"Şerefli ve aziz Türk milleti," dedi Sunay Zaim. "Aydınlanma yolunda çıktığın o büyük ve soylu yolculuktan kimse seni döndüremez. Merak etme. Tarihin tekerine gericiler, pislikler, örümcek kafalılar asla çomak sokamaz. Cumhuriyet'e, özgürlüğe, aydınlığa uzanan eller kırılır."
Necip'in iki koltuk yanında oturan cesur ve heyecanlı bir arkadaşının verdiği alaycı bir cevap ancak işitildi. Oysa salonda derin bir sessizlik, hayranlıkla karışık bir korku vardı. Herkes hiç kıpırdamadan mum gibi oturuyor, sıkıcı geceyi anlamlandıran kurtarıcının tatlı sert biriki söz, akşam evlerinde konuşacakları bilgece biriki hikâye anlatmasını bekliyordu ki sustu o. Aynı anda perdenin iki yanından birer asker belirdi. Derken arka kapıdan girip koltuklar boyunca yürüyüp sahneye çıkan üç tanesi daha katıldı onlara. Modem oyunlarda olduğu gibi aktörlerin seyirciler arasın da yürümesi Karslıları önce korkuttu, sonra eğlendirdi. Aynı anda, koşarak sahneye çıkan gözlüklü bir haberci çocuğu seyirciler hemen tanıyıp gülüştüler. Millet Tiyatrosu'nun karşısındaki gazete genel bayiinin, her gün dükkânda durduğu için bütün Kars'ın tanıdığı cingöz ve sevimli yeğeni Gözlük'tü bu. Sunay Zaim'e yaklaştı, o eğilince, kulağına birşeyler fısıldadı.
İşittiklerinden Sunay Zaim'in çok üzüldüğünü bütün Kars gördü.
"Eğitim enstitüsü müdürünün hastanede vefat ettiğini öğrendik," dedi Sunay Zaim. "Bu alçak cinayet Cumhuriyet'e, laikliğe Türkiye'nin geleceğine son saldırı olacaktır!"
Salon bu kötü haberi daha hazmedemeden sahnedeki erler tüfeklerini omuzlarından indirdiler, kurdular ve kalabalığa doğru tuttular. Hemen büyük bir gürültüyle birer el ateş ettiler.
Bunun tatlı bir korkutmaca olduğu da düşünülebilirdi, oyunun içindeki hayali âlemden hayattaki acı habere yollanan bir işaret olduğu da. Tiyatro deneyimi kısıtlı Karslılar bunun Batı'dan gelen moda bir sahneleme yeniliği olduğunu hissettiler.
Gene de, sıralar arasından kuvvetli bir hareket, bir sarsıntı geldi. Silahların gürültüsünden korkanlar bu sarsıntıyı başkalarının da korkmasına yordular. Biriki kişi yerinden kalkar gibi oldu, sahnedeki "çember sakallı gericiler" daha da sindiler.
"Kimse kıpırdamasın!" dedi Sunay Zaim.
Aynı anda erler tüfeklerini yeniden kurup kalabalığa doğru bir kere daha nişan aldılar. Necip'ın iki koltuk yanındaki kısa boylu cesur öğrenci tam bu sırada ayağa kalkıp slogan attı:
"Kahrolsun Allahsız laikler, kahrolsun imansız faşistler!"
Erler tüfeklerini yeniden ateşlediler.
Patlamalarla birlikte salonda yeniden bir sarsıntının ve korkunun rüzgârı hissedildi.
Hemen sonra, arka sıralarda oturanlar az önce slogan atan öğrencinin koltuğuna çöktüğünü ve aynı hızla ayağa kalkıp, dengesiz el kol hareketleri yaptığını gördüler. Gece boyunca imam hatipli öğrencilerin muzırlık ve tuhaflıklarına gülen birkaç kişi hem buna, hem daha da tuhaf bir hareketle öğrencinin sıralar arasına gerçek bir ölü gibi düşüşüne güldüler.
Salonun bazı yerlerinde gerçekten üzerlerine ateş edildiği duygusu üçüncü yaylım ateşinde uyandı. Kurusıkı atışlarda olduğunun aksine insan yalnız kulağıyla değil, askerlerin sokaklarda terörist kovaladığı gecelerde olduğu gibi midesiyle de işitiyordu çünkü. Kırk dört yıldır salonu ısıtan Alman malı iri bohem sobadan tuhaf bir ses çıkmış, teneke borusu delindiği için dumanlar öfkeli bir çaydanlığın ağzından çıkar gibi tütmeye başlamıştı. Orta sıralarda ayağa kalkıp sahneye doğru yürüyen birinin kanlar içindeki kafası da fark edilmişti artık, barut kokusu da. Bir telaşın başlangıcı hissediliyordu, ama salondakilerin çoğu hâlâ put gibi sessiz ve hareketsizdi. Salona insanın korkulu bir rüya görürken hissettiği yalnızlık duygusu sinmişti. Gene de Ankara'ya her gidisinde Devlet Tiyatrosu'nun bütün oyunlarını görmeyi alışkanlık edinmiş edebiyat öğretmeni Nuriye Hanım tiyatro efektlerinin hakikiliğine hayran olduğu için ön sıradaki yerinden ilk defa ayağa kalktı ve sahnedekileri alkışlamaya başladı. Necip de tam bu sırada, söz isteyen telaşlı bir öğrenci gibi ayağa kalkmıştı.
Hemen sonra erler dördüncü defa tüfeklerini ateşlediler. Daha sonraları olayları araştırması için Ankara'dan yollanan müfettiş binbaşının üzerinde titizlik ve gizlilikle haftalarca çalıştığı rapora göre bıı ateş sırasında sıkılan kurşunlarla iki kişi ölmüştü. Bunlardan biri alnına ve gözüne saplanan kurşunlarla düşen Necip'ti ama bu konuda başka söylentiler de işittiğim için onun tam o anda öldüğünü söyleyemeyeceğim. Orta ve ön sıralarda oturan herkesin birleştiği bir nokta varsa o da Necip'in de üçüncü atıştan sonra havada uçan kurşunları fark etmesi ve bunu bambaşka yorumlamasıydı. Vurulmadan iki saniye önce ayağa kalkmış ve pek çok kişinin işiteceği (ama video kaydına geçmeyen) bir sesle şöyle demişti:
"Durun, ateş etmeyin, silahlar dolu!"
Salondaki herkesin artık yüreğiyle bildiği ve aklıyla kabul etmek istemediği şey de işte böylece dile dökülmüş oldu. Silahların ilk ateşlenişindc harekete geçen beş kurşundan biri çeyrek yüzyıl önce Kars'ın son Sovyet başkonsolosunun köpeğiyle birlikte film seyrettiği locanın üzerindeki alçıdan defne yapraklarına isabet etmişti. Silahı ateşleyen Siirtli Kürt kimseyi öldürmek istememişti çünkü. Bir başka kurşun gene benzeri bir endişeyle ve bu sefer biraz da acemilikle tiyatronun tavanına isabet etmiş ve oradan döktüğü yüz yirmi yıllık kireç ve boya parçaları aşağıdaki telaşlı kalabalığın üzerine kar gibi yağmıştı. Bir başka kurşun en arkada, naklen yayın kamerasının kurulduğu yükseltinin altına, bir zamanlar yoksul ve hülyalı Ermeni kızlarının Moskova'dan gelen tiyatro gruplarını, cambazları ve oda orkestralarını ucuz biletle ayakta seyrederken tutundukları ahşap korkuluğa saplanmıştı. Dördüncü kurşun çekim kamerasından uzakta bir köşede bir koltuğun arkalığını delip geçmiş, arkada karısı ve dul baldızıyla oturan traktör ve tarım aletleri yedek parçacısı Muhittin Bey'in omuzuna saplanmış, ilk anda o da az önceki kireç parçalarının etkisiyle tavandan üzerine bir şey düştüğünü sanarak yukarı bakmıştı. Beşinci kurşun, İslamcı öğrencilerin biraz arkasında oturan ve Trabzon'dan Kars'ta askerlik yapan torununu görmeye gelen bir dedenin sol gözlük camını parçalamış, beynine girmiş, zaten uyuklamakta olan ihtiyarı öldüğünü bile fark ettirmeden sessizce öldürüp ensesinden çıkmış, koltuğun arkalığını geçip lavaş ve yumurta satarken sıra arasına bozuk para uzatan on iki yaşındaki Kürt çocuğun torbasındaki lop yumurtalardan birinin içinde kalmıştı.
Bu ayrıntıları üzerlerine ateş edilmesine rağmen Millet Tiyatrosu'ndaki kalabalığın çoğunun niye hiç kıpırdamadığını açıklayabilmek için yazıyorum. Askerlerin ikinci atışında şakağına, boynuna ve yüreğinin az üstüne isabet alan öğrenci daha önceden de fazla cesaret gösterdiği için korkutucu oyunun eğlenceli bir parçası olarak görülmüştü. Öbür iki kurşundan biri arkada oturan ve fazla ses çıkarmayan (teyzesinin kızı şehrin ilk "intiharcı kızı"ydı) başka bir imam hatip öğrencisinin göğsüne, diğeri de projeksiyon makinesinin iki metre üzerinde, duvarda altmış yıldır hiç çalışmadan duran saatin toz ve örümcek ağlarıyla kaplı kadranına isabet etmişti. Aynı yere üçüncü atışlarda saplanan bir kurşunun varlığı akşam üstü seçilen keskin nişancı erlerden birinin Kuran üzerine ettiği yemine bağlı kalmadığını, birini öldürmekten kaçındığını müfettiş binbaşıya kanıtlamıştı. Binbaşı raporunda benzer bir mesele olarak da, üçüncü atışlarda öldürülen ateşli İslamcı bir başka öğrencinin, aynı zamanda MİT Kars şubesine bağlı çalışkan ve görev sever bir ajan olmasını ele almış, devleti dava eden ailesine tazminat verilmesinin ise hukuki bir gerekçesi olmadığını bir parantez içinde belirtmişti. Son iki kurşunun, Kars'ın bütün muhafazakâr ve dindarlarınca sevilen ve Kaleiçi Mahallesindeki çeşmeyi yaptırmış Rıza Bey ile artık zor yürüyen ihtiyara bir çeşit bastonluk eden uşağını aynı anda öldürmesine ve bu iki can yoldaşının salonun ortasında can çekişerek inlemesine rağmen kalabalığın çoğunun tüfeklerini yeniden kuran askerlere hiç kıpırdamadan bakmasını açıklamak zor. "Biz arka sıralarda oturanlar, korkunç bir şey olduğunu anlamıştık," dedi yıllar sonra adının açıklanmasına hâlâ izin vermeyen bir mandıra sahibi. "Yerimizden kıpırdar, dikkati çekersek, kötülüğün bizi de bulacağından korktuğumuz için olup bitenleri hiç ses çıkarmadan seyrediyorduk!"
Dördüncü atışlarda sıkılan kurşunlardan birinin nereye isabet ettiğini müfettiş binbaşı da saptayamamıştı. Bir kurşun taksitle ansiklopediler ve salon oyunları pazarlamak için Ankara'dan Kars'a gelen genç bir satıcıyı yaralamıştı (iki saat sonra kan kaybından ölecekti). Bir başka kurşun 1900'lerin başında deri tüccarı Ermeni zenginlerinden Kirkor Çizmeciyan'ın tiyatroya geldiği gecelerde kürkler içindeki ailesiyle yerleştiği özel locanın aşağı bakan duvarında kocaman bir delik açmıştı. Necip'in yeşil gözlerinden birine ve geniş ve temiz alnının ortasına giren diğer iki kurşun abartılı bir iddiaya göre onu hemen öldürmemiş, sonradan anlatılanlara göre delikanlı bir an sahneye bakarak "Görüyorum!" demişti
Kapılara koşanlar, çığlıklar atanlar, bağırıp çağıranlar bu son atışlardan sonra iyice sinmişlerdi. Canlı yayını yöneten kameraman da kendini bir duvarın dibine atmış olmalıydı; sürekli sağa sola kıpırdayan kamerası hareketsizdi artık. Kars seyircisi ekranda sahnedeki kalabalıkla, ön sıralardaki sessiz ve saygılı seyircileri görebiliyordu yalnızca. Gene de şehrin büyük çoğunluğu ekrandan işitilen silah seslerinden, çığlıklardan, gürültü patırtıdan. Millet Tiyatrosu'nda tuhaf birşeyler olduğunu anladı. Gece yarısına doğru sahnedeki oyunu sıkıcı bulup uyuklamaya başlayanlar bile son on sekiz saniyedir patlayan silahların sesinden sonra gözlerini ekranlarına dikmişlerdi.
Sunay Zaim bu ilgi ânını sezecek kadar tecrübeliydi. "Kahraman askerler, görevinizi yaptınız," dedi. Zarif bir hareketle hâlâ yerde yatmakta olan Funda Eser'e döndü, abartılı bir şekilde eğilerek ona elini uzattı. Kadın da kurtarıcısının elini tutup ayağa kalktı.
Ön sıradaki emekli memur ayağa kalkıp alkışladı onları. Önlerden birkaç kişi daha katıldı ona. Korkudan ya da her alkışa yetişme alışkanlığından arkalardan da birkaç alkış sesi geldi. Salonun gerisi buz gibi sessizdi. Herkes bir sarhoşluktan ayılıyor gibiydi; bazıları can çekişmekte olan gövdeleri görmelerine rağmen hor şeyin sahnedeki dünyanın bir parçası olduğuna karar vermenin rahatlığıyla belli belirsiz gülümsemeye başlamışlar, bazıları da kendilerini attıkları köşelerden başlarını çıkarmışlardı ki Sunay'ın sesi korkuttu onları.
"Bu bir oyun değil, başlayan bir ihtilaldir," dedi azarlayıcı bir sesle. "Her şeyi vatanımız için yapacağız. Şerefli Türk ordusuna güvenin! Askerler götürün bunları."
İki asker sahnedeki iki çember sakallı "gericiyi" götürdü. Diğer erler tüfeklerini yeniden kurup seyirciler arasına inerken arkadan tuhaf biri fırladı sahneye. Tuhaftı, çünkü asker olmadığı gibi oyuncu da olmadığı sahneye hiç yakışmayan aceleci ve güzellikten yoksun hareketlerinden hemen anlaşılıyordu. Pek çok Karslı her şeyin bir şaka olduğunu söylesin diye umutla baktı ona.
"Yaşasın Cumhuriyet!" diye bağırdı o. "Yaşasın ordu! Yaşasın Türk milleti! Yaşasın Atatürk!" Perde ağır ağır kapanmaya başlamıştı. O da Sunay Zaim'le birlikte iki adım öne çıkıp perdenin salon tarafında kaldı. Elinde Kırıkkale yapısı bir tabanca, üzerinde sivil kıyafetlerle asker çizmeleri vardı. "Kahrolsun yobazlar!" dedi ve merdivenlerden seyirciler arasına indi. Arkasında eli tüfekli iki kişi daha belirdi. Askerler imam hatipli öğrencileri gözaltına alırken silahlı bu üç kişi korkulu gözlerle kendilerine bakan seyircilere hiç ilişmeden çıkış kapısına doğru sloganlar atarak kararlılıkla koştular.
Çok mutlu, çok heyecanlıydılar. Kars'ın küçük ihtilaline, bu oyuna katılmalarına, uzun tartışmalardan, pazarlıklardan sonra son anda karar verilmişti çünkü. Kars'a geldiği ilk gece onlarla tanıştırılan Sunay Zaim, sahnelemek istediği "sanal eserini" böyle karanlık işlere karışmış eli silahlı maceracıların kirleteceğini düşündüğü için bütün bir gün direnmiş, ama sanattan anlamayacak ayak takımına karşı silah kullanabilen adam gerekebileceği yolundaki haklı karşı çıkmalara son anda karşı koyamamıştı. Daha sonraki saatlerde bu kararından çok pişman olduğu, bu serseri kılıklı adamların kan dökmesinden vicdan azabı duyduğu söylenecekti, ama pek çok şey gibi bunlar da söylentiydi yalnızca.
Yıllar sonra Kars'a gittiğimde, yarısı yıkılan yarısı da Arçelik bayiinin deposuna dönüştürülen Millet Tiyatrosu'nu bana gezdiren dükkân sahibi Muhtar Bey, o gece ve sonraki günlerin dehşeti hakkındaki sorularımı geçiştirmek için, ta Ermeniler zamanından bugüne Kars'ta pek çok cinayetler işlendiğini, kötülükler ve kıyımlar yapıldığını söyledi. Ama ben burada yaşayan yoksul insanları biraz mutlu etmek istiyorsam, İstanbul'a döndüğümde Kars'ın geçmişteki günahlarını değil temiz havasının güzelliğini, insanlarının iyi yürekliliğini yazmalıydım. Karanlık ve küflü bir depo binasına dönüşmüş tiyatro salonunda buzdolabı, çamaşır makinesi ve soba hayaletleri arasından bana, o geceden kalan tek izi gösterdi: Kirkor Çizmeciyan'ın tiyatro seyrettiği locanın duvarına isabet etmis kurşunun açtığı kocaman delikti bu.
19
Ne kadar da güzel yağıyordu kar
İHTİLAL GECESİ
Tiyatronun perdesi kapandığı sırada ellerinde tabancalar ve tüfeklerle kalabalığın korkulu bakışları arasından bağıra çağıra dışarı koşan üç mutlu adamdan en önde gideni takma adı Z. Demirkol olan eski bir komünist gazeteciydi. 1970'lerde Sovyet yanlısı komünist örgütlerde yazar, şair ve en çok da "koruma" olarak görünmüştü, iri kıyımdı. 1980'deki askeri darbeden sonra Almanya'ya kaçmış, Berlin Duvarı'nın yıkılmasından sonra özel bir izinle modern devleti ve Cumhuriyet'i Kürt gerillalara ve "şeriatçılara" karşı savunmak için Türkiye'ye dönmüştü. Yanındaki iki kişi Z. Demirkol'un 1979-80 yıllarında geceleri İstanbul sokaklarında silahlı çatışmaya girdiği Türk milliyetçisi takımındandılar, ama devleti savunma fikriyle maceracılık ruhu şimdi onları birleştirmişti. Bazılarına göre hepsi baştan beri devlet ajanıydı. Millet Tiyatrosu'nu bir an önce terk etmek için merdivenlerden korkuyla hızlı hızlı inenler ise kim olduklarından hiç haberleri olmadığı için yukarıda hâlâ süren oyunun bir parçası gibi davrandılar onlara
Z. Demirkol sokağa çıkıp karın ne kadar çok tuttuğunu görünce bir çocuk gibi tepinerek sevindi, havaya iki el ateş etti. "Yasasın Türk milleti, yaşasın Cumhuriyet!" diye bağırdı. Kapı önünde dağılmakta olan kalabalık kenarlara çekildi. Bazıları korkuyla gülümseyerek baktılar onlara. Bazıları erkenden evlerine döndükleri için özür diler gibi durdular. Z. Demirkol ve arkadaşları Atatürk Caddesi'nden yukarı doğru koştular. Sloganlar atıyor, sarhoş gibi neşeyle bağıra bağıra konuşuyorlardı. Karda bata çıka birbirlerine yaslanarak ilerleyen ihtiyarlar ve birbirlerine iyice sokulmuş çocuklu ailelerin babaları bir kararsızlık içinde onlara alkış tuttular.
Neşeli üçlü Küçük Kâzımbey Caddesi'nin köşesinde Ka'ya arkadan yetişti. Kendilerini fark ettiği için Ka'nın bir arabaya yol verir gibi kaldırıma, iğde ağaçlarının altına çekildiğini görmüşlerdi.
"Şair bey," diye seslendi Z. Demirkol. "Onlar seni öldürmeden sen onları öldüreceksin. Anladın mı?"
Hâlâ yazamadığı ve daha sonra "Allah'ın Olmadığı Yer" adını vereceği şiiri Ka bu sırada unuttu.
Z. Demirkol ve arkadaşları Atatürk Caddesi'nden yukarı doğru yürüyorlardı. Ka peşlerinden gitmek istemediği için sağa, Karadağ Caddesi'ne saptı, aklında artık şiirden hiçbir şey kalmadığını fark etti.
Gençliğinde siyasal toplantılardan çıkarken hissettiği utanç ve suçluluk duygusu vardı içinde. O siyasi toplantılarda, yalnızca Nişantaşı'nda yaşayan zengince bir burjuva çocuğu olduğu için değil, konuşmaların çoğu aşırı çocuksu abartmalarla dolu olduğu için de utanırdı Ka. Unuttuğu şiir aklına gelir umuduyla doğrudan otele dönmeyip, yolunu uzatmaya karar verdi.
Televizyonda seyrettiklerinden telaşlanarak pencerelere çıkmış birkaç meraklı gördü. Tiyatroda olup biten korkunç şeylerden Ka'nın ne kadar haberdar olduğunu söylemek güç. Tiyatro binasından çıkmadan önce silah atışları başlamıştı, ama bu atışları da, Z. Demirkol ve arkadaşlarını da oyunun bir parçası sanması mümkündü.
Bütün dikkati unuttuğu şiirdeydi. Onun yerine bir başka şiirin geldiğini hissedince gelişip olgunlaşsın diye onu aklının bir köşesinde bekletti.
Uzaklardan iki el silah sesi geldi. Karın içinde yankılanmadan kayboldu.
Ne kadar da güzel yağıyordu kar! Ne kadar iri tanelerle, ne kadar kararlı, hiç durmayacakmış gibi ve sessiz! Geniş Karadağ Caddesi dizboyu kar altında karanlık gecenin içine doğru kaybolarak giden bir yokuştu. Beyaz ve esrarlı! Ermenilerden kalma üç katlı güzel belediye binasında kimsecikler yoktu. Bir iğde ağacından sarkan buzlar, altındaki görünmez bir arabanın üzerinde yııkselen bir kar yığımyla birleşmiş, yarı buzdan, yarı kardan tül bir perde yapmıştı. Tek katlı, boş bir Ermeni evinin tanrılar çakılmış kör pencerelerinin önünden geçti Ka. Kendi soluk alışverişlerini ve ayak seslerini dinlerken hayatın ve mutluluğun ilk defa işitir gibi olduğu çağrısına kararlılıkla sırt çevirebileceği bir güç hissediyordu içinde.
Vali konağının karşısındaki Atatürk heykelli küçücük parkta kimsecikler yoktu. Ruslar zamanından kalan ve Kars'ın en şatafatlı binası olan defterdarlık binasının önünde de hiç hareket göremedi Ka. Yetmiş yıl önce Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra çarın ve padişahın askerleri bölgeden çekildiği zaman Kars'ta Türklerin kurduğu bağımsız devletin merkezi ve meclisiydi burası. Karşıda aynı batık devletin başkanlık sarayı olduğu için İngiliz askerlerince basılan eski Ermeni binası vardı. Bugün vali konağı olduğundan çok sıkı korunan binaya hiç sokulmadan sağa, parka doğru kıvrılıp ilerledi Ka. Ötekiler kadar güzel ve hüzünlü bir başka eski Ermeni binasının önünden biraz aşağı inmişti ki, yandaki boş arsanın kenarında bir rüyadaki gibi sessizce ve ağır ağır uzaklaşan bir tank gördü. Daha ilerde imam hatip okulunun yakınında bir askerî kamyon vardı. Üzerindeki karın azlığından kamyonun oraya yeni geldiğini anladı Ka. Bir el silah atıldı. Ka geri döndü. Vali konağının önündeki camları buz tutmuş kulübenin içinde ısınmaya çalışan polislere hiç gözükmeden Ordu Caddesi'nden aşağıya indi. Kafasındaki yeni şiiri ve ona bağlı bir hatırayı ancak bu kar sessizliğinden hiç çıkmadan otel odasına dönerse koruyabileceğini anlamıştı.
Yokuşun ortasındaydı, karşı kaldırımdan bir gürültü geldi, Ka yavaşladı, iki kişi telefon idaresinin kapısını tekmeliyordu.
Karın içinde bir arabanın lambaları belirdi, sonra zincirli tekerleklerinin hoş sesini duydu Ka. Telefon idaresine yanaşan siyah sivil arabadan Ka'nın az önce tiyatroda kalkmayı düşünürken gördüğü oturaklı biri ile silahlı, yün bereli bir adam çıktı.
Hepsi kapının önünde biriktiler. Bir tartışma başladı. Ka seslerinden ve sokak lambasının ışığından kapıdakilerin Z. Demirkol ve arkadaşları olduğunu anladı.
"Nasıl anahtarın yok!" dedi biri. "Sen telefon başmüdürü değil misin? Seni buraya telefonları kes diye getirmediler mi? Anahtarını nasıl unutursun?"
"Şehrin telefonları buradan değil, İstasyon Caddesi'ndeki yeni santralden kesilir," dedi başmüdür.
"Bu bir ihtilaldir ve biz buraya girmek istiyoruz," dedi Z. Demirkol, "Öteki yere de biz istersek gidilir. Tamam mı? Anahtar nerede?"
"Evladım, bu kar iki gün sonra diner, yollar açılır, sonra devlet hepimizden hesap sorar."
"O korktuğun devlet biziz," dedi Z. Demirkol sesini yükselterek. "Açıyor musun hemen?"
"Yazılı bir emir olmadan kapıyı açmam!"
"Görürüz şimdi," dedi Z. Demirkol. Tabancasını çıkardı, havaya iki el ateş etti. "Alın bunu dayayın duvara, ısrar ederse kurşuna dizeceğiz," dedi.
Kimse inanmadı sözüne, ama gene de Z. Demirkol'un eli tüfekli adamları Recai Bey'i telefon idaresinin duvarına sürüklediler. Kurşunlar arkadaki pencerelere zarar vermesin diye biraz sağa iteklediler onu. Kar o köşede çok yumuşak olduğu için müdür bey yere düştü. Özür dilediler, elinden tutup ayağa kaldırdılar. Kravatını çözüp ellerini arkadan bağladılar. Bu arada, aralarında konuşuyor, sabaha kadar Kars'taki bütün vatan hainlerinin temizleneceğini söylüyorlardı.
Z. Demirkol'un emir vermesi üzerine tüfeklerini kurdular ve bir idam mangası gibi Recai Bey'in karşısına dizildiler. Tam o sıra uzaktan silah sesleri geldi. (İmam hatip lisesi yatakhanesinin bahçesindeki erlerin açtığı korkutma ateşiydi bu.) Hepsi susup beklediler. Bütün gün yağan kar sonunda neredeyse dinmişti. Olağanüstü güzel, sihirli bir sessizlik vardı. Bir süre sonra biri, son bir sigara içmesinin ihtiyarın (ihtiyar değildi hiç) hakkı olduğunu söyledi. Recai Bey'in ağzına bir sigara koydular, çakmakla yaktılar, müdür içerken de canları sıkıldığı için tüfeklerinin dipçikleri ve postallarıyla telefon idaresinin kapısını kırmaya başladılar.
"Devlet malına yazık," dedi müdür kenardan. "Çözün beni açacağım."
Onlar içeri girerken Ka yoluna devam etti. Arada tek tük silah sesleri işitiyordu ama bunlara köpek ulumalarından daha fazla aldırmıyordu. Kıpırtısız gecenin güzelliğine bütün gücüyle dikkat kesilmişti. Eski ve boş bir Ermeni evinin önünde durdu bir süre. Sonra bir kilise yıkıntısıyla, bahçesindeki ağaç hayaletlerinin dallarından sarkan buzları saygıyla seyretti. Şehrin soluk sarı sokak lambalarının ölü ışığında her şey öylesine kederli bir rüyadan çıkmış gibi görünüyordu ki Ka bir suçluluk duydu. Öte yandan içini şiirle dolduran bu sessiz ve unutulmuş ülkeye şükranla doluydu içi.
Az ötede, kaldırımda "Ne oluyor gidip bakacağım," diyen bir oğulla, pencereden onu azarlayarak eve çağıran öfkeli bir anne vardı. Ka aralarından geçti. Faikbey Caddesi'nin köşesinde bir ayakkabıcı dükkânından telaşla çıkan kendi yaşlarında, biri irice, öteki çocuk gibi ince iki adam gördü. On iki yıldır, haftada iki kere karılarına "çayhaneye gidiyorum," diyerek bu zamk kokulu dükkânda gizlice buluşan iki sevgili, sokağa çıkma yasağı konduğunu üst kat komşusunun hep açık televizyonundan öğrenerek telaşa kapılmışlardı. Faikbey Caddesi'ne sapıp, iki sokak aşağı yürüdükten sonra Ka, sabah kapısının önündeki alabalık tezgâhına baktığı bir dükkânın karşısında bir tank olduğunu fark etti. Sokak gibi tank da sihirli bir sessizlik içinde o kadar hareketsiz ve ölü gibiydi ki boş olduğunu sandı onun. Ama kapağı açıldı, içinden bir kafa çıkıp ona hemen evine dönmesini söyledi. Ka Karpalas Oteli'nin yolunu sordu ona. Ama daha asker söylemeden, karşıda Serhat Şehir Gazetesi'nin karanlık yazıhanesini görüp dönüş yönünü çıkardı.
Otelin sıcaklığı, giriş lobisinin aydınlığı yüreğini sevinçle doldurdu. Ellerinde sigaralarla televizyon seyreden pijamalı müşterilerin yüzlerinden olağanüstü birşeyler olduğunu anlıyordu, ama sevmediği bir konuyu atlayan bir çocuk gibi aklı her şeyin üzerinden özgürce ve. hafifçe kayıyordu. Turgut Bey'in dairesine bu hafiflik duygusuyla girdi. Bütün takım, hepsi hâlâ masadaydılar ve televizyona bakıyorlardı. Turgut Bey Ka'yı görünce ayağa kalktı, azarlayan bir sesle geç kaldığı için çok merak ettiklerini söyledi. Başka bir şey daha söylüyordu ki Ka İpek ile gözgöze geldi.
"Şiirini çok güzel okudun," dedi İpek. "Seninle iftihar ettim."
Ka bu ânı hayatının sonuna kadar unutmayacağını anladı hemen. O kadar mutluydu ki, öteki kızların soruları, Turgut Bey'in meraktan ıstırap çeken hali olmasaydı gözlerinden yaşlar akabilirdi.
"Askerler galiba birşeyler yapıyor," dedi Turgut Bey, umutlansın mı, dertlensin mi karar verememenin sıkıntısı içinde.
Sofra darmadağınıktı. Birisi mandalina kabuklarının içine sigarasının külünü serpmişti, galiba İpek'ti bu işi yapan. Aynı şeyi, Ka'nın çocukluğunda babasının uzak ve genç bir halası, Münire Hala yapardı ve Ka'nın annesi onunla konuşurken ağzından "efendim" kelimesini hiç eksik etmemesine rağmen onu çok küçümserdi.
"Sokağa çıkma yasağı ilan ettiler," dedi Turgut Bey. "Tiyatroda ne oldu bize anlatın."
"Siyaset beni hiç ilgilendirmiyor," dedi Ka.
Bunu içinden gelen bir sese uyarak söylediğini başta İpek, herkes anlamıştı, ama gene de bir suçluluk duydu.
Şimdi uzun bir süre burada hiçbir şey konuşmadan İpek'e bakarak oturmak istiyor, ama evdeki "ihtilal gecesi havası" onu huzursuz ediyordu. Çocukluğunun askerî darbe gecelerini kötü hatırladığı için değil, herkes ona bir şey sorduğu için. Hande bir köşede uyuyakalmıştı. Kadife Ka'nın seyretmek istemediği televizyona bakıyor, Turgut Bey ilginç birşeyler olduğu için memnun ama telaşlı gözüküyordu.