Belli bir zaman sonra hem Eyüp büyümüş bıçkın bir delikanlı olmuş, hem de sevgili tayı tam kıvamına gelmişti. Baba Murat, Eyüp’ün taya çok ilgi duyması ve bu uğurda atın her türlü bakımını eksiksiz yapmasından mutlu oluyordu. Bir gün bir akşam vakti, yer sofrasında bütün aile fertleri, evin anası, büyük oğul Kadir, Eyüp, Kadir’in eşi ve çocukları toplanmışken baba Murat: “ Görüyorum ki, Eyüp tayı çok sevmekte, bu uğurda benim ata da iyi bakıp beni bu sıkıntıdan kurtarmaktadır. Ben de bu neden ötürü ödül olarak atın tay’ını Eyüp’e veriyo-rum” dedi. Bu söz, duymak isteyip ancak hiç ummadığı bir sözdü. İçini çoşku dolu bir sevinç kaplamıştı. Ne kadar memnun olduğunu, hiç belli etmemeye çalışmasına rağmen yüzünün aldığı mutluluk ifadesinden anlaşılıyordu. Hemen sofradan kalkıp ve hiçbir şey demeden aşağı ağıla indi. Büyük bir itina ile tay’a yaklaştı. Elleri ile tay’ı okşamaya, sırtını sıvazlamaya başladı. İlk önceleri tay bu hareketten huylandı ise de sonunda bu ilgiden hoşlanmaya başladı. Hiç ses et-meden ve kıpırdamadan kendini Eyüp’ün ellerine teslim etti. Eyüp: “ Artık bun-dan böyle sen bana aitsin. Çünkü babam seni bana verdi. Bundan sonra senle ben, iki sadık dost olacağız. Ben senin bakımını hiç ihmal etmeyecek, sen de beni sırtına alıp uçuracaksın, tamam mı?” diyordu. Bir iki defa üzerine binmeyi denedi ise de başarılı olamadı. Her defasında kendini yerde buldu. Aslında ken-disinden ziyade tay bu duruma hazır değildi.
Tay, Eyüp’e tamamen alışmış, onun ilgisinden memnun olduğunu hareket-leri ile belli ediyor ve onu artık sırtından atmıyordu. Eyüp’ün sırtına binmesi ile büyük bir şevkle ve uçarcasına koşuyordu. Eyüp ise aldığı zevk ve mutluluktan adeta kendini kaybediyordu. Belli alanlar artık Eyüp’ü kesmiyordu… Hasımları- nın köy ve çevresini pek merak ediyordu. Ama, buna bir türlü cesaret edemiyor- du. Zira, babası bu konuda kendilerini defalarca uyarmıştı… Sonra birden fikrini değiştirdi. “ Bir defaya mahsus şöyle bir tur atıp dönmenin ne mahzuru olacak” diyerek atın yönünü o tarafa yöneltti. Hiç görmediği ve ağabeyi Kadir’den dola-yı babasının yasakladığı bu yerler, yemyeşil ağaçlardan oluşan derin vadilerle doyumsuz bir manzara sunuyordu kendine. Atından inip, bu güzel manzarayı bir güzel seyretmek istiyordu. Atını bir ağaca bağladı. Sırtındaki tüfeği de atının e- ğerine sokuşturup bu farklı ve doyumsuz güzellikteki manzarayı seyre koyuldu.
Dere içinde, bir soğuk su başında bu köyün beş delikanlısı şarap içip eğle-niyorlardı. Atının kişnemesi üzerine, delikanlılardan biri merakla dereden çıkıp baktığında, Eyüp’ü ve ağaca bağlamış olduğu atı fark etti. Diğerlerine haber ver-mesi ile birlikte hepsi dereden çıkıp bu yabancının kim olduğunu ve buraya neden gelmiş olduğunu öğrenmeye çalıştılar. Bu kişinin, komşu köyden hasım-ları olduğunu fark eder etmez de ellerine ne geçirdilerse Eyüp’e saldırıya geç-tiler. Eyüp her ne kadar: “ Arkadaşlar ben buraya kötü niyetle gelmedim. Çok-tandır buraları merak eder dururdum. Amacım şöyle bir tur atıp dönmekti” demesine rağmen ha bire saldırıyor ve ellerindeki sopalarla neresine gelirse acı-masızca vuruyorlardı. Eyüp kendisini savunmaya çalışıyor ancak, beş kişiye güç yetiremiyordu. İşin kötüye gitmekte olduğunu anlayan Eyüp, bir fırsatını bulup atına doğru koşmaya başladı. Atının eğerine sokuşturduğu tüfeğini çabucak alarak namlunun ucunu onlara doğrulttu. “ Yaklaşmayın, yoksa yakarım” deme-sine rağmen, delikanlılar ısrarla ve büyük bir hınçla kendisine doğru geliyor-lardı. Çaresiz kalıp tüfeğini ateşleyince birisi hemencek oraya yığıverdi. Diğer-leri ise kaçıp ortadan kayboldular …
Şimdi Eyüp, atı ile yalnız başına idi. Vurulan sopalarla her yanı sızlıyor, an-cak bu ağrı ve sızıları hissetmiyordu bile. Zira, çok ağır bir suç işlemiş, birisinin kanına girmişti. Hemi de hasımlarından birinin. Hiç yoktan katil olmuş ve artık bundan böyle ağabeyi Kadir gibi o da “ Kanlı Eyüp” diye çağrılacak, ayrıca ma-puslara düşecekti. Ama en önemlisi, kendilerini bu konuda sıkça uyaran baba-sına ne cevap verecekti?... Kendi kendine kızan ve büyük bir pişmanlık ve üzüntü duyan Eyüp eve dönünce, kızılca kıyamet kopuverdi. Babasının öfke ile paylaması, anasının feryatları, küçük yeğenlerinin ağlaşmaları onun yüreğinde volkan gibi patlıyordu… Evleri, uzunca bir süre hasımları tarafından taciz ateş-lerine maruz kalıyordu. Henüz bir tutuklama olmamıştı. Hiçbir yetkili de soruş-turmada bulunmamıştı. Osmanlıda işler gitmiyor, devamlı harp ortamında bulu-nulduğundan bu gibi kişisel olaylar ile pek ilgilenilmiyordu. Herkes kendi hesa-bını kendisi görüyordu …
Uzunca bir süre kabuğuna çekilen, suçluluk duygusunu üzerinden atamayan Eyüp, artık yavaş yavaş kendine gelmeye başlıyordu. Ara sıra eskisi gibi atına atlayıp turluyor, ancak hasımlarının köyünün yakınından dahi geçmemeye özen gösteriyordu. Eski heyecanı kalmamıştı. Artık eskisi gibi hayattan zevk alamı-yordu. Ama bu durum böyle devam edemezdi. Hayat her halükârda devam edi- yordu. Belli bir alana sıkışıp kalmıştı. Değişik yerleri gezip görmeyi arzuluyor- du. Haydi diyelim ki, hasımlarının köy tarafına gitmesi bundan böyle sakıncalı olduğuna göre, diğer köy sınırlarına gitmesinde ne gibi bir sakınca olabilirdi. Et- rafta birbirlerinden farklı çok köylerin olduğunu, babası ve ağabeyinden duy-muştu çokça… Atını başka bir yöne doğru yöneltip mahfuzlayıverdi. Bir müd-det koşturduktan sonra, fidan gibi uzun boylu bir kızın, elinde bir yemek çıkını ile salına salına yürümekte olduğunu fark etti. Kızın endamından ve yürüyüşteki kıvraklığından etkilenmişti. Şimdi, yüz cemalini merak ediyordu. Acaba yüzü de endamı gibi güzel ve çekici mi idi? diye. Ancak kız, kendisine bakıldığını fark etmesine rağmen dönüp bakmadan yoluna devam ediyordu. Atını biraz sıkıştı- rınca kişnemesi üzerine, kız gayri ihtiyari dönüp bakmak durumunda kalmıştı. İşte o zaman da olan olmuştu. Evet kızın yüzü de endamı gibi çok çok güzeldi. Eyüp bu durum karşısında adeta donup kalmıştı. Yüreğinde fırtınalar kopuyor, ne yapacağını bilemiyordu. Kız da Eyüp’ü gördüğünde etkilenmişti ama, fazlaca ilgili olmanın, bir kadın olarak yanlış olacağının farkında idi. Eyüp ile göz göze geldikten bir müddet sonra, hiçbir şey olmamışcasına yoluna daha hızlı bir yürü-yüşle devam etti. Zira tarlada çalışanlar acıkmışlar ve yemek beklemekte idiler.
Eyüp şaşkınlık, ancak, mutluluk taşıyan duygularla bir müddet orada durduk-tan ve kızın demin gördüğü halini gözünde birkaç sefer canlandırdıktan sonra, atını döndürüp büyük bir hız ve şevk ile kendi köylerine doğru koşturmaya baş- ladı. Eve ulaşıncaya kadar, sadece aklında, demin tesadüfen karşılaştığı kız ve o- nun doyumsuz güzelliği vardı. Büyük bir neşe içinde eve ulaşan Eyüp, atını ahı-ra bağladıktan sonra, tahta merdivenin basamaklarını üçer beşer atlayarak yukarı çıktı ve kendini kimsenin olmadığı bir odaya atıp boylu boyunca makata uza-nıverdi. Az önce yaşadıklarını bir film şeridi gibi hayalinde canlandırmaya baş-lıyordu. Bitince de tekrardan başa dönüp defalarca o sahneleri izliyordu… Evin annesi onun neşe içerisinde eve gelip bir odaya kapandığının farkında olmuş, çoktandır suratı hiç gülmeyen ve kendilerinden uzak duran oğullarının bu neşeli hali, onu oldukça mutlu kılmıştı. Bu durumu, Eyüp’ün olmadığı bir ortamda ev-dekilere de çıtlatmış, onlar da hayra yormuşlar, onun bir sevda rüzgarına ka-pıldığı şekilde yorumlamışlardı …
Eyüp’ün her sabah kalkıp, saçını tarayıp, güzel elbiselerini giyerek, belli bir yöne doğru atını koşturması, onların bu düşüncesini doğrular mahiyette idi. Eyüp her gün aynı saatlerde, kendisini adeta mutluluktan sarhoş eden olayın ya- şandığı o yerde bulunmaya özen gösterirken, kız da işi olsun olmasın orada bu- lunmak için gayret gösteriyordu… Birkaç gün sadece bakışmalarla geçiştirilen bu buluşma, sonunda karşılıklı konuşmalarla da devam ediyordu… Onların bu buluşmaları fark edilir olduktan sonra, köyün gençleri arasında homurdanmalar ve tepkiler oluşmaya başlamıştı. “ Nasıl olur da, başka bir köyün delikanlısı ge-lip kendi köylerindeki bir kıza kur yapardı? Kendi köylerinde delikanlı kıtlığı mı vardı? Şu biline ki hiçbir yabancı horoz, kendi küllüklerinde ötemez. Vakitsiz ve yersiz öten horozun başının koparıldığı bilinmez mi idi?” …
Bu arada, bir önemli durum da gündemdedir bu köy Golishal’de. Köyün en büyük ağalarından Ömer Ağa’nın oğullarından Sadık Ağa’nın, bir süre önce eşi Hazeni ölmüş ve onun evlendirilmesi gündeme oturmuştu. “ Koskoca bir ağa-nın evi kadınsız olmamalıydı. Alınacak bu eş de, iyi bir aileye mensup olmalı, genç ve güzel ve aynı zamanda eli iyi iş tutan olmalıdır” şeklinde düşünülmekte ve bu eşin de, köyün hali hazırda en güzel, eli en iyi iş tutabilen ve de iyi bir aileye mensup kızı Ayşe’den başkası değildir. Sadık Ağa’nın kardeşleri Hamit ve Numan Ağa ve ayrıca emmi oğulları Kamil, Şeyh İsmail ve Sefer konuyu Sadık Ağa’ya açtılar. O da: “ Bilmem ki nasıl ola. Ben ellisine merdiven daya-mış biriyim. O ise daha yeni. Üstelik, komşu köyden bir yavuklusunun olduğunu duymaktayım” diyordu… Onun bu düşüncesine katılmayan kardeşleri ve emmi oğulları, tepkisel bir şekilde: “ Sen bu köyün en itibarlı ağası Ömer Ağa’nın oğ-lusun, hemi de şu an için de köyün en itibarlı ağasısın. Senin ile evlenmeye can atan bir sürü kadın ve kız vardır. Bilirler ki sen, köyün en itibarlı ağasısın. Ve bilirler ki seninle evlenen biri, bir eli yağda bir eli balda rahat eder. Komşu köyün delikanlısına gelince, onun ayağını bu köyden kesmesini biliriz. Hem Ayşe, senin gibi bir ağa dururken, elin, ne olduğu belirsiz birini tercih etmez. Etse bile, buna müsaade etmeyiz” diyorlardı …
Eyüp her gün, sevdiği kız Ayşe için, köyleri Golishal’e gidip gelmeyi sürdür-. meye devam ediyordu. Ancak, eski neşesi kaybolmuştu. Zira, köyün ağası Sadık Ağa’nın Ayşe’ye talip olduğunu öğrenmiş, ayrıca da, ağanın kardeşleri, emmi oğulları ve Ayşe’ye gönül düşürmüş köy delikanlılarının şiddetli tepkilerine ma-ruz kalıyordu. Bütün bunlara rağmen Eyüp’ün Ayşe’den, Ayşe’nin de Eyüp’ den vazgeçmesi asla mümkün görünmüyordu. Çünkü, kendileri birbirlerini ölesiye sevmeye başlamışlardı. Kendilerini ölüm bile ayıramazdı. Her ikisi de buna kal-ben inanmış görünüyorlardı …
Diğer taraftan ülkenin durumu karışıktır. Rusya, Osmanlı ile harp etmek için fırsat kollamakta, onu harbe çekmek için de elinden geldiğince çaba sarfetmek- tedir. Balkanlardaki Osmanlı hakimiyeti altındaki küçük devletleri çeşitli ödün- ler vaad ederek Slav Birliği altında toplamaya, doğudaki Ermenileri tahrik edip Osmanlı’ya karşı durmaya gayret ederken, diğer yönden de Osmanlı’yı, yapa-cağı harpte zor durumlara düşürmek adına, tüccarlarını Anadoluya gönderip büyük paralar karşılığı erzak toplamaya başlamıştı. Rusya, harp için son derece kararlıdır. Bunu da her hali ile açıkça göstermektedir. Bütün bunları yaparken de, kendinden son derece emindir. Osmanlı ile yapacağı harp kendi lehlerine sonuçlanacaktır. Zira, kendilerini harbe tam anlamı ile hazırlamışlardır. Balkan-lardaki küçük ülkeleri Slav Birliği etrafında toplarken, bir yandan güçlü Avrupa devletleri ile ikili antlaşmalar yapıp onların onayını alıyor, bir yandan da Kaf-kaslardaki Türk ırkından olan insanları, Osmanlı ile irtibatını kesme adına, her türlü zulüm ve baskıyı uygulamaktan geri durmuyordu. Şunu çok iyi biliyordu ki Osmanlı, o çok güçlü dünyaya meydan okuyan bir İmparatorluk değildi artık. O yenilmez diye bilinen Osmanlı ordusu, ülkede meydana gelen olumsuzluklar karşısında çökertilmiş, iş göremez hale getirilmişti. Zira, I.Abdülhamit zamanın-da yaptıkları savaşı kazanmışlar Küçük Kaynarca Antlaşması ile, II.Mahmut za-manında yaptıkları savaşı da kazanıp Edirne Antlaşması ile büyük toprak ve maddi kazançlar elde etmişlerdi. Durum böyle iken, Avrupanın güçlü devletleri gibi dünyaya açılıp, sömürgeler yolu ile, niye çok daha güçlü hale gelmesinler- di?... Bunun için de boğazların ele geçirilip Akdeniz’e, Kafkaslardan inerek de Basra Körfezi kanalı ile Okyanuslara açılmaktır bütün amaçları. Bu plan daima canlı tutulmuş ve şu anda da böyle bir imkan doğmuş bulunuyordu …
Rusların siyasî manevraları ve bazı Osmanlı komutanların ve özellikle genç nüfusun ısrarlı istemleri sonucunda, 93(1877) Osmanlı- Rus Savaşı başlamış oluyordu. Hem batıda Balkanlarda ve hem de doğuda Kafkaslarda başlayan harp, başlangıçta Osmanlı’nın lehine gibi cereyan etse de, ordu komutanlarının sevk ve idareden yoksun, orduyu teşkil eden askerlerin hazırlıksız, teçkizatsız ve desteksiz olmaları sonucunda harbin seyri değişmeye başlamış, batıda Gazi Os-man Paşa’nın, doğuda ise Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın kahramanca mücadele vermelerine karşın, lojistik ve asker destek istemleri Payitahtça karşılanamıyor ve mahallen karşılanması isteniyordu. Bu durum üzerine doğuda ordu komutanı Gazi Muhtar Paşa, tellal çığırtırarak halktan erzak, silah ve asker talebinde bulu-nuyordu. Bu talep üzerine halk, tüm imkanlarını kullanarak erzak ve silah yardı-mı yaparken bir yandan da gençlerden bir kısmı asker olarak orduya katılmaya karar veriyorlardı. Bu gençlerden biri de Murat oğlu Eyüp’tü…
Eyüp, orduya katılmazdan önce, son bir defa daha Ayşe’yi görmek üzere, Go- lishal köyüne uğradı. Köyün içine girmeye cesaret edemiyordu, zira köyde hiç kimsenin kendisini görmeye tahammülü yoktu. Zaten şimdiye kadar da hiç gir-memişti köye. Ayşe ile köy çıkışında belli bir noktada buluşup konuşuyorlardı. Belki bir ihtimal gelir de, yine burada görüşürüz umudu ile beklemeye başladı. Bütün bu durumları dikkate alan Ayşe de, hemen hemen her gün aynı noktaya birkaç kez geliyordu. Birden, Ayşe’nin kendine taraf geldiğini görünce sevindi. Böylece sevgili Ayşe’sini bir daha görmüş olacaktı. Ayşe de Eyüp’ün gelmiş olduğunu görünce sevindi ve gülümseyerekten ona doğru hızlı adımlarla yürü-meye başladı. Eyüp, her ne kadar Ayşe’yi görünce sevindi ve heyecanlandı ise de, durgundu ve duygularını dışa vuramıyordu. Zira vereceği haberin, Ayşeyi üzeceğinden son derece emindi. Eyüp’ün bu durumunu sezinleyen Ayşe, merak ve şaşkınlıkla: “Yoksa beni gördüğüne sevinmedin mi?” dedi. Eyüp biraz üzgün ve tedirginlikle: “Sevinmez olur muyum, tabiî ki çok sevindim. Ancak” dedik-ten sonra bir süre sessiz kalındı. Ayşe bu durum karşısında endişeye kapılarak “ Ancaak?” diyerek Eyüp’ün sözünün sonunu getirmesini merakla bekledi. Eyüp devamla: “ Biliyorsun Ruslarla harp başladı. Gazi Muhtar Paşa, takviye kuvvet için halktan yardım istemekte tellallar marifeti ile. Bizim köyde bazı gençler ve bu arada ben de orduya asker yazıldım” dedi… Bu sözler üzerine Ayşe, neye uğradığını şaşırdı. Bu durumda ne demeli idi, bilemedi. Yüzünün aldığı renk ve şekilden bu haber karşısında bir şok geçirdiği belli oluyordu. Bir süre sessiz kaldılar. Sonra Ayşe: “ Bizim köyden de bazı gençlerin harbe katılacakları yö-nünde duyumlar aladım. Madem ki böyle bir karar almışsın, bundan dönüş ol-maz herhalde. Bundan böyle bana sabırla sağ salim dönüşünü beklemek düşer” dedi, büyük bir soğukkanlılıkla. Eyüp, Ayşenin bu sözleri üzerine kendini çok rahatlamış hissetti ve: “ Sana da böyle söz söylemek yakışırdı zaten. Hiç merak etme, Allah’ın izni ile sağ salim gelip sana döneceğim bir gün. Yeter ki beni sa-bırla bekle. Yalnız aklıma takılan bir durum var. Sadık Ağa?” diyerek yutkundu ve sonunu getiremedi. Ayşe gülümseyerek: “ Ne demek istediğini anladım, anla-dım. Hiç korkma, bu can bende olduğu ve sen var olduğun sürece hiç ama hiç kimse, kim olursa olsun bana dokunamayacaktır” dedi kesin bir dille. Bu sözler üzerine çok rahatlayan ve içi çoşku ile dolan Eyüp: “ Sağ olasın, sağ olasın, benim kıymetlim. Verdiğin bu güç ve moralle Rusları tek başına bile yenerim. Haydi hoşça kal benim güzel meleğim. Şunu bil ki, aklımdan bir an bile olsun çıkmayacaksın. Her zaman, düşmamla boğuşurken bile hep seni düşüneceğim” diyerek Ayşe’ye sıkıca sarıldı. Bir süre sonra da kollarını gevşetip atına yöneldi. Atının üzerine atlayıp bir daha geri bakmaksızın, uçarcasına oradan uzaklaştı. Ayşe, içinde buruk bir acı, ancak daha da güçlenmiş bir sevda ile, bir süre Eyüp’ ün arkası sıra baktıktan sonra, küçük adımlarla düşünceli bir şekilde evin yolunu tuttu …
Eyüp, anne- babası, ağabeyi, yengesi ve yeğenlerinin hüzünle ve de ağlayarak kendisini uğurlamasının ardından, Ahmet Muhtar Paşa komutasındaki ordu birli-ğine yedek kuvvet olarak arkadaşları ile birlikte katılıverdi. Halkın, daha önce-leri, Rus tüccarlarına para karşılığı satmış olduklarından arta kalan, kendileri için ayırmış oldukları erzaklardan, talep üzerine bir kısmını toplayıcılara hiç çe-kinmeden vermişlerdi. İleride bunun sıkıntısını mutlaka çekeceklerdi. Bunun farkında idiler, ama, işin ucunda vatan ve onu koruyup kollamaya çalışan asker-ler olunca bu sıkıntı çekilmeye değerdi… Harp sınır bölgesinde bütün hızı ile sürüyordu. Ruslar başlangıçta, her yenilginin akabinde gerek asker, gerek silah ihtiyaçlarını anında misli ile karşılayıp tekrardan hücuma geçiyorlardı. Erzak yönünden de bir sıkıntı yaşanmıyordu. Zira, daha harp başlamadan Rus tüccarlar Doğu Anadoludaki halkdan para karşılığı erzak toplamayı ihmal etmemişlerdi. Şimdi onlar bu konuda hiçbir sıkıntı çekmezken, ileriki zamanlarda Osmanlı or-dusu ve halkının büyük sıkıntı yaşayacağından gayet emindiler…
Eyüp ve arkadaşlarının sonradan katılımı ile Osmanlı askerleri, Ruslara karşı ellerinden geldiğince direniyordu. Ruslar her defasında eksiklerini anında ta-mamlayıp tekrardan saldırıyor, Osmanlı askerleri ise cephane ve asker ihtiyacını tam anlamı ile karşılayamıyor, insan kaybı ile birlikte, ümitlerini ve dayanma güçlerini de kaybediyorlardı. Zamanla Osmanlı ordusunda çözülme ve buna bağlı olarak firar olayları da baş gösterdi… Eyüp, kısa zamanda kendini göster- miş gerek silah kullanmadaki ustalığı ve gerekse cesareti ile komutanlarının tak- dirini kazanmıştı. Bu özelliklerinden ötürü de kendisi çavuşluğa terfi ettirilmişti. Eyüp kazandığı bu hüviyetle gururlanıyor, “ Kanlı Eyüp” yaftasını üzerinden at- mış olmanın ve bundan böyle “ Eyüp Çavuş” olarak çağrılmanın mutluluk ve gururunu yaşıyordu. Ve böylece, daha bir cesaret ve ustalıkla düşmana, elindeki sadece kendi gibilerine verilen önemli silahlarla kurşun yağdırıyor ve bir yandan da firara yeltenen askerlere engel olmaya, onları yüreklendirmeye çalışıyordu. Ancak düşmanın takviye kuvvet ve güçlü toplarla saldırıya geçmesi karşısında firar olaylarına ne kendisi ve ne de komutan Ahmet Muhtar Paşa engel olamı-yordu. Bu durum karşısında, hırsından adeta deliye dönen Paşa, göz yaşları içe-risinde ricat emri veriyordu…
Osmanlı ordusunun geri çekiliyor olması ile birlikte, Rus ordusu tamamen bölgeye hakim oluyor, tahrik ettiği Ermeni çeteleri ile birlikte insanlara zulüm etmeye başlıyorlardı. Civardaki, Eyüp’ün köyü Mokda ve Ayşe’ nin köyü Golis-hal olmak üzere bütün köyler risk altına giriyordu. İnsanlar evlerine kapanıp, saldırı karşısında nasıl karşı duracaklarının hesabını yapıyorlardı…
Ahmet Muhtar Paşa’nın ricat emri üzerine, firarlardan arta kalan içinde Eyüp’ ün de bulunduğu askerler Erzurum’a doğru geriliyordu. Rus ordusu bu durum-dan istifade, Osmanlı askerlerini Erzurum’a kadar takip etti. Aziziye tabyala-rının da ele geçirilmesi üzerine cami minarelerinden halka “ canımızı, namusu-muzu ve vatanımızı korumak adına herkesi bu mücadeleye davet ediyoruz” çağrısı üzerine evlerinden boşanan halk, ellerine ne geçirdilerse tabyalara doğru akmaya başladı. Bunların içinde birkaç gün önce savaş esnasında kocasını kaybetmiş gencecik bir gelin, henüz yeni doğmuş çocuğunu sarıp sarmaladıktan sonra “ Seni bana Allah verdi. Şimdi de ben onu kendisine emanet ediyorum diyerek” evinden fırlayarak insanların arasına karıştı ve en öne geçerek “ Haydin analarım, bacılarım, halalarım, emmilerim. Gün bu gündür. Yüce Yaradan bi-zimle beraberdir.Varalım düşman üstüne korkusuzca” diye bağırıyor, galeyene gelen halk çoşkun bir sel gibi düşman üzerine akıyordu. Bu genç gelin ileride “ Nene Hatun” olarak tarihe geçiyordu…
Batıda da durum bundan farksızdı. Sadece Gazi Osman Paşa’nın kahramanca mücadelesine rağmen, diğer yörelerdeki basiretsiz komutanların emrinde bulu-nan ordu birliklerinden yardım görememesi, Sultan II.Abdülhamit’in uzaktan kumanda ile harbi iyi yönetememesi sonucunda, 93( 1877 ) Harbi, aynen doğuda olduğu gibi bu cephede de kaybediliyordu. Rusların dayattığı çok ağır maddeler içeren “ Ayastefanos Antlaşması” Saffet Paşa’nın göz yaşları ile imzalanarak yürürlüğe konuyordu. Osmanlı büyük toprak kayıplarının yanında çok ağır bir tazminatına da mahkum ediliyordu … Osmanlı son zamanlarda çok şeyler kay-bettiği gibi, o bitmez tükenmez diye bilinen devlet hazinesi de suyunu çekmiş bulunuyordu. O halde, bu tazminat nasıl ödenecekti? Rusların talebi üzerine, tazminat karşılığında kaybetmiş olduğu topraklara ilaveten, doğuda ve batıda ilave topraklar isteniyordu. Osmanlı’nın eli mahkumdu. Doğuda Kars, Artvin, Ardahan, Doğu Beyazit’e ait topraklar Ruslara bırakılıyor ve burada yaşamakta olan halka da “Ya burada yaşamaya devam eder, ya da gideceğiniz yerlerde gösterilen yerlere yerleşirsiniz” deniliyordu. Çok daha önceleri Rus zulmünden nasibi almış olan bu insanlar, buralarda esir hayatı yaşamaktansa, kendileri için çok güç de olsa ülkenin başka yörelerine göç etmeyi uygun görüyor, bu durum karşısında, duymakta oldukları tüm acı duygularını içlerine gömerek yollara düşüyorlardı…
Yapılan antlaşma, imzalanarak yürürlüğe konulduktan sonra, silahlar susmuş, Rus askerleri çekilmişti. En son Erzurumda Ruslara direnen bir avuç Osmanlı askeri de memleketlerine dönmeye başlamışlardı. Bunların içinde olan Eyüp de, yapılan antlaşmanın nasıl yapıldığı ve ne gibi sonuçlar doğuracağını kafasında tartarak yola koyuldu. Artık harp ile ilgili hiçbir şeyi düşünmek dahi istemiyor, sadece ailesine ve de özellikle Ayşe’ye odaklanıyordu. Acaba onlar ne durumda idiler? Rusların onlara bir kötülükleri dokunmuş mudur?... Köyüne yürüyerek gitmek zorunda idi. Şimdi, kendi sevgili atının burada olmasını çok isterdi. O-nun üzerine atladığı gibi yıldırım hızı ile ailesine ve Ayşe’sine biran önce ka-vuşabilirdi …
Günlerce hiç dinlenmeden yürüyen Eyüp, yollarda kâğnılarla katarlar halinde yürümeye çalışan üzgün ve bitkin haldeki insanları da merak ediyor, içinden geçmekte olduğu kendi köy havasını içine çekerek sonunda evine kavuşuyordu. Hasretle annesi, babası, ağabeyi, yengesi ve yeğenleri ile kucaklaştı. Bir iki soh-betten sonra, yapılan antlaşma gereği bu yöredeki insanların, alabildikleri kıy-metli sayılabilecek eşyalarını kâğnılara yükleyerek bir bilinmeze doğru göç et-meye başladıklarını öğrendi. Kendi köylerinden de birkaç aile bu kervana katıl-ımıştı. Tabii ki bu arada en merak ettiği Ayşe ve o köydekilerin ne durumda ol-dukları idi. Müsaade isteyerek hemen aşağı ahıra indi. Sevgili atı onun kokusunu alınca yerinde tepinmeye ve sevinç kişnemeleri atmaya başladı. Eyüp, atını biraz sevdi, okşadı. Dışarıya çıkararak üzerine atlayıverdi. At, nereye gideceğinin bilinci ile Golishal köyüne doğru dört nala, uçarcasına koşuyordu. Kafası binbir gaile ile dolu, merak ve endişe ile atı üzerinde uçarcasına giderlerken hiçbir tarafa bakmıyor ve hiçbir şeyi görmüyordu. Aklında sadece Ayşe ve ne durumda oldukları idi …
Eyüp köye yaklaştığında bir gariplik sezdi. Köydeki evlerin hiçbirinin baca-sından duman çıkmıyor ve ayrıca kulağına hiçbir ses ulaşmıyordu. Köyde büyük bir sessizlik hakimdi. Köyün içine girdi. Allah, Allah. Ne bir insan ve ne de bir hayvan gözükmüyordu ortalıkta. Endişeli ve çok garip duygular içerisinde kö-yün içini ve etrafını turladı. Evet köyde hiçbir hayat emaresi görülmüyordu. Ev- lerin kapılarına köcek vurulmuş ve tümden terk edilmişti köy. Eyüp, şaşkın, üz- gün ne yapacağını bilemez bir halde, belki birilerine ya da canlı bir şeye rastla-rım umudu ile köy içinde dönüp duruyordu… Evet belli ki, evdekilerin anlattık- ları gibi bu köyün tüm insanları Ayşe de dahil olmak üzere köylerini tamamen terk etmişlerdi. Üzüntü ve sıkıntıdan daralan Eyüp, bütün gücü ile “ Ayşeee, Ay- şeee! Beni bırakıp nasıl gidersin?” diye haykırıyor, sesi yankılanıp, tekrardan aynen kendisine ulaşıyordu. Köyde duyduğu tek ses de, kendi sesinden başkası değildi… Uzun süre atı sırtında biraz da sakinleşerek bir durum değerlendirmesi yaptı. Bütün insanlar tümden köyü terk etmişse, Ayşe yalnız başına kendisini bekleyemezdi herhalde. Hem sonra, kendisinin kaybedilen büyük bir harbin so-nunda, sağ salim olarak köye gelip kendisini bulacağını nereden bilebilirdi?... Bir süre daha köy içinde gezindikten sonra, bu kahredici durum üzerine ne yap-ması gerekecek, bunu hızla düşünmeye başladı. İki yol vardı kendisi için. Bi-rincisi; bu durumu kabüllenip, çekmekte olduğu sevda acısını içine gömerek evine dönmek. İkincisi; hiç vakit geçirmeden belki kısa bir sürede Ayşe’ye ye-tişirim umudu ile Ayşe’nin peşine düşmekti. Fazla düşünmeden ikinci yolu seçti ve atını mahfuzladı …
Dostları ilə paylaş: |