Bibliyografya: 4 Cİlyani 4



Yüklə 1,23 Mb.
səhifə20/38
tarix08.01.2019
ölçüsü1,23 Mb.
#92680
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   38

CİZYE

İslâm devletindeki gayri müslim tebaanın erkeklerinden alman baş vergisi.

Cizye "kâfi gelmek; karşılığını vermek, ödemek" mânasındaki ceza masdann-dan türemiş bir isim olup İslâm literatü­ründe tebaadan olan gayri müslimlerin ödedikleri vergiye, harbî olanlardan ayrı tutulmalarına, can ve mal güvenliğine kavuşturulmalarına karşılık sayıldığı için bu ad verilmiştir. Kelime hem Kur'ân-ı Kerim1 de378 hem de hadis­lerde379 terim anlamında geçmektedir. Cizyenin "cizyetü'1-arz" (toprak vergisi) ve "harâcü'r-re's" (Baş vergisi) terkiplerinde görüldüğü üzere haraç kelimesi gibi mut­lak vergi mânasında kullanıldığı da ol­muştur. Ancak müstakil kullanıldıkları zaman cizye ile baş vergisi, haraç ile de arazi vergisi kastedilir.

J. VVellhausen bu iki kelimenin mut­lak vergi anlamında kullanılışına baka­rak gayri müslimlerden bu vergiler alın­makla birlikte cizye İle haraç arasında 121 (739) yılına kadar bir ayırımın ya­pılmadığını ve baş vergisi için cizye, top­rak vergisi için de haraç teriminin ilk de­fa belirtilen tarihte Horasan'daki Emevî Valisi Nasr b. Seyyar tarafından gerçek­leştirilen vergi reformu ile ortaya çıktı­ğını İleri sürmektedir. Ayrıca VVellhausen, İslâm toplumunda İhtiyaç sebebiyle za­man içerisinde ortaya çıkan vergi siste­minin hukukçular tarafından ilk döne­me irca edildiğini ve böylece kutsallaş-tnldığını iddia etmektedir. Onun bu görüşleri C. H. Becker, L. Caetani, H. I. Bell gibi müsteşrikler tarafından da destek­lenmiştir. VVellhausen'ın önce bir naza­riye ortaya attığını, sonra bunun doğru­luğunu sağlayacak deliller arayışı içine girdiğini, bu nazariyeyi çürüten bütün delilleri reddetmek veya görmezlikten gelmek durumunda kaldığını söyleyerek Alman müsteşrikini metot bakımından hatalı bulan D. C. Dennett ise onun İslâm fakihleri ve tarihçilerinin haraçla cizye arasında bir ayırım yapmadıkları yolun­daki görüşünün bir dayanağı bulunma­dığını belirtir. Çünkü İslâm âlimleri bu terimleri asıl anlamlarının dışında kullandıkları zaman "harâc ale'r-ruûs" ve "cizye ale'l-arz" şeklinde ifade ederek yanlış anlaşılmalarını önlemek istemiş­lerdir. Bu iki verginin farklı kullanılma­ya başlandığı zaman konusunda müs­teşriklerin verdikleri tarihler de birbiri­ni tutmamaktadır. VVellhausen 121 (739), Becker 106-107 (724-725) yıllarını. Groh-man II. (Vlll.) yüzyılın ortalarını, Lammens de Süfyânîler devri (661-684) veya bun­dan az bir süre sonrasını göstermekte­dir. Eğer Wellhausen'ın verdiği tarih doğ­ru olsaydı bu dönemde bunu bilebilecek yaşta olan Ebû Yûsuf'un bu hususa işa­ret etmesi gerekirdi. Ayrıca VVelIhausen'ın iddiasının tersine Dennett, İslâm fakih ve tarihçilerinin önceden mevcut olma­yan sistemleri ilk halifeler dönemine nis-bet etme ihtiyacı ve gayreti içinde ol­madıklarına da işaret etmektedir. Nite­kim Hz. Ömer Sevâd (İrak) arazisine ha­râc-ı muvazzafa koyduğu ve Abbasî hali­feleri Ebû Ca'fer el-Mansûr ile (754-775) oğlu Mehdî-Billâh (775-785) zamanında harâc-ı mukâsemeye geçilmiş olduğu halde Belâzürî bu yeni sistemi Ömer'e nisbet etme ihtiyacını duymamıştır. Esa­sen hukukçuların ilk dönem uygulamalarına önem vermeleri ve onlara atıfta bulunmaları, sahabe görüş ve uygula­masının da İslâm'da hukukun bir kaynağı sayılmasından dolayı olup her sa­hada söz konusudur. Vergiye kutsallık nisbetiyle ilgisi yoktur. Hz. Ömer ile Hz. Ali'nin müslüman olan zimmîlerden ha­raç almaya devam ettikleri, ancak onla­rı cizyeden muaf tuttukları da bilinmek­tedir. Bu da en azından ikinci halife za­manından beri cizye ve haracın iki ayn vergi olarak bilindiğini ve uygulandığını gösterir.

Mükellefleri. Cizye, 9 (630) yılında na­zil olan ve İslâm ülkesinde yaşamak is­tediği halde Müslümanlığı kabul etme­yen gayri müslimlere malî mükellefiyet getiren âyetle380 sabit ol­muştur. Âyette geçen "an yedin" (elleriyle) ve "ve hüm sâgırün" (küçülüp boyun eğe­rek) ibareleri çok farklı şekilde yorum­lanmıştır. Bazıları bunu zimmîlerin zelil olarak cizye vermeleri biçiminde anlar­ken İmam Şafiî İslâm'ın hükmüne bağ­lanmaları ve boyun eğmeleri tarzında yo­rumlamıştır. Hz. Peygamber cizye âyeti­nin inmesiyle aynı yıl Eyle. Ezruh, Cerbâ ve Dûmetülcendel, ertesi yıl Necran. Ye­men, Bahreyn, Maknâ, Teymâ ve Hecer halklarıyla yaptığı barış antlaşmalarına bu yükümlülüğü koymuştur. Bunlardan Eyle, Ezruh, Dûmetülcendel ve Necranlı-lar hıristiyan, Teymâ ve Maknâ halkları yahudi, Bahreyn, Hecer ve Yemen ahali­si de kısmen bu iki din mensubu, kıs­men de mecûsîlerden oluşmaktaydı. Kay­naklarda Hz. Ömer ile Hz. Ali'nin mecû­sîlerden cizye almaya devam ettikleri, Hz. Osman'ın Berberîler'den de cizye aldığı belirtilmektedir381. Bu uygulamalar ışığında Şafiî hukukçuları sadece yahudi, hıristiyan ve mecûsîler­den cizye alınabileceğini söylerken Ha-nefîler Araplar'ın dışındaki müşriklerden. Mâlikîler ise bütün müşriklerden cizye alınabileceğini, dolayısıyla bunların zim-mî statüsü içinde mütalaa edilebileceği­ni ileri sürmüşlerdir. İrtidat eden kim­seden cizye alınmayacağı ve ona zimmî" statüsü tanınmayacağı konusunda ise İslâm hukukçuları arasında görüş birliği vardır.

İslâm hukukunda cizye, gayri müslim tebaa (zimmî) İle yapılan zimmet antlaş­ması sonucunda alınır. Hanefîler'e göre İslâm devleti sınırları içinde bir yıldan fazla ikamet eden gayri müslimlerden de (müste'men) bu verginin tahsil edilmesi gerekir. Bunun karşılığında zimmîlerin can, mal ve inanç hürriyetleri güvence al­tına alınır. Nitekim Hz. Peygamber, Ey­le halkı ile yaptığı zimmet antlaşmasıyla cizye ödemeleri karşılığında onlara bu haklan taahhüt etmiştir. Teymâ'da otur­makta olan yahudilerle yapılan antlaş­mada da, "Onları himaye etmek bizim vazifemiz, cizye ödemek de onların va­zifesidir" denilmektedir. Benzer hüküm­leri Yemen halkı ile ve Necranlılar'la ya­pılan antlaşmalarda da görmek müm­kündür. Hâlid b. Velîd, Hîreliler'le yaptı­ğı antlaşmada onlan himaye edemezse topladığı cizyeyi geri vereceğini taahhüt etmiştir. Nitekim Ebû Ubeyde b. Cerrah, ahalisiyle zimmet antlaşması yaparak cizye aldığı Humus'u Bizans'a karşı sa-vunamayacağını anlayıp terketmek zorunda kalınca topladığı cizyeyi geri ver­miştir. Aynı uygulamanın Suriye'nin di­ğer şehirlerinde de yapıldığı bilinmektedir.

Hz. Peygamber Muâz b. Cebel'i Yemen'e âmil (vali) olarak gönderirken ona her yetişkin erkekten cizye alması talimatı­nı vermiştir. Bu talimattan, Hz. Peygam­ber zamanında cizye mükelleflerinin bâ-üğ erkekler olduğu anlaşılmaktadır. Ay­nı dönemde yetişkin kadınlardan da ciz­ye alındığına dair bazı örneklere rastlan-maktaysa da382 bun­lar barış antlaşmaları yoluyla halktan toplu şekilde alınan cizye ile ilgili olma­lıdır. Nitekim Hz. Ömer zamanında ço­cuk, kadın, fakir ve kilise gelirleriyle ge­çinen rahiplerin cizyeden muaf tutul­dukları bilinmektedir383. İslâm hukukuna göre cizye yüküm­lüsü prensip olarak âkil baliğ, hür, mad­dî gücü yerinde ve sağlıklı olan gayri müslim erkeklerdir. Âmâ. felçli, yaşlı, ça­lışmaktan âciz ve yoksul kimseler, fark­lı bazı görüşler olmakla birlikte cizye ver­mekle yükümlü değildir. Hulefâ-yi Râşi-dîn döneminde (632-661) fakir ve işsiz kimselerle kendilerini ibadete hasret­miş din adamlarından cizye alınmama­sına karşılık bazı Emevî idarecilerinin ruhban sınıfından cizye topladıkları bi­linmektedir384. Abdülmelik b. Mervân döneminde Mısır ha­raç âmili olan Asbağ b. Abdülazîz rahip­leri tesbit ederek kişi başına bir dinar cizye almıştır. Bu olay Abdülmelik b. Mer-vân'ın para reformu yaptığı tarihe (74/ 693) rastlamaktadır. Bu rahiplerden alı­nan ilk cizye olup daha sonra da onlar­dan zaman zaman cizye alındığı görül­mektedir. Nitekim Abdülmelik'in oğlu Velîd zamanında Mısır'da vali olarak bu­lunan Kurre b. Şerîk döneminde (709-714) rahiplerden cizye alınmamış, ancak Sü­leyman b. Abdülmelik'in (715-717) Mısır haraç âmili olan Üsâme b. Zeyd et-Te-nühî, yeniden rahiplerin sayımını yaptı­rarak kişi başına 1 dinar cizye almaya devam etmiştir. Üsâme, Ömer b. Abdü­lazîz tarafından 99 (717-18) yılında gö­revden alındığına göre onun bu uygula­ması üç yıl kadar sürmüş demektir. An­cak kısa süren bu uygulama, o yıllarda Mısır'da meydana gelen kıtlık sebebiyle kiliselere sığınarak vergiden kurtulmak için rahipliği istismar edenlere karşı ge­çici bir tedbir olarak değerlendirilmeli­dir. Zira İslâm hukukçularının çoğunlu­ğu, münzevi bir hayat yaşayan ve ken­dini ibadete veren rahiplerden cizye alınmayacağı görüşündedir. Bazıları ise ça­lışabilecek durumdaki rahiplerin cizye ödemeleri gerektiğini savunmuşlardır. Halk içinde yaşayan gayri müslim din adamlarının cizye ile mükellef oldukları konusunda ise İslâm hukukçuları ara­sında görüş birliği vardır.

Haracın aksine cizye Müslümanlığı ka­bul eden zimmîlerden alınmaz. Gerek Hz. Peygamber'in bu konudaki hadisi385, gerekse Hulefâ-yi Râşi-dîn ve Ömer b. Abdülazîz (717-720) dö­nemindeki uygulamalar müslüman olan­lardan cizyenin düştüğünü göstermek­tedir. Bununla birlikte Emevîler zamanın­da rahiplere uygulandığı gibi belirli bir süre, İslâmiyet'i kabul eden zimmîlerden de cizye alınmaya devam edildiği anlaşıl­maktadır Nitekim Emevîler'in İrak böl­ge valisi Haccâc b. Yûsuf müslüman olan zimmîlerden cizye almıştır. Ömer b. Ab­dülazîz bu uygulamaya son vermek is­temişse de bunun Horasan bölgesinde bir süre daha devam ettiği görülmekte­dir. Çoğunluğun görüşüne göre bu bölge barış yoluyla alınmıştır. Dolayısıyla banş antlaşmasının şartları gereğince toptan bir cizye takdir edilmiş, daha sonra ma­hallî idareciler ve din adamları bu vergi­yi mükelleflere bölüştürerek tahsil et­mişlerdir. Anlaşıldığı kadarıyla müslü­man olan zimmîlerden bu vergi düşül­memiş ve mükellefler için takdir edilen miktar alınmaya devam edilmiş, böyle­ce merkezden uzak bir yer olan Hora­san'ın iç bölgelerinde Ömer b. Abdüla-zîz'in emri tam uygulanmamıştır. Niha­yet Horasan Valisi Nasr b. Seyyar. 121 (739) yılında yaptığı yeni bir vergi düzen­lemesiyle yanlış uygulamaya son vere­rek 30.000 kadar mühtediden bu vergi­yi kaldırmıştır. Aynı düzenleme ile, gay­ri meşru şekilde cizyeden muaf tutulan 80.000 zimmîye de cizye yüklenmiştir. Abdülmelik b. Mervân'ın Mısır valisi Ab­dülazîz b. Mervân'ın da mühtedilerden cizye almayı sürdürmek istediği, fakat İbn Hübeyre'nin, "Bunlardan cizye alan ilk kimse sen olma" diyerek valiyi uyar­ması sonucu bu düşüncesinden vazgeç­tiği kaynaklarda zikredilmektedir. Bü­tün bunlar, Müslümanlığı kabul eden zimmîlerden cizye alınması olayının an­cak sınırlı bölgelerde ve belirli bir süre devam ettirildiğini ortaya koymaktadır.

VVellhausen'ın, başlangıçta İslâmiyet'i kabul eden zimmîlerin haraç da dahil olmak üzere hiçbir malî mükellefiyete tâbi tutulmadığı, ancak bu durumun dev­leti malî sıkıntıya soktuğu gerekçesiyle sonraları toprak vergisi alınmaya baş­landığı şeklindeki iddiası ilmî dayanak­tan yoksundur. Üstelik söz konusu iddia kendi içinde çelişkiler taşımaktadır. Çün­kü bir taraftan zimmîlerin müslüman olunca hem baş hem de toprak vergi­sinden muaf tutuldukları, bunun da İs­lâm devletine büyük bir külfet getirdiği iddia edilirken diğer taraftan müslüman olan zimmîlerin vergi yükünün müslü­man olmayanlara paylaştınldığı ve onla­rın yükünün arttırıldığı öne sürülmekte­dir. Eğer müslüman olan zimmîlerin her türlü vergiden muaf tutulması sebebiy­le İslâm devleti malî sıkıntıya düşmüşse bu müslüman olmayan zimmîlerin vergi yükünde herhangi bir değişikliğin olma­dığını gösterir. Buna karşılık dinlerine bağlı kalan zimmîlere müslüman olan­ların vergi borcu yükletiliyor idiyse bu durumda devletin gelirlerinde bir kay­bın olmaması gerekirdi.

Miktarı. Cizyenin miktarı zamana, alın­dığı bölgeye ve ferdî veya müşterek (top­lu) cizye oluşuna göre farklılık göster­mektedir. Hz. Peygamber, Bahreyn ve Yemen halkı ile mükellef başına yılda 1 dinar veya buna denk Yemen elbisesi (meâfir), Eyle halkı ile toplu olarak yıllık 300 dinar. Cerbâ ve Ezruh halkı ile 100 dinar cizye ödemeleri şartıyla barış yap­mıştır. 10 (631) yılında Necranlılar'la ya­pılan antlaşmada da iki taksitte verilme­si şartıyla 2000 elbise (hülle) cizye alın­ması kararlaştırılmıştır. Bu elbiselerden her biri 1 ukiyye (40 dirhem) değerinde olacak, eksik veya fazla olması halinde bu fark mükellefin bir sonraki yılın bor­cunda hesaba katılacaktı. Hz. Peygam­ber zamanında belirlenen bu miktar Hz. Ebû Bekir döneminde de aynen tahsil edilmiştir. Hz. Ömer devrinde ise Nec-ranlılar, Yemen'den çıkarıldıkları için mu­af tutuldukları İki yıl hariç aynı miktar cizyeyi Ödemeye devam etmişlerdir. Ha­life Osman zamanında Necranlılar'ın müracaatı üzerine cizye miktarından 200 elbise indirilmiştir. Ebû Ubeyd, bu indi­rimin nüfuslarının azalması sebebiyle yapıldığını söylemektedir. Muâviye (veya Yezîd) döneminde de nüfuslarının azal­dığı gerekçesiyle cizye yükümlülüklerin­den 200 elbise daha indirilmiştir. Ömer b. Abdülazîz'in halifeliği zamanında ya­pılan sayımda Necranlılar'ın ilk banş dö­nemine göre ancak 1/10 oranında kal­dıkları görülünce bu miktar sadece 200 elbise olarak tesbit edilmiştir. Hz. Pey­gamber'in Eyle, Ezruh ve Cerbâ halkla­rıyla banş yaptığı dönemde Eyle'nin 300, Ezruh ve Cerbâ'nın İse 100'er kişilik ciz­ye mükellefinin bulunduğu kaydedilmek­tedir.



Hz. Ebû Bekir devrinde ilk cizye Hîre halkına konulmuştur. Hâlid b. Velîd Hî­re halkından 1000 kişiyi cizyeden muaf tutmuş, geri kalan 6000 mükellef için 10 dirhemi 5 mıskal ağırlığında olmak üzere kişi başına 14 dirhem veya 10 dir­hemi 7 mıskal olmak üzere kişi başına 10 dirhem, birinci duruma göre toplam 84.000. ikinci duruma göre ise 60.000 dirhem cizye yüklemiştir. Her iki durum­da toplanan cizye miktarı 42.000 miskale denk olmuştur. Hîre halkı için da­ha farklı cizye miktarları tesbit edildiği de rivayet edilmektedir386. Aynı dönemde Ulleys, Bânikyâ halkları ve Hîre'deki şart­larla Basra halkı İle kişi başına 1 dinar ve 1 cerîb hububat karşılığında cizye ant­laşmaları yapılmıştır. Cizye miktarlann-daki köklü düzenlemeler ise Hz. Ömer döneminde olmuştur. Sevâd bölgesin­deki mükellefler malî durumlarına göre fakir, orta halli ve zengin olmak üzere üç sınıfa ayrılarak bunlara 12. 24 ve 48 dirhem cizye konulmuştur. Bu üçlü ayı­rıma gidilmesinde Sâsânî tesiri düşünü­lebilir. Aynı uygulama Hz. Ali devrinde de devam etmiştir. Buna göre beygire binen, "parmaklarına altın yüzük takan" reislerden (dihkan) 48. tacirlerden 24, çiftçilerden ve diğerlerinden 12 dirhem cizye alınmıştır. Şam halkı ile yapılan İlk barış antlaşmasında kişi başına 1 dinar ve 1 cerîb buğday, belirli miktar sirke ve zeytinyağı cizye olarak kabul edilmiş­ken daha sonra Hz. Ömer bunu altın pa­ra olarak 4 dinar, gümüş olarak da 40 dirhem şeklinde düzenlemiştir. Yine bu dönemde el-Cezîre bölgesinde cizye kişi başına 1 dinar, 2 müd buğday, 2 kist zeytinyağı, 2 kist susam yağı olarak tes­bit edilmiştir. Cizyenin bu miktarlarda alınması Abdülmelik b. Mervân devrine kadar devam etmiştir. Abdülmelik, 72 (691-92) yılında Dahhâk b. Abdurrah-man'ı el-Cezîre bölgesinin vergilerini ye­niden düzenlemekle görevlendirmiş, Dah­hâk da mükelleflerin sayımını yaptıra­rak kişi başına 4 dinar cizye koymuştur. Yine Hz. Ömer zamanında Mısır'da Amr b. As her cizye mükellefinden 2 dinar almış, ayrıca toprak sahiplerinden 3 ir-deb buğday, 2 kist zeytinyağı, 2 kist bal ve 2 kist sirke buna ilâve edilmiştir. Daha sonra Mısırlılar. 2 dinarı aynî vergi­ler yerine olmak üzere toplam 4 dinar cizye vermeyi kabul etmişlerdir. Muâviye döneminde Mısır'ın cizye miktarları arttırılmak İstenmişse de orada haraç âmili olan Verdân'ın itirazı üzerine bun­dan vazgeçilmiştir. Müşterek toplanan cizye miktarlarında ise mükelleflerin sa­yısına bağlı olarak önemli farklılıklar mevcuttur. Hz. Ömer döneminde Râm-hürmüz'den 800.000 veya 900.000 dir­hem cizye alınırken Rey ve Kümis'ten 500.000, Azerbaycan'dan 800.000 veya sadece 100.000 dirhem cizye alınmıştır. Bu bölgelerdeki mükelleflerin sayısı bi­linmediğinden kişi başına düşen cizye miktarı hakkında sağlıklı bilgi elde etmek mümkün değildir. Cizye olarak ba-zan bir hizmetin kararlaştırıldığı da ol­muştur. Nitekim Cerâcime halkı cizye yerine müslümanlar için sınır boyların­da düşmana karşı gözcülük yapmayı üst­lenmiştir. İlk dönem uygulamalarında ferdî olarak toplanan cizye miktarları 1 dinar ile 4 dinar arasında değişmekte­dir. Bu değişiklik herhalde siyasî, ikti­sadî ve mahallî şartlardan kaynaklanı­yordu. 87 (706) tarihli bir belgeden an­laşıldığına göre Mısır'da doksan beş ciz­ye mükellefinden 230 dinar toplanmış­tır ki burada kişi başına ortalama 2,42 dinar düşmektedir. Yine 113 (731) ta­rihini taşıyan bir başka belgeden, Fus-tat'ta yerleşmiş bulunan bir cizye mü­kellefinden 2, t /6. 1/8, 1/2 dinar ta­lep edildiği anlaşılmaktadır387. Müşterek cizyelerde de kişi başına bu miktarlara yakın bir verginin toplanmış olduğunu düşünmek mümkündür. Nakdî ödemelere yerine göre birtakım aynî ödemeler de ilâve edi­lebilmektedir.

İslâm hukukçularının cizye miktarla­rını belirlerken bölgelerindeki uygula­maların etkisinde kaldıkları söylenebilir. Nitekim Hanefîler, Hz. Ömer'in Sevâd topraklarında yaşayan zimmîlere yaptı­ğı uygulamanın tesirinde kalarak zen­gin, orta halli ve fakirler için olmak üze­re 48, 24 ve 12 dirhemlik üç ayn cizye miktarı belirlemişlerdir. Hanbelîler de aynı miktarda cizyeyi benimsemektedir­ler. Hanefî fakihlerinin zenginlik ve fakirliğin tesbitinde ölçü olarak, yaşadık­ları muhit ve dönemin sosyal ve iktisadî şartlarını göz önünde bulundurdukları bir gerçektir. Mâlikîler, yine Hz. Ömer'in bir başka uygulamasına dayanarak ciz­yeyi altın paranın hâkim olduğu yerler­de 4 dinar, gümüş paranın hâkim oldu­ğu yerlerde 40 dirhem olarak belirle­mişlerdir. Bu miktarlar Mâlikîler'e göre cizyenin üst sınırını oluşturur. Orta halli ve fakirlere göre de uygun bir miktarın belirlenmesi söz konusudur. Bazı Mâlikî fakihleri bunlara ilâveten mükelleflerin bölgelerinden geçen müslümanlara üç gün yemek vermeyi de zikrederler. Şâ-fiîler'e ve ayrıca Hanbelîler'deki bir gö­rüşe göre ise cizyenin en düşük miktarı 1 dinardır. Devlet başkanı gerekli görür­se bu miktarı arttırabilir. Bu son görüş, Hz. Peygamber'in 1 dinarlık cizye uygu­lamasını asgari ölçü olarak almıştır.

Tahsil Şekli. Cizye Hz. Peygamber za­manında ya doğrudan mükelleflerden veya gayri müslim kabile reisleri yahut da ileri gelenlerinin aracılığıyla toplanır­dı. Bu dönemde özel cizye memurları­nın bulunmadığı, zekât toplayan âmille­rin gayri müslimlerden cizyeyi de tahsil ettikleri görülmektedir. İlk defa Hz. Ömer zamanında gayri müslimlerden cizye ve haraç gibi vergileri tahsil etmek üzere özel memurlar görevlendirilmiştir. Ebû Ubeyde'nin nakline göre Sevâd arazisi­ne vergi memuru olarak gönderilen Os­man b. Huneyf ve Huzeyfe b. Yemân, bu bölgedeki cizyeyi köy reisleri (dihkan) ara­cılığıyla toplamışlardır388. Emevîler devrinde İse eyaletlere validen ayrı olarak haraç âmilleri tayin edilmiş, haraç ve cizye bunlar tarafından top­lanmıştır. Mısır'da bulunan papirüsler sayesinde Mısır ve Şam'daki vergi uy­gulaması hakkında ayrıntılı bilgiler elde edilmektedir. Bu belgelerden önce öde­me güçleri dikkate alınarak vergi mü­kelleflerinin listelerinin hazırlandığı, bu­nun için de her köy halkı tarafından se­çilen nüfuzlu kişiler ve büyük arazi sa­hiplerinden bilirkişi olarak faydalandı­ğı, bu listelerin bir nüshasının bölgede­ki vergi görevlisinde kalıp diğerinin Fus-tat'taki beytüimâle gönderildiği, Mısır valisinin tasdikinden sonra listeye uy­gun olarak vergilerin tahsiline geçildiği anlaşılmaktadır.

Hz Peygamber döneminde ve ondan sonraki devirlerde cizye tahsilinin nakdî olduğu kadar aynî de yapıldığı anlaşıl­maktadır. Ancak şarap ve domuz gibi İslâmî açıdan hukukî değere sahip bu­lunmayan (gayri mütekavvim) mallar ciz­ye olarak alınmamıştır. Hz. Ali'nin, sa­natkârların mamul mallarını da değer­lendirip cizye yerine kabul ettiği rivayet edilmektedir. Yine onun, vergilerini öde­yenlere deri parçasına yazılmış bir mak­buz verdiği de kaydedilir. Benzer bir uy­gulamaya Hz. Ömer devrinde de rastlan­maktadır. Osman b. Huneyf in, Sevâd bölgesinden cizye toplarken ödenen cizye miktarının yazılı bulunduğu mühürlü bir deri parçasını mükelleflerin boynuna astırdığı bilinmektedir. Bu şekilde mü­hürlü belge taşıyanların sayısı Ebû Yû­suf'a göre S00.000. Belâzürî'ye göre 550.000'dir ki bu rakamlar bölgedeki ciz­ye mükelleflerini göstermesi bakımın­dan önemlidir. Emevfler devrinde de nak­dî ve aynî cizye tahsiline devam edildiği ve mükelleflere makbuz verildiği bilinmektedir. Cizyenin tahsil zamanına ge­lince, Hz. Peygamber'in Necranlılar'dan biri receb, diğeri de safer ayında olmak üzere bu vergiyi iki taksitte aldığı kay­dedilmektedir. Halife Ömer devrinde Ku­düs halkı ile yapılan antlaşmada gerek haraç gerekse cizyenin hasat zamanı tahsil edileceği belirtilmiştir. Emevîler döneminde de cizyenin taksitler halin­de alındığı görülmektedir. Hanefî hukuk­çuları cizyenin yılbaşı itibariyle tahak­kuk ettirileceğini, yıl başında cizye İle mükellef olmayanların yıl ortasında şart­lan oluşsa bile mükellef tutulmayacak­larını belirtirler. Yine bu hukukçulara gö­re cizyenin sadece tahakkuk değil tah­sil vakti de yılbaşıdır. Ancak ödemede kolaylık sağlamak üzere cizyenin on iki taksitte alınmasında da bir sakınca yok­tur. Diğer üç mezhebe göre ise cizye bor­cu yılbaşından itibaren başlarsa da ze­kâtta olduğu gibi ancak yılın dolmasıyla tahsil zamanı gelmiş olur.

Zİmmînin müslüman olması, hukuk­çuların çoğunluğuna göre, geçen yılların tahakkuk etmiş borçlan da dahil olmak üzere cizye borcunu düşürür. İmam Şa­fiî, Ebû Yûsuf ve Ebû Sevr'e göre müs­lüman olmakla geçmiş yılların borcu düş­mezse de o yılın borcu düşer. İçinde bu­lunulan yılın ve müslüman oluncaya ka­dar geçen sürenin cizye payının düşürül­meyeceği şeklinde İmam Şafiî'ye ait bir görüş daha nakledilir. Hanefî ve Mâlikîler'e göre zimmînin ölümü de cizye bor­cunun düşmesi için bir sebeptir. Şafiî ve Hanbelîler'e göre ise yıl tamamlanmış ve cizye tahakkuk etmişse ölümle bu borç düşmez ve terekeden alınır.

Cizye fey grubuna giren bir vergi ol­duğundan zekâttaki gibi belirli yerlere harcanma mecburiyeti yoktur; kamu ya­rarına uygun olarak ihtiyaç duyulan alan­lara harcanabilir.389



Bibliyografya:

Lİsânü't-'Amb, "czy" md.; Ftrûzâbâdî, el-Kâ-mûsü'l-muhît, "cizye" md.; Miftâhu künûzi's-sünne, "cizye" md.; Müslim, "Cihâd", 2; Ebû Dâvûd. "Cihâd", 82; Tirmizî, "Zekât", 11; İbn Mâce, "Cihâd", 38; Ebû Yûsuf. el-Harâc, s. 41, 44-45, 55, 78-80, 131-132, 137-142, 149-150,154-158; Ebû Ubeyd. el-Emoâl, s. 23-28, 30-31, 35, 39-44, 47-52, 54, 88, 183, 336390; İbn Abdülhakem. Sîretü 'Ömer b. cAbdilcazîz391, Bey­rut 1387/1967, s. 37-38, 94-95, 155; Belâzü-rî. Fütüh (Rıdvan), s. 48, 71-96, 130-131, 143, 164, 210-218, 226-273; Yahya b. Adem, el-Ha­râc, s. 23-24, 66392; Ceh-şiyârî, el-Vüzerâ ue't-küttâb, s. 12, 47, 51; Cessâs, Ahkâmü't-Kur'ân, IH, 98-99; Mâverdî, ei-Ahkâmü's-sultâniyye, Kahire 1393/1973, s. 142-146, 149-150; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-müc-tehid, 1, 346 vd.; İbnü'l-Esîr. el-Kâmil, Kahire 1348, II, 201, 267-268; IV, 79; İbn Receb, e/-/s-ührâc ii-ahkâmı i-harâc393, Kahire 1352/1934, s. 63-64; Kalkaşendî, Şubhu'l-a'şâ, 1, 91-93; Makrîzî, el-Httat, I, 77; II, 492; C. H. Becker, Beitrage zur Geschichte Âgyptens unter dem islam, Strass-burg 1903, II, 81-112; a.mlf., "Cizye", M, III, 199-201; H. Lammens, "Le Califat de Yezid I", MFOB, V (1911), s. 214-712; L Caetani, An-na.il deli İslam, Milan 1912, V, 280-283; Abdül-hay el-Kettânî, et-Terâtibul-idâriyye, I, 228-230; A. Grohman. Zum steuerıvesen imm Ara-bischen Agypten, Brüksel 1938, s. 124-125; M. Hamîdullah. et-Veşâ*iku's-siyâsiyye. Kahi­re 1941, s. 106, 161," 382, 387; a.mlf.. İslâm Peygamberi (Mutlu),!, 223-224, 411-416; II, 176, 219; Bilmen, Kamus2, IV, 98-102; Salih Tuğ. İslâm Vergi Hukukunun Ortaya Çtkışı, Anka­ra 1963, s. 96-99; J. Wellhausen. Arap Deuleti ue Sükûtu394, Ankara 1963, s. 130-134, 142; M. Ziyâeddin er-Reyyis, el-Ha­râc üe'n-nüzumü'l-mâliyye IV d-devleti'I-Isla-miyye. Kahire 1969, s. 136-137, 208, 233-236, 238, 247-248; Salih M. Emîn, en-üûzumü'l-iktişâdiyye ft Mışr oe'ş-Şâm ftşadri'l-lslâm. Ka­hire 1971, s. 83, 138-144, 146,' 149-150; M. Abdülcevâd Muhammed, Mülkİyyetü'l-arâzî fil-İslam, İskenderiye 1972, s. 155-172; Abdülaziz ed-Dorî. "Tanzîmâtü 'Ömer b. el-Hattâb: ed-darâ=ib fî bilâdi'ş-Şâm", el-Mü temerü'd-deu-iiyyü'r-râbi' li-târihi bilâdi'ş-Şâm, Amman 1987, s. 457-467; a.mlf., "Nizâmü'd-darâ'ib fî şadri'l-İslâm", MMLADm., XL!X (1394/ 1974), s. 1-17; Mustafa Fayda. Hz. Ömer Zamanında Gayr-ı Müslimler, İstanbul 1989, s. 80-85, 109-164; D. C. Dennett. el-Cizye ue'l-lslâm395, Beyrut, ts.; B. C. Nedkoff, "Osmanlı İmparatorluğunda Cizye"396, TTK Belleten, VIII/32 (1944), s. 607-608; M. A. Khan, "Jizyah and Kharaj", JPHS, İV/1 (1956), s. 27-35; Ziauddin Ahmed, "The Concept of Jizyes in Early islam", IS, X!V/4 (1975), s. 293-305; Khalil Athamina. "Taxation Reforms in Early Islamic Khurâ-sân", İsi, LXV/2 (1988), s. 272-281; Mu.F, XV, 149-207; Cl. Cahen, "Djizya", El2 (İng.), II, 559-562.

Osmanlılar'da Cizye. Osmanlı Devletİ'nde XVI. yüzyıla kadar bu vergiyi ifade et­mek üzere genellikle haraç kelimesi kul­lanılmış, daha sonra cizye veya dzye-i şer'î yaygınlaşmıştır. Ayrıca bazı belge­lerde arazi haracından ayırt edilmek için cizye yerine "baş haracı" tabirine de rastlanır. Bu vergiyi toplayanlara önceleri haracı veya haraççı, sonraları ise cizye-dar denilmiştir.

Cizye mükellefiyeti bazan toprak mül­kiyetine bağlı olup elinde "baştina" de­nilen topraklar bulunan müslüman ve­ya gayri müslim ile zimmî statüsünü haiz toprağa sahip kişiler için söz konusu idi. Hazine, cizye gelirlerini korumak mak­sadıyla ölçü olarak toprak mâliki olma statüsünü esas almıştı. Fethedilen top­raklarda muhafazakâr bir siyaset takip ederek kendisinden önceki döneme ait baş vergilerini aynen kabul eden Osman­lılar bunları cizye adı altında bütünleş-tirmişlerdi. Nitekim Macaristan'da yeni tebaanın talebi üzerine, fetih öncesi Ma­car krallarına ödenen kişi başına bir fi-lorilik vergi Osmanlı hâkimiyeti döne­minde cizye adı altında toplanmıştı. Bal-kanlar'da da önceleri uygulanmakta olan baş vergisi aynen benimsenmişti. "İs-pençe" adı altında örfî vergi olarak ma­hallî bir özellik gösteren bu vergi, muh­temelen Macaristan'da kine benzer şe­kilde bir fılori tutarında idi. Cizye verme durumunda olanlar ispençeyi de Öde­mek zorunda idiler. Fakat bu sonuncu­su tabii olarak timarların bünyesi içinde yer alıyordu. Dolayısıyla Osmanlılar'in, Mısır ve Suriye'nin ilk fâtihlerinin yap­tıkları gibi Balkanlar'da ve Macaristan'­da muhtemelen Roma döneminden kal­ma bir uygulama olan bir filori tutarın­daki baş vergisi sistemini sürdürdükleri düşünülebilir. Nas ve ictihadlarla belir­lendiği fermanlarda zikredilen cizye, Os­manlılar İçin toplanması ve harcanması özel bir itina İsteyen şer'î bir vergi idi. Doğrudan devlet hazinesi için padişaha bağlı görevlilerce toplanırdı. Cizye gelir­lerinin timar veya mülk olarak bahse­dilmesi oldukça istisnaî bir durumdu. Ancak çok özel durumlarda iltizama ve­rilirdi. Beytülmâle ait şerT bir vergi ola­rak kadıların kontrolünde bulunur, on­lar tarafından toplandığı da olurdu. Ciz­ye gelirleri daima askerî amaçlar için harcanıyor, bazan ocaklık olarak askerî birimlere yapılan ödemelere de tahsis ediliyordu. Nitekim II. Mahmud cizye gelirlerini yükselterek cihad gayesi çerçe­vesinde yeni teşkil edilen Asâkir-i Man-sûre ordusu ihtiyaçlarına ayırmıştı. Ciz­yeden muafiyet ancak voynuk, marto-los, eflak gibi özel askerî yükümlülükler karşılığı olabiliyordu.

Fethedilen topraklar bir Osmanlı eya­leti haline getirildiğinde cizye vermek­le mükellef durumda olanların tahriri bölgenin kadısı tarafından yapılır, ha­zırlanan defterlere "defter-i cizye-i geb-rân" adı verilirdi. Asıl defter olarak ni­telendirilen bu nüsha iki kopya halinde hazırlanır, biri hazineye gider, diğeri ise beylerbeyilik merkezinde saklanırdı. Ya­pılan tahrirler bir süre sonra yenilenmek zorundaydı. Ancak bu tahrirler uzun sü­re yenilenemediğinden ölüm, doğum, göç. ihtida gibi değişikliklerin tesbit edi­lemediği ve mevcut defterlerin gerçek durumu yansıtmadığı görülmüştür. II. Mehmed zamanında bir köyden kaçan yükümlülerin cizyelerinin yarısı timar sa­hibine tazmin ettirilir, diğer yarısı ise köyde kalanlara paylaştırılırdı. Fakat XVI. yüzyıl sonlarında timar sisteminin çökü­şüyle bütün yük ikinci grubun üzerinde kaldı. Bu duruma ancak 1691'deki ciz­ye reformu ile çözüm getirilebildi ve her­kesin sadece kendi vergisinden sorum­lu olduğu belirtilerek yapılan ödemeleri belgelemek üzere mükelleflerin ellerine "kâğıt" veya "varak" denen bir belge ve­rilmesi kararlaştırıldı. Kaçanlar ya sıkı takibata uğradı veya 1705'te Manastır sancağında terkedilmiş köylere yeniden nüfus çekilmesi örneğinde olduğu gi­bi cizye vergisinde indirim yapılacağı va­adiyle geri döndürülmeye çalışıldı.

Cizye için düzenli olarak her üç yılda bir "nev-yâfte yılı" adıyla genel bir tef­tiş yapılır, ölüler kayıttan düşülür, her­hangi bir sebeple gözden kaçıp deftere işlenmeyenlerle cizye mükellefi durumu­na gelenler (baliğ) "nev-yâfte" olarak ilâ­ve ve kaydedilirdi. Bu teftişler sırasında önceden tesbit edilmiş olan cizye mü­kellefi sayısının düşürülmemesine hü­kümetin talimatı çerçevesinde dikkat edilirdi. Ayrıca başka bir bölgedeki ya­bancılarla yolcuların bulundukları yerde cizye ödemeleri usulü 1691 reformun­dan sonraki fermanlarda yer almıştır.

Rahip ve keşişlerin ilk dönemlerde ciz­yeden muaf oldukları anlaşılmaktadır. Meselâ II. Mehmed devrinde bir metro-polidin cizyeden muaf olduğuna dair ka­yıt vardır397. 1691 "den sonra ise maluller dışında bü­tün rahipler vergi mükellefi sayıldı. Bu­nun üzerine 1692'de hükümete bir ar­zuhal sunan rahipler, kazancı olmayan ve geçimlerini temin edemeyenlerin şer'î bakımdan muaf olmaları gerektiğini ile­ri sürdülerse de devlet İmam Yûsuf'un görüşünü esas alarak bu talebi reddet­ti. Nitekim 1839'da Athos Manastırı ra­hipleri bütün vergilerden muaf olmala­rına rağmen cizye ödemeyi sürdürüyorlardı. Ancak Osmanlılar şer'î hukuka uy­gun olarak kadın, çocuk, kör, malul, iş­siz ve fakir kimseleri bu vergiden sürek­li olarak muaf tutmuşlardır. Yalnız ko­calarının arazileri kendilerine intikal et­miş dul kadınlar cizye ödemekle yüküm­lüydüler.

İslâm hukukuna göre cizye antlaşma şartlarıyla belirlenmiş, değişmez, sabit bir meblağ (maktu) ve şahıslardan top­lanan vergi (cizye ale'r-ruûs) olmak üze­re iki çeşide ayrılmaktaydı. "Ber-vech-i maktu cizye" usulü geniş ölçüde iki alan­da uygulanıyordu. Bunlardan ilki, Osman-lılar'a bağlı vassâl hıristiyan prensliklerle haraçgüzâr devletlerin belirli bir mik­tar üzerinden yıllık olarak Ödemeyi ta­ahhüt ettikleri vergi olup bu durumda prensliğin idaresi altındaki halk padişa­hın haraçgüzâr tebaası sayılıyordu. İkin­cisi ise doğrudan padişahın tebaası olan zimmî reayadan cemaat olarak toplu bir miktarın "ber-vech-i maktu" alınmasiy-dı. Çünkü bazı bölgelerdeki zimmî reâ-yâ, cizye toplayıcılarının suistimallerin-den kurtulmak için toplu ve belirli bir meblağı ödeme yolunu seçerek aksi tak­dirde yerlerini yurtlarını terkedecekleri tehdidinde bulunuyorlardı: köylerin ve kasabalann boşalmasından endişe eden devlet de bu istekleri çok defa kabul edi­yordu, öte yandan Arnavutluk'ta Klemeti dağ kabilelerinin yaşadığı beş köy, dağ geçitlerini bekleme ve koruma (derbend) hizmeti karşılığında topluca sabit bir ra­kam üzerinden 1000 akçe cizye veriyor­lardı (1497). Yine Arnavutluk'ta Kurve-leş'te isyan halindeki on yedi köy halkı, "ber-vech-i maktu" olarak 1695'te sa­bit bir meblağ üzerinden 3031 esedî ku­ruş ödemek şartıyla itaat altına alındı­lar. Bu örneklere bakarak bazan devle­tin zimmî reâyâ ile bir anlaşma zemini aradığı söylenebilir. Bazı durumlarda maktu cizye, cizye toplayıcıları ile kendi cemaatleri içinde cizye tevziinde yetkili olup bunun karşılığında da kendi payı­na düşen miktarın azaltılması gibi bir menfaat elde etmeyi uman ve "kocaba­şı" adı verilen cemaat ileri gelenleri ara­sında yapılan anlaşma yoluyla tesbit edi­liyordu. Fakat devlet bu gibi uygulama­ları çeşitli yolsuzluklara sebep olduğun­dan kaldırmıştı. Öte yandan maktu sis­temin uygulandığı Safed'deki yahudi ce­maatinin din adamları cizyeden muaf tu­tulmuştu.398

Maktu uygulamalara rağmen devlet cizyenin temel niteliğinin baş vergisi olduğunu düşünerek ferdî ödenmesinde ısrar ediyordu. Ayrıca maktu cizye de­ğişmeyen sabit bir meblağı ifade ettiği için herhangi bir sebeple bir cemaatin nüfusunun azalması halinde, geride ka­lanlara düşen pay fazlalaştığından gi­derek daha ağır bir yükümlülük oluyor­du. Nitekim bu durumlarda vergi mik­tarını düşürmek veya ferdî hale getir­mek için yeni bir sayım isteğinde bulu­nulduğu bilinmektedir. Cizyede maktu sistem merkezî idarenin çöküş döne­minde oldukça yaygınlaştı, dolayısıyla eyaletlerdeki vergi yükümlüleri üzerin­de devlet otoritesi ve kontrolü zayıfladı. Kocabaşılar, çorbacılar ve knezler, tıp­kı müslüman cemaat içindeki ayan gibi kendi gruplarının vergi toplama işini üst­lendiler. Bu da Balkanlar'da XVIII. yüz­yılda yerli bir üst tabakanın doğuşuna zemin hazırladı. Maktu sistem, reâyâ menfaatine olduğu inancı ile Tanzimat döneminde genelleştirildi399 ve bir fetva ile sisteme meşruiyet sağ­landı.

Şer'î kaidelere göre şeyhülislâm tara­fından verilen fetva ile her yıl cizye mik­tarının belirlenmesi ve ilânı hükümdarın sorumluluğu altındaydı. Osmanlı termi­nolojisinde cizye mükellefleri "âlâ", "ev-sat" ve "ednâ" şeklinde üç gruba ayrı­lıyordu. Bu terimler zengin, orta halli ve fakir gruplar için kullanılmakta olup gruplara dahil olanların ödedikleri cizye miktarları, saf gümüş olarak sırasıyla 48, 24 ve 12 serî dirhem, altın olarak 4, 2 ve 1 dinar şeklinde tesbit edilmişti. Nitekim 16 Nisan 1491 tarihli bir bel­gede cizyenin şer'î ölçülere göre alındığı görülmektedir. Ancak 147S tarihli bir fermanda vergi toplayıcılarının sabit bir rakam üzerinden cizyeyi almaları emre­dilmişti.400

Cizye ödemeleri piyasadaki gümüş ve altın para üzerinden olabilir, nadiren te­davüldeki bakır para ile de (mangır) ya­pılırdı. 1690 Nisanında en düşük derece (ednâ) bir eşrefi altın veya 2,25 esedî kuruş yahut 90 para veya 1170 man­gırdı. Fakat cizye XVI. yüzyılın sonlarına kadar akçe, daha sonraları ise "para" bi­rimi üzerinden toplanmıştı. Malî bunalı­mın baş gösterdiği dönemlerden itibaren akçenin değerinin tekrar tekrar düşürül­mesi üzerine cizye toplaycılanna her yıl tedavüldeki paranın resmî değer ve mik­tarını bildiren fermanlar yollanmaya baş­lanmıştı. Ancak paranın resmî değeriyle piyasa arasındaki farklılık, vergi toplayı­cıları ile mükellefi arasında ihtilâflara yol açtı ve hazine bazan sadece altın pa­ra kabul etmeyi tercih etti. Diğer zaman­larda da vergi toplayıcıları kendi insiya-tifleriyle halkı altın para vermeye zorlu­yor, sonra altını piyasada akçeye çevire­rek hazineye teslim ediyor ve aradaki farktan bir menfaat sağlıyordu. Bunu önlemek için vergi toplayıcılarının gümüş para da kabul etmelerine dair fer­man çıkarılmıştı.

Osmanlı gümüş parasına göre 1691'-den 1834'e kadar cizye miktarları aşa­ğıdaki şekildeydi (esedî kuruş olaraki:



Yıllar

âlâ

ednâ

evsat

1102/1691

9

4,5

2,25

1-108/1696

10

5

2,25

1156/1743

11

5,5

2,75

1218/1804

12

6

3

1231/1816

16

8

4

1239/1824

24

12

6

1242/1827

36

18

9

1244/1829

48

24

12

1249/1834

60

30

15

II. Mahmud çıkardığı fermanda, ciz­ye miktarındaki artışın (zemâim), vergi­nin yeni konulmuş olmasından değil es­ki miktarı aynı kalmakla birlikte para­daki ayarlamalar dolayısıyla meydana geldiğini izah etmek zorunda kalmıştı. Fakat bu her ne kadar gerçek bir artışı göstermeyip paranın ayarından kaynak-lanmışsa da zimmî tebaa arasında çe­şitli huzursuzluklara yol açmıştı.

Bununla birlikte XVII. yüzyılda mali­yede yapılan köklü değişikliklere kadar cizye, imparatorluğun pek çok yerinde tek ve sabit bir rakam üzerinden alın­mıştı. Meselâ zimmî tebaanın bütün sı­nıflan için Kanunî Sultan Süleyman za­manında Yeni İl bölgesindeki cizye mik­tarı 25 akçe, 1583'te 40 akçe. bazı yer­lerde 35 akçe, Bitlis'te 55 akçe, Taşöz adasında 30 akçe, Musul'da 46 akçe idi. Adana. Safed, Şam gibi Memlükler'den alınmış olan bölgelerde ise 80 akçe ci­varında idi. Bu sonuncular hariç, bu dö­nemlerde bir altının 60-70 akçe oldu­ğu düşünülürse diğer sahalardaki vergi nisbetlerinin normal nisbetin altında kal­dığı anlaşılır. Doğu Anadolu'da bu şekil­deki bir özel uygulama muhtemelen böl­genin fakirliğinden kaynaklanmıştır. Di­ğer taraftan adalardaki düşük nisbet-ler de fizikî elverişsizlik yanında ada hal­kının muhafızlık gibi bazı ek yükümlü­lükler üstlenmiş olmalarına bağlıdır. Hat­ta İmroz adası zimmîlerinin cizyeden mu­af oldukları bilinmektedir.401 Suriye ve Filistin bölgesindeki 80 akçelik cizye ise muhtemelen Memlükler'in bütün zimmî gruplardan 1 altın cizye alma ve buna ilâve olarak vergi toplayı­cılarının masraflarını karşılama biçimin­deki uygulamalarının tek bir rakam al­tında birleştirilmiş şekliydi402. Şeriatın belir­lediği nisbetlerin çok altında kalan sa­bit rakamlar padişahın tahta cülusu sırasında yeniden tesbit edilirdi. Meselâ II. Selim tahta çıktığında miktarı 10 ak­çe arttırmıştı. Cizye miktarları XVI. yüz­yılda Filistin. Macaristan ve Selanik'te, 1691 cizye reformundan önce de Balkan-lar'daki diğer bazı yerlerde aile başına belirlenmişti. Osmanlı Devleti'nin ilk dö­nemlerinde cizyeden muaf tutulmuş be­lirli gruplar da vardı. Prensip olarak cizye muafiyeti hazinenin veya "beytü'1-mâl-i müslimîn'in bir kaybı olarak değerlendiriliyordu. Bununla birlikte bazı istisnaî hallerde askerî hizmetler karşılığında muafiyet kabul edilmişti. Nitekim stra­tejik yerlerdeki kalelerin zimmî halkına, dağlık yerlerde bulunan geçitleri bekle­yen ve koruyan derbendci reayaya, ye­niçeri olarak devşirilmiş çocukların ak­rabalarına, Selanik'te baruthaneye gü-herçile temin eden zimmîlere muafiyet tanınmıştı. Bilhassa XV. yüzyılda Osman­lı ordusunda çarpışan zimmî sipahiler, voynuklar, martoloslar, eflakler gibi hı-ristiyan askerler tamamen cizyeden mu­aftılar. Voynukların oğulları ve kardeş­leri "bedel-i cizye" adı altında hayli dü­şük bir vergi öderlerdi; bu 1516'da 30 akçe idi ve normal cizyenin yarısına eşit­ti. Bu gruplar, XVI. yüzyılda askerî sta­tüleri kaldırılınca zimmî reâyâ olarak cizye mükellefi haline geldilerse de ver­gi nisbetleri oldukça düşük kaldı.

Bütün dönemlerde Osmanlı merkezî idaresi bazı özel durumları hesaba ka­tarak zimmîlere kısmî cizye muafiyeti tanımayı sürdürmüştü. Bosna - Hersek, Karadağ, Sırbistan gibi sınır bölgelerin­de bulunanlar cizyelerini en alt seviye­den ödemekteydiler. Savaş zamanların­da harp sahasına yakın yerlerde ve as­kerî yollar civarında bulunan zimmîler de bu miktarın yarısını verirlerdi. Düş­man istilâsı sebebiyle yerlerini terkeden-lere belirli bir dönem için cizye muafi­yeti tanınmıştı. Maden işleyen zimmîler alt seviyede vergi mükellefi idiler. Me­selâ Silistre'de XVI. yüzyıl ortalarında sa­dece 6 akçe cizye ödüyorlardı. 1757'de sakız üretimi yapan Sakız adasındaki yirmi bir köyde de cizye en düşük sevi­yeden alınıyordu. Kapitülasyonlara göre yabancı elçilerin tercümanı olan zimmî­ler cizyeden muaftı. Hatta birçok zimmî cizye vergisi ödememek İçin tercüman­lık beratı elde etmeye çalışıyordu. Os­manlı toprağında bir yıldan daha uzun bir süre kalma imkânı elde eden bir müs-te'men, normal Osmanlı tebaası gibi ciz­ye Ödemek zorundaydı ve ülkeyi terke-demezdi. Bu şerT kaidenin tatbikini gös­teren bazı davalann bulunduğu Bursa Şer'iyye Sicilleri'ndeki kayıtlardan, yaban­cı tacirlerin XV. yüzyıl gibi erken bir zamanda bile Bursa gibi büyük bir ticaret merkezinde cizye ödemeden uzun süre ikamet etmek için bazı yollar buldukları anlaşılmaktadır. Sonraları kapitülasyon­lar sebebiyle bu meselede daha müsa­mahakâr davramldı. Osmanlı toprakla­rına genellikle ticaret için gelen İranlı Ermeni tacirler ise cizye mükellefi sta­tüsünde idiler.

1691 fermanında şer'î kaideler çerçe­vesinde cizye mükellefi olanların kişi ba­şına vergi vermeleri gerektiği belirtilerek maktu sistem ve muafiyetler yürürlük­ten kaldırılmıştı. Fakat buna rağmen bir­çok eski uygulama ve muafiyet devam etti; 1839'da vergi eşitliği prensibiyle bü­tün bu muafiyet ve İmtiyazlar lağvedildi.

Cizye ödeyenlerin İki ayrı yükümlülü­ğü daha vardı. Bunlar, vergi toplayıcıları­nın "maişet" veya "maaş" adı verilen ken­di masraflarını karşılamaktan ve mer­kezdeki cizye kalemine "resm-i hesâb, ücret-i kitabet, harc-ı muhasebe ve ka-lemiyye" gibi adlarla da anılan "resm-i kitabet" harcını ödemekten ibaretti. Bu sonuncusu, bütün Osmanlı maliye büro-lannca uygulanan genel bir usuldü ve kâ­tiplik hizmeti karşılığı alınan harçlan ifa­de ediyordu. 1475 tarihli fermana göre cizye toplayıcıları resm-i kitabet olarak her aileden 2 akçe, il kethüdaları için de 1 akçe alıyorlardı403. XVI. yüzyılda vergi toplayı­cıları ve onlara refakat eden kâtipler ken­dileri İçin 1'er akçe talep ediyorlardı. Ma­caristan'da ilâve olarak 1 akçe "resm-i hâne" istenmişti404. 1691'de maişet adı altında alınan mik­tar âlâ, evsat, ednâ itibannca 12, 6 ve 3 paraydı; bunlann her birinden aynca 1 'er para da kitabet ücreti alınmıştı. Bundan dört yıl sonra kadıların maişeti için yeni bir ilâve daha yapıldı. Yine âlâ, evsat ve ednâ olarak 9, 4 ve 1,5 para alınmaya başlandı. 1694 tarihli fermanla bütün bunların toplanması sırasında vâki ola­bilecek suistimalleri önlemek için bu mik­tarların vergi toplayanlar tarafından kendi adlarına değil hazine adına alınması kararlaştırıldı. Toplanan miktar önce ha­zineye gidecek, sonra da ilgili memurlara oradan cizye bürosunda cizye gelirlerin­den ödeme yapılacaktı. Bu kanunî harç­ların toplam miktarı cizyenin 1/25'ine tekabül ediyordu ve cizye gelirlerindeki artışa göre nisbeti tesbit ediliyordu. Yi­ne aynı fermanda cizye toplayıcılarının kanuna aykırı olarak cizye ödeyenlerden zahire, kâtibiye, sarrâciye, kolcu akçesi, harc-ı mahkeme, mum akçesi, buyrul-du avâidi vb. bazı " salgın "lar saldıkları­na da İşaret edilmişti.

1839 Tanzimat Fermanı ile bütün ver­gi toplayıcıları hazineden maaşa bağlan­dı; vergi ödeyenlerden sadece hayvan­ları ve kendileri için asgarî ölçüde olmak üzere erzak teminine izin verildi. Fakat cizye mükellefleri için en ağır yükü, ba-zan bir köyün tamamıyla harap olması­na yol açan ölüm ve yeri yurdu terketme (girîhte) neticesi onların vergilerinin ge­ride kalanlarca tazmin edilmesi teşkil ediyordu. 1691 fermanında ifade edil­diği gibi bazı yerlerde cizye mükellefle­rinin sayısı çeşitli sebeplerle dörtte bire düştüğü halde diğer dörtte üçün vergi­leri geride kalanlara yükleniyordu. Diğer taraftan cizye toplayıcıları bazan kadı­larla anlaşarak resmî izin olmaksızın ciz­ye defterlerine henüz ismi girmeyenleri (nev-yâfte) tesbit edip cizye almaya te­şebbüs ediyorlar, bazan da defterlerde tanımlanamayan kişiler İçin bedel akçe­si (bedeli cizye) istiyorlardı. Devlet cizye mükelleflerinin her birine eşit oranda olmak üzere "girîhte" denilen yeni bir vergi belirleyerek bu gibi suistimalleri önlemeye çalıştı. 1691 cizye kayıtların­da görülen bu verginin miktarı kişi ba­şına 40 akçe idi ve cizyenin yaklaşık se­kizde birine tekabül ediyordu. Ayrıca bu­na benzer "nev-yâfte akçesi" adlı bir ver­gi daha eski dönemlerde de mevcuttu. Fakat vergi toplayıcıları zorla ek para alma âdetlerini sürdürdükleri için bu ver­giler reayaya yeni bir yük haline geldi. 1691'de cizye toplama usulünde resmî kâğıt dağıtma yoluna gidildiğinde vergi toplayıcıları, hazine tarafından dağıtıl­mış olan kâğıttan tamamen kullanmak için cizye mükellefi olmayanları ödeme­ye zorladıkları gibi aşağı seviyede olma­sı gerekenlere daha yüksek seviyede kâ­ğıt kabul ettirmeye çalıştılar. Bazıları ise yüksek seviyeden vergi ödeyen zengin­lerin vergilerini düşük göstermek için rüşvet alarak daha alt seviyeden ödeme­lerini temin ediyorlar ve onlardan meydana gelen açığı fakir kesime yüklüyor­lardı. Çöküş döneminde vergi toplama­da cebrî davranışlar, vergi toplayıcıları­nın kolcu adı verilen kalabalık maiyetle­rinin ihtiyacını reayanın karşılaması da genel şikâyetler olarak bu yolsuzluklara ilâve edilmelidir. Ayrıca cizye mükellef­lerine vergi toplayıcılarının oldukça sert ve haşin davrandıkları da gönderilen fer­manlardan anlaşılmaktadır. Bütün bun­lar, hiç şüphesiz reayanın XVII. yüzyıl son­larından itibaren yabancı istilâcılarla İş birliği yapmalarının başlıca sebebini teş­kil etmiştir. 1691'de veya daha sonrala­rı alınan tedbirler de bu durumu düzel-tememiş, özellikle yeni sistemde rahip­lerin vergi muafiyetlerinin kaldırılması, bazı nüfuzlu gayri müslim zümrelerin Osmanlı idaresine karşı çıkmaları ile so­nuçlanmıştır.

Cizye 1856 Islahat Fermanı ile kaldı­rılmıştır; zira bu ferman Osmanlı te­baası arasında eşitlik prensibi getirdiği için gayri müslimlerin de askerlik hiz­meti yapmaları gerektiği ortaya çıkınca, bunlardan belirli bir vergi alınmak su­retiyle bu hizmetten muafiyetleri (be­del -i askerî) kararlaştırılmış ve böylece kaldırılan cizye vergisi bu ad altında ma­hiyet değiştirerek 1907'ye kadar sür­müştür.

Bibliyografya;

Cizye Muhasebe Defterleri; BA. KK, nr. 3503-3799; BA, MAD, nr. 176, 2775, 6222, 7587; Molla Hüsrev, Dürerü'i-hükkâm, s. 195-216; Mülteka'l-ebtıur405, İstanbul 1318, s. 349-351; Silâhdar. Târih, II, 559; Mustafa Nuri Paşa, Metâyicü't-ouküât, İstanbul 1327, MI, 100-101; Barkan, Kanunlar, s. 83, 180, 201, 226, 237, 303-304, 316, 320, 351; F. Lokke-gaard, Islamic Taxation in the Gassical Period, Copenhagen 1950, s. 134-135; Gökbilgln, Edir­ne ue Paşa Liuâsı, s. 155-159; Sûret-i Defter-i Sancak-i Arvanid406, Ankara 1954, s. 104-124; L Fekete, Die Siyâqat-schrift in der türkischen Finanzverıvaltung, Budapest 1955, I, 179-198; II, s. XI. XXXVI; Kânünnâme-i Sultani ber-Muceb-İ cÖrf-i cOşmânî407, Ankara 1956, s. 39, 66, 76-78; B. Lewis, Notes and Documents from the Turkish Archlues, Jarusalem 1952, s. 10-11; a.mlf., "Studies in the Ottoman Archives", BSOAS, XVI/3 (1954), s. 484-485; Halil İnal­cık. Fatih Deuri üzerinde Tetkikler ve Vesika­lar I, Ankara 1954, s. 176-179; a.mlf., "Os­manlılarda Raiyyet Rüsumu", TTK Belleten, XXIII/92 (1959), s. 602-608; a.mlf., "Djizya", El2 (İng.), II, 562-566; U. Heyd. Ottoman Do­cuments on Palestine 1552-1615, Oxford 1960, s. 121; B. C. Nedkoff, "Osmanlı İmparatorlu­ğunda Cizye" ftrc. Şinasi Altundağ), TTK Bel­leten, VIİI/32 (1944), s. 599-652; H. Hadzibe-gic, "Dzizja iÜ haraç", POF, 111-IV (1952-53), s. 55-135; V (1954-55), s. 43-100.




Yüklə 1,23 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   16   17   18   19   20   21   22   23   ...   38




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin