başındaki paşalar ehliyetsiz, sevk ve idareden yoksun, gözleri sadrazamlıkta olan ihtiraslı kimselerdi. Dola-yısı ile, birbirlerini çekemiyorlar, birbirlerine yardım etmekten ziyade, birbirle-rinin kuyularını kazmaya çalışıyorlar ve kimsenin başarı kazanmasını ve sivril-mesini istemiyorlardı. Hemen hemen tüm vezir ve paşalar, çocukken alınıp ye-tiştirilen kökenleri yabancı olan insanlardı. Osmanlı güçlü iken, farklılıklarını gösteremiyorlardı. Ama, Osmanlı zayıf düşüp, diğer ülkeler güçlenince, yabancı ırktan olma hassasiyetleri artmış olabilir mi idi acaba?... Nitekim, harp esnasında yurdun değişik köşelerinde konuşlanmış olan ordu birlikleri yerlerinde çakılı kalmış, birbirlerinin yardımına koşmamışlardı. Hücum değil müdafaa taktiği uygulanmış, padişah orduyu yönlendirememiş, Rus Çar’ları ordunun başında askeri yönlendirir ve cesaretlendirirken, padişah taa İstanbuldan, Yıldız Sarayı’ ndan orduyu yönetmeye çalışmış, yanlış taktiklerle orduyu işlemez hale getir-mişti. O zaman itibariyle güçlü sayılabilecek Osmanlı donanmasından da, daha fazla tepki çekmeme adına yararlanılmamış, ordunun ihtiyaç duyduğu lojistik destek de sağlanamamıştı.

Avrupa devletleri aydınlanma ve bilgi çağı ile birlikte, bilimde, teknoloji ve sanayide büyük atılımlar yaparak, maddiyatlarını, maneviyatlarını ve ordularını güçlendirirken, disipline ettiği ordularını en güçlü silahlarla donatırken; Osmanlı tüm bu olanlara karşı duyarsız kalmıştı. Maddiyatını ve maneviyatını tamamen kaybetmiş bir ülkeden, başarı beklemek hayaldi zaten. Tüm bunlar olurken ve harp kaçınılmaz bir hale gelmişken, Rus tüccarların doğu Anadolu’da zahire toplaması ve bunları sınırda stok etmesi karşısında gösterilen umursamazlık ve düşüncesizliğe ne demeli?...

* ( Rusya ile yapılan tüm harpler, devamlı olarak iki ana cephede olmuştur. Biri Tuna ve Rumeli cephesi, diğeri ise Kafkasya ve Anadolu cephesidir. 93 harbi patlak verince Anadolu cephesi baş kumandanlığına atanan Ahmet Muhtar Paşa Baş Kumandanlığını yapacağı ordu hakkında bilgi toplayarak, 26 mart 1877’de Erzurum’a varmıştı. Ahmet Muhtar Paşa, gördüğü olumsuz manzara karşısında adeta şoke olmuştu. Ordu hakkındaki düşüncelerini kendi ağzından dinleyelim: “ Bir sene önce bilgisizliğinden dolayı Hersek’teki görev bölgemden defettiğim mirliva Hüseyin Sabri Paşa feriklik göreviyle Ardahan kumandanlığı, bu sene kumandanlığımdan defettiğim Ferik Hüseyin Nami Paşa Kars kuman-danlığına atanmış; 1872 yılında Yemen’den defettiğim mirliva Ahmet Muhsin Paşa ile sara hastası Ferik Faik ve Mirliva Ahmet Münip Paşalar ordu erkanı sınıfına alınmış. Askeri mızıka sınıfı mensubu olup her nasılsa ferik olmuş olan Muhsin Paşa ile ihtiyarlayıp bedenen ve zihnen zayıflamış Macar asıllı Ferik Fevzi Paşa Erkan-ı Harp Başkanlığına getirilmiş…

Ordunun durumu ise şöyleydi: bütün mevcut kendisine daha önceden bildirilen mevcudun yarısı kadardı. Pek çok askeri birlik sadece kağıt üzerinde mevcuttu. Gerçek sayı 74 tabur piyade, 4 alay süvari ve 97 kıta dağ ve sahra to-pundan ibaretti. Asker mevcudu toplam 57560 idi. Bunların çoğu talim görme-miş perakende taburlar halindeydi. Gönüllü asker vereceği ve süvari birlikler kuracaklarına dair İstanbul’a taahhütte bulunan aşiretlerde de herhangi bir faali-yet görülmüyordu. Oysaki, Padişah II.Abdülhamit, Amerika’dan siparişle satın almış olduğu çok sayıda silahları, ileride yararlanılır düşüncesiyle kendilerine dağıtmıştı.

Ahmet Muhtar Paşa’nın karargahında görev yapmış olan Mehmet Arif’in gözlemleri ise şöyleydi: “ Kars’ta askerin durumu çok feciydi. Hayvan ve nakil vasıtaları yoktu. Asker, ev ve ahırlara balık istifi gibi yerleştirilmişti. Düşman her an sınırı geçmeye hazırdı. İlerisini kaza ve kadere terk etmekten başka çare yoktu. Kumandan hazretleri de mecburen bu yolu seçti. Rusların 125000 talimli askeri, 189 topu vardı. Osmanlı ordusu zor şartlar altında eksik sayıyla 300 km. uzunluğunda, kumanda birliği olmayan bir cephede savaş vermek zorunda idi.” * ( Süleyman Kocabaş- Kuzeyden Gelen Tehdit)

İlk çarpışmalar sınıra yakın köylerde oldu. Bunun nedeni de, iki ülke arasın- da harp tehlikesi mevcut iken, Rus erzak müteahhitlerinin Kars ve civarından zahire toplayarak sınıra yığmış olması idi. Oysaki harp esnasında en çok ihtiyaç duyulacak olan zahire idi ve sıkıntısı daha harp başlamadan görülüyordu. Ahmet Muhtar Paşa derhal bu zahireye el konulmasını emretmiş, ancak durumun far-kına varan Ruslar, buralara Türklerden önce baskın yaparak erzakların tümünü almış götürmüşlerdi.

Anadolu cephesinde harp, Kars ve Erzurum civarlarında yoğun bir şekilde devam etmektedir. Ahmet Muhtar Paşa, bütün bu eksiklik ve olumsuzluklara rağmen Zivan Harbini kazanarak Kars’ı Rus muhasarasından kurtardı. Bilahare, Gedikler Muharebesi’ni de kazanan Osmanlı, düşmana büyük zayiat verdiriyor, düşmanın her saldırısını başarılı bir şekilde püskürtüyordu. Ruslar her darbeden sonra takviye asker ve lojistik destek alabiliyor, her türlü ulaşımı kolaylıkla sağlıyordu. Buna karşın Osmanlı, takviye imkanına sahip değildi. Payitahttan devamlı surette yedek kuvvet, erzak ve mühimmat talep edilmesine rağmen ger-çekleştirilemiyor, mevcutla yetinilmesi, asker tedariğinin de bölgeden temin edilmesi isteniyordu. Buna neden olarak da harbin Rumeli cephesinde daha yo-ğun bir şekilde devam ediyor olması ve bu cephenin daha çok önem arzediyor olması idi …

Ruslar aldıkları yeni takviyelerle ve 300 topla saldırıya geçti. Osmanlı’nın elinde 80 adet top vardı sadece. Orduda fırka ve kolordu düzeni yoktu. Askerleri belli bir düzene sokmak ve disipline etmek kolay olmuyordu. Zira böyle bir talime daha önceden tabi tutulmamışlardı. Üstün düşman gücü karşısında muka- vemet edemez duruma düşüldü ve geri çekilmek zorunda kalındı. Üzerlerine yağan düşman gülleleri askerin azim ve sebatını kırıyordu. Bunun üzerine firar olayları da baş göstermişti. Ahmet Muhtar Paşa, Erzurum’a kadar çekilmek üzere ricat emri verdi. Kars tekrardan Rusların hakimiyetine geçti. Bu olumsuz-luklar İstanbul’da infial uyandırdı.

Erzurum’a doğru çekilmek de bir işe yaramadı. Osmanlı askeri bozguna uğramış, kontrolsüz bir şekilde kaçıyor, firar ediyordu. Bu durumda Ahmet Muhtar Paşa kaçanları geri çevirme adına onları yüreklendirmeye ve moral vermeye çalışıyorsa da muvaffak olamıyordu. Bu sefer bağırıp çağırmaya hatta vurarak onları döndürmeye çalışıyordu. Kaçışlara engel olamayınca da hırsından ve üzüntüsünden ağlamaya başlıyordu. Erzurum da düşünce, Ahmet Muhtar Paşa İstanbul’a çağrılıyor, Anadolu cephesindeki harp kaybediliyordu.

* ( Bu arada Erzurumlu Nene Hatun’dan bahsetmeden edemeyiz. 93 Harbi bütün hızı ile devam ederken, Osmanlı Ordusu dağılıp Erzuruma doğru geri çekilirken, uzun yıllar boyunca Osmanlı egemenliğinde huzur içerisinde yaşam sürdürmüş olan Ermeni tebaası; Rusların da teşviki ile Osmanlıyı arkadan vur-maya başlamıştı. Ermeniler Osmanlı askerlerinin geri çekilmesini fırsat bilerek, çok önceleri Rus saldırılarılarına karşı koymak için, Sultan Aziz tarafından hazırlanmış olan Aziziye Tabya’larına girdiler ve Rus Ordusunun da arkadan gelmesi ile tabyayı tamamen ele geçirdiler. Durum, sabah ezanı ile birlikte, mi-narelerden halka duyuruldu. Bu durumu hazmedemeyen Erzurum halkı gale-yana geldi. Silahı olan silahı, olmayanlar ise ellerine geçirdikleri balta, tırpan, kazma, kürek, sopa ve taşlarla tabyaya doğru büyük bir cesaret ve azimle koş-maya başladı. Bu insanlar arasında, kocasının; düşman ile çarpışırken ve bir gün önce aldığı yaradan dolayı ağabeyinin kucağında can verdiği 20 yaşlarında bir gelin de vardı. Üç aylık bebeğini emzirdikten sonra “ Seni bana Allah verdi. Ben de seni O’na emanet ediyorum.” diyerek tabyalara doğru koşmakta olan halkın arasına karışıp en öne geçti. Halkı, hareketleri ve söylemleri ile cesaretlendiriyor ve halk da büyük bir coşku ile düşman üzerine korkusuzca saldırıyordu. Bunun sonucu olarak, tabya düşmanın elinden alınmış, daha ilerilere gitmesi engellen-mişti.

Bu gün bile, o günlerde göstermiş olduğu cesaret, fedakarlık ve kahramanlı- ğı ile anılan Nene Hatun, yıllar sonra bir Amerikalı subaya şunları söylemek- tedir: “ O zaman üzerime düşen görevi yapmıştım. Bu gün de ilerlemiş yaşıma rağmen, aynı görevi daha mükemmeliyle yapacak güç ve heyecana sahibim”… 98 yaşında Hak’kın rahmetine kavuşan bu kahraman Nene Hatun’a, minnet ve şükran hislerimizle Allah’tan rahmet diliyoruz. * ( Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi İhlas Yayıncılık )

R U M E L İ C E P H E S İ

1293 (1877-1878 ) Osmanlı - Rus harbinin önemli safhası, batıda, Rumeli cephesinde cereyan ediyordu. Bu cephede işler daha karışık ve daha çetrefilli idi. Doğu cephesinde Osmanlı, sadece Rusya ve onun tahrik ettiği Ermeniler ile karşı karşıya gelirken, Rumeli cephesinde birçok devletin sahne aldığını gör-mekteyiz. Rusya; Avusturya’ya toprak kazandıracağını, Romanya, Bulgaristan ve Sırbistan’a özerklik sağlayacağını taahhüt ederek, yeri geldiğinde el altından yardım etmelerini sağlamıştı. Diğer Avrupa devletlerinin tarafsız kalmalarını sağlarken, sadece mızıkçılık eden İngiltere oluyordu. O da yabana atılır bir dev-let değildi. Sanayi devrimiyle güçlenmiş, denizaşırı sömürgecilik faaliyetleriyle de gücüne güç katmıştı. İngiltere’nin Osmanlı topraklarında sayısız menfaatleri vardı. Doğu Asya Hint yolu, gerek kara ve gerekse deniz yolu ile en kestirmeden Osmanlı toprakları ve denizlerini kullanarak mümkün olabilmekteydi. Bu avan-tajını kaybetmek istemiyordu. Onun içindir ki Rusya’nın İstanbul’a ve boğazlara dokunmaması şartıyla tarafsız kalabileceğini, aksi durumda hemen harekete ge-çebileceğini çok daha önceden ilan etmişti. Buna rağmen, Rusya’ya fazla güve-nemiyor, işin oldu bittiye gelmemesi için de, gerekli tedbirleri almaktan da geri kalmıyordu. Bu maksatla, donanmasını Kıbrıs’ta konuşlandırarak olayı uzaktan takip etmeye başlamıştı.

* ( Ruslar, 24 nisan 1877’de harbin başlamasıyla birlikte dört koldan, Baş-komutan Grandük Nikhola Nikholaviç kumandasında Romanya topraklarına gir-meye başladı. Romanya ile daha önceden anlaşma sağlanmıştı. O yüzden rahat-ça ilerlemeye devam ediyorlardı. İki yüz bin kişilik bir orduyla Tuna Nehri’ni mukavemetsiz geçtiler. Normal koşullarda, Rus ordusunun Tuna’nın öte yüzün-de karşılanması gerekirdi. Avrupalı devletler Rus ordusunun Tuna’yı kolay ge-çemeyeceğini, çok büyük zayiat vereceğini düşünüyorlardı. Oysaki, çok kolay-ca geçmişler, kimse de onlara dur dememişti. Ne 20 zırhlı gemiden oluşan ve dünyanın üçüncü büyük Osmanlı donanması, ne de Başkomutan Abdülkerim Nadir Paşa komutasındaki 186 bin kişilik Osmanlı kara gücü yerinde sabit ka-larak ne yazıktır ki Rus ordusunun ilerlemesine engel olmamıştı. Rumeli cep-hesinde yapılan bu anlaşılmaz hata, Osmanlı’ya pahalıya mal olmuş ve harbin seyrini değiştirmişti. Ruslar Tuna’yı geçtikten sonra Rusçuk, Silistre ve Şumnu’ daki Osmanlı birliklerini kısım kısım imha etti. Rusların Tuna’yı geçmeleri, İstanbul’da büyük infial ve heyecan yarattı. Bu duruma göre, Rus’lara Edirne ve İstanbul yolu açılmış oluyordu.

60 bin kişilik düzenli bir ordunun başında bulunan Osman Paşa, Tuna’yı geçip Rus ordusunu nehrin öte yakasında Romanya’da karşılamak istiyordu. Ancak, gerek padişah ve gerekse Abdülkerim Paşa tarafından bu talep kabul görmüyor-du. Osmanlı, saldırıdan ziyade müdafaa stratejisini uyguluyordu. Osmanlı’nın ikinci büyük hatası, stratejik bir önemi olan Şıbka geçidini adeta boş bırakmış olması idi. Şıbka geçidini eline geçiren Rus’ların eli güçlenmişti. Onları oradan söküp atmak artık mümkün değildi. Nitekim yapılan birkaç saldırı sonuçsuz kal-mıştı. Osman Paşa, İstanbul’dan almış olduğu emir uyarınca, Rus’lardan önce Plevne Kalesini tuttu. Kaleyi almak için saldıran General Schilder komutasında-ki Rus ordusuna, Osman Paşa ilk yenilgiyi tattırdı. İlk Türk zaferi, Osman Paşa ve düzenli ordusu tarafından kazanılmıştı. Bu olay, İstanbul’da büyük bir sevinç, Rusya’da ise büyük bir heyecan yaratmıştı. Osman Paşa mağlup ettiği Rus or-dusunu 36 saat müddetince kovaladı. Şayet, Osman Paşa’ya istemiş olduğu yardım ulaştırılabilseydi, Süleyman Paşa ve Mehmet Ali Paşa kuvvetleri takviye yapabilselerdi, Rus ordusu kesin olarak bozguna uğratılabilirdi. Bu orduların hiç biri Osman Paşa’ya yardım elini uzatmadı. General Krudner’in komuta ettiği Rus ordusu, Plevne’ye tekrardan hücum ettiyse de Osman Paşa’ya diş geçire-medi. Mağlup olan Rus ordusu yedi bin üç yüz beş ölü verdi. Rus mühim-matlarının büyük bir kısmı Türk’lerin eline geçti. Plevne önünde alınan bu iki yenilgi, Rusların gözünü korkuttu. “Hasta Adam” diye niteledikleri Osmanlı’nın birdenbire böyle şahlanışı, Rusları ve olayları uzaktan izleyen tüm Avrupa dev-letlerini şaşkına çevirmişti…

II. Plevne yenilgisi üzerine Ruslar 183 bin ihtiyat kuvveti daha sevkettiler. Çar’ın kendisi de buraya geldi. Başkomutan Grandük Nikhola, daha önce ken-disi ile anlaşma yapıldığı Romanya Prensi Şarl’a telgraf çekerek yardım istedi. Telgrafta şu ifadeler vardı: “ Yardımımıza koşunuz! Nereden isterseniz, nasıl isterseniz, ne şekilde isterseniz Tuna’yı geçiniz, fakat bir an önce bizim yardı-mımıza koşunuz! Türkler bizleri mahvediyorlar, Hıristiyanlık davası kaybolu-yor”… Bu çağrı üzerine Prens Şarl 35 bin kişilik bir ordu ve 108 topla birlikte Rus’ların imdadına yetişti. Ancak, yapılan hücumlar yine, Osman Paşa kuman-dasındaki az ama düzenli ve donanımlı ordusu tarafından püskürtüldü. Yapılan bu çarpışmada Ruslar 15 bin, Romenler 5 bin ölü verdi. Rus harp meclisi toplan-dı. Bazı komutanlar “ Bu işten vazgeçelim geri çekilelim, Osman Paşa’yı bu du-rumda yenmemiz mümkün görünmüyor” diyordu. Ancak bu kadar kan dökül-müş, ülkede iç karışıklıklar var, Hıristiyanlık adına, Hıristiyanlığı Osmanlı ege-menliğinden kurtarmak maksadı ile bu davaya giriştiklerini dünya kamuoyuna ilan etmemişler miydi? Bu davadan vazgeçmek, hem kendi memleketlerinin, hem de Avrupa ülkeleri nezdinde Rusya’nın prestijinin, yerle bir olmasına sebep olmayacak mıydı?... * ( Kuzeyden Gelen Tehdit- Türk-Rus Mücadelesi- Süley-man Kocabaş )

Bu durum üzerine, harbin devamına karar verildi. Bu harp mutlaka kaza-nılmalıydı. Başka da çıkar yolu bulunmuyordu… Orduya gerekli takviyeler ya-pıldı. Ordu komutanları bir araya gelerek, istişare toplantısı yaptılar. Romanya Prensi Şarl ve General Todleben hücumlarla netice alınamayacağını, Plevne’nin muhasara altına alınmasının tek çare olduğunu ileri sürdüler. Bu fikir kabul gör-dü. 48 km çapında bir çember halinde Plevne’nin etrafı çevrildi.

Osman Paşa, en baştan beri İstanbul’a ve farklı bölgelerde konuşlanmış olan ordu komutanlarına yardım çağrısında bulunmuş, ancak karşılık görmemişti. Rus’ların kolaylıkla ele geçirmiş olduğu Şıbka Geçidi de, artık geçit vermiyor-du. Osmanlı birliklerinin başında bulunan komutanlar, Doğu Anadolu’dakiler gibi aciz, güçsüz, iradesiz, maharetsiz, harp usül ve kaidelerinden bi haberdiler. Ayrıca komutanlar arasında hasetlik duygusu güçlü idi. Bu duygu sağlıklı bir karar almalarını engelliyordu.

Plevne’yi dört bir taraftan ablukaya alan ve her türlü yardım yollarını kesen Rus ve Romen ordusu; Osman Paşa’nın daha fazla dayanamayarak, teslim ola- cağını umuyorlardı. Böyle bir abluka altında aç, susuz, yardımsız ve moralsiz daha ne kadar dayanabilirdi?... Rus Çarı 30 ekim 1877’de Osman Paşa’ya teslim olması yönünde bir mektup gönderdi. O mektupta şunlar yazılıydı:

* ( “ İnsanlık namına ve mesuliyeti zatı alinize raci olacak, fazla kan dökülme-sine mani olmak üzere ben sizi, bütün mukavemetleri kesmeye ve tayin edece-ğiniz bir yerde teslim şartlarını görüşmeye davet ederim. Mareşal hazretleri yük-sek saygılarımı kabul buyurunuz”… Osman Paşa, Çar’ın bu mektubuna verdiği cevapta şöyle diyordu: “ Bu güne kadar vatanımız ve imanımız uğrunda seve seve kan döktük, teslim olmaktansa bundan asla geri kalmayacağımızı bilmeni-zi isterim.”) * (Süleyman Kocabaş – Türk Rus Mücadelesi)

Osman Paşa, belki yardım gelir umuduyla direnişini sürdürüyordu. Erzak bitmiş, mühimmat azalmış, kış yaklaşmış, sıtma ve dizanteri türü hastalıklar baş- lamıştı. Beklenen yardımlar bir türlü gelmek bilmiyordu. Osman Paşa, bu kötü şartlar altında daha fazla dayanamazdı. Bir yolunu bulup, Plevne’den çıkmalıy-dılar. Başka çarede kalmamıştı zaten… Tabya ve siperlere hareketi gizlemek için kukla askerler yerleştirildi. 10 aralık 1877 tarihinde sabahın erken saatle-rinde 300 arabayla birlikte çıkış yapıldı. Çıkış hareketinin fark edilmesi işi zora soktu. Kanlı bir çatışma başladı. Başlarında kahraman komutanları Gazi Osman Paşa olduğu halde bir avuç Osmanlı ordusu, çemberi yarıp kurtulmak için can havliyle mücadele ediyordu. Çember, takviyelerle habire güçlendiriliyor ve da-raltılıyordu. Çokça şehit veriliyor ancak inatla mücadeleye devam ediliyordu. Teslim olmayı akıllarına bile getirmiyorlardı. Ta ki, Osman Paşa’nın atının ve kendisinin yaralanıp yere kapaklanması ve etrafının çevrelenmesiyle iş bitiril-mişti…

Ruslara karşı az bir kuvvet askerle uzun süre karşı duran, bazı defalar zor anlar yaşatan, ancak hiçbir destek alamadığından çaresiz kalarak yaralanıp esir düşen Osman Paşa’ya, günümüze kadar ulaşan derin bir saygı ve hayranlık du-yulmuştur. Adına marşlar ve şiirler yazılmıştır. “ Tuna Nehri akmam diyor-Etrafımı yıkmam diyor- Şanı büyük Osman Paşa- Plevne’den çıkmam diyor”… Karşısında ecel terleri döken Ruslar bile, Çar başta olmak üzere; esir düşen Os-man Paşa’ya kılıcını ve itibarını iade etmiş ve saygı göstermişlerdi. Çar, Paşa’ya misafir gibi davranmış, cesaret ve yüksek liyakatını överek kendisine şu ifa-deleri kullanmıştır. “ Güzel müdafaanızdan dolayı sizi tebrik ederim. Bu, askeri tarihin en güzel hadiselerinden biri olmuştur.”

Bu müdafaa harbi, Plevne’de tam 145 gün sürmüş, Rus ordusu 250 bin mev- cut ve 700 topla, Osman Paşa’nın koruduğu Plevne’de çakılı kalmıştı. Her iki taraftan asker zayiatı 100 bin civarında olmuştu. Bu arada bu mücadeleler esna-sında Sırp ve Bulgar milisler Ruslara yardım etmişler, ayrıca Müslüman sivil halkı acımasızca katletmişlerdi.

Plevne düşünce Ruslara İstanbul yolu açılmış oldu. 26 ocakta Edirne muka- vemetsiz düştü. Rusların İstanbul’a girmesi an meselesi oldu. Ancak, İngiltere olayları yakından izliyordu. Harp başlamadan önce Ruslara; İstanbul ve boğaz-ların işgal edilmemesi şartıyla tarafsız kalacağını, aksi durumda müdahale ede-ceklerini duyurmuşlar ve Ruslar da bu talebi kabul etmişlerdi. Rusların per-vasızca ilerleyişi karşısında İngiltere; ihtiyaten Kıbrıs’ta konuşlandırdığı donan-masını Padişah Abdülhamit’in de onayını alarak Marmara denizine soktu. Buna sinirlenen Ruslar, İstanbul Yeşilköy (Ayastefanos)’a kadar ilerledi. İngiltere’nin donanmasını Marmara’dan çekmediği takdirde, İstanbul’u işgal edeceklerini, eğer çekilirlerse anlaşma yoluna gidileceğini padişaha bildirdiler. Bu durum kar-şısında endişe ve korkuya kapılan padişah, İngilizlerden donanmalarını çekme-lerini rica etti. Bu rica üzerine İngiltere donanmasını Marmara’ dan çekti.

AYASTEFANOS ANTLAŞMASI

* ( 1293 harbi sonunda çok ağır bir mağlubiyet alan Osmanlı, Rusların an-laşma teklifini hemen kabul etti. Anlaşma çok kısa sürdü. Zira Rusya’nın prog-ramı en ufak teferruatına kadar çok daha önceden hazırlanmıştı. Osmanlı dele-gelerine anlaşma şartları, doğru düzgün incelenmeden imzaya açılmıştı. Rusya’ nın teklifini ya evet deyip antlaşmayı imzalayacaklar, yada kaderlerine razı ola-caklardı. Ve evet diyerek Rusların tüm isteklerini kabul etmiş oldular. Hariciye nazırı Saffet Paşa’nın ağlayarak imzaladığı bu antlaşma şartlarına göre: Bağım-sız bir Bulgaristan prensliği kurulacak, Romanya, Sırbistan ve Karadağ’a bağım-sızlık tanınacak, Bosna-Hersek muhtar olacak, Osmanlı, Rusya’ya ayrıca 164 milyon Osmanlı altını tazminat ödeyecektir… Ancak, Osmanlı’nın bu tazminatı ödeyecek maddi gücü yoktu. Talep edilen tazminatın bir kısmına karşılık Avru-pa bölümünde Besarabya ve Tuna Deltası Adaları, Asya bölümünde de, Batum, Kars, Ardahan ve doğu Beyazıt verilecek. Ayrıca Doğu Anadolu’da Ermeni te-baasına bazı hak ve ayrıcalıklar tanınacaktı. (Antlaşmanın bu maddesiyle Er-menilere verilen taviz sonucunda, yıllarca bize sorun yaratan ve hala daha yarat-maya devam eden ermeni sorunu gündeme getirilmiş oluyordu). Bu antlaşma, Osmanlı’nın imzaladığı tarihin en ağır antlaşması olarak tarihteki yerini ala-caktı.*(Kuzeyden Gelen Tehdit-Türk-Rus İlişkileri=Süleyman Kocabaş

BERLİN ANTLAŞMASI

Osmanlı’da ağır tahribatlara neden olan bu antlaşma, diğer Avrupa devlet-lerinin de çıkarlarına zarar verici nitelikteydi. Rusların bu anlaşma hükümlerine göre, Balkan’lara, İstanbul’a ve boğazlara kolaylıkla istediği an hakim olabile-cek duruma gelmesi, doğuda Kars ve Beyazıt’ın elden çıkmasıyla, Rusya’ nın İskenderun ve Basra körfezine ulaşması kolaylaşmış olacaktı. Başta İngiltere olmak üzere diğer Avrupa devletleri bu antlaşmanın, kendi çıkarlarına zarar ve-receğini ileri sürerek asla bu antlaşmayı onaylamayacaklarını ilan ettiler. Hatta İngiltere, Kıbrıs’a geçici olarak yerleşti. Rusya Kars ve Beyazıt’ı boşaltmazsa, İngiltere de Kıbrıs’a kalıcı olarak yerleşecekti. İngiltere bu konuda kararlılığını göstermek adına harp hazırlıklarına başladı.

Rusya, her ne kadar bu harpte galip sayıldı ise de kendisi de epeyce yıp- ranmıştı. Ülkesinde karışıklıklar devam ediyordu. Başka bir mücadeleyi göze alamazdı. 13 temmuz 1878 de Almanya Başbakanı Bismark’ın başkanlığında, Yeşilköy’de imzalanan Ayastefanos antlaşmasını hükümsüz kılan “ Berlin Ant-laşması,” Rusya’nın gönülsüzlüğüne ve diretmesine rağmen imzalandı. Ant-laşma hükümlerine göre; Osmanlı batıda ve doğuda kaybettiği toprakların bir kısmını tekrar kazanmış olması nedeniyle, kârlı duruma geçiyordu. Bu antlaşma ile en zararlı çıkan ise, harbin galibi olan Rusya idi. Doğuda Ermenilere sağ-lanan ayrıcalıklar, bu antlaşmada da yerini aldı. Üstelik Rusya’nın gündeme getirmiş olduğu ermeni meselesine de İngiltere sahip çıkıyordu. Kurulan bağım-sız Bulgaristan da, Rusya’ya yar edilmeyecekti.

Sonuç olarak; gerekli hiçbir hazırlık yapılmadan, başta Mithat Paşa olmak üzere bazı komutanların cahil halkın duygularını da körükleyerek, hiçbir hazır-lık yapılmaksızın savaş kararını alınmasında etkin rol almalarının dışında, Baş-komutan konumunda olan Sultan II. Abdülhamit olmak üzere, devletin üst kade-mesinde bulunan siyasetçi ve ordu komutanlarının akıl almaz hataları nedeni ile 1293(1877 ) Harbi, Osmanlı adına sonuçları itibariyle çok acı bir yenilgi olarak tarihteki yerini almış oluyordu.

SULTAN II. ABDÜLHAMİT

Madem ki, 93 muhacirlerinin, bulundukları yerleri terk ederek yurdun çe-şitli yörelerine göç ettiklerini ve özellikle de Doğanşehir’e gelen muhacirleri ko-nu ediyoruz. Madem ki, buna neden olarak 1293 (1877-78) Osmanlı-Rus harbini gösteriyoruz, o dönemin padişah’ı olan sultan II.Abdülhamit’ten kısaca bahset-memiz ve onu yakından tanımamız gerekmez mi?

Sultan Abdülmecit’in oğludur. 1842’de doğmuş, 1918’de ölmüştür. Saltanatı 1876’dan 1909’a kadar 33 yıl sürmüştür. Tam 30 yıl ülkeyi istibdat ile yönet-miştir. Babası Abdülmecit zamanında iyi bir kültür almış, Namık Kemal, Ziya Paşa gibi Türk aydınlarıyla yakınlık kurmuştur. Amcası Abdülaziz’in ölümü, onun yerine geçen ağabeyi V. Murat’ın akıl sağlığının bozulması üzerine, üç buçuk ay gibi çok kısa görev süresi sonunda, hiç beklemediği bir anda tahta oturtulmuştur.

Kimilerinin “Kızıl Sultan” diye adlandırılıp itibarsızlaştırdığı, kimilerin de “Ulu Hakan” diye itibarlaştırdığı Sultan II.Abdülhamit, bana göre; ne Kızıl Sul- tan denilecek kadar itibarsız, ne de Ulu Hakan denilecek kadar itibarlı bir Hü-kümdardır. Zamanın koşullarına göre, günahı ve sevabıyla olumlu ve olumsuz yanlarıyla, bir dönem padişahlık gibi büyük bir sorumluluk taşımış biridir. Tahta oturur oturmaz, 93 Harbinin akabinde patlak vermesi de onun şansızlığıdır. Ant- laşmadan itibaren 33 sene ülkeyi sorunsuz yönetmesi, soğuk kanlılığı, kültürlü bir insan olması, ülke genelinde yapısal çalışmalara hız vermesi, özellikle deği- şik türden kurum ve okulları faaliyete geçirterek eğitim-öğretime önem vermesi onun olumlu yanlarını yansıtmakta, diğer yandan; görevde bulunduğu sürede is- tibdadi bir idare göstermesi, kimseye güven duymaması, 28 defa sadrazam deği- şikliğine gitmesi, aynı sadrazamı 7 defa görevden alıp tekrar göreve iade etmesi, Meclisi feshetmesi, Mithat Paşa gibi güçlü bir sadrazamı “Benim fikirlerime itibar etmiyor” diyerek Taif’e sürgün edip orada ölümüne sebebiyet vermesi, Ordu komutanlıklarına kendisine biat edebilecek ehliyetsiz ve kifayetsiz kişileri getirmesi, 93 Harbini iyi yönlendirememesi ve dışarıdan alınan yüksek faizli parasal yardımlar neticesinde ekonomik çöküntüye engel olamayıp Moratoryum ilan etmesi ise, onun olumsuz yönlerine işaret etmektedir.


Yüklə 2,37 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   55




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin