BiLİmde değer yargilari ve biLGİ ÇAĞinda etik değerler


İlk olarak, ekonomik davranışların nedenlerini açıklamakta İkinci



Yüklə 128,17 Kb.
səhifə2/3
tarix07.08.2018
ölçüsü128,17 Kb.
#68061
1   2   3

İlk olarak, ekonomik davranışların nedenlerini açıklamakta

  • İkinci olarak, pratik ekonomi politikasının temel sorunlarının seçiminde ölçüt olmakta ve

  • Üçüncü olarak, ideolojik saptırmaların belirlenmesi açısından yararlı olmaktadır.

    Kısacası; sosyal bilimler konu alanında değer yargıları içeririler. Bunlar bilimin inceleme konusudur. Konu alanındaki gizli değer yargılarının açığa çıkarılması ve değerler üzerine ileri sürülen ifadelerin gerçeklik derecelerinin araştırılması bilimsel bir görevdir.

    Değer yargıları sistemi; sosyo-kültüler gelişme içinde oluşup yerleşir ve sonuçta toplumun davranış kurallarını belirler. Bir kültür yapısı içinde yerleşmiş genel değer sistemlerini, bireysel mantıkla aşıp, daha üst bir değer yargısı açısından değerlendirmek olanaksızdır. Çünkü bireysel mantık da içinde yaşadığımız kültürün bir unsurudur. Bu nedenle, toplumun var olan nedenleri, ancak aynı kültürün sahip olduğu diğer değerlerle ölçebiliriz. Bu yolla toplumun, değer sistemleri arasındaki bağlantı, tutarlılık ve çelişkileri ortaya koyabiliriz. Bu anlamda değer yargıları ve bunların gerçekliliği üzerinde bilgi veren ifadeler oluşturmak olanaklıdır. Bu nedenle ekonomi politikası bilimsel gerçeği belirlerken, yalnızca mantık ve empirik gözlemlere dayanmakla kalmamalı aynı zamanda toplumdaki genel ve kültürel değer sistemlerinin geçerliliğini de dikkate almalıdır.



    3.Bilimsel İfadeler ve Değer Yargıları

    Yukarıdaki açıklamalarda görüldüğü gibi, bilim adamının belli değer yargılarına sahip olması nedeni ile her bilim belli değer temeline sahiptir. Ayrıca sosyal bilimler,araştırma alanlarındaki değerlendirmeleri de incelemek zorundadır. Böylece bilimsel uğraşın, özne (bilim adamı)ve nesne (konu) alanları da kaçınılmaz olarak değer yargıları yer alır. Şimdi ise, üçüncü alan, yani bilimsel ifadelerin kendilerinin değer yargısı içerip içermeyeceği sorununa gelmiş bulunuyoruz. İşte asıl değer yargısı tartışması bu alanda yapılıyor.

    Bilimsel uğraşta, inceleme konusuna ilişkin bulgular, bilimsel cümle ve ifadelerle ortaya konur. Bu nedenle, söz konusu bilimsel ifadelerin mantıksal gramatik açıdan analizi yoluyla, bilimsel ifadelerin değer yargısı içerip içermediği belirlenir. Böylece bilimsel ifadelerde değer yargısı sorunu, konu alanından “konu dili” (objektsprache) alanına taşınıyor.

    Bilimde çoğu kez, değer yargıları olarak ortaya çıkan normatif ifadelerle, empirik olguyu yansıtan, bilgi aktaran (informasyon bildiren) ifadelerin birlikte yer aldığını görürüz. İşte bilimde değer yargısına karşı çıkan görüş, bilimsel ifadelerde değer yargılarına yer olmadığını; sadece bilgi aktarma (informasyon bildiren) ifadelerin yer alması gerektiğini savunur.

    Bu yönde bilimsel ifadelerde değer yargılarına açıklık getirmek konusunda dil analizlerinden yararlanılmaktadır. Çünkü, kişiler değerlendirici davranışlarını dille ortaya koyuyor. Bu nedenle sorunun ele alınmasında dilsel açıklamaların önemli bir yeri vardır. Dil felsefesindeki çalışmalar konunun aydınlanmasına katkı yapmıştır.

    Değer yargılarının dil analizleri açısından incelenmesinde iki unsuru birbirinden ayırmak gerekir.



    • Dilde tasvirci (descriptive) unsurlar: Dilin bu kısmı gerçek olaya ilişkin tanıları ve nedensellik ilişkilerini yansıtarak, konuya ilişkin bilgi aktarır.

    • Dilde kural koyucu (prescriptive) unsurlar:dilin bu kısmı gerçek olaya ilişkin bilgi aktarma yerine, inançları dile getiren ve kişileri yönlendiren bir fonksiyon yüklenir. Bununla diğer kişilerin tutum ve davranışları etkilenmek istenir.

    Dilin bu iki unsuruna dayalı olarak, tasvirci dil (deskriptive-Sprache) ile kural koyan dil (praeskriptive-Sprache) ayrımı yapılmaktadır. Böylece gerçek durumları yansıtan gerçek yargıları; tasvirci dil kullanırken, yönlendirme amacına yönelen değer yargıları, kural koyucu dil kullanır. Bunların temel amacı, gerçek olay konusunda bilgi aktarmaktan çok, davranışların yönlendirilmesine hizmet etmektir. Değer yargıları, gerçek olayı tasvir etmediği ve onu açıklamada kullanılmadığı için bilimsel bilgi aktarmazlar. Bu nedenle, ilgili olduğu konuda informasyon vermez. Gerçek olay konusunda informasyon aktarmayan ifadelerin yanlışlık veya doğruluğu mantıksal açıdan kontrol edilemez. Bu nedenle; değer yargılarının doğruluk veya yanlışlığı söz konusu değildir. Bunlar, gerçeği yansıtmaya uygun değildir, gerçek olayla test edilemezler.

    Buna karşılık bir ifadenin (cümlenin) değer yargısı olarak kullanılması ile aşağıdaki durumlar söz konusu olur:



    • Bir cümleyi değer yargısı olarak kullanan bir kimse, ilgili konuyu belli bir davranış ve tutum için kısmen veya tamamen olumlu veya olumsuz bir şekilde gösterir.

    • Değer yargısı kullanan bir kimse, normatif olarak belirlenmiş ”temel bir ilke veya ölçeğin genel geçerlilik” taşıdığına inanır ve buna uygun tutum ve davranış ister.

    • Değer yargısı kullanan kimse, diğer ilgililerin de kendi yargılarınısöz konusu temel ilke ile özdeşleştirilmesini bekler.

    Bilimsel ifadelerin yanlışlanabilir olması, bunların empirik özelliğinin bir ölçütüdür. Gerçek yargılar ve bunların testleri, yalnızca bir bilim adamı tarafından değil, diğer bilim adamları tarafından da kontrol edilir. Bu şekilde, gerçek yargıların testi, özneler arası (intersubjektif) kontrol edilebilirliğe sahiptir. Buna karşılık değer yargıları test edilemedikleri gibi, özneler arası kontrol edilebilirliğe de sahip değildir.

    Kısacası, bir bilimsel ifadede, özneler arası kontrol edilebilen ve gözlenen olgularla test edilebilen unsurlar,empirik içerikli ve dolayısıyla tasvircidir. Buna karşılıközneler arası kontrol edilemeyen ve test edilemeyen unsurlar yönelendirici değer yargılarıdır.

    Bilimsel ifadelerde kullanlan dilin belirlenmesinde etkili olan bir nokta, bilimin pratiğe uygulanmasındaki beklentimize bağlıdır. Yani bilimin görevi ve fonksiyonları üzerine bilim adamlarının görüşleri önemlidir. Bilimin toplumsal görev ve fonksiyonları konusunda üç tutum söz konsudur.


    • İlk görüşe göre, bilimin görevi yalnızca bilimsel açıklamalar yoluyla bilimsel bilgi kazanmaktır. Bilimin görevi inançları belirlemek değildir. Bilimsel ifadelerin ortaya konamasında tasvirci dil yeterlidir.

    • İkinci görüşe göre, bilimin görevi bilimsel tanı değil, insanların yaşam karşısındaki tutumlarını etkilemektir. İnsanlar güdülenerek yönlendirilmelidir. Bu durumda, bilimsel ifadelerin normatif sistemler üzerine oturtulması ve yönlendirici dil kullanmaları kaçınılmazdır.

    • Üçüncü görüşe göre, bilimin görevi bilim adamı yerine göre; hem tasvirci, hem de yönlendirici dil kullanarak; hem bilgi verme (informasyon), hem de yönlendirme görevini yerine getirir. Böylece bilimsel ifadelede gizli veya açık norm sistemleri yer alabilir.

    Bu tutumlardan birini veya diğerini bilimin görevi olarak görmek, bilimsel bir tutum değildir. Bu tercih, ancak bilim adamlarının kendi bireysel sorunudur. İlk tutumun tercih edilmesi, bilimsel ifadelerde değer yargısının olamayacağı görüşüne yol açarken, ikinci veya üçüncü tutumun tercihi ise, bilimde değer yargılarının kaçınılmazlığı görüşüne ve dolayısıyla bizi normatif bilime götürmektedir. Görüldüğü gibi bu tutumlardan birini savunmak, yani bilimsel ifadelerin değer yargısı içermesi veya içermemesi gerektiği yolundaki bir tercih, bir değer yargısıdır.

    Hiç kimsenin değer yargısında bulunması engellenemeyeceğine göre, bilim adamı da değinilen tutumlardan birini özgürce tercih etme hakkına sahiptir. İşte bu tercihlere bağlı olarak, bilimde iki farklı yaklaşım oluşmuştur:



    Birinci yaklaşıma göre, bilimsel ifadeler yalnızca tasvirci dil kullanarak ortaya konabilir. Bu nedenle bilimsel ifadelerde değer yargılarına yer yoktur. Gerek sosyal bilimlerin temelinde değer yargılarının bulunması, gerekse sosyal bilimlere ilişkin araştırma konularının değer yargıları içermesi bu gerçeği değiştirmez.

    Buna karşıt yaklaşım, değer yargılarının sosyal bilimlerde kaçınılmazlığını ileri sürer. Bu görüş bizi normatif bilime götürür. Bu görüşü savunanlar, olaylara ilişkin bilimsel açıklamalardan, olması gerekene ilişkin çıkarımlar ortaya konarken, yanlışlara düşmemek için, değer yargılarının daha baştan, açıkça ortaya konmasını önerirler. Böylece bu değer yargıları, bilimsel açıklamaların öncüllerini tamamlarlar. Bilimde mantıksal tutarsızlıkları önleyebilmek için, sosyal bilimlere değer yargılarının açıkça dahil edilmeleri, bilimin pratiğe aktarılabilmesi için gerekli görülür.

    Doğa bilimlerinde değer yargısız teoriler, yine değer yargısız teknolojilere dönüştürülür. Değer yargısına karşı olanlar, doğa bilimlerinde olduğu gibi, sosyal bilimlerde de informasyon aktaran ifadelerin, aynı şekilde pratiğe uygulanabileceğini savunur. Çünkü bu dönüşüm sürecinde bilgi kaybı söz konusu olmaz.

    Sonuç olarak, mutlak anlamda değer yargısından arınmış bir bilimden söz edilemez. Çünkü, bilimsel uğraşın özne ve nesne alanlarında kaçınılmaz olarak değer yargıları yer almaktadır. Buna karşılık, bilimsel ifadelerde değer yargılarının yer alması zorunlu değildir. Bu alanda değer yargılarının yer almasının gerekip gerekmediği görüşleri, kendileri bizzat değer yargısıdır.

    Değer yargısız ifadelerle çalışmak, metodoloji ve mantık açısından olanaklıdır; ilke olarak bu görüş benimsenebilir. Fakat bilimin toplumsal görevi konusundaki değer yargılarına bağlı olarak toplumsal gelişmeyi yönlendirmede bilime görev yüklenebilir. Bu durumda bilimsel ifadelere değer yargılarını dahil etmek zorunludur. Ayrıca sosyal bilimler; özne, nesne ve amaç alanlarında yoğun olarak norm sistemleriyle yüklüdür.

    Bilimsel ifadelerde değer yargısına yer veren görüşün geçerli görülmesi durumunda, genişletilmiş bir program ile çalışılır. Bunun için bilim adamı, değer yargısı ve norm sistemlerini, ileri sürdüğü bilimsel ifadelerde açık bir şekilde ortaya koymalıdır. Başka bir deyimle, normatif sistemleri, bilimsel ifadeler içine gizleyerek, bilimsel açıklama olarak sunmaktan kaçınmalıdır. Böylece ileri sürülen görüşün kesin ve mutlakbl bilgi olduğu sanısı uyandırılmaz. Ayrıca bu yolla, günlük dilde kullanılan sözcüklerle gizlice aktarılan değer yargılarına da açıklık kazandırılır.



    Bilindiği gibi, kullandığımız sözcüklerin derece derece değer yargısı taşıması söz konusudur. Birçok sözcük hem tasvirci hem de normatif vurguyu birlikte içerir. Örneğin, ekonomi bilimi için temel bir kavram olan “denge” kavramı bile, belli ölçüde değer yargısı içerir. Bu durumda sorunun iki yönü söz konusudur. İlk durumda, bilimsel ifadelerde tasvir edici sözcükler tercih edilerek, bunların gerisindeki bir değer yargısı bilimsel olgu gibi sunulmak istenebilir. İkinci durumda, kelimenin kendisi aynı zamanda hem tasvirci, hem de normatif anlam içerebilir; gerçek olguyu ifade etmek için başka kavram yerleşmemiştir. Her iki durumda da yanlışlıklardan kurtulmanın yolu, değer yargısını açıkça ve kesin olarak ortaya koymaktır. Çünkü açıkça belirtilmiş değer yargısını, kabullenme veya reddetme şansı herkese açıktır. Buna karşılık gizlice içerilen bir değer yargısına dayalı ifadeyi reddetmek bilimi reddetmek anlamına gelir. Oysa gizlenen değer yargıları bizi yanlış sonuçlara götürür. Ancak, bilimsel ifadelere aldığımız değer yargılarının açıkça belirtilmesi durumunda, kullanılan dille aktarılan gizli değer yargıları da önlenmiş olmaktadır. Bilimsel ifadelerdeki değer yargısı veya norm sistemlerinin açıkça ortaya konması için iki yöntem söz konusudur.

    • İlk yöntemde fikir ve düşüncenin ortaya konmasında sahip olunan değer yargılarının kişisel inançlar olduğu belirtilir. Bu durumda “benim inancıma göre” veya “benim düşünceme göre” şeklinde; ifadelerin bireyselliği ortaya konmaktadır. Böylece ifadelerin genel kabul görmüş bilimsel sonuçlar olarak sunulması önlenir.

    • İkinci yöntemde, kabullenilen değer yargısı ve normlar hipotez olarak ifade edilirler. Örneğin, “eğer gelişmiş A ülkesindeki gelir dağılımı adil olarak kabullenilirse, buna göre azgelişmiş B ülkesindeki fiili gelir dağılımının adil olmadığı ortaya çıkar." Bu tür bir ifadede kişisel tutum takınılamaz. Fakat burada seçilen ölçütün geçerliliğini kabul edip etmemek okuyucuya ve dinleyiciye aittir. Hipotetik bir ifadedeki değer yargısının, teleolojik yargılarla yakın ilişkisi söz konusudur. Daha önce değinildiği gibi, teleolojik analizlerde normatif sistemler, hipotetik bir amaca dönüştürülür. Bu amaçlara göre, fiili duruma ait ilişkiler sistemi içinde uygun araçların neler olabileceği araştırılarak bilimsel yargıda bulunulur.

    Değer yargılarının kişisel inanç veya hipotez şeklinde ortaya konması olanakları yanında bir üçüncü görüşe göre, bir kültür sistemi içinde kabul gören norm sistemlerinin bilimsel ifadelerde yer alması savunulur. Ancak, toplumların belli bir tarihi dönemde sahip olduğu kültür sistemi, diğer dönemlerden ve diğer kültür sistemlerinden farklıdır. Kültürel gerçekler görelidir. Ayrıca bilimsel açıdan bir kültürel gerçeği, genel geçerli norm sistemi olarak ortaya koymanın objektif bir yöntemi geliştirilmemiştir. Bu nedenle, kültürel norm sistemleri, yine yukarıdaki iki seçenekte olduğu gibi açıkça ortaya konulmalıdır.

    D. Farklı Toplum Yapılarında Değer Yargıları

    Görüldüğü gibi "değer"ler toplumsal yaşantıda ortaya çıkan; toplumsal süreçte insanların öğrenip özümsediği ve kuşaktan kuşağa aktardığı, "olması veya olmaması" gerekene ilişkin yargılardır.

    Bu özellikleri nedeniyle, "değerler" toplumsal bütünün alt sistemlerinden öncelikle kültürel alanla ilgilidirler. Değerler, toplumsal kültür öğesidir. Çünkü değerler geçmişten miras kalan ve öğrenilebilir olumlu veya olumsuz ortaya konan yargılardır. Ancak belli değer sistemleri, aynı zamanda toplumsal bütünün diğer alt sistemlerine ilişkin olarak ortaya çıkarlar. Dini değer yargıları uzun tarihsel süreç içinde görece fazla değişmeyen değerler olarak, kültürel alan içinde yer alırlar.

    Ancak diğer değerler yalnızca kültürel alanla sınırlı olmayıp; toplumsal bütünün diğer alt sistemleri olan, sosyal, politik, ekonomik ve teknolojik alanlarla bağlantılı olarak gündeme gelirler. Bu nedenle dar anlamda ilgili olduğu alt sistemin, geniş anlamda kültürel alanın değer sistemleridir. Örneğin ideoloji dar anlamda politik, geniş anlamda kültürel bir değer yargısıdır.

    Bu nedenle daha önce gördüğümüz değer yargılarını; toplumsal bütünün alt sistemleri bağlamına taşıdığımızda; aşağıdaki sistematiği ileri sürebiliriz:


    • Politik alanda, ideolojik değer yargıları

    • Sosyal alanda, etik değer yargıları

    • Ekonomik alanda, teleolojik değer yargıları

    • Teknolojik alanda, bilimsel değer yargıları

    yer alır.

    Ayrıca değer yargılarının toplumsal bütün içinde, kültürel alanın temel öğelerinden olan "dil" aracılığı ile; bir yandan yaşam deneyimi diğer yandan eğitim ve öğrenim süreçleri yoluyla bireylere aktarılır ve kazandırılır.

    Ancak her bireyin yaşam sürecinde kazandığı kişilik yapısında bu değerler sisteminin ağırlığı bir diğerinden farklı ölçüde ağırlık kazanır. Muhafazakar kişiler daha çok, dini ve etik değer yargılarının etkisinde kalırken; bireyci kişilik yapısı teleolojik; politize kişilik yapısı ideolojik değerlerin etkisini taşırlar. Diğer yandan toplumsal gelişmenin evrim süreci uzun dönemde farklı uygarlık düzeylerini gündeme getirirken; her bir uygarlık düzeyinin kendine özgü değerler sistemi oluşur.

    Konuyu bu açıdan ele aldığımızda değerler sisteminin uzun dönemde değişebilir olduğu ve farklı uygarlık ve kültür düzeylerinde farklı değerler sisteminin oluştuğu görülür.

    Bu anlamda tarım toplumunun söz konusu değerler sistemi ile sanayi toplumunun ve bilgi toplumunun değerler sisteminin birbirinden farklı oluştuğunu görüyoruz.

    Örneğin, sanayi toplumunun ekonomik alanında amaçlı insan davranışı, kendi bireysel çıkarlarını maksimumlaştırmaya yönelmiştir. Bununla uyumlu politik sistem de bireyin özgürlüğünü baz alan liberal ideoloji geçerlilik kazanmıştır. Bu öğelere bağlı olarak kapitalist sistemin kurumlaşması yaşanmıştır.

    Sanayi toplumunun politik sistemi, eşit ve özgür bireye dayalı örgütlenmede, politik güç yoğunlaşmasını dengelemek için, krallık sisteminden parlamenter demokrasiye yönelmiştir.

    Etik ve ahlak felsefesi alanında Kant'ın soyut ve bireyci ahlak kavramı; Bentham ve Mill'in yaracılığa dayalı mutluluk ve haz kuramları; nihayet Sartre' in, yaşamdaki kendi rolünü, kendinin özgürce belirlediği tezinden hareketle varoluşun özden önce geldiğini savunan varoluşçuluk kuramları bu dönemdeki ahlak anlayışını temellendirmeye yönelik bazı felsefi yaklaşımlardır. Ancak sanayi uygarlığı, kendi diyalektik etkileşimi içinde karşıt tezini üretmiştir.

    Kapitalizmin karşısına, sosyalizm ve komünizm alternatif bir sistem olarak çıkmıştır. Bu sistemde ekonomik alanda bireysel değil, toplumsal çıkar, ve politik alanda toplumcu-devletçi ideoloji dayalı; merkezden yönetimli sistem örgütlenmesi gerçekleşmiştir.

    Bireysel çıkarların izlenmesi "sömürü" olarak, değerlendirilip gayrı ahlaki olarak görülmüştür.

    Diğer yandan teknolojik alan özde değer yargılarından çok gerçek yargılarıyla ilgilidir. Çünkü teknoloji, doğaya egemen olma uğraşında, doğanın işleyişini değiştirmeye yönelik olduğu için bilimsel gerçek yargılarına dayalı olmak zorundadır. Teknoloji olması gerekenle ilgili değil, olanla ilgilidir. Bu nedenle teknoloji alanında, gerçek yargılar olarak bilimsel yargıların yer alması söz konusudur. Sanayi uygarlığının gerçek-bilimsel yargıları mekanik düşünceye bağlı olarak, doğanın işleyişine ilişkindir. Bilimsel yargılar, sanayi toplumu aşamasında "mutlak-bilimsel yasalar" şeklinde formüle edilmiştir. Bu nedenle sanayi uygarlığında bilim ve teknoloji doğanın kesin (mutlak) yasalarını keşfetmeye yöneliktir. Sanayi uygarlığında ortaya konan bilimsel yasalar, kesindir (deterministtir). Zaman ve mekandan bağımsız olarak geçerli yasalar şeklinde formüle edilmiştir.

    Bilimsel yasaların, mutlak geçerli yasalar olarak inanç sistemine dönüşmesi, bilimin ideoloji durumuna yani değer yargısına dönüşmesine yol açar. Diğer yandan teknolojinin, insan ve toplum için kullanımı sorunu da, gerçek yargısı değil, bir ahlak yargısı olarak karşımıza çıkar. Örneğin atomun insanlık yararına kullanılması için angaje olmak, etik değer olarak karşımıza çıkar. Bu durum teknolojik alanda gerçek yargılarının geçerli olmasından ayrı olan bir konudur.



    E. Bilgi Toplumunda Değer Yargıları ve Etik Değerler

    Sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçiş, sadece teknolojide değil, her alanda köklü dönüşümler getirdi. Bunun bir ifadesi olarak, Fukuyama (1992) "Tarihin Sonu" adlı bir kitap yazdı. Aynı şekilde J. Horgan (1996) "Bilimin Sonu" kitabında, ayrıca Felsefenin, Fiziğin, Kozmolojinin ve benzeri alanların sonundan bahseder. Çünkü, sanayi uygarlığında alışageldiğimiz bilimsel ve felsefi çözüm arayışlarının sonu gelmiş ve yeni bir çözüm arayışı devreye girmiştir.

    Yeni çözüm arayışları yeni bir "dünya görüşü" ve "yeni bir bakış açısı" yansıtıyordu. Mutlakçı (determinist), kesin, kesiksiz ve tek yönlü nedensellik ilişkilerine dayalı olarak olguları ve evreni kavramaya çalışan bakış açısı ve dünya görüşü olan mekanik düşünce ve mekanik dünya görüşü belli bir süreç içinde yerini yeni dünya görüşüne terk etti.

    Yeni bilimsel dünya görüşü, öncelikle Einstein'ın (1905) relativite teorisinde, sonraları Bohr ve diğerlerinin Kuantum teorisinde ve nihayet Kaos teorisinde kendini buldu. Bu yeni bilimsel paradigmada dünyanın algılanışı standart, kesin, tek düze değil; belirsiz, tesadüfi, kesikli ve kaotik olarak algılanmaya başladı. Bu paradigmal yaklaşımla kesin bilimsel yasalar üretmek mümkün değildi. Bu nedenle alışılagelmiş, mekanik bilim, felsefe ve toplum anlayışı terk edilip yerine yenisi konduğunda, eski bilim, nedensellik ve anlayışının sonu gelmiştir.

    Bilimde mutlakçı yasalar yerine artık olasılık yasaları geçerli oluyordu. Bu yaklaşım ve dünya görüşü zaman içinde topluma ve toplumsal bütünün alt sistemlerine yansıdı. Her alanda hızla devreye giren baş döndürücü yenilikler "yaratıcı yıkım süreci"olarak, "mutlak değerlerin" bile çözülme sürecine girmesine yol açtı.

    Bilimde, felsefede ve sanatta, kısacası dünyayı algılamada, kavramada çeşitlilik devreye girdi. Mutlakçı değerler aşınırken, "bilinmeyenin hükmü" yerine, insan yapısı kurumlar devreye girdi. Geleneklerin, insan kökenli olduğu ve bilgideki gelişme ile yenilenebileceği görüldü.

    Ancak bu süreçte, çeşitlenme, çoğulculaşma ve makro değerlerden daha alt mikro değerlere iniş, aynı zamanda çağdaş dünyanın kültür ve değer çeşitliliğini yarattı. Bu kültür ve değer çeşitliliğini eski bakış açısından ele aldığımızda, bir kültür ve değerler bunalımı olarak da algılamak mümkündür. İşte postmodernizm bu çeşitlilik üzerine oturmaktadır. Ancak bilgi çağının getirdiği yeni toplum düzeninde bilgi ile birlikte öne çıkan insan ve insani değerler oldu.

    Sanayi uygarlığı, doğanın algılanma ve açıklanmasında insan aklını, öne çıkarırken, insanların özgürlük ve eşitliğini vurgulamıştı. Bunu yaparken, insanoğlunu sosyal "bağımlılıklardan" çözebilmek için, bireyciliğe sarılmıştı. Bağımsız birey kendi özgür aklı ile karar verebilirdi.

    Ancak sanayi uygarlığı, bu özgür bireyi diğer yandan, mutlak geçerli gördüğü değer, ideoloji ve etik kurallarla "standart bireyler" olmaya yönlendirme gayreti içinde oldu. Bir elden getirdiği özgürlük hediyesini, diğer elden kapalı kapılar gerisine kilitliyordu.

    Oysa bilgi çağında, mutlakçı değer ve ideolojiler çözülürken, bu kez insani ve insana ait değerler ön plana çıkarıldı. Başka bir deyimle kapalı kapılar bu kez açıldı.

    Mutlakçı değerlerin çözülmesi, insanların değerleri terk ettiği anlamına gelmiyor. Aksine bilgi uygarlığının örgütlenme yapısına bağlı olarak, grupsal değerler, kurum kültürü veya grup kültürü olarak ön plana çıktı. Toplumsal bütünün mekansal yapılanmasında ise, yerel değerler önem kazandı. Yerel değerlerin önem kazanması, bazı ülkelerde mikro milliyetçilik olarak yerel çatışmaların gündeme gelmesine yol açtı.

    Bilgi çağındaki bu kültür ve değer çeşitlenmesi kültürler arası farkların çatışmaya yönelmesini gündeme getirirken; bu sorunun çözümü için; insanlığın sarıldığı yeni bir değer ise; farklı ve mikro değerleri bağnazca savunmak yerine, bunlara karşı "hoşgörü" göstermek şeklinde öne çıktı. Medeniyetler arası çatışmanın önlenmesi, hoşgörü kültürünün gelişmesine bağlı kaldı.

    Bilgi çağında "hoşgörü", bağnazlığı aşmanın, farklılıklara rağmen birlikte ve yan yana yaşamanın yöntemi konumuna geldi. Ancak hoşgörü sayesinde, farklı değerlere sahip kişi ve sosyal gruplar arasında, birbirini farklılığa rağmen "kabullenme" ve yan yana birlikte yaşamak gündeme gelebilmektedir.

    Bu tür bir hoşgörü anlayışı, Türk ve Osmanlı Toplum geleneğine yabancı değildir. Türk-Osmanlı geleneği hatta Selçuklu' dan beri, farklı ırk, kültür ve dinden olan kişileri birlikte yan yana yaşatma başarısı olarak hep var olageldi. Ancak buradaki farklı grupların kendi içinde kapalı gruplar olması, toplumsal düzeyde kısmi kapalı-çok kültürlülük (Erkan 2000) olarak gündeme geldi.

    Oysa ki, bilgi çağı toplumunda, farklı değer ve kültüre sahip, sosyal grup ve kurumların birbirine daha açık duruma gelmesi, karşılıklı etkileşim içine girmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Zira, birbirinin farklı kültür değerlerini tanımak yoluyla, kültürel yakınlık oluşmakta ve bu kültürel yakınlık sayesinde, işbirliği ve ortak çalışma şansı doğmaktadır.

    İşbirliği ve ortak çalışma; kurum, kişi ve sosyal grupları birbirine yakınlaştırarak ; toplumsal sinerjinin doğmasına hizmet etmektedir.

    Sanayi uygarlığı, insanlığın maddi-doğa üzerine egemenlik kurmasına odaklanmıştı. Bu nedenle doğal kaynakları sömürmeye ve sonuçta da onları tüketmeye yöneldi. Bu süreçte maddi gücü harekete geçiren temel öğe enerji idi. Oysa ki bilgi çağı, "insan odaklı" olarak örgütlenmiştir. Bu nedenle insanlar ve insan grupları arasındaki olumlu etkileşim yani sinerji yaratmak, enerji üretmenin yerine geçmiştir.

    Bu yüzden bilgi çağı, sinerji çağıdır. İnsanlar, kurumlar ve sosyal gruplar arasında sinerji yaratmak; farklılığa sahip birimlerin, birbirinin farklı kültürel değerlerini tanıyıp; hoşgörü içinde, onları kendisi için içselleştirmese bile, varlığını kabullenerek kültürel yakınlık kurması sayesinde gerçekleşmektedir.

    Kültürel yakınlığın kurulamadığı toplumsal ilişkilerde, sinerji yaratmak mümkün olamaz. Hatta, farklı değer ve kültürlerin çatışması, zıtlaşmayı güçlendirerek negatif sinerjiye yol açabilir.

    Bilgi çağında bilginin sağladığı yeni fırsatlar ve olanaklar insanların özgürlük alanını genişletmiştir. Genişleyen özgürlük alanı ile sinerjik etkileşimin bir arada varlığı, ancak özgürlüklerin sosyal sorumluluk bilinci içinde kullanımıyla mümkündür.

    Zira, özgürlüğün sınırsız ve bireyci kullanımı Karl Popper'in belirttiği gibi özgürlük paradoksuna yol açar. sınırsız özgürlük, başkalarının özgürlüğünü yok ederken, kendi kendini yok etmiş olur. Bu nedenle bilgi çağının özgürlüğü, sosyal sorumluluk içinde kullanılması gereken bir özgürlüktür. Ancak "sosyal sorumluluk" bilinci ile kullanılan özgürlüğün sinerji yaratma şansı vardır. Bu durumda "sosyal sorumluluk" bilgi toplumunun temel değerlerinden birisi olmaktadır.

    Özgür, özerk ve bağımsız bireyler; başkaları tarafından değil, sosyal sorumluluk ve birlikte yaşamanın getirdiği sorumluluk duygusu ile kendi davranışlarını belirlemek durumundadır.

    Sorumsuz özgürlük insanlığın yok olmasına yol açabilir. Ancak sosyal sorumluluk bilinciyle beslenen özgürlük insanlığın hizmetine sunulmuş olabilir.

    Bilgi toplumunda, bilginin insanla ve insan düşüncesiyle ilgili olması, insanı toplumsal bütünün odak noktasına taşıdı. Bu durumda insan bizzat kendisi ve insana ilişkin değerler toplumun temel değerleri olarak ön plana çıktı. Öncelikle insan olmanın getirdiği temel değerler olarak "insanın varlığı" ve bu varlığın korunması bir temel değerdir. İnsan varlığının korunması, diğer insanlarla kavga yerine uzlaşmadan geçer. Bu nedenle "uzlaşma" bilgi çağının bir diğer temel değeridir.

    Uzlaşma yerine kavganın ve savaşın seçilmesi durumunda insanın varlığı tehlikeye girer. Bu nedenle uzlaşma, insan varlığının güvence altına alınması için, gerekli temel değerlerden birisidir. Bu nedenle uzlaşma,bir diğer temel değer olan barışa hizmet eder.

    İnsanın varlığı ile birlikte, toplumsal yaşam süreci içinde oluşan "kişiliği ve onuru" bir başka önemli değer sistemidir.

    Bu nedenle insan kişiliği ve onurunun korunması, insan hakları şeklinde belirlenen hukuk normlarıyla güvence altına alınmaktadır. Bu nedenle çağdaş anayasalar, insanın daha doğuşundan itibaren, vazgeçilmez, devredilmez haklarını, temel hak ve özgürlükler olarak temel hukuk değerlerine dönüştürmüştür. Bu yüzden insan hakları, küresel bir değer olarak öne çıkmıştır.

    İnsanın fiziki varlığı yanında, sahip olduğu, psikolojik ve kültürel değerleri ile maddi varlıklarının güvence altına alınması gerekir. Bu durum "güvenlik" amacının da temel bir değer sistemi olarak gelişmesine yol açmıştır. İnsanlar, kendi canı dışında, sahip olduğu maddi ve kültürel öğelerle birlikte güvenlik içinde yaşamak ister. Bu nedenle, sahip olduğu maddi ve kültürel öğelerin, kendisiyle birlikte korunması, onun güvenliği, bir başka deyimle gelecekteki özgürlüğüdür. Bu nedenle insan; sahip olduğu temel hak ve özgürlükleri maddi ve manevi değerlerini koruyarak yaşamak isterken; bu isteğin gerçekleşmesi ancak güvenlik amacından geçer.

    Ne var ki "güvenlik" sadece polisiye güvenlik değil; bunun ötesinde sağlık sistemini de kapsayan sosyal güvenlikten geçer. Ancak bilgi çağında sosyal güvenlik, sanayi uygarlığındaki gibi, sadece devletin sunduğu bir hizmet değil; daha çok bireyin kendi katkısı ile birlikte ilgili olduğu kurum tarafından sağlanmak durumundadır.

    Devlet; ise bu sistemin düzenlenişi, işleyişi, yetersiz kaldığı noktalarda takviye edilmesiyle sorumludur.

    Karmaşıklaşan ve çeşitlenen dünyamızda sosyal güvenlik herkes için zorunludur. Bu nedenle "herkes için sosyal güvenlik", insanı korumanın ve güvence altına almanın temel öğelerinden birisi durumuna gelmiştir.

    Tüm sahip olduğu maddi ve kültürel değerleriyle birlikte kendini güvende hisseden insanın, bilgi çağının örgütlenme yapısı içindeki hedefi başarıya odaklanmaktır.

    Bilgi çağının toplumsal örgütlenmesi, bilginin akışkan özelliğini işlevselleştirmeye yöneliktir. Bu nedenle bilginin insanlar arasında paylaşımına dayalı olduğu için örgütlenmenin bir ağ-sistemi (network) şeklinde olması kaçınılmazdır.

    Bu nedenle, tüm toplumsal süreçlerin ağ sistemine uygun biçimde örgütlenmesi gerekir.

    Bu durumda, ağ-sistemini oluşturan birimler de kendi içinde yine bir birime bağlı bir ağ ilişkisi gibi birbiriyle ilinti ve etkileşim içinde bulunmak durumundadır. Başka bir deyimle her kurum kendi içinde orkestra tipi bir örgütlenme yapısına sahip olmalıdır. Orkestra içindeki her bireysel birim ise birbirini tamamlamak durumundadır. Bu durumda birbirini tamamlayan birimler arası etkileşim sinerji yaratarak, kurumun daha üst başarıya yönelmesini sağlamaktadır.

    Orkestradaki birinin başarısızlığı, tüm orkestranın başarısızlığı olacağı için, orkestrada herkes en iyi olmaya yönelmek durumundadır. Ya da herkes kendisi yüzünden tüm orkestranın başarısız olmasını göze alamayacağı için sosyal sorumluluk hissedecektir. Bir öğenin aksaması yüzünden orkestrayı başarısız kılmamak için, her birey ellerinden gelen yardımlaşmayı devreye sokma sorumluluğuna sahiptir.

    Böylesi bir ortamın yarattığı kurum kültürü, örgütü ve bireyleri ortak başarıya yönlendirmektedir. Bu nedenle, bilgi çağında sanayi toplumundaki gibi, bireysel (kişisel) başarı değil; ortak başarı önem kazanmaktadır.

    Kısacası, bilgi toplumunda insanlar işbirliği içinde ortak başarıya motive olmak durumundadır. Bu yüzden, başarı özellikle de, dayanışma içinde ortak başarı, bilgi çağının temel değerlerinden birisidir.

    Başarısı ile insanın kendini kanıtlaması ve kendini gerçekleştirmesi Maslow’un ihtiyaç hiyerarşisinde en üst değerler olarak yer almaktadır.

    Bilgi çağında insan ve kurumların kendini kanıtlama ve gerçekleştirme ihtiyacı, bilgi üretiminden, yani yeniliklerden geçer. Bu nedenle “yenilikçilik” ve “yenilik değeri” bilgi çağında bir başka önemli değerdir. Yenilikçi insan için; eğitim sisteminin “yaratıcı” insan yetiştirmesi gerekir.

    Ayrıca insanların,”geçmiş değerlerden” çok “gelecek değerlere” odaklanması gerekir. Bu durumda bilgi çağında zaman değeri değişmiştir.

    Bilgi çağında, kesikli zaman değil; geleceğe uzanan bir “zaman süreci” dikkate alınır. Bu yüzden yaratıcı insanlar gelecekteki bir hedefe odaklanırlar. Bu durum her insan ve kurumun belli “vizyon” ve “misyon” değerleri edinmesini gerektirir.

    Bilgi çağının insanı, bu özelliği nedeniyle tutucu kültürel değerler yerine, yenilikçi, açık ve esnek kültürel değerlere sahip olmaktadır. Bilgi çağında yenilikler sadece üretim sürecine ilişkin olmayıp, yaşamın tüm alanlarında geçerlidir. Bu nedenle teknoloji sadece makine ve araçlarla sınırlı değildir. Teknoloji, yeni bir yöntem veya düşünce, fikir olabilir.

    Bu nedenle bilgi çağı teknolojisini, doğa ve yaşama uygulanabilir olan organize (bilimsel) bilgi olarak tanımlıyoruz. Makine ve aletler bu süreçte araç görevi üstlenirler. Asıl olan bunları içerdiği düşünce ve fikirdir.

    Bu şekliyle bilgi çağında teknolojik yenilik, bilimsel yöntemlerle üretilen ve uygulanabilirliği olan bilimsel bilgidir. Yeni bilimsel bilgi, olmayanı düşünmeye yönelik olduğu için, insanın hayal gücü ve duygusal zekası, bu kez geçmişteki değerlerin tahakkümünden kurtulup; gelecekteki yeni bir olguyu yaratmak üzere özgürleşmiş bir düşüncedir. Bu nedenle bir yandan kendisine hata yapma şansı tanır, bir yandan da yaratıcılığın gereği olan farklı bakış açısı ve özgürlük ufkunu kullanır.

    Kısacası bilgi çağında yenilik ve yaratıcılık, bilimsellikle birlikte yeni değerler olarak gündeme gelir.

    Bilgi çağının insan merkezli yaklaşımına paralel olarak genetik bilimi ön plana çıktı. Bu yüzden insan ve canlılarla ilgili pratik etik değerleri gündeme geldi. Örneğin, insan, insani değerler ve insan haklarıyla birlikte, insan onurunun korunması ve işkence ile mücadele pratik etik etik sorunlar olarak ön plana çıktı. Sadece insanların değil, diğer canlıların korunmasına yönelik toplumsal hareketler başladı. “Hayvan severlik” ve hayvanların korunması, eskiye göre daha çok gündeme gelir oldu. Bu olayın bir yönü nesli tükenmekte olan canlıların korunmasına yönelik olurken, bir diğer yönü sokak hayvanlarının korunmasından kürk hayvanlarının korunmasına kadar uzanan pratik etik sorunları gündeme taşıdı.

    Diğer yandan toplumsal sorumluluk duygusu, “savaşa karşı” kitle hareketleri ile yoksulluğa karşı mücadelede yeni etik tavırların daha bir ön plana çıkmasına yol açtı. Yoksullukla mücadelede gelirin ve zenginliğin dağılımı giderek ahlak sorunu olmaya başladı. Savaş haklı bir savaş olsa bile, savaş sırasında uygulanacak normlara ihtiyaç gösterdiği gibi sivilleri savaşın dışında tutma ihtiyacı yeni ahlaki değerler olarak öne çıktı.

    Kürtaj ve ötenazi gibi konular giderek toplumsal etiğin yoğun tartışma konuları olurken, toplumda bu konularda hukuk normları oluşturma yoluna girildi.

    Genetik bilimindeki gelişmeler insanın, kendine ve doğaya karşı sorumluluk değerleri ile etik değerlere sahip olması gerektiğini bize gösterdi. Teknoloji ve bilimdeki başdöndürücü sınırsız gelişmelerin, etik değerlerle kontrol etmeye ihtiyaç gösterdiği görüldü. Zira bilim adamlarının genlerle oynayarak, insanlığı nerelere sürükleyebileceği, insanları ürkütürken, bilimin insanlığın hizmetinde olacak biçimde kullanılması ve bilim adamının bu konuda sosyal sorumluluk sahibi olması gereği ortaya çıktı.

    Sanayi uygarlığının doğayı tüketmeye yönelik üretim sürecinin doğal kaynakları yok olma sınırına taşırken, doğa ve çevre değerleri bilgi çağında önem kazandı. Bu nedenle doğayı korumaya yönelik yasal normlar geliştirildi. Ayrıca bugünün insanının sadece kendine karşı değil, aynı zamanda gelecek kuşaklara karşı sorumluluğu hatırlatıldı. Çünkü yaşadığımız dünyanın dünkü kuşaklardan bize miras kalmaktan çok, gelecek kuşaklardan ödünç aldığımız vurgulandı. Bu yüzden çevre değerleri, diğer değerlerle birlikte bilgi çağının değerleridir.


    Yüklə 128,17 Kb.

    Dostları ilə paylaş:
  • 1   2   3




    Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
    rəhbərliyinə müraciət

    gir | qeydiyyatdan keç
        Ana səhifə


    yükləyin