YÜZYILIMIZI AYDINLATAN BİR BİLİM DALIMIZ : BELÂGAT
Prof. Dr. Rıza FİLİZOK
Yirminci yüzyıl başlarında F. Saussure’ün çağdaş dil bilimi ve gösterge bilimi dallarını kurmasıyla dil ve edebiyat araştırmaları yeni bir yön kazandı. Filoloji ağırlıklı çalışmalar yavaş yavaş yerini yapısal dil bilimi, gösterge bilimi, pragmatik, naratoloji vb. sahalarına bıraktı. Dil araştırmaları, bir işaret “signe” teorisine bağlandı ve dil dışındaki işaret sistemleri incelenerek gösterge biliminin temelleri atıldı. Bu yeni bilgilerin ışığında pragmatik, naratoloji, anlam bilimi gibi yeni araştırma sahaları doğdu. Gelişen bu bilim dalları, dil ve edebiyat araştırmaları için ilgi çekici yeni teoriler ve teknikler geliştirdi.
Türk bilim hayatı, Batıda olup biten bu gelişmeleri kurumsal olarak takip edememekte, ancak kişisel çabalarla sınırlanmış bir biçimde yüzeysel olarak izleyebilmekte ve Türk okuyucusuna bu konularda ancak genel fikirler verebilmektedir. Türk bilim hayatı, günümüz itibariyle bu bilimsel gelişmelerin dışında olmakla birlikte tarihî açıdan bu gelişmelerin merkezinde yer almaktadır: Dil bilimi, gösterge bilimi, anlam bilimi, pragmatik sahalarında Batı dünyasında halen geliştirilmekte olan birçok teori ve teknik ile Türk-İslâm medeniyeti içinde gelişen mantık, fıkıh, belâgat gibi bilim dallarının teori ve teknikleri arasında çok sıkı ilişkiler vardır. Bu ilişkiler yüzeysel benzerlikler değildir, tarihî belâgat ve fıkıh bilimlerimiz, günümüz dil ve bildirişim teorilerinin büyük bir kısmına temel hareket noktası oluşturmakta, onların öncülüğünü yapmakta, onlara model olmaktadır.
Buna rağmen bildiğimiz kadarıyla yurdumuzda Batıda geliştirilen bu teorilerle Türk-İslâm medeniyeti içinde gelişmiş olan Belâgat ve Fıkıh bilimleri arasındaki bu ilişki üzerinde hiç durulmamıştır. Her konuda inceden inceye araştırmalar yaptıklarını bildiğimiz Amerikalı ve Avrupalı bilim adamları da her nedense bu derin ilişkileri görmemişlerdir ya da görmezlikten gelmektedirler. Biz bu makalemizde Belâgat bilimimiz ile yeni teoriler arasındaki sıkı ilişkiyi birkaç örneğe dayanarak sergilemek istiyoruz. Söz konusu ilişkiler bir makaleye sığmayacak boyutlardadır. Bundan dolayı bu yazımızda sadece günümüzde geniş bir kabul gören “bildirişim teorisi” ve “söz aktları teorisi” ile belâgat geleneğimizin ilişkisi üzerinde duracak ve bu yaklaşımların aynı esaslara dayandığını göstereceğiz.
Bu ilişkileri ortaya koyarak varmak istediğimiz sonuç şudur: Büyük bir bilim hazinesi olan Belâgat ve Fıkıh bilimlerimiz, çağdaş teorileri içermektedir ve çağdaş teorilerin bir çoğunun hareket noktasıdır. Bunu bilir ve sadece ve sadece müspet, çağdaş bir bilim zihniyetiyle bu bilimlerimize sahip çıkarsak evrensel bilim hayatına en kestirme yoldan ulaşabilir ve ona katkılar yapabiliriz:
A.BİLDİRİŞİM TEORİSİ VE BELÂGAT
Günümüzde dil ve edebiyat incelemeleri, eskisinden daha geniş bir kavrama modeli olan “bildirişim teorisi”ne dayanmaktadır. Bilindiği gibi, R. Jakobson, bildirişimi “konuşan, dinleyen, mesaj, kanal, kod ve konu” başlıklarıyla altı temel elemente ayırarak analiz etmiş ve bu yaklaşım, dil ve edebiyat incelemeleri için iyi bir model oluşturmuştur. Bu model, dil ürününün ortaya çıkışında, bir mesajın verilmesinde yapıcı, kurucu temel unsurların neler olduğunu ortaya koymuştur. Bu model yardımıyla bir mesajın oluşmasında, anlaşılmasında görev alan temel öğeler belirlenmiştir. Mesaj, klasik dil biliminde olduğu gibi, onu kullananlardan ayrı olarak düşünülmemiş, aksine nesnesiyle, anlaşılmasını sağlayan şartlarıyla birlikte ele alınmıştır. Altı temel elementin başlıca görevleri de tespit edilmiş yani fonksiyonları da araştırılmıştır. Böylece mesaj, doğuş şartları ve anlaşılma şartları içine yerleştirilerek kavranmıştır. Modelin orijinal olan yönü budur.
Bildirişim olgusunda mesajın verdiği bilgiyi tamamlayan bir bağlam, bir kontekst vardır. Bazı sözler, daha önce ifade edilenler vasıtasıyla anlaşılabilir: "Romanı göndermişsin. Onu okudum." cümlesinde "onu" sözü dil bağlamı yardımıyla anlaşılabilir. Ayrıca bildirişim şartları ( situation de communication) mesajın anlamını tayin eder. Bildirişim şartları olarak "şahıslar", "konu" ve "hâl" göz önünde bulundurulur. "Kim söylüyor; neyi söylüyor; hangi şartlar altında ve nerede söylüyor" sorularının cevapları, bildirişimin şartlarını ortaya koyar. Şahısların toplumsal-kültürel özellikleri, konuşma anında orada bulunup bulunmamaları, aralarındaki konuşmanın emir, rica, şaka vb. oluşu mesajın anlamını etkiler. Mesajın anlamı "konu"ya göre de değişir. "Yağı ver" sözü yemek hazırlarken başka anlama gelir, araba tamir ederken başka anlama gelir. Hâl, içinde bulunulan yer ve zaman gibi daha genel olan şartları ifade eder.
Aynı şekilde Sözceleme (énonciation) teorisi, bildirişim teorisi gibi sözü bağlamı içinde, doğuş şartları içinde ele alır. Sözün söylenme sürecine “sözceleme” denir ve bir sürecin adıdır: Bu süreç içinde, belli bir özne, belli bir anda, belli bir yerde, belli bir dinleyici (alıcı) için belli bir sözce, bir cümle yahut metin üretir. Bu beş unsur, “sözceleme” teorisinin temel unsurlarıdır. Sözcelemeyi üretenin yani konuşanın (énonciateur) bulunduğu yerde bir dinleyenin (énonciataire) ve bir de kendisinden söz edilenin (sujet de énonce) bulunması gerekir. Konuşan birinci şahıs “ben”, dinleyen ikinci şahıs “sen”, kendisinden söz edilen “o”dur. Sözceleme teorisi de bildirişim teorisi gibi sözü bağlamı içinde değerlendirir.
Eski belâgat ve fıkıh geleneğimiz içinde de yüz yıllardan beri mesaj, Jakobson’un teorisinde ve sözceleme teorisinde olduğu gibi doğuş şartları içinde inceleniyordu: Bildirişim teorisinin temel kavramları belâgat biliminin de temel kavramlarıdır: Belâgatimizde verici (émetteur) için “mütekellim” alıcı “récepteur” için “muhatab”, nesne için “ haber ” kavramları kullanılmaktaydı. Belâgat teorisinde “kod” ve “kanal” ayırımı bulunmamakla birlikte fıkıh ve belâgat geleneğinde bunların yarattığı problemler daima göz önünde bulundurulmuştur.1
Bir söz söyleme sanatı olan belâgat bilimi, iyi söz söylemenin kurallarını sadece sözün niteliklerinde aramıyordu, güzel ve uygun söz söyleme sanatının sınırlarını mesajın doğuş şartları ve anlaşılma şartları içinde arıyordu. Belâgatçiler bir sözün doğru ve güzel olması için kullanıldığı yere, ortama ve zamana uygun olması gerektiğini söylüyorlardı. “Sözün (kelâmın) belâgati” bir sözün mevcut şartlara, bulunulan yere ve zamana uygun bir tarzda söylenmesiydi. Buna “m u k t e z â– y ı h â l e m u t a b a k a t” adını veriyorlardı. Belâgat bilimini çağdaş birçok bildirişim ve dil teorisiyle birleştiren husus, işte bu kuraldır. Bu kural açıkça Belâgat biliminin bir bildirişim teorisine dayandığını ve bu teorinin esaslarının R. Jakobson’un teorisiyle ve sözceleme teorisiyle tamamen örtüştüğünü göstermektedir. “İlm-i me'âni” hal ve şartlara uygun söz söylemeyi öğreten temel bilimdi. Fıkıh metodolojisi de bilindiği gibi sözü daima bağlamı içinde çözümlüyordu.
Saussure ile başlayan yapısal akımlarda dil, soyut bir sistem olarak düşünülür, “söz"ün karşıtıdır, mukabilidir ve araştırmalarda muhavere, “karşılıklı konuşma hali” (les situations discursives) gözönünde bulundurulmaz. Bununla birlikte, üretici dilbilgisinde ( grammaire générative) dil, sadece soyut bir sistem olarak değil aynı zamanda uygulaması içinde algılanır ve “ideal konuşucu”nun birikimi (compétence) ve uygulaması (performance) göz önünde bulundurulur. Bununla birlikte bu akımın temsilcileri “söyleme ortaklığı”nın iki yönlülüğünü (co-énonciation) dikkate almazlar. Buna karşılık Söylemeciler (Les énonciativistes), söyleyici kavramının (énonciateur) “söyleme ortakları”nı (co-énonciateur, allocutaire) içerdiğini düşünürler. “Söyleme” kavramıyla sadece incelenen önerme (énoncé) değil, bir önermenin üretilmesi akdı da ifade edilir. Dil, ölü bir dil gibi bağımsız bir bütün olarak değil, kullanım hali içinde incelenir. Söylemeciler, sözün anlamının anlaşılabilmesi için dil dışı bağlamın (kontekst) ve hâlin saptanması gerektiğine inanırlar.2
Belâgat ve fıkıh geleneğimiz bu akımlardan en çok Söylemeciler’e (Les énonciativistes) yakındır. Onlar gibi gerek teoride gerek pratikte konuşanı ve dinleyeni, alıcıyı ve vericiyi göz önünde bulundururlar.
R. Jakobson'un bildirişim teorisiyle Belâgat biliminin yaklaşım benzerliğini ayrıntılarıyla görmek için bu teorinin temel elementlerini gözden geçirmemiz yararlı olacaktır. Bunlar, "verici" (émetteur), "alıcı" (récepteur), "nesne" (réferent), "mesaj", "kanal" ve "kod"dur.3
-
VERİCİ:
Konuşan yahut yazan kişidir, mesajı, haberi veren kişidir; alıcı, mesajı alan, dinleyen yahut okuyandır. Verici, anlaşılmış olmak istiyorsa alıcının yaşına, bilgi düzeyine, dil düzeyine vb. uygun bir anlatım bulmak zorundadır. Bir gazeteci, ilmî bir eser yazarı seslendiği kitlenin özelliklerini göz önünde bulundurmak zorundadır. Buna karşılık ilmî yahut edebî bir eseri anlayabilmek için alıcının da oldukça büyük bir gayret göstermesi gerekmektedir.
Belâgat geleneğimizde verici “mütekellim” adını alır. Bu gelenekte “sözlü ifade” esastır. Dilin ve ifade etmenin esası olarak söz alınmış ve söz, bildirişim ve sözceleme teorilerinde olduğu gibi doğuş şartları içinde, bağlamı içinde kavranmış ve anlatılmıştır. Sadece bu olgu bile Belâgat geleneğinin bildirişim ve sözceleme teorilerini içerdiğini göstermeye yeter bir delildir.
Belâgat geleneğimizde sözler (lafz), kullanım yönünden yani vericinin, konuşanın, yazanın ona yüklediği anlamlar yönünden beşe ayrılarak inceliyordu. Bunlar, hakikî anlam, mecaz, kinâye, galat ve mürteceldir. Bu ayırım, vericinin dili niyetine göre kullanmasıdır. Belâgatta “edâ” denilen şey bu kullanımlardan doğar. Günümüz pragmatik biliminin de temel konularından birisi vericinin niyeti meselesidir.
Bilim hayatımızda yerleşmiş yanlış bir inanç vardır: Edebî sanatların söze bağlı olduğuna inanılır, onun esasında çok zaman kullanım şartlarına bağlı olduğu unutulur ve yanlış değerlendirmelere varılır. Belâgatçiler ve fıkıhçılar, edebî sanatların bağlam ile ilişkisini pragmatik bilimi kurulmadan çok önce ortaya koymuşlardı: Bu yüzden Türk-İslâm belâgatçilerini pragmatiğin kurucuları olarak kabul etmek gerekir. Meselâ şuna dikkat etmişlerdi: Bir sözün mecaz yahut hakikat olması, kullanılan söze değil, kullanıcıya bağlıdır. Bu çok şaşırtıcı ama aynı zamanda çok doğru bir dikkattir: Yemek tarifi veren bir hanım “Hafif ateşte pişiriniz.” dediğinde ateş sözü hakikî anlamlıdır, buna karşılık hastasına bakan bir doktor “Hafif ateşi var” dediğinde bu sözü dinleyen için ateş sözü mecazî anlamdadır. Bu kelime, bir tıp terimi olarak “doktorlar arasında” kullanıldığında ise “hararet” manasına gelir ve kelime hakikî manasında kullanılmış olur.
Batı dünyasında geliştirilen pek çok bildirişim ve pragmatik teorisi bulunmaktadır. Buna rağmen belâgat geleneğimizde henüz Batılıların bilmediği ilgi çekici teoriler vardır. Bunlardan birisi verici stratejisidir. Belâgatçilerimize göre konuşanın amaçlarından birisi, dinleyene bir haberin ya "hükm"ünü yahut "lâzım"ını ifade etmektir. Bu konuyu biraz açıklayalım:
Haber, sözün (kelâm) iki türünden birisidir. Birisine bilmediği bir şeyi bildirmek amacıyla söylenen söz haberdir. "Mehmet Bey, bakan olmuş." dediğimizde amacımız, Mehmet Bey'in bakan olduğunu bunu bilmeyen karşımızdaki kişiye bildirmektir. Bu temel amaca "haberin amacı" (fâide-i haber) adı verilir. Bazen ise konuşmada dinleyicinin (muhatab) bildiği bir haberi bildiririz. Burada amacımız, aynı şeyi bizim de bildiğimizi göstermektir. Bu ise dilin yeni bir fonksiyonda kullanılmasıdır. Bir haberi karşımızdaki kişi bildiği halde ona aynı şeyi söyler ve "Mehmet Bey, bakan olmuş." deriz. Böylece karşımızdakine bu haberi bildiğimizi bildirmiş oluruz. Buna "geçişsiz haber amacı" ( lâzım-ı fâide-i haber) denir. Muhatap, bir haberi bilmiyorsa haber doğrudan kuvvetlendirmeye başvurmadan (te'kidsiz) verilmelidir. Muhatabın kararsız olduğu düşünülüyorsa haber biraz kuvvetlendirilerek, (te'kitli / intensitif) bildirilmelidir. "Sahiden Mehmet Bey bakan olmuş" denilmelidir. Eğer muhatap söz konusu haberi biliyor ve bununla birlikte yine de onu inkâr ediyorsa oldukça kuvvetlendirerek söylemelidir: "Vallahi, billahi Mehmet Bey bakan olmuş" denilmelidir. Bu üç dereceli anlatma kelamı "zahir hal muktezasınca" "ihrâcü'l kelâm alâ mukteziü'z zâhir" anlatmak demektir. Birinci hal "ibtidâî", ikinci hal "talebî", üçüncü hal "inkârî" adını alır. İşte bu üç şekle göre söz söylemek "muktezâ-yı zâhir üzerine söz söylemek"tir. Güzel, beliğ konuşmanın aslı, iç ve dış bağlama uygun olan konuşma tarzıdır. Bir “muhatap” bir şeyi bildiği halde onun gereğini yapmıyorsa o, bilmeyen bir kişiymiş gibi kabul edilir ve haber ona tekrar verilir: "İnsanlar ölümlüdür." Bu durumda amaç, bilgi vermek değil, ikazdır. Muhatap bir haberi bildiği halde onu inkâr ediyorsa haber ona bilmeyene yahut şüphe edene verildiği gibi verilir. Bu şekilde dokuz ihtimal vardır. Bu ihtimallere göre sözün ayarlanmasına "kelamı zâhir muktezasının hilâfı üzerine söylemek" (ihrâcü'l kelâm lâ alâ mukteziü'z zâhir) denir. Hitap ettiğimiz bir kişi, vereceğimiz haber yahut bilgi karşısında dört halden birinde bulunur: O, bu haberi ya bilir, ya bimez, ya o haber konusunda tereddütlüdür ya da o haberi inkâr halindedir. Biz bazen ona bir haberi verirken içinde olduğu hale göre değil de -bir sebebe bağlı olarak- diğer üç halden birindeymiş gibi bir dil kullanarak veririz. Muhatabın bu varsayılan haline uygun olarak verilen habere "delâlet-i bi'l-kinâye" denir. Haber, ayrıca bazen inşa şeklinde de verilebilir.
Verici, hal ve şartların gereği olarak temel dil bilimi şekillerini ve anlatım şekillerini farklı amaçlar için kullanabilir ve bunlardan farklı anlatımlar doğar. Meselâ, bilen bir alıcı, bilmeyen birisiymiş gibi, bilmeyen bir alıcı, bilen birisiymiş gibi kabul edilir. Bunlardan da çeşitli söz sanatları doğar.
-
MESAJ:
Verici tarafından söylenen önermedir, metindir. Mesajda bir yahut birçok kod kullanılabilir. Dilde standart söyleyiş anlamına gelen normu (belâgat geleneğinde bu örf adını alır), mesajların teşkil ettiği yığın belirler; yani dil normları mesajlardaki sık kullanımların eseridir. Mesaj, ayrıca türünün kurallarına uyar. Makale ise makalenin, romansa romanın normlarını taşır. Üslûbun aranacağı yerlerden birisi mesajın niteliğidir. Bedi ve Beyan bilimleri doğrudan mesajın niteliği ile ilgili bilimlerdir. Mesajda anlam belirsizliği bulunabilir. Anlam belirsizliği alıcı için birden çok anlama sahip olan ve kesin bir tarzda yorumlanamayan mesajın niteliğidir. Vericinin niyeti haberleşmekse anlam belirsizliği söz konusu değildir; tersine, vericinin niyeti çok anlamlılık elde etmekse, sanatlı söyleyiş söz konusudur. Edebî eserlerde bu ikinci hal ortaya çıkar.
Her mesajın alıcı ve verici tarafından bilinen bir bağlama -yani kendisini çevreleyen hallere- ve ifade edildiği şartlara bağlı olduğu farz edilir. Mesajın yazılı yahut sözlü oluşuna göre mesaj ile mesajı çevreleyen hal ve şartların ilişkisi değişir. Sözlü iletişimde mesaj çok az bir bilgi verir: Bir karşılıklı konuşmada "sandalye" dediğimizde sandalye oradadır ve bu kelime sadece sandalyeyi işaret eder; sandalye hakkında bütün ayrıntılı bilgiyi doğrudan görerek nesneden elde ederiz. Buna karşılık hale ait hiçbir bilginin bulunmadığı yazılı anlatımda mesaj, en yüksek bilgi değerine ulaşır; elde ettiğimiz bütün bilgi sadece ifade edilenden yani sözden doğar.4
“İltifat” adıyla bildiğimiz edebî sanat, bir belâgat teorisine dayanır: Belâgatimize göre üç söz üslubu vardır: Birinci şahıs, ikinci şahıs, üçüncü şahıs. Ör.: "Ben geliyorum, sen geliyorsun, o geliyor." Bazen çeşitli amaçlarla, bu üslûplardan birisi kullanılırken, arada, yine aynı uslûp için diğer bir üslûb kullanılır. Buna iltifat adı verilir. "Ben size çok nasihat ettim dinlemediniz; siz bu fakirin kıymetini sonra anlarsınız." sözünde verici ikinci cümlede kendi üslûbunu bırakarak kendi dışında ikinci bir verici ağzından yani üçüncü şahıs ağzından diyaloğa katılan üçüncü bir kişi gibi konuşmuştur. Bu, görünen hale uymayan söz söyleme “muktezâ-yı zahirin hilâfına irâd-ı kelâm eylemek” adını alır. Günümüzde pragmatik biliminin ve naratolojinin temel meselelerinden birisi “kim konuşuyor?” sorusunun cevabının aranmasıdır. Belâgat bilimi, bu haliyle, pragmatik biliminin hareket noktasıdır.
-
ALICI:
Verilen mesajı alandır, dinleyendir. Mesajın yöneldiği kişidir. Verici, alıcıya ya bir haber verir ya da onu etkiler. Vericinin temel görevlerinden birisi, alıcıyı ikna etmektir. Bundan dolayı, günümüzde pragmatik ispatlama ve ikna üzerinde geniş olarak durmaktadır.
Belâgat biliminde vericinin alıcıya uygun deliller ve akıl yürütmelerde bulunmasına Beş Sanat adı verilir: Bunlar hatibin aklî delillere dayanarak “muhatab”ı ikna etmesi sanatlarıdır. Aklî deliller farklı derecelerde güvenilirliğe sahiptir. Bir hatip, beliğ olabilmek için, belâgata uygun konuşabilmek için dinleyicilerin düzeyine göre farklı seviyelerde delillere dayanan önermeler kullanmak zorundadır. Delil değerleri açısından önermeler Gelenbevî'ye göre yedi sınıfa ayrılır. Bunlar : 1) yakîniyyât, 2) meşhûrât, 3) müsellemât, 4) makbûlât, 5) maznûnât, 6) muhayyelât, 7) mevhûmât veya vehmiyyât'tır. Bu sıralama en kuvvetli delil önermesinden en zayıf delil önermesine doğru bir sınıflandırmadır. Diğer taraftan bu sınıflandırma, aynı zamanda metinlerin verici ve alıcıya göre bir değerlendirilmesidir.
a) Kesin önermeler (Yakîniyyât) : Bir haber cümlesi ortaya koyan verici (söyleyen, yazan), bu haberin dış dünyada karşılığının bulunup bulunmadığı konusunda bir karar verir ve bunu cümlesine yansıtır: Verdiği mesaj ona göre ya olmuş bir olgudur, ya da olmamış bir olgudur. Verici, bu seçeneklerden birisini akıl yoluyla tercih ederse bir "zan önermesi" (kaziye-i zanniyye) ortaya koyar. Böyle bir durumda verici, bazı ipuçlarına dayanarak bir seçeneği tercih etmiş ama diğer seçeneği bütünüyle reddetmemiştir. Bundan dolayı, zan önermeleri, nazarî önermelerdir, ancak delilleri kesin olmadığından kesin önermelerden sayılmazlar. Buna karşılık seçeneklerden birisini kabul etmeyerek diğer seçeneği kesin olarak ifade ederse " Kesin önerme" (kaziye-i yakîniyye) ortaya koyar. Kesin önermeler, ya nazarîdir, ya da delile ihtiyaç göstermeden, sağ duyuyla kavranan apaçık önermelerdir. Bundan dolayı a) Nazarî önermeler (kaziye-i nazariyye) b) Apaçık önermeler (kaziye-i Bedihiyye) olmak üzere ikiye ayrılır.
b) Meşhur önermeler (meşhûrât) : İkinci derecede delil sayılır. Meşhur önermeler, herkes yahut bir topluluk tarafından kabul gören ve bundan dolayı ispata çalışılmayan önermelerdir. "Adalet iyidir.", "Zulüm kötüdür." gibi önermeler herkes tarafından kabul edilen önermelerdir.
c) Kabul gören önermeler (müsellemât): Üçüncü derecede delil sayılır. Alıcının (muhatab) itirazsız kabul ettiği önermelerdir. Vericinin (konuşanın) bu önermeyi benimseyip benimsememesi göz önünde bulundurulmaz.
Ç) Vecize önermeler (makbûlât): Dördüncü derecede delil sayılır. Büyük kişiler ve hürmet edilen peygamberlere isnat edilen önermelerdir.
d) Maznûnât: Beşinci derecede delil sayılır. Zan önermeleridirler.
e) Hayalî önermeler (muhayyelât): Altıncı derecede delil sayılır. Doğru olmadıkları kesin iken sırf dinleyene neşe vermek veya dinleyende nefret uyandırmak için hayâle dayanarak verilen hükümlerdir. "Şarap akıcı bir yakuttur.", "Bal iğrenç bir kusmuktur." gibi. Hayalî önermeler, teşbîh, mecaz ve kinâye şekillerinde ortaya çıktığı için beyan ilmi içinde incelenir.
f) Kuruntu önermeleri (vehmiyyât yahut mevhûmât): Yedinci derecede delil sayılır. Kuruntu gücünü kullanarak akılla araştırılan şeyleri (akliyyat) gözle görünür şeylere (mahsusât) kıyasla açıklamadır. Meselâ, "Her cismin mekânı vardır, öyleyse her mevcûdun mekânı vardır." hükmü gibi. Gelenbevî'ye göre vehmiyyât, bilinmeyeni bilinene kıyastan ibaret olan bir vehme ait hüküm olarak "cehliyât"tan sayılır.5
Bu önermelerin kullanılmasından beş sanat doğar. Beş sanat şunlardır: a) Burhan, b) Cedel, c) Hitâbet ç) Şiir, d) Vehmiyyat, Safsata ve Mugalata.
Burhan: konuşmacının bir delil ileri sürmekte amacı kesin bilgi "yakîn" ise kullandığı öncüllerin kesin önermeler olması gerekir. Bunlara burhan denilir. Verici en üst düzeydeki münakaşalarda burhan önermelerini kullanmalıdır. Burhan'dan amaç, bilgilerin en mükemmeli olan "yakîn"e ulaşmaktır.
Cedel: konuşmacının kullandığı delillerin hepsi kesin önermeler olmaz da bazıları "meşhûrât"tan veya “müsellemât"tan olursa bu savunma "cedel" adını alır. Meselâ "bu iş çirkindir; çünkü o, zulümdür; her zulüm çirkindir." delili gibi. Cedel'de amaç, itiraz etmek yerine hasmı susturmak iddiaları reddetmek için karşı bir delil ileri sürmektir. Diğer bir amaç, delili anlamaktan âciz olanı daha kolay anlaşılır delillerle ikna etmektir. Gelenbevî'ye göre bu ikinci amaç için ileri sürülen cedele "delîl-i iknaî" denir.6 Cedelde ileri sürülen delillerin konuşmacı tarafından kabul edilmiş yahut edilmemiş olması önemli değildir, önemli olan dinleyicinin (alıcının) kabulüdür. Eğer alıcı, kesin delilleri kabul ediyorsa tartışmada bunlar da kullanılabilir. İnsanlara eziyet eden birisine "Zulüm çirkindir." demek cedele bir örnektir. Aynı şekilde Hazret-i İsa'nın babasız olamıyacağını iddia eden Yahudi'yi "Hazret-i Adem, hem babasız, hem anasızdı." diyerek susturmak cedeldir.
Hitâbet: Konuşmacının amacı insanlara va'z vermek, nasihat vermek ise bu amaçla yapılan konuşmalara "hitâbet" denir. Hitâbet, vecize önermeleri ve zan önermelerinden oluşur. Vaiz ve hatipler bu yolu kullanır. Hitâbetin amacı, insanlara yararlı olmaktır. Hitabetin insanlar üzerinde iyi bir tesir bırakabilmesi için bütün unsurlarının hal ve şartlara uygun olması gerekir. Hitabet, "tersil" yoluyla anlatılmalıdır, seci kullanılmamalıdır. İsmail Gelenbevî'ye göre naklî deliller, hitabetin kısımlarındadır.
Şiir: Şiir tarzını seçen bir konuşmacının amacı, söz kuvvetiyle alıcıyı isteklendirmek yahut nefret ettirmektir. Bu amaca ulaşmak için hatip hayâlî önermeler (muhayyelât) kullanır. "Şarap, akıcı bir yakut, bal iğrenç bir kusmuktur." sözü gibi. Bu tarz önermelere mantıkçılar manzum da olsa mensur da olsa "şiir" adını verir. Dilciler ise sadece vezinli ve kafiyeli söze "şiir" der; hayâlî önermelere dayanan ama vezinli ve kafiyeli olmayan sözlere de nesir adını verirler. Böyle hayâlî önermelerden oluşan nesirlerde genellikle seci ve cinas gibi edebî sanatlar kullanılır.
Vehmiyyât: Kuruntu önermelerini delil olarak kullanmaktır. Öncüllerinin tümü veya bazısı "mevhumat" olan delillere vehmiyyat denir. Konuşmacı kuruntu önermelerini bunlara inandığı için kullanıyorsa bu tip delillere "safsata" denir. Eğer konuşmacı kuruntu önermelerini sadece muhatabını yanıltmak için kullanıyorsa bu tip delillere "mugalâta" denir. Gelenbevî'ye göre ise mugalata, "safsatanın delil olarak kullanılmasıyla elde edilen bilgi"dir. Meselâ bir at resmi için şöyle denildiğini düşünelim: "Bu bir attır. Her at kişner. Öyleyse bu da kişner." Bu tip bir delillendirme "vehmiyyât"tır.
Bu sınıflandırma, aynı zamanda belâgatçilerimizin kullandığı temel metin tipolojisidir ve günümüz için de oldukça orijinaldir. Batı retoriği, bu sınıflandırmayı günümüzde dahi henüz bilmemektedir.
Ç) NESNE (HABER) :
Mesajın ilettiği haberdir, üzerinde durulan konudur. Verilen mesaj, dış dünyada bir nesneyi, yahut bir düşünceyi dile getirir.
Belâgat ve Fıkıh geleneğimizde lâfızlar gösterdikleri nesneye göre, anlamına göre hâs, âmm, müşterek, mutlak, mukayyed, emir/nehy gibi kategoriler altında inceleniyor, alıcı ve vericinin dil ile nesne arasındaki uygunluğu kavraması sağlanıyordu. Bir kelimenin belirttiği nesnenin her zaman aynı olmadığı gösteriliyordu.
Meâni ve nahiv bilimlerine göre bir cümle, iki öğe arasında kurulmuş bir ilişkidir . Bu ilişkiyi kuran ise fiildir. "Mehmet kâtiptir." cümlesinde özne olan "Mehmet"le "kâtip" sıfatı7 arasında bir ilişki kurulmuştur. Bu ilişkiye "nisbet" adı verilir. cümlede kurulan bu ilişki, nesneler dünyasındaki bir olguya uygun olabiliyor, yahut uygun olamıyorsa söylenen söz bir haberdir. Böyle bir cümleye de "haber cümlesi" denir. Meselâ "Öğretmen okuldadır" cümlesi bir haberdir. Bu cümlenin kurduğu ilişkinin dış dünyada, hariçte uygulanabileceği bir olgu vardır. Bu cümle belirli şartlarda kullanıldığında öğretmen gerçekten okulda ise bu söz nesneler dünyasındaki bir olguya uygundur, öğretmen okulda değil ise uygun değildir. Bu belirleme anlamsız görülebilir. Aslında cümle tiplerinin iki temel sınıfı bu tespitle biri birinden ayrılır: Haber cümlesi, nesneye uygun düşen veya düşmeyen cümledir. Eğer cümlenin ortaya koyduğu ilişkinin dış dünyada bir karşılığı, nisbeti yoksa böyle cümlelere dilek cümlesi yahut inşa cümlesi (cümle-i inşaiyye) denir. İnşa cümleleri, dilek kipindeki fiillerle kurulan cümlelerdir. "Gelseydi" ve "Gelsin" yüklemleri dış dünyadaki bir olguyu değil, söyleyenin istek ve dileklerini dile getirir. Günümüzde halâ kullanılmakta olan "haber kipleri" ve "dilek kipleri" ayırımı bu "nisbet" ilkesine (prensip) göre yapılmıştır. Bu sınıflandırma, bilindiği gibi dilbilgisinde halen kullanılmaktadır. Aynı tasnif, Batı dünyasında da kullanılmaktadır. Belâgat geleneğinin bu konudaki farkı, bu tasnifi genişletmesi, sınıflandırması ve yukarıda belirttiğimiz gibi (Alıcı bölümü) orijinal bir “haber” teorisi ortaya koymasıdır.
-
KOD:
Verici ile alıcının her ikisi tarafından bilinen ortak dildir. Diller, birer kodlama, şifreleme sistemidir. Anlaşma, bu şifreleri bilenler arasında gerçekleşir. Verici ve alıcının bir dili bilme düzeyleri arasında daima fark vardır. Bildirişimi mümkün kılan her ikisinin dilsel birikimlerinin kesişim kümesidir, bu alan ne kadar geniş olursa bildirişim o kadar başarılı olur. Dil bir koddur, ancak zamanla dil içinde alt kodlar ortaya çıkar. Mesajlar, kültürel, estetik kodlar da taşıyabilir. Klâsik, romantik, natüralist edebiyatlar, Divan Edebiyatı, Halk Edebiyatı, Servet-i Fünûn edebiyatı, dil içinde birer alt kodlama sistemi yaratır.
Belâgat geleneğimizde “örf” yani halkın dili kullanışı, dil normu olarak kabul edilir. Diğer taraftan yaratılan yeni mesajlar kodu geliştirir. Buna kod-mesaj diyalektiği adı verilir. Belâgat geleneğinde dili iyi kullanan ediblerin ifadeleri de norm olarak kabul edilmiştir. Mesaj ve kod birbirinden ayrılamayan unsurlardır. Kod, Saussure'ün dil / söz (langue/parole) ayırımının dil unsurunun karşılığıdır; sözün karşılığı ise mesajdır. Saussure, söz / yazı ayırımında sözü esas kabul eder. Belâgat geleneğimizde de söz daima esas alınır.
Dil biliminde kod, bir taraftan işaretlerin yahut dil birimlerinin kümesi manasında ve diğer taraftan bu işaretlerin kullanım kipleri ( mesajı inşa etmek için bu elemanları birleştirmeye yarayan kurallar bütünü ) manasında kullanılmaktadır. Bir verici tarafından yayınlanan mesajın iletilebilmesi (bu şifreleme işidir) için belirli bir şekil "forme" alması gerekir, diğer taraftan dinleyici yahut alıcı bu şekli yorumlamak zorundadır (bu şifreyi çözme işidir). O halde konuşucu ve dinleyicinin müşterek bir koda sahip olması zorunludur; yahut, en azından A kodu (konuşucunun kodu) ile B kodunun (dinleyicinin kodu) bir kesişim kümesinin bulunması gerekir. Bu kesişim kümesi ne kadar geniş olursa anlaşma o kadar kolaylaşacak ve iyi olacaktır. Bu bakış açısına göre bir dil, bir kod "dil birimleri kümesi" olarak kabul edilmektedir, Saussure'cü anlamıyla dil bir bakıma kod ile eşanlamlıdır; mesaj kelimesi ise "söz"ün yerini tutmaktadır. Diğer dil bilimciler "code/message" çifti yerine "langue/discours" çiftini kullanmaktadır, "discours" bu durumda "message"la eş değerli olmaktadır. Bir dil mesajı iki şekilde karşımıza çıkabilir: ses (işitme) ve çizgi (görme) olarak. Sözlü kod (phonèmes) ile yazılı kodu (graphèmes) birbirinden ayırmak gerekir. Bu iki kod arasında mükemmel bir uyum olduğu da söylenemez. Kodlama (encodage), bir kod vasıtasıyla bir mesajın ve ona bağlı anlamın üretilmesidir. Meselâ: "sözlü ifade üretimi" (enonciation), "yazılı ifade üretimi" (ecriture). Üretim, kod çözmenin "décodage"ın mukabilidir, karşıtıdır. Kodlama, üretimle, pragmatikle ilgilidir ve üreticiye bağlıdır. Üretimin bütün unsurları tam bir sözceleme (énonciation) eylemidir ve kod çözme işinden "décodage" farklı bir "kod-mesaj" ilişkisi ortaya koyar; mesajın üreticisi "encodeur" alıcının aklından bile geçmeyebilen niyet ve bilgiye sahip olabilir. Bu ise anlam belirsizliği yaratır. Üretim hataları üreticinin niyet ve bilgisini değiştirmez, sadece muhaberenin başarısızlığına yol açar.8 Kod çözme (décodage), bir kod vasıtasıyla bir mesajın ve anlamının alıcı tarafından algılanması, dil şifresinin çözülmesidir. Alıcı, pasif durumda olduğundan farklı bir kod-mesaj ilişkisi doğar; yani mesajı az çok farklı bir biçimde yorumlar. Ayrıca alıcı ve vericinin dile hakimiyet derecelerinin farklılığı, algılanan anlamın farklı olması sonucunu doğurur.
Belegat ve Fıkıh geleneğimizin başlıca konularından birisi kullanılan kod ile vericinin hali, niyetleri arasındaki ilişkiyi çözümlemektir. Diğer bir ilgi alanı ise bir kod yardımıyla yaratılmış bir metnin anlaşılabilirlik derecelerinin tespitidir. Meselâ Fıkıh geleneğinde sözler (lâfız) açıklık ve kapalılık yönünden yani alıcının karşılaştığı belirlilik ve belirsizlik yönünden sınıflandırılmıştır: Zâhir, nâss, müfesser, muhkem açık delâletlerdir, hafî, müşkil, mücmel, müteşâbih kapalı delâletlerdir. Kodun yarattığı belirsizlikler, sözceleme hali ve şartları yardımıyla yorumlanmıştır. Dil kiplerinin kullanımdaki dinamik ve değişken yapısı, teori ve pratikte daima göz önünde bulundurulmuştur.
Buradan vardığımız sonuç şudur: Bildirişim teorisi ve sözceleme teorisi bildirişimin temel elementlerinin tespitini ve tahlilini, fonksiyonlarının araştırılmasını amaç edinir. Bu yaklaşım, Belâgat geleneğimizde bütün ayrıntılarıyla mevcuttur. Ayrıca henüz Batı dünyası tarafından üzerinde durulmamış teorileri de içerir.
B.SÖZ AKDLARI TEORİSİ VE BELÂGAT
XIX. yüzyılda Amerika’da doğup II. Dünya savaşından sonra Avrupa’da geliştiği söylenen Pragmatik bilimi, konuşan özne ile dil işaretleri arasındaki ilişkileri inceleyen bir bilim dalıdır. Pragmatik bilimi, bildirişim teorisi gibidir, dili hayattan koparılmış bir parça olarak değil, hayatla birlikte, doğuş şartları içinde inceler. Bu bilim, dil biliminin bir alt dalı olarak John Austin ve John Searle’ın çalışmalarıyla gelişti. Pragmatik, cümlenin yorumuyla uğraşır, ama bu işi anlam bilimi ve söz dizimi ile uğraşmadan yapar; dilin bağlamıyla, kontekstiyle ve bildirişim haliyle meşgul olur. Dilin verdiği bilginin arka planıyla ve dil bilimi dışı cephesiyle (extra-linguistique) uğraşır. Nesnenin (referent) belirlenmesi, ifadedeki belirsizliklerin araştırılması, dilin yaptırım gücünün incelenmesi konularını ele alır.
Bu bilim dalının yeni olduğu söylenmekte ise de aslında yeni bir bilim dalı değildir. Türk-İslâm bilim geleneği içindeki Belâgat, özellikle “ilm-i meâni” gelişmiş bir pragmatik teorisidir ve yüz yıllardan beri kullanılmıştır. Bunu, yeni olduğu ileri sürülen pragmatik biliminin “söz akdı” teorisiyle belâgat geleneğimizde bulunan “siga-yı akd” teorisini karşılaştırarak göstermek istiyoruz:
Pragmatikte John Langshaw Austin’in kurup öğrencisi John Searle’ın geliştirdiği “söz akdları” teorisinin esasları şudur: Söz söylemek sadece ve her zaman bir söz söyleme işi değildir, söz aynı zamanda bir iş görür, bir akd yapar, ayrıca dinleyiciyi etkiler. Bu, sözün üç ayrı iş yapması demektir. J. Searle, sadece söylenmiş olan söze düz-söz akdı (locutionary acts), bir akd kuran söze edim-söz akdı (illocutionary acts), dinleyeni etkileyen söze etki-söz akdı (perlocutionary acts) adını verdi. Bu teori, pragmatiğin en önemli konularından birisini teşkil eder. Sözünü ettiğimiz bu teoriyi bütünüyle belâgat bilimimizde bulmaktayız:
Cevdet Paşa, Belâgât-ı Osmaniye’sinde bunu bize şöyle anlatır:
“Siga-yı akdden olan “aldım” ve “sattım” fiilleri dahi inşâ olub egerçi bunların medlûlü olan nisbetlerden başka hâricde dahi nisbetler var ise de bu nisbe-i hâriciyeler ol sigalar ile îcâd olunur yoksa onların medlûlleri olan nisbetlerin mutâbık olup olmayacağı nisbet-i hariciye değillerdir. Ama dün filan malı sattım denildikte dün vâki olan akd-ı bey’i hikâye demek olarak haber olur ve dün öyle bir akd-ı bey’ vâki olmuş ise bu haberin medlûlü olan nisbet ona mutâbık ve eğer vâki olmamış ise gayr-ı mutâbık olur. Kezâlik satarım ya satıyorum veyahud satacağım sigaları ihbâr olmağla bunların mazmûnu olan nisbet-i zihniyyeden başka zaman-ı hâlde ya müstakbelde bir akd-ı bey’ bulunmak lâzım gelir.”9
Haber kipleri bazen dilek kipi olarak kullanılır. Evini satan bir adam sattıktan sonra bu satışı hikâye ederken "Sattım" dediğinde fiil, haber kipinde kullanılmıştır. J. Searle’ın “düz söz akdı” dediği budur. Fakat evi satma anında satma isteğini ortaya koyup "Sattım!" dediğinde ise bir akd, bir istek söz konusudur, dolayısıyla bu kullanımda fiil, dilek kipindedir. "Sattım!" sözünün dış dünyada bir karşılığı vardır ancak bu karşılık, bu sözden sonra ortaya çıkmıştır, ondan önce yoktur. J. Searle’ın “edim söz akdı” dediği de budur. Diğer taraftan sözün yarattığı etki ise Fıkıh biliminde üzerinde sıkça durulan konulardan birisidir.
Belâgat ile pragmatik bilimleri arasındaki diğer bir ilişki H. Grice’in “İşbirliği İlkeleri Kuramı”da kendisini göstermektedir: Bilindiği gibi Grice, karşılıklı konuşmanın bir iş birliğine dayandığını ve tarafların bu işbirliğine uyması sayesinde iletişimin mümkün olabileceğini ortaya koymuştur. Grice’e göre bir bildirişimin başarısını sağlayan işbirliği ilkeleri şunlardı: a) Nicelik ilkesi (quantity): Verici, bir bilgiyi tam vermelidir. Ne eksik, ne fazla. b) Nitelik İlkesi (quality): Verici, doğru bilgi vermelidir. Bu bilginin güvenirliği meselesidir. c) Bağıntı ilkesi (relation): Vericinin mesajı birbiriyle ilişkili olmalı, bağıntılı olmalıdır. ç) Kiplik ilkesi (manner): Verici, net, açık konuşmalıdır.
Bu ilkelerin tamamı, belâgat geleneğimizde vardır:
a) Nicelik ilkesi: Belâgatteki “umûr-ı nisbiyye” ilkesidir. Belâgat, bir mesajın uzunluğunu dil normuna göre tanımlar: Örf ve gelenek, dil normunu temsil eder. Bir mesajın dil geleneğindeki ifadesi az çok belirlidir: Yolda bir tanıdığımıza rastladığımızda karşılıklı olarak söyleyeceğimiz sözler hemen hemen önceden bellidir: “Nasılsınız, iyi misiniz?” gibi. Bir fikrin bir duygunun nasıl ifade edileceği dil normlarında aşağı yukarı bellidir. Verici, genellikle konuşurken bu normu kullanır. Fakat cümlenin boyu bazen alışılmıştan kısa yahut uzun olabilir. Bu durumda üç üslup doğar: Bunlar dil normuna uygun olursa “müsâvat”, dil normundan kısa olursa “icâz”, dil normundan uzun olursa “İtnâb” adını alır. Bu ilke Grice’in ilkesiyle tamamen aynıdır. Konuşanın duruma ve şartlara göre bunlardan birisini seçmesi gerekir.
b) Nitelik ilkesi: Verici vereceği bilginin doğruluk derecesini de bilmek zorundadır. Doğruluk dereceleri ise daha önce belirttiğimiz gibi 1) yakîniyyât, 2) meşhûrât, 3) müsellemât, 4) makbûlât, 5) maznûnât, 6) muhayyelât, 7) mevhûmât veya vehmiyyât'tır.
c) Bağıntı ilkesi: Sözlerin anlaşılabilmesi için bağıntılı olması gerekir: Bu, belâgatteki meşhur “cihet-i camia” teorisidir: Belâgatçilerimiz modern anlam biliminin yeni keşfettiği “anlam birimcikleri” (séme) teorisini biliyorlardı. Birbiriyle ilişkili kelimelerin ortak yönlerinin oluşturduğu kümeye “İttisal” kümesi diyorlardı. Bu ortak yön bir anlam birimciği yani (séme) “cihet-i câmia” idi. Modern anlam bilimi teorisinde bir kelime grubunda yer alan kelimeler arasında ortak olan anlam birimciğine “üst anlam birimciği demeti” (archisémème)10 denilir. “Cihet-i câmia” aynı zamanda bir “archisémème”dir.
Belâgat geleneğimizde “cihet-i camia” teorisi kısaca şöyledir: İki kelime yahut iki cümlenin birbirine bağlanabilirliğini ve anlaşılabilirliğini sağlayan ortak bir yön, anlamsal bir kesişim kümesi vardır. Meselâ "ve" bağlacıyla yapılan bağlamaların kabul edilebilir olmasının bazı şartları vardır: Kendisine bağlanan (ma'tufun aleyh) ile bağlanan (ma'tuf) arasında ortak yön (cihet-i camia) bulunmalıdır. Ortak yön (cihet-i camia), kendisine bağlanan ile bağlananı zihinde birleştirecek bir alâka ve münasebettir. Bu münasebet a) tezâyüf, b) temâsül, c) şibh-i temâsül ç) tezad ve şibh-i tezad, d) tekarün-i fi'l-hayâl olarak beş kısma ayrılır. İki kelimenin birbiriyle "ve" aracılığıyla bağlanabilmesi için aralarında bu beş ortak yönden birisinin bulunması gereklidir. Meselâ "Güneş ve Ay, Dünya'yı aydınlatır." diyebiliriz ama "Deniz ve börek gördüm." denilemez, böyle bir anlatım, anlaşılmayı engeller. "Mehmet Bey bestekâr ve şâirdir." denir çünkü bu iki iş arasında bir ilişki vardır. "Ahmet Bey, şairdir ve kısa boyludur." demek uygun düşmez, zira şairlik ile kısa boyluluk "semem"lerinin kesişim kümesini oluşturacak ortak bir "sem"leri yoktur, yani aralarında sözü dinleyen için anlaşılabilir ve kabul edilebilir bir münâsebet bulunmamaktadır. Kendisine bağlanan ile bağlanan arasında hem fark, hem benzerlik bulunur yani bu ikisi anlam yönünden kesişim kümeleri kurarlar. "Güç ve kuvvet" gibi eş anlamlılığı çok yüksek olan kelimeler, "tefsir" kolaylığı sağlamak için birlikte kullanılırlar. Cümlelerin birbirine bağlanmasına "vasl", bağlanmadan ard arda getirilmelerine "fasl" denir. birbirine bağlanan cümleler arasında da "cihet-i camia" bulunması gerekir. Meselâ "Ahmet şairdir ve Mehmet katiptir." şeklinde iki cümleyi birbirine bağlayabilmek için bu iki cümlenin özneleri arasında arkadaşlık, kardeşlik, düşmanlık gibi belirli bir münasebet ve alâka bulunması gerekir.
H. Grice’in “bağıntı ilkesi”, Belâgat geleneğimizde modern anlam bilimin “anlam birimleri” teorisinin esaslarıyla açıklanmış olarak yer almaktadır. Bu noktada şu soruyu sorabiliriz: Grice’in teorisinde yahut anlam biliminin “séme”, “archisémème” teorilerinde yeni olan nedir?
d) Kiplik ilkesi: Belâgat ve Fıkıh geleneğinde de sözler belirlilik ilkelerine göre tasnif edilmiştir. Açık delâletler ( zâhir, nâss, müfesser, muhkem) ve kapalı delâletler ( hafî, müşkil, mücmel, müteşâbih) tasnifi bunu gösterir.
Sonuç olarak, belâgat geleneğimizin bugünkü bildirişim teorisiyle, sözceleme teorisiyle ve pragmatiğin birçok teorisiyle örtüştüğünü hiç zorlanmadan söyleyebiliriz. Elbette günümüzde bildirişim teorisi durmadan gelişmekte ve yeni unsurlarla zenginleşmektedir. Bu gelişmelerin tamamı belâgat geleneğimizde yoktur. Ama aynı şekilde günümüz bildirişim teorilerinin belâgat geleneğimizin bütün teorilerini kapsamadığını da görüyoruz. Bundan dolayı Türk araştırmacıları, bu iki kaynaktan da beslenmek zorundadır. İnancımızı tekrarlıyoruz: Bunu başardığımız zaman, söz konusu bilim dallarının gelişmesine evrensel katkılar yapabiliriz.
Dostları ilə paylaş: |