Halil Ağaya olan olmuştur. Utancından ve öfkesinden adeta baygınlık geçir-mekte ne diyeceğini bilememektedir. Bey’in çizmeleri iyice temizlenir. Bu za-man zarfında gerek bey’in ve gerekse ağanın ağızlarını bıçak açmamaktadır. Bey öfke ile çizmelerini giyer, hazırlanan atına binerek “ Halil Ağa affedilmez büyük bir hakarettir bu bana!... Bunu yapanın kim olduğu meçhul değil, bu mut-laka asi ve ukala oğlun Recep’in işidir. Zaten, çoktandır benden hoşlanmadığı dikkatimi çeker dururdu. Bunun hesabı mutlaka sorulacaktır!” diyerek atını mahfuzlar ve hızla uzaklaşır.
Halil Ağa utancından, itibarının yerle bir edilmesinden dolayı son derece öfkeli; “-O it oğlu ite söyleyin, onun yüzünü dahi görmek istemiyorum. Beni rezil rüsvay eyledi. Bey onu kesinlikle yaşatmaz zaten. O yapmasa bile ben ya-şatmam. Derhal pılını pırtısını toplayıp defolsun gitsin buralardan!...
Recep için artık buralarda kalmanın imkanı kalmamıştır. Lüzumlu eşyalarını ve çocuklarını kağnıya bindirir, annesinin gözyaşları arasında, eşi ve kendisi de yürüyerek yola revan olurlar. Bir süre yol alırlar… Bu sırada geliyorum diyen 93 Harbi patlak verir. Bir süre o yanda bu yanda, binbir zorluklar içerisinde ida-re etmeye çalışırlar. Harbin bitimi ile birlikte göçler sökün etmeye başlar. Kendisi de ailesiyle birlikte Malatya yönüne gitmekte olan göç kafilesine katıla-rak, önce Malatya’ya ve daha sonra da Viranşehir’e vasıl olur. Bundan sonraki yaşamlarını Viranşehir’de sürdürürler. Burada Enteller ve Recep oğulları olarak anılırlar… Recep’in çocuklarından: 1)Şakir; Topal Hasan Yılmaz’ın babası, Nuri Yılmaz’ın dedesi – 2)Emin; Kadir Armağanın dedesi, Zakir Armağanın büyük dedesi. –3) H.Mevlüt; çocuğu olmamış, kardeşi Şakirin ölmesi üzerine, oğlu Hasan Yılmaz’ı yanına alarak büyütmüştür.–4)İbrahim Hoca; Abuzer Yer-likaya’nın dedesi, Hafız Hüseyin Tekinin kayınbabası.- 5)Hayati; Haydar Hoca Yıldırım’ın anası, Memet Yıldırım’ın ninesi.
Cağısman Entel’den gelen bu aile; daha geniş bir şekilde, Recepoğulları ya da “Yılmaz ve Armağan” aileleri adı altında daha sonra incelenecektir.
Bir diğer olay; emekli öğretmenlerden Ökkeş Bilgili’nin anlatımiyle;
“ Bizim muhacirlerden, içlerinde büyük dedemin de bulunduğu bir grup, Cuma Namazı için ilin yakınındaki Gündüzbey’e giderler. Caminin hocası bulunma- maktadır. Diğer vakit namazlarını kıldırabilecek hoca bulunabiliyor ancak, Cu- ma Namazı için, işin ehli bir hocaya ihtiyaç vardır. Vakit daralmış ama hoca he-nüz bulunamamıştır. Bizim muhacirler camiye girer girmez hemen etraflarını çevirirler. Durumu onlara da açarlar. İçlerinde bu görevi yapabilecek seviyede birkaç kişi vardır ancak, içlerinde en iyileri dedem Ali Efendi Hocadır. Görevi memnuniyetle kabul eder. Neticede dedem hutbeyi okur ve cemaatin önüne ge-çerek namaz eda edilir. Namazın bitiminde Gündüzbeyliler dedemin etrafını alır ve “ Hoca biz senden son derece memnun kaldık. Uzun zamandır böylesine huşu ile namaz kılmamıştık. Bundan böyle sen bizim hocamız olur musun? Şartların ne ise kabul ederiz. Hatta bekarsan da evlendiririz bile” derler. Bu teklif karşı-sında dedem, hiç düşünmeden kabul eder. Dedem Gündüzbeyli bir kız ile de evlendirilir. Oraya yerleşir ve görevine bir süre devam eder.
Bu zaman zarfında, diğer muhacirler Malatyayı terk etmiş ve Viranşehir’e göç etmişlerdir. Bu arada Viranşehirde muhacirlere arazi taksimatı yapılmak- tadır. Bunu haber alan dedem hiç durur mu? Hemen tası tarağı topladığı gibi soluğu Viranşehir’de alır. Bir daha da Gündüzbey’e, bütün ısrarlara rağmen dön- mez. Hazır Ali Efendi Hoca’dan laf açılmışken onunla ilgili bir anıyı anlatalım.
Ali Efendi Hoca Viranşehire gelip buraya yerleştikten sonra, bir vesile ile yolu Maraş’a düşer. Kendisinin de bulunduğu bir mecliste, oranın kadısına fıkhi bir mesele sorulur. Kadı bu meseleye bir çözüm getiremez. Bunun üzerine Ali Efen-di Hoca müsaade istiyerek meseleyi çözer. Kendisini takdirle karşılayan kadı: “ Kimin fıkhi konularla ilgili, kafasını kurcalayan bir sorunu varsa, bu adama rahatlıkla danışabilir. Maşallahı var, kendini çok iyi yetiştirmiş” der.
Bir diğer anekdot Sadık Ağa ile ilgili.Yeğeni İsmail Doğan (Yarım Ağa) dan nakil. “ Malatyada ikamet edilirken, şehrin mutasarrıfı muhacirlerin başkanı durumunda olan Sadık Ağaya: “Ağa sen varlıklı adamsın, gel etme eyleme bura-dan bir miktar arazi al, kârlı çıkarsın. Buraları ileride çok kıymetlenecek” diye bir teklifte bulunur. Sadık Ağa bu teklif üzerine şu karşılığı verir: “ Sağol beyim, halkımın olmadığı yerde benim ne işim ola. Onlar bana inanmış güvenmişler, onlardan ayrı düşemem. Bizimkiler Subatra’ya yerleşmeye karar vermişler. En iyisi siz bize müsaade edin de biz yolumuza devam edelim” demiştir.
VİRANŞEHİR İÇİN GÖÇ HAZIRLIĞI ve HAREKET
Viranşehire gitmek için hazırlıklar yapılır. Kağnılar koşulur. Gerekli olan öte-beriler kağnılara yüklenip sıkıca bağlanır. Boyunduruklara koşulan öküz yada camızlara ho denilerek hareket edilir. Beyler Deresini aşmak çok zamanlarını al-mış, gerek kendileri ve gerekse kâğnılara koşulu hayvanlar çok çok yorulmuş-lardır. Zira Beyler Deresi oldukça derin bir vadidir. Her tarafından geçmek he-leki kâğnılarla, çoluk çocukla mümkün değildir. Geçiş ancak, diğer yerlerine oranla engin olan derenin üst kesiminden mümkün olabilmiştir. Kağnılar cızır-tılar çıkararak yürürken, insanlar da sessizce arkaları sıra yürümektedirler. Dü-şündükleri tek şey vardır artık, o da varacakları yer nasıl bir yerdir acaba? Ken-dilerini daha neler bekliyordur? Bayağı merak içindedirler. Bir yandan da ka-derlerine küsmektedirler. Nedir bu başlarına gelenler? Bu eziyet, bu sıkıntılar niye? Nolaydı şimdi memleketlerinde olalardı. O yemyeşil bayır, çayır ve dağ-lar. Hiç eksik olmayan envai türlü kuş sesleri. O tertemiz mis gibi temiz ve serin hava. İçlerini dayanılmaz bir özlem duygusu kaplıyordu. Ancak, yaşamakta ol-dukları bir gerçek hayat vardı önlerinde. Dönüşü olmayan bir yola girilmiştir bir kere. Önceki yaşantıları ile ilgili her şey, çok çok gerilerde kalmıştır artık. An-cak hayallerinde yaşatılırdı o yerler ve özlemi çekilirdi o kadar…
Kağnıların çıkardığı cızırtılı sesler, taa uzaklardan duyulmaktadır. Muhacirler Viranşehir’e doğru yol alırken, o yöre insanlarından oluşan bir grup insan da başka yöne doğru yol almaktadır. Bu grupun insanları, duydukları devamlı öt-mekte olan bir sesle irkilirler. Bir süre durup dikkatle kulak kabartırlar, fakat bir türlü anlam veremezler. Herkes bir tahminde bulunur. Bunun bir canavar sesi olduğunda ortak bir kanıya varırlar. Fakat bir türlü meraklarını da yenemezler. Sonuçta, iki silahlı adamlarını durumu öğrenmek üzere görevlendirirler. Bu iki silahlı adam, sesin geldiği tarafa doğru ilerlemeye başlarlar. Bir süre ilerledikten sonra, kalabalık, şimdiye kadar hiç görmedikleri bir grup insanla karşılaşırlar. Kafile durunca, daha önceden duymakta oldukları o garip sesler de birden dur-muştur. Karşılıklı selamlaşma ve fikir alışverişlerden sonra, iki silahlı, gerisin geri arkadaşlarının yanına dönerken, muhacirler, Viranşehir’e doğru yola devam ederler. Sonuçta bura insanlarınca, bir anlam veremedikleri o garip seslerin, yü-rüyen kağnılardan kaynaklandığı, bu kalabalık kafilenin de Subatra’ya gitmekte olan Kars, Ardahan ve Artvin yöresine mensup muhacirler olduğu anlaşılır…
Malatya’dan Viranşehire göç, sonbaharın son demlerine denk gelir. Muhacir- ler yollarına devam ederlerken aniden hava kararır. Şimşekler çakmakta, yağmur olanca hızı ile toprağı dövmektedir. Fırtınanın çıkardığı ses, şimşeklerin çakma- siyle daha korkunç bir hal almaktadır. Haliyle hareket durmuş, herkes birbirine sokulmuştur. Endişeli bir bekleyiş başlamıştır. Bazıları;“ Neden bir yerde dur- mamaktayız, ömrümüz göç etmekle mi geçecek? Yerimizde su mu çıkmakta, niye habire yollara düşmekteyiz ?... Gideceğimiz yer bakalım daha mı iyi ola- cak?” diye yakınmakta, küçük çocuklar huysuzlanıp ağlaşmaktadırlar. Kafilenin ileri gelen büyükleri, insanları sakinleştirmek için uğraş vermektedirler. Özellik- le, daha önceden yer tesbiti için görevlendirip orası hakkında bilgi sahibi olan-lar, gidilmekte olan yer hakkında bilgi vererek, orasının daha iyi bir yer oldu-ğunu, havasının temiz ve serin, sularının bol ve soğuk olduğunu söyleyerek in-sanları rahatlatmaya çalışıyorlardı…
MUHACİRLER SUBATRA’ DA ( Viranşehir )
Kafile, Gözene ve bilahare aşiret köylerinini, insanlarının şaşkın ve merak dolu bakışları arasında geçerek, nihayet Subatra’ya vasıl olmuştur. Burası daha önceden de anlatıldığı üzere, etrafı yüksek surlarla çevrili metruk bir kaledir. Kalenin doğu-batı, güney-kuzey yönünde dört kapısı bulunmaktadır. Kalenin kapladığı alan, kapılarının birbiriyle kesiştiği dört eşit bölüme ayrılarak, daha ziyade aynı köyden insanların bir araya geldiği şekilde paylaşılır. İnsanların is-tekleri de bu yöndedir.
Malatya giriş kapısından (Doğu kapısı) itibaren Polat kapısına (Kuzey kapı-sı) kadar olan bölüme genellikle Caborya’dan gelenler. -Doğu-güney bölüme Taşobalılar. -Batı kapısına kadar olan kuzey-batı bölümüne genellikle Golis- halliler. -Güney-batı bölümüne de Şavşat’ın Mokta ve İmerhev’liler yerleşirler. Diğer farklı köyden olanlar da, tercih ettikleri bölümlere yerleşirler. Yerleşir de-dikse henüz başlarını sokabilecekleri belli başlı bir meskenleri yokturdur. Der-me, çatma bir şeyler yaparlarsa da, kışı atlatmak biraz zor gözükmektedir. Zira kışın eli kulağındadır. Civarda bulunan köy insanları, bunlara yakınlık gösterip yardım ellerini uzatırlar. Hatta kış mevsimi boyunca bazı aileleri evlerinde ba-rındırırlar. Muhacirlerin Viranşehir’e vasıl olduklarında sonbaharın son demle-ridir. Havalar aniden sovumuş, alel usul acilen yapılan barakalar insanları barın-dıracak düzeyde değildir. Halkın soğuktan kırılma ihtimali üzerine devlet yetki-lileri, kış ayları boyunca muhacirlerin Harapşehir köyünde iskan edilmeleri uy-gun görülmüştür. Birkaç aile de Topraktepe ve yakın köylerde kışı geçirmişler-dir.
Baharın başını göstermesiyle birlikte, muhacirler yoğun bir çalışma içerisine girerler. Yapmaları gereken ilk iş, başlarını sokabilecekleri iyi-kötü bir mesken yapmak ve yiyeceklerini temin için toprağa bir şeyler ekmektir. Sulaması kolay olsun diye, dere kenarlarındaki toprakları düzeltip bostan haline getirirler. Ekin alanları ihtiyaca göre zamanla genişler.
120-150 hane olarak Viranşehire vasıl olan muhacirler; takriben iki yüz met-re eni ve üç yüz metre boyundaki Roma ve Bizanstan kalma kale duvarlarından söktükleri yontma taşlarla kale içine meskenlerini yapmaya başlarlar. Bazı aile-ler, daha pratik ve kolay olsun diye surlara bitişik yaparlar meskenlerini. Kale duvarlarında bu amaçla yapılan tahribat, zamanla nüfus arttıkça daha da yoğun-laşır. (Ne yazık ki bu gün itibariyle, bir-iki kalıntıdan başka kale surlarından eser kalmamıştır. Geriye kalan bu kalıntılar da Ökkeş Özdemir ve İbrahim Karaman’ ın Belediye Başkanlıkları döneminde koruma altına alınarak kurtarılmıştır.)
93 muhacirlerinin Viranşehir’e geliş tarihi Rumi 1301 Miladi 1885 dir. Bunu yaşlı kişilerden Recep Haci, Hafız Hüseyin,Topal Hasan Hoca’nın naklettik-lerinden ve yeni cami yapılırken sökülüp bir tarafa atılan, dedesi Mehmet Hoca tarafından yazıldığı iddiasiyle, torunu Memet Yıldırım tarafından sahiplenilerek, yapılan yeni caminin ek bölüm duvarına monte edilen taş levhadan anlamak- tayız. Bu taş levhanın üzerinde iki adet ibrik resmi ve Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, Hasan yazılı taş levhanın, bir köşesinde zorlukla okunabilen 1301 tarihi mevcuttur. İşte bu tarih (1301=1885 ), muhacirlerin Viranşehire gelip yerleştik- lerini göstermesi açısından önemlidir. Malatya’ya varış tarihi ise, orada 2,5 yıl kaldıklarına göre 1882 ya da 1883 ün ilk aylarıdır. Viranşehir’e ikinci muhacir iskanı 1909 yılına rastlamaktadır. Altı haneden oluşan bu muhacir grup, Sürgü nahiyesinin Reşadiye köyünde iskan edilir. Buraya Reşadiye isminin verilmesi, Sultan Reşat dönemine denk geldiğinden dolayıdır. Aslında burası bir su başıdır. O zamanlar burada kimseler bulunmamaktadır. Reşadiye köyünün nüvesini son-radan Artvin yöresinden ( Aşağı ve Yukarı Hod köyleri ) gelen muhacirler oluş-turmaktadır. Buradaki muhacirlerden bir kısmı, o zamanlar ortalığa korku salan eşkıya Bozo ve adamlarının baskılarından bunalarak, sonradan gelip Viranşe-hir’e yerleşmişlerdir. ( Kabakaş, Yurdakul ve Esen aileleri )
Bir diğer göç olayı da I.Cihan Harbi ( Seferberlik) sonunda, yine Rus ve yan- daşları Ermenilerin istilası ve zulümleri üzerine memleketleri Erzurum ve çev-resini terk ederek gelip buraya yerleşme kararı alan ailelerdir. ( Toraman- Kara-duman- Hazer- Ayabakan- Türker aileleri v.s.)…
( Eyüp- Ayşe sevda hikayesi Viranşehirde devam edip orada noktalanacaktır.)
Eyüp, yol üzerinde bir iki köye uğrayıp, Subatra hakkında bilgi aldıktan sonra, nihayet bahsi edilen etrafı surlarla çevrili kalenin kapısından içeri adım attı. Fe-na bir yer gibi gözükmüyor diye düşündü. Kalenin içinde, tanıdık kendi insanları harıl harıl çalışıyorlardı. Bir an büyük bir heyecana kapıldı. Kendilerini işlerine öyle vermişlerdi ki, Eyüp’ün farkına bile varmadılar. Eyüp’ün de kimseyi gör-düğü yoktu. Aklı, sevgili eşi ve yavruları Fatma’da idi. Birileri Eyüp’ü fark edince hemen etrafına toplanıp onu sorgulamaya başladılar. Eyüp, tüm olanları bir bir anlattı. Anlatırken de gözleri Ayşe’yi arıyordu. Çocuklardan biri, muştu-yu vermek üzere Ayşelerin evine doğru seğirtti. Eyüp’ün halinden anlayan insanlar onu fazla tutmak istemediler. Ayşe’lerin kalmakta olduğu meskeni tarif ettiler. Eyüp, büyük bir heyecan ve sevinçle hızlı adımlarla ilerlemeye başladı. Kısa bir müddet sonra, bir çocuğun verdiği muştu nedeni ile kızları Fatma’yı kucaklayıp evin önüne fırlayan Ayşe’yi, kucağında Fatma olduğu halde heye-canla bekler buldu. Hemen hasretle birbirlerine sarılıp koklaştılar. Fatma bu du-rum karşısında ürkmüş ağlıyordu. Eyüp daha sonra ilk defa görmekte olduğu Fatma’yı incitmemeye dikkat ederek kucağına aldı. Öptü kokladı. Eyüp ve Ayşe bu tablo karşısında coşku yaşarken, Fatma ise habire alışık olmadığı bu manzara karşısında huysuzlanıp ağlıyordu. Ayşe’nin anne ve babası da Eyüp’ün aralarına dönmesine çok sevinmiş ve rahatlamışlardı.
Eyüp, hemen kolları sıvayarak öncelikle, komşu köylülerinin de yardımı ile, herkesin yaptığı gibi, kale surlarından söktüğü düzgün yontma taşlarla kalmakta oldukları eve bir çeki düzen vermeye çalıştı. Diğer boş zamanlarda da sevgili atına binip, evin ağılındaki camızlarına ot getirmek üzere yazı yabana çıkıyordu. Atının yaylımlarda karnını doyurduktan sonra, üzerine yüklediği camıza ait ot yükü ile birlikte eve dönüyordu. Camızlarına iyi bakmak zorunda idiler. Zira onun sütünden yararlanıyorlardı. Üstelik aileye yeni bir üye daha katılmıştı.
Birkaç sene sonra, birer sene ara ile Ayşe, anne ve babasını kaybetti. Hali ile Ayşe ve Eyüp üzüldüler. Zamanla onların yokluğuna alıştılar. Bu arada bir ço-cukları daha oldu. Adını Ömer koydular. Fatma, bu sıralar biraz daha büyümüş 5 yaşına gelmişti. Kardeşi Ömer’i sevinçle karşıladı. Onu sevecek, okşayacak ve daha çok mutlu olacaktı. Ayşe ve Eyüp ise bu iki yavruya daha iyi bakmak adına biraz daha çaba gösteriyor, özellikle Eyüp, zamanının çoğunu ailesinin bakımına harcıyordu. Sabahleyin atı ile birlikte evden çıkıp ancak akşam geç vakitte eve dönüyordu. Bu hummalı çalışma uzun süre böyle devam etti…
Eyüp ve sevgili atı, Malatya’ya gelirken uzun ve yorucu yol boyunca, Ayşe’ ye bir an önce kavuşma adına doğru düzgün dinlenmeden habire yol almışlardı. Gerek yorgunluk ve gerekse yağmur, yaş ve soğuklar nedeni ile ciğerlerini üşüt- müşler, yeterince gıda alamadıkları için de zayıf düşmüşlerdi. Üstelik Eyüp, bir süre hapis hayatı yaşamıştı. Bu arada esas sahibinden yoksun kalan atı da gerekli bakım yapılamadığından zayıf düşmüştü. Önceleri bu durumdan pek etkilen-memişler, ancak zaman geçtikçe belirgin bir şekilde hisseder olmuşlardı. Artık o eski gücü kendilerinde göremiyorlardı. Yorgunluk ve halsizlik, fazla çalışma-larına imkan vermiyordu. Ancak buna rağmen direniyor, buna kendilerini mec-bur hissediyorlardı.
Eyüp bir gün, üzerinde eve lazım gelen öteberi olduğu halde, sevgili atı ile eve dönüşte tam yokuşu tırmanırken, atının tökezlediğini fark etti. Yorgun düş-tüğünü düşünerek dinlenmesi için bir süre durduruverdi atını. Ancak yük altın-daki atının ayakları titriyordu. Hareket ettirmek isteyince de birkaç adım attıktan sonra dizleri üzerine kapaklanıyordu. Böyle bir durumla ilk defa karşılaşan Eyüp birden paniğe kapıldı. Atını ayağa kaldırmak için yardımcı olmak istedi ise de buna muvaffak olamadı. “ Komşular yetişin, komşular yetişin!” diye bağırması üzerine tanıdık birkaç insan seğirtiverdiler. Bütün çabalara rağmen yerinden oy-natamadıkları at, hırıltılı sesler çıkardıktan sonra canını teslim etti. Olan olmuş-tu. Eyüp’ün taa taylığından itibaren can yoldaşı olan, kendisini Ayşe uğruna memleketten o kadar uzun yolu teperek buralara kadar getiren, burada da her işinde kendisine yardımcı olan sevgili atı, şimdi gözlerinin önünde can vermiş upuzun yatıyordu. Büyük bir üzüntü içerisinde adeta kendinden geçen Eyüp, çaresiz bir şekilde çırpınıp duruyor ve göz yaşlarına boğuluyordu.
Eyüp’ün birkaç insan eşliğinde eve getirilmesi karşısında Ayşe, feryadı figan ediyor, neler olduğunu öğrenmeye çalışıyordu. Makata boylu boyunca uzatılan Eyüp, duyduğu büyük üzüntüyü saklayamıyor göz yaşları döküyordu. Bu hay hengamede, çocukları Fatma ve Ömer de durumun vehameti karşısında anne ve babalarına eşlik edip ağlaşıyorlardı. Kendini toparlayan Ayşe, eşinin içine düştü- ğü durumu anlıyor onu teskin etmeye çalışıyordu. Eyüp için, atının çok kıymet- li olduğunu biliyor onu anlayışla karşılıyordu. Ama ne yazık ki elden bir şey gel- miyordu. Kendisinin üzüntüsü ve döktüğü göz yaşları da bir çare olmuyordu…
Ayşe’ye bir an evvel kavuşmak adına, ta memleketten Malatya’ya kadar at üs- tünde, yağmura yaşa, sıcağa soğuğa aldırmadan günlerce, aylarca yol kat etmesi Eyüp’e pahalıya mal olmuştu. Gerek yol boyunca çektiği sıkıntılar, gerekse Ma-latyadaki mahpus hayatı ve gerekse Viranşehirde, ailesinin rahat geçimini sağ-lama adına verdiği mücadele ve de çok çok sevdiği atının artık yaşamıyor ol- ması, Eyüp’ü adeta eritmiş ve yatağa mahkum etmişti. Eyüp’ün bu durumuna ü- zülen komşuları ve diğer kesimden insanlar, kendisini ziyaret etmeden geri dur- muyorlardı. Gelip gidenlerin ardı arkası kesilmiyordu. Ayşe elinden geldiğince gelen ziyaretçilere hizmet etmeye çalışırken, Eyüp’ün her gün biraz daha eriyip gitmesi karşısında da içi kan ağlıyordu…
Bu ziyaret günlerinden birinde, Sadık Ağa çıka geldi. İçerisi insanlarla dolu idi. Sadık Ağa’ya hemen yer verdiler. Eyüp, Sadık Ağa’nın evine gelmesinden rahatsızlık duydu. Her ne kadar kendisi için gelmiş olsa da, Ayşe’den dolayı ona karşı iyi hisler besleyemiyordu. Ama yapacak bir şey de yoktu. Nihayetinde, onu adam yerine koyup, geçmiş olsuna gelmişti.. Sadık Ağa biraz oturup, şifa dilek-lerinde bulunduktan sonra çıkıp gidiverdi. Ayşe’nin bulunmadığı bir anda yata-ğından doğrulmaya çalışan Eyüp’e yardımcı olunarak arkasına yastık yerleşti-rildi. Eyüp yastığa sırtını iyice dayadıktan sonra derince bir of çekti ve du-daklarından şu sözcükler döküldü: “ Sevgili dostlar, günlerdir benim için gelip gidersiniz. Sağolun, varolun. Benim için artık yolun sonu gelmiştir. Bu hastalık beni iflah ettirmeyecek. Gitmeye gidiciyim. Bunu iyice hissetmekteyim. Beni bu durum üzmüyor. Hepimiz er ya da geç bu yolun yolcusuyuz. Beni asıl üzmekte olan nedir bilir misiniz?” Biraz soluklandıktan sonra: “ Ben ölünce, Ayşem ve iki yavrum ortada kalacak. Bilirim ki Sadık Ağa’nın hala benim Ayşede gözü vardır. Ben ölünce de Ayşemi kendisine almak isteyecek. Ayşem de çocukları-mızın geleceği için Sadık Ağa’ya evet demek zorunda kalacak. İşte asıl beni üzen kahreden de budur. Yanarım da ben buna yanarım dostlar” diyordu …
Birkaç gün sonra Eyüp, bu hastalığa fazla direnemedi ve Hak’ın rahmetine kavuştu. Tüm köy halkı, Sadık Ağa da dahil Eyüp’ü mezarlığa defnettiler. Eyüp’ ün ölümü tüm köy halkını derin bir üzüntüye gark etti. Tabii ki en çok üzülen de sevgili Ayşe’si idi. Hayatın artık bir anlamının kalmadığını hisseden Ayşe, derin üzüntüsüne rağmen sırf çocukları için hayata tutunmaya çalışıyordu. İki çocuk sadece onun eline bakıyorlardı. Hayat her şeye rağmen acımasızca devam edi-yordu…
Eyüp’ün ölümü üzerine, Sadık Ağa’nın Ayşe sevdası yeniden nüksetti. Zaten gönlü ondan asla vazgeçmemişti. Sırf bu yüzden şimdiye kadar, hiçbir kimse ile evlenmeyi düşünmemişti. İstemeyerek Eyüp’e kaptırdığı Ayşe, Eyüp öldüğüne göre artık özgür demekti. Bu isteğine ne köy halkı, ne kendi çocukları ve ne de Ayşe hayır diyemezdi her halde…
Ayşe’yi razı etme adına, kadın kafilelerinin biri gidiyor biri geliyordu. Ayşe her defasında Eyüp’e olan sevdası yüzünden gelenlere hayır cevabı veriyor, “Eyüp’ümün mezarda kemikleri sızlar” diyordu. Kadın grupları ise hergün Ay-şe’ye türlü türlü diller dökerek onu iknaya çalışıyorlardı. Ama Ayşe bir türlü ik-na edilemiyordu. Son bir defa daha gelen kadın grubu: “ Bak Ayşe, senin Eyüp’ e olan sevdana her zaman için saygı duyduk. Elimizden geldiğince de birlikteli- ğinizi sağlamaya çalıştık. Ancak, Eyüp Hak’ın rahmetine kavuştu. Ölenle ölün-müyor. Hayat hiç değişmeden devam ediyor. Sen iki çocukla yalnız başına bu hayata direnemezsin. Çok zorluk çekersin. Sadık Ağa’ya evet de de kurtul bu hayattan. Bir elin yağda, bir elin balda rahat edersin. Sadık Ağa, adı üzerinde ağa adam. Varlıklı ve güçlü adam” dedikten sonra biraz duraksayıp Ayşe’nin tavrını ölçmeye çalıştılar. En sonunda sözlerini şöyle bağladılar: “ Bu sefer de yok dersen, senin kapına asla bir daha gelmeyeceğiz. Sadık Ağa’ya falancanın kızını düşünmekteyiz. Kendisi de bizimle aynı fikirde” dediler. Ayşe, söylenen-lere hak veriyordu. İki çocuk belini büküyordu. Onların geleceği çok önemli idi. Hele bir de, Sadık Ağa’ya falancanın kızını düşünüyoruz demeleri ağırına git-mişti. Onlara dönerek: “ Tamam, tamam. Evet diyorum. Şimdi beni yalnız bıra-kın lütfen” diyebildi. Kadınlar sevinçle kalkıp, Sadık Ağa’ya müjde vermeye koştular.
Hemen düğün dernek kuruldu. Özellikle Sadık Ağa’nın yakınları, kadın olsun erkek olsun harıl harıl çalışıyorlar, ağanın şanına yakışır bir düğün yapma adına ellerinden gelen tüm gayreti sarfediyorlardı. Nihayetinde, Ayşe, Eyüp’ün atı üzerinde sevdiğine gelin olarak geldiği evden, Eyüp’ün ölümü sonucunda, onun da tahmin ettiği ve üzüntü duyduğu şekilde, bir başka at üzerinde, bir başka eve hemi de tepki duyduğu birine Sadık Ağaya gelin olarak gidiyordu. Ve bu büyük sevda, acıklı bir son ile nihayete eriyordu…
Sadık Ağa ve Ayşe evliliğinden bir oğulları dünyaya geldi. Bu oğul, Ayşe’nin Eyüp ile evliliğinden olan ablası Fatma ve ağabeyi Ömer ve Sadık Ağa’nın ilk e- şinden olan ağabeyi Rafet ve ablası Menevşe ile aynı evde, iki ailenin ortak meyvesi olarak büyüyüp gelişecek, kendisini halkına sevdirip saydıracaktı. İlçenin ilk Belediye Başkanı, Malatya İl Genel Meclis Üyeliği ve üç dönem me-bus olarak ülkesine hizmette kusur etmeyecekti… İşte bahse konu olan bu oğul, herkesin yakınen tanıdığı, kendisinden övgü ile bahsettiği, ölümü üzerinden epeyce bir zaman geçmiş olmasına rağmen saygı ile yad ettiği güzel insan “ Esat Doğan” dan başkası değildi….
Şimdi, Eyüp Çavuş ve Ayşe’den olma Fatma ve Ömer- Sadık Ağa ve Naze-ni’den olma Rafet ve Menevşe ve sonunda Sadık Ağa ve Ayşe’den olma Esat, bundan böyle hep birlikte mutlu ve huzurlu bir yaşam süreceklerdi … Esat Doğan büyüdü ve Batumlu Ümmiye ile evlilik yaptı. Bu evlilikten Makbule( Kaynanam), dayım Ahmet Durak ile evlendi. Şemsi Doğan- Nuran- Hülya ve Birsen adlarında çocukları oldu. Oğul Yaşar Doğan ise Polatlı Abdullah Kuru-kafa’nın kızı Kudret ile evlendi. Bu evlilikten de Erdenay- Leyla- Sadık- Abdul-lah Sedat- Ayla ve Vedat dünyaya geldiler.
Sadık Ağa’nın Nazeni’den olan oğlu Rafet ve kızı menevşe, buraya geldik- lerinde gençlik dönemlerini yaşıyorlardı. Burada evlilik yapıp çağa çocuğa ka-rıştılar. Rafet, dini bilgilerinin güçlü olması nedeniyle burada Molla Rafet olarak tanındı. Babası Sadık Ağa ölünce köyün ve bilahare kasabanın idaresini yüklen-di. Köyün nahiye olması ile birlikte, Nahiye müdürü olarak insanlarına hizmet verdi. İlk evliliğini Nanoş ile yaptı. Bu evlilikten üç oğlu oldu. Nazmi sefer-berlikte şehit düştü. Hacı Sadık çocuk yaşta vefat etti. Mustafa Doğan, iyi yada kötü yanları ile ağalığın hakkını verdi. Molla Rafet ikinci evliliğini Batumlu Gülperi ile yaptı. Bu evlilikten de Emine- Rabia ve Muhtar Ziya Doğan oldu. Emine- Hafız Fahri Özbey ile olan evliliğinden; Fahriye, Naciye, Kifaye, Servet ve Hulusi dünyaya geldiler. Rabia- Vezir Laçin ile olan evliliği evliliklerinin ilk yılı sonunda ölümü ile son buldu. Ziya Doğan da Hasan Ata’nın kızı Zöhre ile evlilik yapmış, çocukları olmamıştı. Sadık Ağa’nın ilk eşinden olan kızı Menev-şe, Başçavuş(Taner) ailesinden Molla Refik ile evlendi. Bu evlilikten Nesiha adında bir kızları dünyaya geldi. Nesiha, Tillo’lu Hamza Hoca evliliğinden de Memet Ali Hoca(Demiralp) dünyaya geldi.
Dostları ilə paylaş: |