Bilinmeyen Osmanlı Özet o simsek


Tîmâr Nizâmı ne demektir?



Yüklə 470,84 Kb.
səhifə11/11
tarix29.10.2017
ölçüsü470,84 Kb.
#19519
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11

Tîmâr Nizâmı ne demektir?

İslâm ve Osmanlı hukukundaki arazi çeşitlerinden biri de, rakabesi (kuru mülkiyeti) ve tasarruf hakkı devlete ait olan mirî arazidir. Devletin icra organı, bu çeşit arazileri kamu yaran bulunmak şartıyla dilediği gibi işletebilir veya devlet hazinesinden hakkı olan gazilere, ilim adamlarına ve devlet adamlarına işletme hakkını veya tamamen mülkiyetini devredebilir. Nitekim, başta Hz. Peygamber olmak üzere, İslâm’ın ilk dönemindeki idareciler de devlete ait arazilerin ya tamamen mülkiyetini (temlîken ikta’) veya tasarruf hakkını ve gelirlerini (istiğlâken ikta’), gazilere, büyük devlet adamlarına veya benzeri yerlere ikta adıyla tahsis etmişlerdir. Bu usul ikta’ adıyla Selçuklularda ve ülüş adıyla da İlhanlılarda devam etmiştir.

İslâm hukukunun kendilerine tanıdığı bu yetkiyi, askerî güce dayalı güçlü bir devlet kurmak için kullanan Osmanlı Padişahları, Osman Gâzî’den başlayarak ve Fâtih Sultân Mehmed zamanında kemâlini bularak devlete ait gelirlerinin (tasarruf hakkının) belirli bir kısmını belli hizmetler karşılığında muayyen şahıslara tahsis ve tevcih etmişlerdir. İşte belli bir hizmet karşılığında devlete ait arazilerin gelirlerinin ve tasarruf hakkının muayyen şahıslara tahsisine dirlik ve tımar adı verilmiştir.

Feodalite sistemi ile tımâr sistemi arasındaki farklar nelerdir?

Bir kısım araştırmacılar, Osmanlı Devleti’nde arazinin timar, ze’âmet ve has diye şahıslara tevcih edilmesini, Avrupa’daki feodalite sisteminde var olan fieflere ve dirlik sahiplerini de feodal devrin senyörlerine benzeterek, timar sistemini feodal bir sistem gibi görmek istemişlerdir. Halbuki tımar sistemi feodal sistemden tamamen farklıdır. Zira;

1) Feodalite sisteminde halk köle veya yarı köle durumundadır (servaj usulü). Toprağın gerçek sahibi senyörler ise tam anlamıyla efendidir. Tımar sisteminde durum tamamen farklıdır. Timar sisteminde sipahi veya sahib-i arz denen şahıslar arazinin gerçek maliki değildir. Halk da bunların kölesi değildir. Halk hürdür, devletin kiracısıdır ve sipahiler de devletin vergi memurudur. Ancak topladıkları vergi gelirleri, belli hizmetler (genellikle askerî) karşılığında kendilerine aittir. Bu gelirleriyle münasip bazı askerî hizmetleri ifa edeceklerdir.

2) Avrupa feodalitesinde merkezî hâkimiyet ve devlet, zaafa uğramıştır. Ülke dahilinde devletin siyasi otoritesi yerine senyörlüklerin sayısı kadar küçük devletçikler ve ufak krallık numuneleri mevzubahistir. Halbuki Osmanlı Devleti’nde, tam aksine merkezî hükümet çok güçlüdür. Dirlik sahipleri denen sipahiler, merkez tarafından tayin edilen ve görevden alınan vergi memurudurlar. ve vergiler de şeriat ve kanun tarafından belirlenen vergilerdir.

3) Avrupa feodalitesinde fief’e sahip olan senyörler, arazi üzerinde yaşayan ahali üzerinde siyâsî hâkimiyet sahibidir; bu sebeple hem yasama, hem yürütme ve hem de yargı yetkilerine bizzat kendisi sahiptir. Yani senyör, fief denilen araziler üzerinde yaşayan ahalinin hem kanun koyucusu, hem bu kanunların uygulayıcısı ve hem de problem çıkınca onların hâkimidir. Halbuki timar sisteminde sipahilerin sadece askerî açıdan bazı yetkileri vardır. Bunun dışında ahali üzerinde teşrîî, kazâî veya icrâî bir yetkiye sahip değildir. Zira ahaliye tatbik edilen hukuk, İslâm hukukudur; bunları icra eden sancak ve kaza teşkilâtlarıdır; yargı ise şer’îye mahkemelerinin elindedir. Gerektiğinde sipahiler de yargılanmaktadır.

4) Feodal rejimde her senyörün müstakil bir askeri ve ordusu vardır. Bununla krala karşı bile savaşabilir. Orduyu senyör kurar ve askeri ise yine senyör toplardı. Halbuki timar sisteminde cebelü denilen askerler, Osmanlı ordusunun bir parçası olarak, sadece sipahi tarafından yetiştirilirdi.

5) Feodalite sisteminde ahali, asiller, hürler ve yarı köleler olmak üzere çeşitli sınıflara ayrılmıştır. Özellikle halk, mutlu azınlığın kölesi durumundadırlar. Halbuki Osmanlı toplumunda bu manada bir sınıflaşma mevzubahis değildir. Askerî olan ve olmayan şeklindeki ayırım ise, devlet memuru olan olmayan tarzındaki ayırıma benzemektedir. Zira bu tabakalaşma, malî sebeplerden kaynaklanmaktadır. Özellikle re’âyâ denilen halk kesiminin askerî kesim tabir edilen mülkî, askeri ve ilmiye tabakalarının kölesi olması ise, asla söz konusu değildir.

6) Feodalite nizâmında serfler, istedikleriyle evlenemezler. Başka senyörlerin serfleri veya hür kadınlar ile evlenmeleri yasaktır. Serflerin mirası mirasçılarına hür insanların mirası gibi intikal etmez. Serflerin istedikleri mesleği seçmekte ve yerlerini değiştirmekte, çalışıp çalışmamakta serbest oldukları söylenemez. Senyörlerine karşı angarya çalışmaya, hediyeler takdim etmeye ve belli hizmetleri yapmaya mecburdurlar. Serfler hakkında kovuşturma açmak, yargılama yapmak ve hatta cezalandırmak, senyörlerinin yetkisindedir. Serfler ruhban sınıfına ve manastırlara giremezler, mahkemelerde şahitlikleri hür adamlara karşı kabul edilmez. Kısaca serfler hukukî statü açısından eski köleleri andırmaktadırlar. Halbuki hiçbir zaman tımar sisteminde yer alan sipahiler, ahali üzerinde bu tarz bir yetkiye sahip değildirler.



Avrupa feodalitesinde görülen serfleri, Osmanlı devleti timar sisteminde görülen re’ayâ ile değil, belki havâss-ı hümâyûn adı verilen Padişah hâslarında çalışan ortakçı kullar ile kısmen kıyaslamak mümkündür. Zaten ortakçı kullar da köle veya cariyelerden ibarettir.

Soru: Osmanlı diye söz başlayınca sanki ırkçılık yapıyormuşuz gibi anlayanlar oluyor?!..

M. F. Gülen: Biz, “Osmanlı” derken ve Osmanlı’dan bahsederken, kesinlikle bunu bir ırkçılık düşüncesiyle yapmıyoruz. Elbette, böyle şanlı bir ecdadın evladı olmak ve böyle asil bir soy kütüğüne bağlı bulunmak bize onur verir; ancak bunun ırkçılıkla uzaktan yakından alâkası da yoktur. Dense dense buna müsbet milliyetçilik denir ki, bu da kitap ve sünnet çerçevesi içindedir.

Evet, soy kütüğümüzle kıvanç duyuyoruz. Çünkü onlar kendilerine düşen vazifeyi hakkıyla eda ederek, İslâm’a omuz vermiş ve dinî duygu, dinî düşünceyi kıtadan kıtaya taşımışlardır.. taşımış ve dokuz asır İslâm’ın bayraktarlığını yapmışlardır.

Osmanlı, Selçuklu’nun bir devamıydı. “Devlet-i Ebed-Müddet” mefkuresi Selçuklu’yla başladı. Bu ideal, Nizamü’l-Mülk’le mektep ve medreselere girdi. Dolayısıyla da, o dönem itibariyle, mükemmel ve mücehhez bir nesil yetişti. Selçuklu’nun da Osmanlı’nın da mayasında böyle bir gaye-i hayâl vardır ki, onların metafizik gerilimleri bu kadar uzun sürebilmişti.

Hem biz niçin ecdadımızdan bahsetmeyeceğiz ki? Nesebini söylemenin suç olduğunu iddia eden de kim? Hem onlar aleyhine bu kadar kampanya varken ve durmadan ağız dolusu küfürlerle onlara sövülürken, bizim onları müdafaa etmemiz neden suç olsun? Osmanlı padişahlarını karalamak, bize bugüne kadar ne kazandırdı? Mazimizi inkâr hangi terakkiye vesile oldu? Köksüz bir nesil yetiştirmenin faturası önümüzde değil mi?

İnsafsızlığın da bir sınırı olur. Ancak; ecdadımız için insafsızlıkta sınır tanımak kadar dahi bir insaf gösterilmemiştir. Öyle ki, iftiranın en iğrençleri kullanılarak dokuz asırlık şanlı tarih karalanmıştır. Bilhassa son altı asırlık bir tarih bütünüyle karalanmaya ve bir günah destanı gibi gösterilmeye çalışılmıştır.

Sorarım size, Osman Gazi vefat ettiğinde geriye ne bıraktı? Evet, o bütün bir hayat boyu çadırda yaşadı ve bir çadırda öldü. Elindeki imkânlarla o da bir sarayda yaşayabilir ve gününü gün edebilirdi. Ama o ve onun nesli böyle yapmadı.. yapmadı ve pek çoğu itibariyle ömürlerini at sırtında geçirdiler. Savaş meydanlarında can veren Osmanlı padişahlarının sayısı hiç de az değildir. Zaten, bu ideal ve yüksek düşünce bittiğinde, Osmanlı da bitmiştir. Süleyman Şah, Yavuz, Murat Hüdavendigâr, Yıldırım, Fatih, Kanunî hepsi de “İ’lâ-yı Kelimetullah” yolunda ölmüştür. Yavuz, hanımlarıyla bir arada olmaya fırsat dahi bulamamış ve hep bir muharebeden diğerine koşup durmuştur. Allah aşkına bu saltanat sürmek midir?

Tarihimizi bilmek zorundayız. Hususiyle de Osmanlı’yı bilmek, anlamak zorundayız. En azından tarihten ders almak için ecdadımızı öğrenmek zorundayız. Bu gerçekleri dile getirmek bizler için sadece bir vazife ve mükellefiyettir. Bunun ırkçılıkla da hiçbir ilgisi ve alâkası yoktur.

Soru: Osmanlı’nın her davranışını İslâm’a mâledip savunmak doğru olur mu?

M. F. Gülen: Her davranışı İslâm’a mâledilmemeli, edilemez de. Fakat onlar dinimize çok hizmet etmişlerdir. Onları takdir etmek, hatıralarına sahip çıkmak, iyiliklerini hayırla yad etmek bir kadirşinaslıktır. Ayrıca onların İslâm adına yaptıkları hizmetin henüz onda birini dahi biz yapmadık. Onlardan sadece biri tam 46 sene zirvede bulunmuş ve onun devrinde Osmanlı Devleti süper bir güç olarak dünyaya hükmetmiştir.

Osmanlılar, dünyada muvazene unsuruydular; o dönem itibariyle herkes onların gözünün içine ve işâretine bakıyordu. Almanya’ya gittik, müzelerde boy boy Osmanlı padişahlarının resimleri mevcud. Saygılarının ifadesi mi? Elbette ki birşey söylemek çok zor ama bizde olmaması hem ayıp hem de garaz değil mi? Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi, “Türk milleti kadar mazisine söven ikinci bir millet bilmiyorum” diyor. Başka devlet ve milletlerin mazisinde de bir hayli falsolar olmuştur, ama onlar daima, başkalarına karşı kendi cedlerini müdafaa etmişlerdir. Ayrıca Efendimiz (sav), “Ölmüş gitmişlerinizin, kötülüklerini sayıp dökmeyin, iyiliklerini zikredin” buyurmuyor mu? Onları karalarken arkadan gelenlerin de bir gün bizi de karalayacağını düşünüyor muyuz acaba? Kusurları vardır elbette; bu inkâr edilemez. Onların bu mini kusurlarına bakarak, dünyaya armağan ettiklerini bütün bütün inkâr mı edeceğiz?

Bütün dinsizlerin atalarımıza sövdüğü bir yerde onları savunmak bir kadirşinaslık ifadesi değil midir? Dinsizler bunu sözde “Objektif değerlendirme” (!) hesabına yapıyorlar, ya biz? Yoksa Keçecizâde’nin ifadesiyle, “Dıştan onlar içten de biz” mi?

Şunu da bilmek lâzım ki, Osmanlılar Hulefâ-yı Raşidin gibi ülkeyi idare etmediler. Kanuni’den sonra nefsanilik biraz daha ağır bastı. Ama onların hepsi de namaz kılıyordu ve hayatları büyük ölçüde Müslümancaydı ve bugün alkış tutulan bir kısım kimselerden daha dindar insanlardı. Aynı zamanda böyle düşünmek ırkçılık da değildir. Rica ederim, İslâm tarihinde bu millet kadar İslâm’a hizmet etmiş, hizmete gönül vermiş kaç tane millet vardır? Binaenaleyh Osmanlı “Herşey” değildir. Ama “hiçbir şey değildir,” demek de bir nankörlüktür ve böyle söyleyenlere “el-İnsaf!” demek hakkımızdır.
Yüklə 470,84 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   10   11




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin