Ta’addüd-i zevcât yani birden fazla kadınla evlenme meselesinin Osmanlı Devleti’ndeki uygulanışı nasıldı?
İslâmiyet birden fazla evliliği ilk defa ortaya çıkarmış değildir. Poligami, daha önceden çeşitli toplumlarda ve hukuk sistemlerinde vardır ve vahşî bir şekilde uygulanmaktadır. İslâmiyet bu tür hükümleri, birden bire kaldırmak insan yaratılışına aykırı olduğu için, tadil etmiştir. Birden fazla evlenme İslâm’dan evvel de vardır; hem de vahşî bir şekilde vardır. İslâmiyet bu vahşî tarzı medenî kalıblar içine çekmiştir. Yani İslâm Hukuku bir kadınla evlenme imkânını dörde çıkarmamış; belki sekiz dokuz kadınla evlenmeyi, belli şartlar altında dörde indirmiştir. Bu şartlara uyulmadığı takdirde, cezâ’î müeyyideler getirmiştir.
Soru: Poligami batıda farklı anlaşıldığı ve kullanıldığı için bu ifadenin doğru olmadığı?!.
M. F. Gülen: Doğrudur, batılıların ürettikleri bazı kelimeler esasen kendi kültürlerinin içinden olan şeydir, kendi tarz-ı telakkileri, kendi anlayışları, kendi felsefelerine göre bir şey olabilir bu. Bizimkisi taaddüt-ü zevcattı. Fakat şimdi onlar öyle dedikleri için biz de öyle kullanıyoruz, belki nüanslarıyla meseleler ele alınınca, yabancı bir kelime olarak da, bizim taadüd-ü zevcat dediğimiz meseleye uygun kelime bulmak lazım. Aslında “poligami” erkek ya da kadın her ikisinin de çok eşliliğini ifade için, bir de çok eşlilikte sınır olmamasının ifadesi olarak kullanılıyor. Bizdeki teaddüd-ü zevcât’ın karşılığına en yakın kelime poligami değil de polijini kelimesi olsa gerek. Polijini erkeğin çok eşliliğini ifade ediyor.
İslâmiyet, çeşitli yollarla tek kadınla evliliği ideal olarak görmektedir. Ancak zaruri olan hallerde birden fazla kadınla evlenmeyi de ruhsat vermektedir. Osmanlı Devleti’nin son zamanlarda kabul ettiği görüş esas alınarak, evlenme akdi sırasında birden fazla evlenme yasağı getirilebilir. Bir kısım İslâm hukukçularının görüşleri esas alınarak evlenme akdi sırasında kadın “üzerine evlenmemek ve evlendiği takdirde kendisi ve ikinci kadın boş olmak” şartını koşabilmektedir. Bu durumda, evlenme akdi sırasında, birden fazla evlenmeyi ortadan kaldırmak mümkündür.
M. F. Gülen: Kadının kullanacağı kozlar bunlar. Sonra talakı kendi üzerine alma da var. “Ben istediğim zaman boşanırım” deme hakkı da vardır. O da eşini tehdit eder bir yönüyle, tesir altına alır. Bunun gibi şarta ta’lik edilmiş nikahlar olabilir.
Diyelim ki, birden fazla kadınla evlendiniz. O zaman İslâmiyet’in kasm müessesesi adı altında düzenlediği hükümlere uymak mecburiyetindesiniz. Kasm, kocanın hanımları arasında, yemede, içmede, giyinmede, barınmada ve karı koca hayatında tam olarak adaleti temin etmesi demektir. Her hanımına ayrı ev tahsis edecektir. Şer’î mesken, mutfağı, tuvaleti ve müstakil yatak odası bulunan ev demektir. Diğer ihtiyaçlarını da eşit olarak temin etme mükellefiyeti vardır.
Hz. Peygamber’in şu hadisi de bu manayı pekiştirmektedir: “iki karısı olup da aralarında adalet temin edemeyen koca, kıyamet gününde bir yanı felç olarak haşr olur”.
Osmanlı ailesinde birden fazla evliliğin oranı nedir, çocuk sayısı ne kadardır, kız-erkek çocuk sayısı oranı nedir, birden fazla evlilik hangi amaçlarla yapılmaktadır, mirasçıların durumu nedir gibi konulara açıklık getiren pek az araştırma bulunmaktadır.
Bu gibi suallere cevap veren kaynaklar, Osmanlıdan bize intikal eden belge ve defter koleksiyonları arasında bulunmaktadır. Özellikle Osmanlı mahkemelerinde kadıların tuttuğu ve adına “Kadı Sicilleri” denilen defter koleksiyonları içinde “Tereke Defterleri”, Osmanlı aile yapısı ile ilgili en önemli ve güvenilir kaynağı oluşturmaktadır. Çünkü bu defterlerde aile nüfusu, ailenin niteliği ve niceliği konularında bilginin verilmesinde hukukî zorunluluk vardır.
İlgili ayette geçen şartlı izne bağlı olarak diğer Müslüman toplumlarda olduğu gibi Osmanlı toplumunda da birden fazla evliliklere rastlanılmaktadır. Ancak çok evlilik açısından Osmanlıya baktığımızda bu tür evliliğin yaygın olmadığı, belirli oranlarda kaldığı görülmektedir.
Osmanlı toplumu içerisinde kişileri çok evliliğe iten sebepler kadını istismar üzerine kurulu gayrı ahlakî gerekçelere dayanmamaktadır. En başta nesebin devamlılığını sağlama ve çocuk sahibi olma isteği kişileri ikinci evliliğe iten sebeplerdendir.
Yazarın 20 sicil üzerinde yaptığı incelemede 2670 kişiden 1728’inin vefatları anında evli olduklarını tesbit ediyoruz. Bunlardan 486’sını kadınlar, 1242’sini erkekler oluşturmaktadır. Erkekler içerisinde 1147 kişinin l’er, 84 kişinin 2’şer, 7 kişinin 3’er, 4 kişinin ise 4 eşi bulunmaktadır. 1147 kişinin (%92.35)
Ömer Lütfi Barkan’ın benzer kaynaklar üzerinde yaptığı incelemelerde de aynı sonuçlara ulaşılmıştır; 1516 erkekten 1407 (%92,8)’sinin tek kadınla evli olduğu tesbit edilmiştir. Aynı incelemede 103 erkeğin 2’şer, sadece 6’sının 3’er eşle evli oldukları görülmektedir. Bursa, Ankara ve Anadolu’nun muhtelif şehirlerine ait tereke kayıtları incelenerek varılan sonuçlar da birbirine yakındır.
M. F. Gülen: Bu türlü incelemeler güzel, bunlar makale halinde de yazılabilir. Karalamalara karşı cevap olur.. birisine ciddi şekilde de yazdırılabilir.
Medeniyet-i İslâmiye Tarihi adlı eserin müellifi Corci Zeydan ise, birden fazla evliliğin oranını bütün Müslüman toplumlara teşmil ederek %5’i geçmediğini belirtmektedir.
Yukarıdaki rakamlar bize Osmanlı toplumunda poligaminin (çok evliliğin) yaygın olduğu şeklindeki kanaat ve düşüncenin ne kadar isabetsiz ve kasıtlı olduğunu göstermektedir. Bugün Osmanlı insanının ve yöneticilerinin zevk ü sefa peşinde koşan, kadını bir zevk ve eğlence metaı olarak kullanan hedonist insanlar olarak lanse edilmesini şaşkınlıkla karşılıyoruz. Halbuki Osmanlı aile yapısı İslâm aile yapısının bir yansıması olarak tarihe mal olmuştur.
Osmanlı’da “Kadının boşanma hakkı var mıdır?” denirse, bu sorunun cevabı evettir. Ancak erkeğinkine göre belli şartlara bağlanmıştır. Şu dört halde kadın da boşanma yetkisine sahiptir.
1- Erkek, karısına boşanma yetkisi verebilir. “Tefviz-i talâk” denilen bu müessese, fıkıh kitaplarında uzun uzadıya anlatılmıştır. 2- Kadın, evlenme akdi yapılırken, boşanma hakkının kendisine de tanınmasını şart koşabilir. Hukuk-u Aile Kararnamesi, bu görüşü kanunlaştırmıştır. 3- Kocanın cinsî iktidarsızlığı, akıl hastası olması veya bulaşıcı hastalıkları bulunması gibi evlilik hayatını çekilmez hale getiren sebeplerin varlığı halinde, kadın, evliliğin sona erdirilmesi için hâkime başvurabilir. Hâkim de karı-kocayı ayırır. Buna “tefrik” adı verilir. 4- En önemlisi ve hukuk tarihimiz boyunca en çok tatbik edilen bir usul de karı-koca’nın karşılıklı rızâ ile ayrılmalarıdır. Buna “muhâla’a” adı verilir. Karı ile koca arasında eski tabir ile “hüsn-i muaşeret” bulunmadığı ve evlilik hayatı çekilmez hale geldiği zaman, Kur’ân’ın tavsiye ettiği “muhâla’a” yoluna başvurulur. Osmanlı Devleti zamanında tutulan Şer’iye Sicilleri tetkik edildiği zaman, evliliğin sona erme hallerinde, bu şekilde ayrılmanın % 60’a varan bir paya sahip olduğunu görüyoruz.
Mîrî arazi ne demektir? Osmanlı ülkesinde bütün arazinin mâlikinin Padişah olduğu iddiası doru mudur?
Müslüman bir devlet savaş yoluyla bir toprağı fethettiği zaman, fethedilen arazinin hukukî statüsünü tesbit hakkı ülül-emre aittir. Dilerse Müslüman gazilere tevzi’ ve temlik eder; o zaman arazi, öşür arazisi olur. Dilerse gayr-ı müslim ahalinin elinde bırakır; o zaman arazi haracî arazi olur. Ve dilerse de çıplak mülkiyetini (rakabesini) devlet hazinesine bırakır; tasarruf hakkını da kamu yararının gerektirdiği şekilde tanzim eder. Bu durumdaki arazi, öşür, yahut haraç arazisi değildir. Aslı haracî arazidir. Ancak sahiplerine temlik olunduğu takdirde, miras sebebi ile parçalanarak verimi azalacaktır ve haraç tahsili zorlaşacaktır. Bu sebeple arazinin rakabesi beytülmala alı-konulmuş; tasarruf hakkı, ariyet veya kira yoluyla re’âyâya verilip işletmeleri sağlanmıştır. Re’âyâ öşür adıyla harâc-ı mukasemesini ve Osmanlı Devleti’nde ise, çift akçası adıyla harac-ı muvazzafını verirler. Arazî, mülkleri değildir. İşte rakabesi beytülmala alıkonulan ve tasarruf şekli devletçe tanzim olunan bu çeşit araziye araziy-i mirîye (mirî arazi), arâzî-i memleket veya arâzî-i beytülmal denilir. Irak arazisi, Hanefiler dışındaki mezhep hukukçularına göre bu kabildendir. Ancak onlar bu çeşit araziye “Müslümanlara vakıf adını vermektedirler.
Beytülmal arazisi, memleket arazisi yahut Osmanlı döneminde mirî arazi denilen hazine arazileri, Hz. Peygamber devrinden beri vardır. Osmanlı Devleti’ne kadar gelen Müslüman Türk Devletlerinde, beytülmal arazisinin tasarruf şekli ikta’dır. Osmanlı Devletindeki tımar müessesesi iyi tetkik edilirse, bazı farklarla Hz. Peygamber zamanından beri var olan ikta’ muamelesinin gelişmiş bir şekli olduğu görülür.
Yapılan bu izahlar göstermektedir ki, Osmanlı topraklarında bulunan beş çeşit araziden biri olan mirî arazi, Padişaha ait mülk arazi demek değildir. Belki devlet hazinesine ait arazi manasınadır. Dolayısıyla Osmanlı Devleti’nde ve hatta Selçuklu Devletinde bütün toprak Padişahın mülküdür şeklindeki iddia, İslâm Hukukunun ve mirî arazinin statüsünün bilinmemesinden kaynaklanmaktadır. Bu iddiayı ileri sürenler, sadece beğlik demek olan mîrî kelimesinin sözlük anlamından yola çıkmışlardır.
“İslâm Devletinde, beytülmala ait mallarda tasarruf ve velayet hakkı, halife ve sultânlara aittir. Bunun sebebi, mülkiyetin sultân ve halifelere ait olması değildir. Belki sultân ve halifelerin, yeryüzünde Mâlik’ül-mülk olan Allah’ın halifesi ve vekili olmaları ve yeryüzünde fesâd ve kargaşayı önlemek üzere kendilerine bu husûsda tanzim ve tevzi’ yetkisi verilmesidir”
Osmanlı Devleti, zina suçunun cezası olan recm, hırsızlık suçunun cezası olan kat’-ı yed yani el kesme gibi had cezalarını uygulamış mıdır?
Osmanlı Devleti’nde, uygulamadaki bazı aksaklıklara rağmen, itirazsız kabul edilen ve değiştirilmeyen suç ve ceza grubu, had suçları ve cezalarıdır. Bu çeşit suç ve cezalarda tam anlamıyla kanunilik ilkesi geçerlidir. Şeriatın tarifine az da olsa uymadığı an, had cezaları uygulanmaz. Suçlara da cezalara da had tabiri kullanılmaktadır. Had cezalarını gerektiren suçlar yedi tanedir: Zina, iffete iftira (kazf), içki içmek (şirb), hırsızlık (sirkat), yol kesme (hirâbe=kat-ı tarik), dinden dönme (riddet) ve isyan (bağy).
Had cezalarının en önemli özelliği, en küçük bir şüpheden sanığın yararlanması ve daha önemli olanı da, isbatının çok ağır olmasıdır. Bu şartlar yerine gelmediği takdirde, had cezaları değil, ta’zîr cezaları uygulanacaktır. Mesela Zina suçu üç şekilde sabit olur: Birincisi, tam ehliyetli, Müslüman, erkek ve dürüst dört şahidin bizzat gördüklerini beyan etmeleriyle sabit olur ki, bu çok zor bir yoldur. Ayrıca zaman aşımına da uğramaması şarttır, ikincisi, zina edenin dört defa zina suçunu ikrar etmesidir. Üçüncüsü; karinelerdir. Evli olmayan bir kadının gebe kalması ile de zina suçu sabit olur.
Böylesine zor şartlarla isbat edilebilen ve en küçük bir şüphe ile bertaraf edilen zina haddinin uygulaması da çok az olmuştur. Osmanlı hukuk tarihinde her zaman zina haddi kabul edilmiş, ancak uygulaması pek nadir vuku’ bulmuştur. Suçun teşekkülü ve isbatı için aranan şartlardan biri olmayınca ta’zir cezaları gündeme gelecektir.
Yaptığımız araştırmalar, bütün Osmanlı tarihi boyunca uygulanan recm cezasının iki elin parmaklarından daha az olduğudur.
M. F. Gülen: Tarihte 2-3 defa olmuş diyorlar. Şartları da çok ağır bir mesele. Mahrem bir mesele.. Dört kişinin gözle gördüklerini söylemeleri şart.. bir insanın Maiz ve Gamidiyeli kadın gibi çıkıp gelip kendilerinin ısrarla dört defa itiraf ettikleri anlatılır.. vazgeçirilebilir, gitme falan diyebilirler, yani olmuş olabilir de o mesele… Bunlar yine azlığa delalet ediyor. Hamilelik mevzuu, düşürme şeklinde de olabilir. Yani bir yönüyle dediği doğru orada. O mevzuda kanunları uygulama açısından kararlı durmuşlar. Fakat şartların ağırlığı böyle çok üzerine düşmemişler. Devr-i Risalet Penahi’de bütün o asırda üç tane hadise var. Üç hadise var, bir Maiz’le Gamidiyeli kadın, bir de gelip itiraf ediyor oğluyla, Efendimiz de Üneys’i gönderiyor, itiraf ederse recmedilecek.. itiraf ederse.. etmeyebilir. Ama gasp çok olmuş olabilir, devr-i risalet penahide de iki tane hadise var. Mülaane orada da.
Soru: Günümüzde bu şer’i recmin uygulama imkanının olmaması itibarıyla, bu tür günahı işleyen insanlardaki tevbe ve nedamette böyle bir talep mümkün değil, o zaman doğrudan Allah’a yönelip tevbe mi etmeleri gerekiyor?
M. F. Gülen: Evet, tevbe edecekler. O zaman da tevbe edebilirlerdi. Tevbe edebilirlerdi, fakat vicdanları rahat etmiyor. Maiz’in nedameti Müslim-i Şerif’te detaylı anlatılıyor: “Hadd-i şer’iyi uygulamak suretiyle beni temizle” diyor. Vicdanı öyle rahat edecek.. üç defa geri gönderilmesine rağmen o ısrar ediyor. Dört demesi meselesi ondan, dört şahit yerine dört tane itiraf gibi.
Mesela, 929 tarihli bir mahkeme ilamı Kanuni devrinde recmin tatbik edildiğini gösterdiği gibi, 1091 yılında da hem de Padişahın huzuruyla bir recm cezası uygulanmıştır.
Osmanlı hukuk tarihi boyunca, hadd-i sirkatin de uygulandığını, şer’iye sicillerindeki karar örneklerinden öğreniyoruz.
M. F. Gülen: Asrı-ı saadette iki tane hadise biliyorum.
Osmanlı Devleti’nde azınlıklara tanınan hakları kısaca özetler misiniz? Neden azınlıklara bazı elbiselerin giyilmesi ve evlerinin yüksek binası müsaadesi verilmiyordu?
Osmanlı Hukukunda, İslâm ülkesinde ikâmet eden insanlar, dinlerine ve tâbi oldukları devlete göre üç ana gruba ayrılırlar:
1) Müslümanlardır. 2) Zimmîlerdir. Yani Müslüman olmadığı halde, zimmet akdi ile İslâm ülkesinin hâkimiyeti altında yaşamayı kabul eden ve İslâm ülkesinde devamlı ikâmet hakkına sahip olan insanlardır. 3) Müste’menlerdir. Bu, kendilerine geçici olarak İslâm ülkesine girme ve ikâmet etme izni verilmiş olan yabancı gayr-ı müslimlere denir.
Hem Selçuklu ve hem de Osmanlı Devletinde,Müslümanlara tanınan hak ve hürriyetler, zimmî denilen gayr-i müslim vatandaşlara da, bazı istisnaların dışında tanınmıştır. Tanzîmât ve Islâhat fermanlarıyla, hak ve hürriyetlerin yeni yeni tanındığı şeklindeki iddia, Avrupalıların kuru bir iftirası ve bizdeki tarihi bilmeyenlerin de buna, bilerek veya bilmeyerek aldanmasından başka bir şey değildir. Zira Müslüman Türk Devletleri, kendilerine, “Bize tanınan haklar onlara da tanınır; bize yüklenen ö-devler onlara da yüklenir” şeklindeki hadisi, esas olarak kabul ve tatbik etmişlerdir.
Zimmîler, İslâm ülkesinin vatandaşı olduklarından kamu hizmetlerine girme hakkına sahiptirler. Din ile bağlantısı bulunmayan alanlarda zimmîler de kamu görevlisi olabilmektedir. Bu kaidenin tek istisnası, zimmîlerin devlet başkanlığı, ordu komutanlığı, valilik, sancak beyliği, sadâret ve kadılık gibi, hâkimiyet hakkını kullanma manasını ifade eden görevlere getirilemeyişleridir. Osmanlı Devletinde durum böyledir. Tanzîmât’tan sonra bazı zimmîlere bakanlık görevi bile verilmiştir.
Zimmîler şahsî hak ve hürriyetlerden tıpkı Müslümanlar gibi yararlanmışlardır. Bunlar için de bazı cüz’î sınırlamalar dışında, seyahat hürriyeti, şahsın dokunulmazlığı ve mesken hürriyeti gibi hak ve hürriyetler vardır.
Zimmîlere din ve vicdan hürriyeti de meşru dairede tanınmış ve tatbik edilmiştir. Osmanlı hukukunda zimmîlerin dinleri ile baş başa bırakılmaları, İslâm’dan alınan temel bir prensiptir. Ancak İslâm hâkimiyeti ile bu hürriyetleri dengelemek için bazı kayıtlamaların getirildiği de inkâr olunamaz. Evvelâ, İslâm devletler hukukuna göre, sulh yolu ile fethedilen ülkelerde mevcut olan zimmîlerin ma’bedlerine dokunulmaz, ancak yenilerinin inşasına da izin verilmeyebilir. Savaş yoluyla fethedilen topraklarda ise, İslâm devletinin reisi, âmme maslahatına dayalı bir takdir hakkına sahiptir. İsterse, eskileri de yıktırabilir.
Bu şer’î hükümlere rağmen, Fâtih Sultân Mehmed’in savaş yoluyla fethettiği İstanbul’daki kiliselerin bir kısmını olduğu gibi bırakması, Müslüman Türklerin din ve vicdan hürriyetine verdiği önemi göstermektedir. Ebüssûud, bunu fetvasında belirtmiştir. Yine Fâtih Sırp Kralı Brankoviç’e Macar Kralı’nın “Sırbistan’ın her tarafında Katolik kiliseleri tesis edeceğim, Protestan kiliselerini yıkacağım” dediğini bile bile, eğer devletime itaat ederseniz, her camiinin yanında bir kilise inşâ edilecek; buralarda herkes kendi Halikına ibâdet edecek” cevâbını vermiştir. Saniyen, Zimmîler, haç ve çan gibi dini sembollerini, ma’bedleri içinde izhâr edebilecekleridir. Ancak Müslümanların sakin oldukları şehirlerde, ma’bedleri dışında izhar edemeyeceklerdir. Bu sembollerini reklam ve propaganda için asla kullanmayacaklardır. Kendilerine has mekteplerinde, çocuklarını eğitme ve dinlerini öğrenme hakkına sahiptirler. İstanbul’daki okulları bu hürriyetin canlı şahitleridirler.
Zimmîlere, devlet bütçesinden finanse edilen kamu hizmetlerinden yararlanma, bazı istisnalar dışında sosyal güvenlik kurumlarından istifade etme ve çalışma hakkı da tanınmıştır.
Aile ve miras hukukuna ait inanç farklılığından doğan bazı müesseseler dışında, zimmîler, tamamen Müslümanlar gibidirler. Yani akideye dayanmayan konularda, Müslümanlar gibidirler. Yani akideye dayanmayan konularda Müslümanların tabî olduğu hükümlere tâbi’dirler. Şer’iye sicillerini tetkik edip de, Yorgi yerine Ahmed’in ve İzak yerine Mehmed’in mahkûm edildiğini görenler, bu esasların satırlarda kalmadığını müşahede edeceklerdir.
Osmanlı Devleti’nde azınlıkların görev ve yükümlülükleri nelerdi?
Evvelâ, belli şartları taşıyan şahıslardan alınan cizye vergisi karşılığında, zimmîler, askerlikten mu’âfdırlar. Yani cizye vergisi aslında ek bir mükellefiyet sayılmaz. Saniyen, arazilerinden haraç denilen bir vergi vermekle mükelleftirler. Sâlisen, gümrük vergisinde zimmîlerden alınan nisbet Müslümanlarınkinden fazladır. Ancak kapitülasyonlarla bu nisbet çok düşürülmüştür. Bunlardan başka zimmîlerin bazı vecibeleri daha vardır. İslâm’a hakaret sayılabilecek ve Müslümanları gözden düşürecek hareketlerden kaçınacaklardır. Dinlerinin reklâm ve propagandasını yapamayacaklardır. Sadece gayrimüslimlerin yaşadığı şehirlerin dışında, içki ve domuz satamayacaklardır. Kılık kıyafet ve benzeri hususlarda Müslümanları taklid edemeyeceklerdir. Bu sebepledir ki, Osmanlı Devleti, zimmîlerin kıyafetleri açısından bazı sınırlamalar getirmiştir.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: OSMANLI DEVLETİNDE MALİ HUKUK, İKTİSADİ VE TİCARİ HAYAT
Osmanlı Hukukunda vergi ne demektir? Çeşitleri nelerdir? Şerî’atın dışında vergi var mıdır?
Devlet ve milletin korunması, varlığını devam ettirmesi ve ilerlemesinin sağlanması, kısaca kamu hizmetlerinin ifası için bir kısım masraflar yapmak gerekmektedir. Bunları karşılamak, Müslümanların dini görevleri arasındadır (farz-ı kifâye). Her Müslümanın varlığı nisbetinde mükellef bulunduğu bu malî göreve “garâmet-i maliye” veya “teklif” yahut çoğulu olarak “tekâlif adı verilmektedir. Osmanlı hukukunun malî esasları, fıkıh kitaplarında ifadesini bulan şer’î hükümlere dayanmaktadır.
Osmanlı Hukukunda Tanzîmat öncesi dönemde mevcut olan vergileri (tekâlifi) iki ana kısma ayırabiliriz:
A) Şer’î Vergiler (Tekâlif-i Şer’iye); B) Örfî Vergiler (Tekâlif-i Örfiye). Bu ayırım vergiyi tesbit eden mevzuatın özelliğine göre yapılmıştır. Kur’ân ve sünnetten alınan şer’î hükümlerle miktarı ve nisbeti tayin edilen vergilere şer’î vergiler denir. Ülü’l-emrin yetkisiyle ve içtihadı hükümlerle tesbit edilenler ise örfî vergiler adını alır.
Şer’î vergiler deyince aklımıza zekât, öşür, cizye, haraç, gümrük vergisi demek olan âşirin aldığı vergiler ve zekât kapsamına dahil olan ağnam vergisi gelmektedir. Osmanlı Kanunnâmelerinde çokça geçen çift resmi, öşür ve benzeri vergiler, rüsûm-ı şer’iyye adı altında şer’î vergiler arasında kabul edilmektedir.
Haraç vergisi ne demektir? Kimlerden alınmıştır? Osmanlı Hukukunda Cizye ne demektir? Gayr-i müslimlere ilave bir yük değil midir?
İslâm devletinin hâkimiyetini kabul eden zimmîlerden haraç vergisi alınır. Haraç vergisi de iki kısımdır. Birincisi, harac-ı ruûs yani gayr-i müslimlerin şahıslarından alınan baş vergisidir. Cizye diye de adlandırılır.
Harâc-ı re’s de denen cizye, gayr-i müslim vatandaşlardan askeri hizmete karşılık alınan şer’i bir vergidir. İkincisi ise, harâc-ı arzdır. Osmanlı topraklarının çoğu miri arazidir. Miri arazi sahipelerine temlik olunmamış ve mülkiyeti devlete, yani Beytülmal’e bırakılmış arazidir.
M. F. Gülen: Mir demek emir demek, emirlere bırakılmış, nim eyalet sistemi var orada, adem-i merkeziyet var, ona göre onların başındaki insanlar var. Malum üç tane yerine dört tane beylerbeyi olmuş.
Tasarruf hakkı ise, müddetsiz kira akdi (icâre-i faside) veya ariyet yoluyla re’âyâya verilmiştir. Toprağı işletmek suretiyle geçimini sağlayan re’âyâ, karşılğında öşür ve çift akçesi adıyla anılan vergileri vermekle mükelleftir.
İltizam sistemi nedir?
Osmanlı mali sistemi içerisinde devlete ait gelir kaynaklarının işletilmesi ve gelirlerin sürekliliğinin sağlanması amacıyla muhtelif yöntemler geliştirilmiştir. Bu yöntemler kaynağın durumu ve umumi konjüktür dikkate alınarak uygulamaya konuluyordu.
Devlete ait gelir kaynaklarının işletilmesi ve buralardan devlete düşen payın tahsil yöntemlerinin en önemlilerinden biri iltizam yöntemidir. İltizam yöntemi vergi kaynaklarından sağlanan gelirlerin doğrudan merkezi hazinede topfanması ihtiyacından dolayı yaygınlık kazanmıştır. Zira devlet 17 ve 18. yüzyıllarda derinleşen mali bunalım karşısında el koyduğu gelirlerin daha büyük bir bölümünü merkezde toplamak ve ek gelir sağlamak durumunda kalacaktır.
İltizam, devlet gelirlerinin belli bir bedel mukabilinde ve belli bir süre için özel teşebbüs tarafından işletilmesidir. İşletmeye konu olan gelir kaynaklarına mukataa, bu işi üstlenen kişilere mültezim denilir. Mukataaları günümüz yaklaşımıyla özel teşebbüs tarafından işletilen kamu iktisadi teşebbüsleri olarak görmek mümkündür. Mukataalar doğrudan devlet işletmeleri, devlete ait bir gelir payının tahsili gibi özellikler taşıyordu. İltizam usulü başta bir kaç kalem gelire has olarak başlamış ise de kısa zamanda mukataaya konu olacak gelir kaynaklarının sınırları genişlemiş, devletin her türlü gelir kaynağı iltizam konusu olmuştur. Devlet uygun gördüğü her türlü zirai, ticari ve sınai işletmeleri mukataa haline getirerek özel teşebbüs tarafından işletmeye açardı. Burada devletin nakit ihtiyacının zaman içerisinde artışının önemli bir tesiri vardır. Mukataa gelirleri bütçe gelirleri içerisinde önemli bir yere sahipti.
İltizam sistemi tımar sistemi ile karşılaştırıldığında iltizam sisteminin zirai üreticiler üzerine daha yüksek vergi yükü tarheden baskıcı bir sistem olduğu söylenebilir. Zira tımar sisteminde gelirin devamlılığını muhafaza için re’âyânın kollanması ve ağır vergi yükü altında ezilmemesi gerekiyordu. İltizam sisteminde ise her hangi bir işletmeyi ya da vergi tahsil işini üç yıllığına alan kişi için bu zaman süresinde en fazla geliri tahsil etme endişesi bulunuyordu. Bu sebeple tımarlı sipahinin taşıdığı kaygılar mültezim için söz konusu değildi.
Osmanlı Devleti’ni dış borçlanmaya iten sebepler nelerdir? Dış borçlanmanın sonuçları nelerdir?
18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren artan savaş harcamalarının getirdiği bütçe açıklarını kapatmak için ek finansman imkanları aranmaya başlandı. İlk dış borçlanma niyetleri bu döneme rastlar. Fas, Felemenk (Hollanda ve Belçika civarının eski adı.), Fransa ve İspanya’dan ödünç alınabileceğinin düşünülmesine rağmen Aydın eyaletindeki bazı sadrazam haslarının malikane olarak verilmesiyle (tımar sistemindeki dirliklerin şahıslara satılmasıyla) bir tür iç borçlanma yolu tercih edildi.
Zamanla, Osmanlı Devleti’nin dış borç almaya karşı geleneksel menfi tavrı kırılacak, bütün tereddütlere rağmen Kırım Savaşı sırasında 1854 yılında ilk dış borç alımı gerçekleşecektir. Zaten dış borç alımı konusunda Avrupa sermaye çevrelerinin de baskısı var idi. Çünkü Osmanlı Devleti’nin Avrupa para piyasalarında tahvil satarak borçlanması Avrupa sermaye gruplarının işine gelecekti. Tahvillerin satışını düzenleyecek bankerler büyük komisyonlar elde edecek, tahvilleri satın alan küçük tasarruf sahipleri faiz geliri sağlayacak, Osmanlı Devleti ise elde ettiği fonların bir kısmını özellikle askeri araç ve gereç ithalinde kullanacağı için Avrupa sanayiine ek talep oluşturacaktı.
1854-55 yılında alınan ilk dış borç savaş harcamalarına gidecektir. Bu ilk borçtan 1879 yılına kadar Osmanlı Devleti on yedi kez dışardan borç alacaktır. Alınan borç paraların pek azı yatırıma aktarılacak, geri kalanı cari harcamalara, saraylar yapımına, Avrupa’dan satın almak suretiyle donanma kurulmasına ve bürokrasinin maaşlarının ödenmesine gidecekti. Üstelik 1875-6 yılına kadar alınan borçlar çok ağır şartlar taşıyordu, faiz oranları yüksekti. Batılı ülkeler borç verme karşılığında çok ağır taleplerde bulunuyorlardı.
M. F. Gülen: Doğru mudur, değil midir bilemeyeceğim ama ben Dolmabahçe’ye gitmiştim -o Duyun-u Umumiye’nin zirvede olduğu dönemde yapılmıştır- orada bütününü gezemedim, Rahmetlik Hacı Kemal de vardı yanımda. Dediler ki, “Bunun tezyinatında on altı ton altın kullanılmış.” Böyle içim bulandı, hemen geriye döndüm. Bütün teveccühüm, hüsn-ü zannım kırıldı. Oradaki rehberler anlatıyorlardı. Hani saray yapımı diyor da.. Dolmabahçe yapılıyor.. Abdülhamid döneminde Yıldız Sarayı yapılıyor. Her defasında asker-i Humayun için yeni bir saray, bir kışla yapılıyor; bir taraftan dünyadaki gücü kaybetmenin yanı başında, bir taraftan da kendimizi rahata, rehavete, zevk u sefaya salmamız mevzuu.. toplumdaki çürüme de ona bağlı. O döneme bakmak isterseniz, Abdulhak Şinasi Hisar’ın “Boğaziçi Mehtapları” adlı kitabı gibi o dönemi resmeden eserlere bakacak olursanız, gırtlağa kadar zevk u sefa görürsünüz. Hiç orada böyle “büyük annem, babam namaz kılıyor” diye rastlamadım. Daha evvel de bahsetmiştim Mehmet Arif Bey’in “Başımıza Gelenler” isimli kitabında askeri hayattaki en küçük detaylara kadar her şey anlatılıyor; “kaşığı çanağa hızlı çaldı, ben ona dedim ki öyle yapma” falan.. fakat o geniş sergüzeşti içinde bir yerde toplanıp namaz kıldıklarına, abdest aldıklarına dair bir şeye rastlamadım. Üstelik bir de şunlar var: “Ayakkabıyı ayağımdan çıkarınca neredeyse deri de soyulacaktı, çünkü günlerden beri ayakkabılarımı çıkarmamıştım.” Yani toplumda iç çürüme, aynı zamanda idare edenlerle beraber, o koskocaman devlet-i aliyenin yerle bir edilmesine sebebiyet vermiş. Demek, elde etme, hakim olma meselesi.. bunlar bir şey ama esasen toplumu rehabilite ederek insanları önemli bir emanette emin emanetçiler haline getirme ayrı bir mesele. İşte bu ikinci şık yapılmamış, bu önemli. Bunu her zaman kıvamda tutmak mümkün olabilir mi, olmaz mı, tabi bu da psikososyologların bilebileceği bir konudur. İnsan ne kadar kıvamında kalabiliyor. Yoksa bu Termodinamikte, Karnot kanununda olduğu gibi iç hararet dışa vura vura zamanla bitiyor, tükeniyor mu? Çünkü aynı zamanda Asr-ı saadette de yaşanmış bu mesele. Hazreti Ali dönemine gelince keyfe mayeşa tasarruflar başlamış. Üzerinde durulabilir. Fakat yoğun bakımda insanı daha uzun zaman yaşatma gibi, ömrü uzatma gibi hususlar düşünülebilir. Yoksa yine sosyologların dediği üzere, tıpkı fertler gibi milletler de doğar, büyür, ölür ve gider bir çukura yuvarlanır. Osmanlı da öyle olmuş. En uzun ömürlü imparatorluk. Yani Roma uzun sürer de, orada taht bir sülaleye ait değil, on defa farklı hanedanlıklar kurulmuştur. Mısır da öyle, bazen firavunlar bazen dıştan gelen hakim güçler.. işte Seyyidina Hz. Yusuf’un orada olduğu dönemde Firavunlar değil melikler var. Hazreti Musa döneminde Firavun. Osmanlı da öyle bir akıbete maruz kalmış. Selçuklularınki de harb yorgunluğu mudur nedir bilemiyoruz. Haçlı seferlerini savuşturduktan sonra harb ve isyan yorgunluğu… Uzun süre göğüslemişler onları, onları göğüslemeyen bir Selçuklu devlet adamı yok. Fakat tam Keykubat, Keyhüsrev döneminde Babai isyanları olmuş. Rafızilik.. onların daha aşırısı Gulatilik.. Bugün Suriye’deki idarenin kabullendiği mezheb Nuseyrilik gibi bir şey.
Soru: Rehabiliteyi devletin bizzat yaptığı olmuş mu yoksa tekkeler mi o boşluğu doldurmuş?
M. F. Gülen: Devlet desteklemiş olabilir. Hatta Üstad Necip Fazıl -yanlış yazıyor olabilir- Orhan Gazi Hazretleri’nin Yeniçeri’yi Hacı Bektaş’la buluşturduğunu, askeri orada Bektaşiliğe bağladığını söyler. Ben daha başka müşahitlerden dinlemiştim, askerler şöyle-böyle hepsi bir tarikata bağlıymış. Hatta bir başkasından dinlemiştim, bayağı büyük paşaların hazm-ı nefs mülahazasıyla camilerin helalarını temizlediğinden bahsetmişlerdi, nefislerini kırmak için. Böyle dönemlerden geçilmiş. Şimdikilerin çoğuna cami değil de Kabe’nin tozunu bile aldıramazsınız.
Devlet kısa bir süre zarfında borçların faiz ve anapara ödemelerini karşılayabilmek için bütün ağır şartlara rağmen yeniden borç almak durumunda kalıyor, dış borçların ödenmesi her gün daha da zorlaşıyor ve borçlanma sürecinin devam etmesi Avrupalı bankalar ve tahvil satın alan tasarruf sahiplerinin işine geliyordu. Dahası 1870’lerin ortasında Osmanlı Devleti’nin yeni borç almadan anapara ve faiz ödemelerini karşılayabilmesi için tüm devlet gelirlerinin yarısından fazlasının bu alana ayrılması gerekiyordu..
1896 yılında Berlin Konferansında Osmanlı hükümetinin verdiği söz üzerine batılı sermaye çevrelerinin temsilcileri İstanbul’a gelerek beş ay süren müzakereler sonunda bir Kararname imzalanır. Batılı sermaye çevreleriyle Osmanlı yöneticileri arasında 1881 yılının Aralık, Hicri takvime göre Muharrem ayında imzalanan ve tarihe “Muharrem Kararnamesi” olarak geçecek olan bu anlaşma ile borçların tediyesini amaçlayan Düyûn-ı Umumiye kuruldu. Bu anlaşma ile Osmanlı borçlarında indirime gidildi ve ödeme şartları yeniden düzenlendi. Ancak Osmanlı borçlarının yönetim, ödeme ve vergilerin toplanması Düyun-ı Umumiye müessesine bırakıldı. Bu idare İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, Avusturyalı ve Osmanlı alacaklıları ile kendilerine öncelik tanınan Galata bankerlerini temsilen 7 üyeden oluşmuştur.
Düyun-ı Umumiye İdaresi kendi denetimine bırakılan vergi kaynaklarını geliştirmek ve vergileri daha etkin bir şekilde tahsil etmek amacıyla beş binden fazla çalışanıyla yirmiden fazla şehirde geniş bir organizasyon kurmuş idi. Bu idarenin üst düzey yetkilileri Avrupalı diğer çalışanlar ise Osmanlı vatandaşlarıydı. İdarede görevli yabancıların oranı toplam memurların % yedi veya sekizini geçmiyordu. İdare kendisine bırakılan alanlarda mesela tütün ve ipek gibi zirai malların üretimine ve ihracatına yöneldi.
Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden çekilişine kadar yürürlükte kalacak olan Düyun-ı Umumiye İdaresi Osmanlı mali kaynaklarının önemli bir bölümünü doğrudan denetleyecek ve sağladığı gelirleri Avrupa ülkelerine aktaracak ve merkezi hükümetin bağımsız kararlar almasının da önünü tıkayacaktır.
1914 yılında Osmanlı Devleti’nin dış borçları 160 milyon İngiliz sterlinine ulaşmıştı. Lozan Antlaşmasıyla Osmanlı borçlarından Anadolu’ya düşen payın ödeneceği kabul edildi ve kuruluşun yetkisi kaldırıldı. Düyun-ı Umumiye’ye olan borcun son taksidi ilk borç alındığından tam 100 yıl sonra 1954 yılında ödendi.
Dostları ilə paylaş: |