RÖNESANS ETKİSİNDE OLUŞAN BATI MEDENİYETİNİN DOĞURDUĞU SORUNLARDAN ULUS DEVLET ANLAYIŞI KARŞISINDA ÇÖZÜM ÖNERİSİ OLARAK DİRİLİŞ FİKRİYATI
TARİH –COĞRAFYA
Adnan DEMİRKOL*(Danışman Öğretmen)
Zeynep KARATAŞ
Prof. Dr. Mümtaz Turhan SOSYAL BİLİMLER LİSESİ
Özet
Rönesans’ın kültürel akımı olan hümanizma fikri, XVII. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmış Fransız İhtilali’nin temelini atmıştır. Özellikle bağımsızlık ve bireysellik fikirlerini ön plana çıkarmış olan bu devrim, Avrupa ülkelerinden başlayarak zamanla bütün devletleri çeşitli boyutlarda etkilemiş ve günümüz devletlerinin yönetim biçimlerinin şekillenmesinde etkin rol oynamıştır. Beraberinde getirdiği “milliyetçilik” ve “ulus devlet” kavramları ile imparatorlukların yıkılmasına sebep olmuş ve günümüze kadar süregelmiş olan etnik çatışmaların da fitilini ateşlemiştir. Uzun bir dönem geniş topraklarda hâkimiyet kurmuş coğrafyasının genişliği ve İslam Medeniyetinin temsilcisi olması sebebiyle çok uluslu yapıya sahip Osmanlı İmparatorluğu’nun da yıkılma sürecini hızlandırmış olan Fransız İhtilali, birçok ulus devletin ortaya çıkmasına da ortam hazırlamıştır. Ancak günümüzde, bu ulus kökenli devlet anlayışının ortaya koyduğu pratikler, insanlığı arzulanan mutluluğa götürmekten yoksun olduğunu teyit eder niteliktedir. Dilimize “yeniden doğuş” şeklinde çevrilen Rönesans, peşi sıra “reform”, “aydınlanma”, “modernizm” ve son olarak da “postmodernizm” hareketleriyle bir türlü tamamlanamayan bir doğum görünümü arzetmektedir. Rönesans etkisinde ve Avrupa merkezli icatlar ve keşifler yanında bilim ve teknik alanındaki gelişmeleri de içine alan tarihi- sosyolojik olgu Batı Medeniyeti olarak adlandırılmaktadır. Bu makalede ulus devlet anlayışının ortaya çıkış süreci ve beslendiği kaynaklar ele alınacak, geldiğimiz noktadan bakıldığında bu anlayışın ortaya koyduğu medeniyet algısının sıhhati ve gerçekliği tartışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Batı, İslam, milliyetçilik, ulus, medeniyet, hümanizma, diriliş, devlet.
Giriş
Batı Medeniyeti, 15 yüzyıl düşünürlerinin Eski Yunan ve Roma dünyasının yıkılmasıyla kendi yüzyıllarında yeniden keşfedilmesi arasında kalan “orta” dönemi, yani Ortaçağ Karanlığı adını verdikleri dönemi, Rönesans sayesinde büyük ölçüde atlatmıştı. Rönesans’ın ilk dışa vurumu olan hümanizma, Tanrı merkezli düşünce yapısından insan merkezli düşünceye bir geçişi ifade eden, insanın herhangi bir üst buyruğa ihtiyaç duymadan kendi doğrularını ve yanlışlarını kendisinin belirleyebildiği seküler bir yaşam tarzını içeren bir yaklaşımdı. Bu yaklaşım, daha sonra coğrafi keşiflere ve Reform’a dolaylı olarak katkı sunmuş “Aydınlanma Çağı” denen bilimsel ve kültürel dirilme döneminin başlamasının da temelini teşkil etmişti. Bu sayede Ortaçağ Karanlığı olarak isimlendirilen dönem sona ermiş ve “özgürlük”, “eşitlik”, “adalet” terimleri daha sık telaffuz edilmeye başlanmıştı.(Çimen,2015; 266) Fransız İhtilali, şüphesiz bu arayışlardan beslenerek ortaya çıkmıştır. Dolaylı veya doğrudan, birçok yeni ulus devletin kurulmasına öncülük ettiği gibi zamanla savaşların ve etnik çatışmaların da müsebbibi olmuştur.
Bu makalede Batı Medeniyetinin silkelenmesi sonucu ortaya çıkan hümanizma, onun filizlendirdiği özgürlük ve eşitlik ilkelerine dayanan Fransız İhtilali ve beraberinde getirdiği “ulus devlet” anlayışından bahsedilerek günümüz toplumlarına nasıl etki ettiği açıklanmaya çalışılmıştır. Ayrıca, Fransız İhtilali’nin beslediği ırkçılık düşüncesinin, aydın kesim tarafından nasıl algılandığı, ihtilal hasebiyle barındırdığı ulusların bağımsızlık hareketleri sonucu yıpratılan Osmanlı İmparatorluğu’na bu fikrin nasıl sirayet ettiğinden de bahsedilmiş ve Osmanlı’nın son dönemlerinde ortaya çıkmış “Türkçülük” akımına temas edilmiştir. Bu çerçevede ulusçuluk düşüncesinin günümüze kadarki süreçte geçirdiği fikri istihaleler ve toplumsal yapıya olan yıkıcı etkileri gözler önüne serilmeye çalışılmıştır. Bu anlayışın ortaya çıkardığı tahribatın nasıl üstesinden geleceğine odaklanılmış, çözüm olarak ise teorisi Sezai Karakoç tarafından yapılandırılmış, hakikat temelli bir medeniyet ideali olan “Diriliş” fikriyatına dikkat çekilmiştir. Amacımız, XXI. yüzyılın -ev sahipliği yaptığı olay ve olgular açısından- büyük bir tempoya sahip olduğu bu dönemde, günümüz ve geçmiş çatışmalarımızın sebepleri ve sonuçlarını irdeleyip çözüm önerisi sunmaktan ibarettir.
Ulus Devlet Kavramının Çıkışı ve Batı Medeniyetine Etkileri
Ulus devlet kavramını açıklayabilmek için öncelikle ulus devlet olgusuyla ilişkilendirilen “ulus, kavim, millet, ırk, budun” kelimelerinin anlamlarına bakmak gerekmektedir. TDK Sözlüğü incelendiğinde, ulus kelimesi “millet” kelimesine tekabül etmekte (TDK, 2011: 1339), millet kelimesi ise “Çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil, tarih, duygu, ülkü, gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğu, ulus” anlamını taşımaktadır (TDK, 2011: 935). Yine ulus kavramıyla ilişkili olan kavim kelimesi, “Aralarında töre, dil ve kültür ortaklığı bulunan, boy ve soy bakımından da birbirine bağlı insan topluluğu, budun.” olarak karşılık bulmaktadır (TDK, 2011: 769). Burada geçen soy kelimesi, ulus kavramına yeni bir boyut kazandırmakta ve ırk kelimesini güçlü bir şekilde öne çıkarmaktadır. Irk kelimesi ise, “Kalıtımsal olarak ortak fiziksel ve fizyolojik özelliklere sahip insanlar topluluğu.” (TDK, 2011: 648) anlamını taşımaktadır. Bütün bu açıklamalardan maksat, ulus kelimesinin kavim, kavmin ise ortak boy ve soy ile birbirine bağlı insanlar demek olduğunun, bir başka ifadeyle “ırk birliği olan insanların oluşturduğu topluluk” anlamına geldiğinin ortaya konulmasıdır. Bu da, ulus devlet anlayışın temelinde belli bir ırk ya da kavmi ön plana çıkaran bir zihniyetin yattığını gösterir niteliktedir.
Günümüz devletlerinin büyük çoğunluğunda görülen ulus devlet modelinin çıkışı, Ortaçağ sonunda monarşi yönetimlerinin yıkılması ve Aydınlanma Çağı’nın başlamasıyla aynı zamanlara tekabül etmektedir fakat günümüzdeki şekline evrilmesi ancak XIX. yüzyılda gerçekleşmiştir. Ortaçağ karanlığının doğurduğu aşağılık kompleksi, Osmanlı’nın Avrupa topraklarındaki ilerleyişinin oluşturduğu korku aynı zamanda çözüm arayışlarına kaynaklık etmiş olmalıdır. “16. yüzyıldan 18. yüzyıla doğru Avrupa’daki Türk imajı ile ilgili geniş bir literatür oluşmuştur. Ortaçağlarda “Sarasen”, Ehdülüs’te “Moor” kelimeleriyle ifade edilen Müslümanlar, 16. Yüzyıldan itibaren giderek “Türk” tipiyle özdeşleştirilir. Osmanlıların Balkanların içlerine ve Güneydoğu Avrupa’nın sınırlarına kadar ilerlemesi, kıyametin bir işareti olarak görülür. 15. Yüzyılda Cusa’lı Nicholas’ın çağdaşı olan Dionysius, “Ey Rabbim! Türkler Roma’yı ele geçirecekler mi?” diye haykırır, Machiavelli ise Mandragola adlı eserindeki karakterlerinden birine “Sence Türkler bu yıl İtalya’ya kadar gelecekler mi? sorusunu sordurur. Bu dönemde Avrupa’nın Türklerle (Müslümanlarla) ilişkisi aşk ile nefret, hayranlık ile aşağılama, merak ile korku arasında gidip gelmektedir.” (Kalın, 2016;225) Bu bilgiler Sezai Karakoç’un Rönesans ile ilgili şu düşüncesini teyit eder niteliktedir:
“Rönesans’a gerek iç ve gerek dış şartlarıyla vücut veren vakıanın İslam’ın varoluşu vakıası olduğu tesbit edilir. Bir nevi Rönesans, İslam’a karşı, Hıristiyanlığın, eski Batı medeniyetini imdada çağırmasıdır.” (Karakoç,1967b; 21)
Osmanlı’nın Avrupa’daki ilerleyişinin aydınların büyük bir kısmı tarafından “kıyamet alameti” gibi algılandığı görülmektedir. Bu algının düşünürleri çözüm arayışlarına yöneltmesi kaçınılmazdır. XIV. yüzyıldan itibaren bu kaygılar, çözüm kıpırdanışlarını beraberinde getirmiş ve XV. yüzyılda Rönesans olarak karşımıza çıkmıştır. Batı Medeniyeti “yeniden doğuşunu” gerçekleştirme adımlarını atmaya başlamış ve bunun sonucunda da birçok olay, olgu ve yeni anlayışın oluşmasına zemin hazırlamıştır.
Rönesans’ın, düşünce özgürlüğüne imkân tanıyan karakteristiği, bir takım yeni ideolojileri ve düşünce akımlarını beraberinde getirmiştir. Sanıldığının aksine “insanı sevme” değil, “insan merkezcilik” anlamı taşıyan hümanizm bunlardan en bilinenidir. Henüz adı konulmamışken Avrupa insanının “niçin geldim, nereye gideceğim, ne yapmalıyım, amacım ne?” sorularını cevaplama şekli hümanizmin mahiyetine ışık tutmaktadır. Hümanizm, tanrı merkezciliği geri plana atıp insanı öne çıkarma, insana seküler bir hayat yaşatma ve insanı olabildiğince özgürleştirme isteğini içermektedir. (Watson, 2005: 567-569)
Rönesans’ın doğurduğu hümanizma, insanı merkeze koyan özelliğiyle kast sistemine dayalı toplum yapısına sahip devletlerde, özellikle orta ve alt sınıflara mensup insanların manevi destekçisi olmuş ve onların “özgürlük” kelimesiyle tanış olmasını sağlamıştır. Burjuvazi sınıfı, feodalitenin zayıflamasıyla eş zamanlı güçlenmiş ve bunu korumak için halkın desteğine ihtiyaç duymuştur. Uğraşlarının sonucunda özgürlük, bireysellik, eşitlik kavramlarının insanların zihin dünyasında yer edinmesi sağlanmış, demokrasiye geçiş sırasında da milli egemenlik ve ulusun egemenliği gibi fikirler akıllara yerleştirilmiştir. Rönesans’tan önceki yöneticilere tereddütsüz itaat, yerini “devlet halk sayesinde vardır” düşünüsüne bırakmıştır. Yani mutlak otorite yerine siyasal egemenliğin ulusa ait olduğu fikri ortaya atılmıştır. Fransız İhtilali, bütün bu düşünülerin eyleme döküldüğü bir laboratuvar işlevi görmüştür. Böylelikle ayrıcalıklı sınıfların ortadan kaldırılması, yönetimin halkın eline verilmesi, ilk olarak Fransa’da uygulanabilmiştir.
“Ulus-devlet, yüzyıllardır savaşlarla sarsılmış ve artık bu savaşların sebeplerini oluşturan imparatorlukların ve kişi keyfiyetine dayanan tek kişi otoritelerinin etkileri altında yaşayan ulusların ekonomik ve sosyal bazlarda ortaya çıkan sıkıntıları aşmak ve yüzyıllardır süren ulusların içine düşmüş olduğu karmaşalardan kurtulabilmeleri için gösterdikleri yoğun isteğe cevap olmuştur.” (Yaylı, 2009) Bu oluşum, yani ulus devlet olgusunun yaygınlaşarak milli egemenliği güçlendirmesi durumu, ulusu kendi içinde örgütleyerek milli bilinci uyandırsa da, öteki milletlere karşı bilinçaltında oluşan bir önyargıyla refleks oluşturur. (Günaydın, 2013: 143)
Ulus devlet olgusu, müspet amaçlarla ortaya çıkmış olmasına rağmen ırkçılık kavramının güçlenmesine zemin hazırlaması ile bambaşka sorunların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Zira ulus devlet, esasında bir ulusun üzerine kurulmuş, bir ırkın etrafında şekillenmiş devletin tasavvurudur. Bu olguda, diğer milletlerden insanlar ikinci sınıf olarak görülmüştür. Yakın geçmişimizde ABD sınırları içerisinde yaşanmış olan siyahi-beyaz ırkın farklılığı ve beyaz ırkın üstün olduğu inancı, gücünü bu düşüncelerden almıştır. Ancak görünen odur ki; Batı Medeniyeti, kendi ortaya attığı bu ulus devlet olgusunun getirdiklerinin ve götürdüklerinin de farkına varmıştır. Postmodern yaklaşımların sonucu gelişen ulus devlet anlayışı yerine uluslar üstü devlet yaklaşımlarının tartışılmaya başlaması bu durumun delillerinden sayılabilir. İki dünya savaşından sonra artan uluslararası birlikler (Avrupa Birliği, Şanghay İşbirliği vb.), ulus devlet anlayışının eskimeye başladığının işaretlerini taşımaktadır.
Ulus devlet anlayışı başından beri birçok taraftar bulduğu gibi muhalif düşünürler tarafından da eleştirilere muhatap olmuştur. Stefan Zweig’in Avrupa’daki ulus devlet yapılanmasının yanlışlığı üzerine verdiği konferansların yanında yaşamını sonlandırması da ilgi çekicidir. 1920’li yıllardan itibaren Avrupa’nın birleşmesi gerektiği tezini savunan Zweig’in 1942’de Avrupa’nın içine düştüğü siyasi durumun acısına dayanamayarak karısıyla birlikte intihar ettiği çeşitli kaynaklarda yer bulmuştur. Zweig, “Yarının Tarihi” adlı eserinde, “Avrupa’da devletlerin kendilerini birbirlerine karşı kapamaları hiçbir zaman bugünkü kadar geniş kapsamlı, kararlı, bilinçli ve örgütlü olmamıştı. (Zweig, 1991: 40) cümlesiyle olayın vahametini gözler önüne sermiştir. Ulus devlet anlayışının çağımızda yeni düşmanlıkların kapısını araladığı bilinen bir gerçektir. Sezai Karakoç, ulus devlet temelinde yapılanan Batı Medeniyetini bu düşmanlıkların hasebi olmasından ötürü “tehlike medeniyeti” şeklinde tanımlamaktadır.
“Günümüzde, medeniyet ve kültürlerin tarihinde rastlanmayan bir oluş var. Tarih boyunca gelip geçmiş her medeniyet bir başka medeniyet tarafından ortadan kaldırılmış, kuvvetten düşürülmüşken bugünkü batı medeniyeti kendi kendini ortadan kaldırmaya çalışıyor. Tarihte ilk defa olarak bir medeniyet kendi kendine karşıdır. Kendini yok edecek şartları yine kendisi hazırlıyor.”(Karakoç,1967a; 62)
Ulus Devlet Anlayışının Osmanlı’ya Etkileri
Ulus devlet anlayışı, çıkış yeri olan Batı Medeniyetinden ziyade, ilgili dönemde, birçok ulusu otoritesi altında toplayan büyük devletleri etkilemiştir. Osmanlı bunun dikkat çeken örneğini oluşturmaktadır. Son zamanlarını yaşayan Osmanlı, hali hazırda çözülmeye hazır bir durumdaydı. Özgürlük, eşitlik v.b kavramların bir salgın gibi bütün ülkelere yayılması Osmanlı’da gayrimüslimlerin ve diğer azınlık tebaalarının eşitlik istemesine sebep oldu. Bu istekler, dönem yöneticileri tarafından mecburen karşılanmak zorundaydı zira tarihin karanlık sayfaları, isyanların bastırılmadığı veyahut insanlar istediklerini alamadıkları takdirde olayların yöneticilerin öldürülmesine kadar gittiğini yazmaktaydı.
İstenilen eşitlikler Fransız Devrimi’nde yayınlanan İnsan Hakları Bildirgesi’nden ilham alınarak yayınlanan Tanzimat Fermanı’nda, Osmanlı’nın bir gerileme sürecinde olduğu ancak bunun fermanda yer alan kanunlarla düzeltileceği deklare edilerek karşılanmaya çalışıldı. Tanzimat Fermanı’ndan sonra yayınlanan Islahat Fermanı da bunun biraz daha genişletilmiş haliydi. Daha sonra devletin durumunu düzeltmek için iki adet meşrutiyet ilan edilse de bunlar da yeterli olamadı. Çünkü dönemde Osmanlı’yı paylaşma amacı güden dış güçler de vardı ki, içerideki hoşnutsuzluk ortamının yerini huzura bırakmasına engel olmak için uğraş vermişlerdi (İnalcık ve Seyitdanlıoğlu, 2011; 31-53). Bütün bunlar I. Dünya Savaşı sonrasında, kaybeden tarafta olan Osmanlı’nın siyasi hâkimiyeti altında bulunan ve pek çok bakımdan benzer özelliklere sahip toplulukların ulus kavramı adı altında kendi çoğunluklarını oluşturmasına ve siyasi birliktelikleri altında kendi yolunu çizmelerine yol açtı (Günaydın, 2013: 143).
Bunların sonucunda Osmanlı toprakları bölünmüş ve birçok yeni ulus devletin kurulmasına ortam hazırlamıştır. Osmanlı’ya etnik anlamda ilk başkaldırı 1804’de Sırplar tarafından gerçekleştirilmiştir. İlk kopuş ise 1821 yılında Yunanlıların ayrılması ile olmuştur. Bunları takiben 1877’de Romanya, 1908’de Bulgaristan, 1912’de ise Arnavutluk Osmanlı’dan ayrılarak bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. (Akşit,1984;89,196-197,330,938,1059-1060)
Üzerinde düşünülmesi gereken asıl konu, Osmanlı’nın farklı ırktan olan Müslüman tebaasından beklenmeyen ayrılık tutumudur. Zira İslam inancına göre insanların ayrı ırktan, renkten olmalarının ilişkiler açısından, insan olarak hiçbir ayrıcalığı yoktur. Peygamber efendimizin Veda Hutbesi’nde geçen şu öğüdü bütün Müslümanlarca bilinmektedir:
“Bir Arabın Arap olmayan yabancıya, bir yabancının bir Arab’a üstünlüğü yoktur. Çünkü bütün insanlar Âdem oğullarıdır. Âdem de topraktandır.” (Berki ve Keskioğlu, 2013: 430)
Ayrıca, Kur’an-ı Kerim’deki Hucurat suresinde de mealen “ Ey insanlar, sizi, bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizle tanışmanız için milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah indinde en üstününüz, takvada en ileri olanınızdır.” (Hucurat-13) buyrulmaktadır. Buna rağmen, bir İslam devleti olan Osmanlı’dan farklı ırktan olan Müslümanların ayrılık gayretine girmesi, günün şartlarında başka faktörlerin de olduğu kanaatini doğurmaktadır.
Dönemin önemli devlet adamlarından ve aydınlarından olan Said Halim Paşa tarafından kaleme alınmış şu ifadeler anlamlıdır:
“Irkçılık nazariyelerinin büyülediği günümüzde birçok Müslüman, İslamı ırkçılığın en büyük düşmanı, ırkçılığı ise insanlığın saadetine en büyük sebep kabul ederek dinlerine hücum ediyorlar. Şüphe yok ki, bugünkü İslam âleminde mevcut olan yeni fikirlerin birçoğu gibi, ırkçılıkla ilgili olan kanaat de eksik bilgi ve hatalı bir düşüncenin mahsulüdür. (Halim, 2003; 203)
Said Halim Paşa aynı eserinde ırkçılık temeline dayalı devlet anlayışının yanlışlığını da şu çarpıcı cümlelerle açıklar:
“Bu düşünceye göre, aynı ırka mensup fertler arasında vuku bulması cinayet sayılacak olan bir hareket, ayrı ırklar arası münasebetlerde yapılırsa fazilet telakki edilecek! Böyle bir fikrin taşıdığı ahlak ve mantık, Müslümanca düşünen bir kafayı asla memnun edemez.” (Halim, 2003; 203)
Osmanlı’nın siyasi hâkimiyeti altında bulunan Arap topluluklar da ulus devlet yaklaşımının kısmi etkisi altına kalmışlardır. Arap topluluklar, diğer etnik gruplardan farklı olarak Osmanlı ile ortak bir dinî kimliği paylaşmakta, İslam kültür mirasının hem şekillenmesinde hem de muhafazasında önemli bir konumda bulunmaktaydılar. Bu durum, Arapların İslam’ı kendileriyle özdeşleştirmelerini ve ulus devlet anlayışının biçim değiştirerek milliyetçilik adı altı altında Arap coğrafyasında etkili olmasını beraberinde getirmiştir. Bu türden bir milliyetçilik anlayışında İslam’ın kültürel bir meşruiyet aracı gibi kullanıldığı açıktır. Ne var ki meselenin altında başka unsurlar yatmaktadır. Bazı Müslüman sömürge askerlerinin Çanakkale muharebelerinde İngilizlerle birlikte savaşmalarının altında yatan sebepler ve Mekke Emiri Şerif Hüseyin olaylarının arka planları meselenin altında yatan unsurların bir kısmına açıklık kazandırmaktadır. Prof.Dr. Erol Güngör, İslamın Bugünkü Meseleleri adlı eserinde bu olayların arka planı ile ilgili olarak şu bilgileri nakletmektedir:
“…Çanakkale savaşında İngiliz saflarında bize karşı savaşan Müslüman sömürge askerleri arasından alınan esirlerin sorgulanmasından çıkan neticeye göre, bu askerler dinsiz İttihatçılar’ın halifeyi hapsettikleri ve İngilizlerin de onu kurtarmak için İttihatçılar’a savaş açtıkları propagandasına inandırılmıştı” Ayrıca Lordlar Kamarası’nda “Hilafete ait hiçbir şeye müdahale olunmayacağı, muharebenin ancak İttihat ve Terakki Cemiyetiyle olduğu…” beyan edilmişti.
Ayrıca Mekke Emiri Şerif Hüseyin de kendi isyan hareketinin “Halife’nin değil, ancak bozkurta ibadet edecek derecede Turancılıkla meşbu olan nazırların aleyhine” olduğunu bildirmişti.” (Güngör,1981;166-167).
XIX. yüzyılda Batı ülkelerinin Arap coğrafyasındaki artan nüfuzları Arap milliyetçiliğinin oluşumun kilit noktasıdır. Bu durum, İngilizlerin ekonomik nüfuzlarının en fazla hissedildiği Mısır’da oldukça belirgindir. Öyle ki, İngilizler tarafından kurulan fabrikalarda veya işletilen tarım arazilerinde çalışmak durumunda olan ve kendi memleketinde parya durumuna düşen Müslüman halkta, XIX. yüzyılın sonlarından itibaren bir yabancı düşmanlığı boy göstermeye başlamıştır. Yabancıya, özellikle de İngiliz hâkimiyetine karşı gösterilen bu tepki, XX. yüzyılın başlarında İslami değerlerle ilişkilendirilerek meşru hale getirilmiştir. İslamcı akımın en önemli temsilcilerinden olan Reşid Rıza’da Arap milliyetçiliği ve İslam’ın en saf ve katıksız formuna dönüş özlemini içeren selefilik düşüncesi kesişmektedir. Aynı husus, Mısır merkezli olarak başlayan ve kısa sürede Arap coğrafyasının büyük bir kısmına yayılan Müslüman Kardeşler teşkilatının kurucusu olan Hasan el-Benna’nın yaklaşımında da kendisini göstermektedir. Yabancı düşmanlığı olarak gelişen ve İslam’la harmanlanmış bir milliyetçilik düşüncesi, onun söyleminde vatanperverlik olarak makes bulmuştur. Mısır’daki bu eğilimin diğer Arap ülkelerinde nispi etkisi söz konusudur. İngiliz etkisi, Suudi Arabistan ve Ürdün gibi ülkelerde XX. Yüzyılın ilk yarısında etkili olmuş ve bu ülkelerin Osmanlı’nın siyasi otoritesine başkaldırarak isyan etmelerini ve kendi bağımsızlıklarını ilan etmelerini beraberinde getirmiştir.
1950’lerden sonraki süreçte ise Arap coğrafyasında milliyetçilik yaşanan siyasi gelişmelere bağlı olarak yeni bir değişime konu olmuştur. Bunda 1945 yılında İsrail devletinin kurulması sonrası yaşanan ve 1960’lı yıllarda en yüksek ifade biçimine ulaşan Arap-İsrail mücadelesi belirleyici olmuştur. Arap milliyetçiliği tam da bu noktada tutunacak bir dal olarak öne çıkmıştır. Zamanla radikal hale gelen bu milliyetçiliğin evrilip bugünkü halini almasında Filistin- İsrail sorunu ve bu sorunun doğurduğu 1948’den bugüne yaşanan çatışmaların etkisi büyüktür (Özcan, 2005; 84-85).
Osmanlı devletinin toplumsal tebaası olan toplulukların birer birer çözülüp kendi siyasi bağımsızlıklarını ilan etmeleri karşısında, özellikle II. Abdülhamid’in idaresi sırasında hilafeti merkeze alan ve tüm Müslümanları bunun altında toplamaya çalışan Osmanlıcılık ve İslamcılık gibi girişimlerde bulunulmuştur. Bu çabanın da yeterince sonuç vermemesi üzerine Türkçülük düşüncesi gündeme getirilmiştir. Her ne kadar delalet çerçevesi bakımından farklı tanımlar yapılmış olsa da diğer akımlardan farklı olarak Türkçülük, Türklük ortak paydasını esas almaktadır. İslamcılık, din paydasında, Osmanlılık ise Osmanlı Devleti vatandaşlığında birleştirme amacı güden, buna karşın bir kavime aidiyeti öne çıkarmayan yaklaşımlardı. Türkler arasında birlik ve bütünlüğün oluşturulmasıyla devletin toparlanmasını sağlamak ve diğer Türkleri de daha sonradan toparlayabilme amaçlarıyla oluşan Türkçülük, Pan-Türkizm olarak da anılmaktadır. Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu, Tekin Alp, Ömer Seyfettin, Fuat Köprülü, Hamdullah Suphi, Kazım Duru ve İsmail Hakkı Baltıcıoğlu Türkçülüğün temsilcilerindendir. Türkçülük yayınları ise; Genç Kalemler, Türk Yurdu ve Küçük Mecmua gibi dergilerdir (Hanioğlu, 2011, 551-555).
Ulus devlet düşüncesi ile Kurtuluş Savaşı döneminde ulus temelli bir takım bölücü ve birleştirici cemiyetlerin de ortaya çıktığı görülmektedir. Örneğin; İzmir çevresini ve Trakya’yı Yunanistan’a katma amaçlı kurulan Mavri Mira Cemiyeti, Rumların yaşadığı toprakları Yunanistan’a katma amacını güden Etnik-i Eterya Cemiyeti, Trabzon Rum İmparatorluğu’nu tekrar kurma isteğiyle ortaya çıkan Pontus Rum Cemiyeti; azınlıkların kurdukları cemiyetlerden sayılabilir. Bu cemiyetler ve kuruluş amaçları, bizlere dönemdeki ulus devlet düşüncesinin Osmanlı topraklarındaki yaygınlığı hakkında bilgi vermektedir. (Akşit, 1984;360,711,876)
Türkiye’de Milliyetçilik-Ulusalcılık
Yukarıda da dikkat çekildiği, üzere TDK Sözlüğü’nde görüldüğü üzere; millet, ulus, kavim, budun, ırk kavramları arasında herhangi bir fark kalmamakta, hepsi aynı düzlemde aynileşmektedir. Bunu bir eleştiri kaydı olarak not edilebilecek bu aynileştirmenin asıl yıkıcı etkisi, millet kavramının anlam alanının daraltılması ve bambaşka bir içerik kazanarak kendi aslından uzaklaşması olmuştur. Nitekim Türk Dil Kurumu Sözlüğüne göre aynı anlam çerçevesinde birbirine eşitlenen bu iki kavramın (millet ve ulus), Türk siyasi hayatında birbirine yıllarca düşman olarak konumlanan Milliyetçi ve Ulusalcı şeklinde iki siyasi harekete ad olması bu eleştiriyi doğrular niteliktedir. Zira çeşitli olaylar karşısında her iki hareketin temsilci ya da sözcülerinin gösterdiği tepkiler göz önünde tutulduğunda, ulusalcı olduğunu ilan etmiş siyasal oluşumlarla milliyetçi olduğunu ilan eden siyasal oluşumların ülkülerinin birbirinden önemli ölçüde farklılaştığı vakıadır.
Günümüzden geriye doğru bakıldığında, kendisini özellikle ulusalcı olarak adlandıran hareketlerin, batıda başlayan “milliyetçi” (ulusalcı) hareketlerle ideolojik benzerliğini büyük oranda muhafaza ettiği görülmektedir. Bu grupların etnik milliyetçilikle kolay birliktelik sağladıkları gözlenmektedir. Diğer taraftan bu gün kendisini “milliyetçi” olarak adlandıran grupların, “ulusalcı” gruplar kadar yabancı ideolojilere açık olmadığı, doğuşundan günümüze çeşitli aşamalardan geçtiği görülmektedir. Bu çerçevede milliyetçi yaklaşım biçiminin, Türkçü, Turancı, Anadolucu, Türk-İslam sentezciliği gibi ayrışarak ya da birleşerek batıdaki anlamıyla ırkçı öz taşıyan milliyetçilik (nasyonalist) anlayışından adım adım uzaklaştığı, İslam dışı yaklaşımlardan bir nevi arınma sürecinde olduğu görülmektedir. Bu değişim ve dönüşümde Said-i Nursi’nin “müspet milliyetçilik” yaklaşımının ardından Nurettin Topçu’nun, Milliyetçi Hareketin en önemli aydınlarından olan Erol Güngör’ün ve Necip Fazıl Kısakürek’in bir dönem milliyetçi harekete yakın durmasının yanında, Sezai Karakoç’un özellikle “millet” kavramını medeniyet köklerimize dayandırarak asıl anlamına kavuşturma çabalarının etkisi göz ardı edilemeyecek ölçüde büyüktür.
Bir Çözüm Olarak: Diriliş Tezi
Diriliş fikriyatının ana kaynağı İslam’ın ortaya koyduğu esaslardır. Sezai Karakoç tarafından “Diriliş” kavramı etrafında bir doktrin halinde sunulan görüş ve düşünceler tarihi-sosyolojik bakış açısıyla şekillendirilmiş “Hakikat Medeniyeti” üzerine inşa edilmiştir. Kaynağında İslam’la gelen insan anlayışının bulunması, ilk bakışta bu tezin sadece hâlihazırda Müslüman kimliği taşıyanları ilgilendirdiği düşüncesinin sadece bir yanılgıdan ibaret olduğunu göstermektedir. Zira İslam, bütün insanlığa gönderilmiş ve tamamlanmış bir dindir. Diriliş fikriyatı da bu kapsamda değerlendirilmelidir. Yani İslam’ın öğretileri doğrultusunda insanca var olmanın çağdaş yorumundan ibarettir.
Diriliş düşüncesine göre insanlığın kurtuluşu, Osmanlı’nın dağılmasıyla en asgari düzeyde varlığını sürdüren İslam medeniyetinin azami düzeyde belirginleşmesine bağlıdır. Zira Batı medeniyeti bütün dünyayı etkileme gücüne sahip olduğu halde bu gücü insanlığın huzur ve mutluluğuna katkı sağlayacak şahsiyeti kazanamamıştır ve kendi kendini tahrip edecek, yok edecek bir yolda hızla ilerlemektedir. Diriliş, varlığın fıtratına uygun her görüş ve düşünceyi, her örf ve âdeti insanlığın birikimi, “Hakikat medeniyetinin” bir parçası kabul eder.
Sonuç
“Çağın dikkati bulanık ve kirlidir.” (Karakoç, 1967a;43) Değişimin hızlı, tekniğin ve iletişimin kontrol edilemediği bir çağda yaşamaktayız. Bir düşünce ya da felsefi akımın birisini anlamadan yenisiyle karşı karşıya kalıyoruz. Doğruluk derecesini anlamaya vakit bulamadığımız bilgi ve haber bombardımanının altında akıl ve düşünce sağlığımız her an biraz daha bozuluyor. Psikolojik hastalıkların arttığı, ilacın bile kimyasının bozuk olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Ne yazık ki bütün bu akıl dışılıklar, bireysel aklı bütün bin insanlığın tapınağı gibi yücelten bir medeniyet anlayışının ürünüdür. Sezai Karakoç bu medeniyet ile ilgili tespitlerini şu şekilde ortaya koymaktadır:
“Gerek ruh ve kafasını, gerek varlığını böylesine hükmü altına alan, ezen, büken, istediği gibi değiştiren, istediği oluşa şartlandıran bu tehlike medeniyetinden insanlık ne kadar korksa haklıdır.” (Karakoç, 1967a ; 66)
Maddi gücü erdem ve faziletin üstünde görüp, doğa bilimlerine ait sınıflandırmaları insanî değerleri göz ardı ederek, ırk, ten, cinsiyet gibi doğuştan getirilen özelliklere dayalı ayrımları bilimsellik kılıfı altında sunmayı ve inandırmayı, hayallerimizi bile aşan bir maharetle ortaya koyan bu medeniyet anlayışının doğuracağı yeni tehlikeler meçhuldür. Görünen tek çare de aydınların çözüm önerileri üzerinde odaklanıp, kalitesi ve değeri saniyede öldüreceği insan sayısı üzerinden belirlenen silah üretimini teşvik etmeyi doğallaştıran bu anlayışa “dur” diyecek yol bulmalarıdır. Bu konuda Diriliş düşüncesinin dayandığı “Hakikat medeniyeti” yaklaşımının ciddiyetle ele alınmasını öneriyoruz.
Kaynakça
Akşit,N.(1984). Arnavutluk, Büyük Bulgar Devlet, Eflak, Etnik-i Eterya, Mavri Mira, Sırp Ayaklanması, Pontus Rum Cemiyeti, Yunan Ayaklanması. A’dan Z’ye Tarih Ansiklopedisi. İstanbul: Serhat Yayınları.
Berki, A.Himmet ve Keskioğlu, Osman. Hâtemü’l-Enbiya, Hazreti Muhammed ve Hayatı, Ankara, DİB Yayınları, 2013.
Günaydın, G.G.(2013). “Ulus Devlet Kıskacında Türk Demokratikleşme Süreci”, Lale Dergisi, sayı:5, s.143.
Güngör, Erol. İslâmın Bugünkü Meseleleri, İstanbul, Ötüken Yayınları,1981.
Halim, Said. Buhranlarımız ve Son Eserleri(Haz: M. Ertuğrul Düzdağ), İstanbul, İz Yayıncılık,2003.
Hanioğlu, M.Ş.(2012). Türkçülük. İslam Ansiklopedisi (Cilt:41, s.551-555). İstanbul: Türk Diyanet Vakfı Yayınları.
İnalcık, Halil ve Seyitdanlıoğlu, Mehmet. Tanzimat, Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2011.
Kalın, İbrahim. Ben, Öteki ve Ötesi & İslam- Batı İlişkileri Tarihine Giriş, İstanbul, İnsan Yayınları, 2016.
Karakoç, Sezai. Dirilişin Çevresinde , İstanbul, Diriliş Yayınları, 1967a.
Karakoç, Sezai. İnsanlığın Dirilişi, İstanbul, Diriliş Yayınları,1967b.
Özcan, A.(2005). Milliyetçilik. İslam Ansiklopedisi (Cilt:30, s.84-87). İstanbul: Türk Diyanet Vakfı Yayınları.
TDK(2011). Resimli Okul Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara.
Watson, Peter. Fikirler Tarihi- Ateşten Freud’a (Çevirenler: Kemal Atakay, Nurettin Elhüseyni, Kaya Genç, Barış Pala, Bahar Tırnakçı.), İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2014.
Yaylı,H.(2009). “Fransız Devriminden Günümüze Ulus-Devlet(Doğuşu, Gelişimi ve Eleştirel Bakışlarla İlgili Bir Analiz)”, Türk Yurdu Dergisi, Cilt: 29, Sayı: 262.
Zweig, Stefan.Yarının Tarihi( Çev:Ahmet Cemal), İstanbul, Can Yayınları, 1991.
Dostları ilə paylaş: |