"Aklı Avrupa'da, gönlü imam hatipli militanlarda, kafası karışık şairimizi ne yapacağız?" diye sordu Sunay.
"Yüzünden belli," dedi Funda Eser tatlılıkla gülümseyerek, "İyi bir çocuk o. Bize yardım edecek."
"Ama o İslamcılar için gözyaşı döküyor."
"Âşık da ondan," dedi Funda Eser. "Fazla duygulu şairimiz bugünlerde."
"A, şairimiz âşık mı?" dedi Sunay Zaim abartılı jestlerle. "Ancak en saf şairler ihtilal zamanında aşkla meşgul olabilirler."
"O saf şair değil, saf âşık," dedi Funda Eser.
Karı koca bu oyunu hiç hatasız biraz daha oynayıp Ka'yı hem kızdırdılar hem de serseme çevirdiler. Daha sonra terzihanedeki büyük masaya karşılıklı oturup çay içtiler.
"Bize yardım etmenin en akıllıca iş olduğuna karar verirsen diye söylüyorum," dedi Sunay. "Kadife, Lacivert'in metresidir. Lacivert Kars'a siyaset için değil aşk için geliyor, ilişki kurduğu genç İslamcıları belirleyebilmek için yakalamıyorlardı bu katili. Şimdi pişmanlar. Çünkü dün akşam yatakhane baskınından önce kaşla göz arasında yok oldu. Kars'taki bütün genç İslamcılar ona hayran ve bağlıdırlar. Kars'ta bir yerdedir ve seni bir kere daha mutlaka arayacaktır. Bize haber vermen zor olabilir: Tıpkı rahmetli eğitim enstitüsü müdürüne yapıldığı gibi üzerine bir hatta iki mikrofon koyar, paltona da bir telsiz verici bağlarlarsa seni bulduğunda çok fazla korkuya kapılman gerekmez. Sen uzaklaşınca onu hemen yakalarlar." Ka'nın yüzünden bu fikri beğenmediğini anladı hemen. "Israr etmiyorum," dedi. "Hiç belli etmiyorsun ama bugünkü davranışlarından ihtiyatlı biri olduğun anlaşılıyor. Kendini korumayı biliyorsundur ama ben gene de sana Kadife'ye dikkat etmen gerektiğini söyleyeyim. Her işittiği şeyi Lacivert'e yetiştirdiğinden kuşkulanıyorlar; evde babasıyla misafirlerinin her akşam yemek masasında konuştuklarını da yetiştiriyor olmalı. Babaya ihanet etmenin zevki içindir biraz. Ama Lacivert'e aşkla bağlı olduğu içindir de: Sence bu kadar hayran olunacak ne var onda?"
"Kadife'de mi?" diye sordu Ka.
"Lacivert'te tabii," dedi Sunay öfkeyle. "Niye herkes hayran oluyor bu katile? Niye bütün Anadolu'da efsane bir adı var? Sen onunla konuştun, söyleyebilir misin bunu bana?"
Funda Eser çıkardığı plastik bir tarakla kocasının solgun saçlarını şefkat ve özenle taramaya başlayınca dikkati iyice dağılan Ka sustu.
"Televizyonda yapacağım konuşmayı dinle," dedi Sunay. "Kamyonla seni oteline bırakalım."
Sokağa çıkma yasağının bitmesine kırk beş dakika vardı. Ka otele yürüyerek dönmek için izin istedi, verdiler.
Geniş Atatürk Caddesi'nin boşluğu, karlar altındaki yan sokakların sessizliği, karlı eski Rus evlerinin ve iğde ağaçlarının güzelliği biraz olsun içini açmıştı ki, peşinde birisi olduğunu fark etti. Halitpaşa Caddesi'ni geçti, Küçük Kâzımbey Caddesi'nden sola saptı. Peşindeki hafiye yumuşak karda oflaya puflaya yetişmeye çalışıyordu. Onun peşine de dün istasyonda koşturan, alnı beyaz lekeli arkadaş canlısı kara köpek takılmıştı. Ka, Yusufpaşa Mahallesi'ndeki manifaturacı dükkânlarının birinin içine gizlenip onları seyretti, sonra birden peşindeki hafiyenin önüne çıktı.
"Siz beni bilgi sahibi olmak için mi izliyorsunuz, korumak için mi?"
"Vallahi beyefendi siz nasıl alırsanız öyle."
Ama adam o kadar yıpranmış ve yorgundu ki değil Ka'yı kendini koruyabilecek hali bile yoktu. En az altmış beşinde gösteriyordu, yüzü kırış kırıştı, sesi cılız, gözlerinin ışığı gitmiş, Ka'ya bir sivil polisten çok polisten korkmuş biri gibi ürkek ürkek bakıyordu. Türkiye'deki bütün sivil polislerin giydiği Sümerbank ayakkabısının da burnunun açıldığını görünce Ka acıdı adama.
"Siz polissiniz, kimlik kartınız varsa şuradaki Yeşilyurt Meyhanesi'ni açtırıp biraz oturalım."
Meyhane, kapısını fazla vurmaya gerek kalmadan açıldı. Adının Saffet olduğunu öğrendiği hafiyeyle rakı içip, kara köpekle de paylaştıkları börekleri yiyerek Sunay'ın konuşmasını dinlediler. Konuşmanın askerî darbelerden sonra dinlediği öteki başkan konuşmalarından hiç farkı yoktu. Sunay dış düşmanlarımızın kışkırttığı Kürtçülerin ve dincilerin ve seçmenin oyunu almak için her şeyi yapan yoz siyasetçilerin Kars'ı uçurumun kenarına getirdiğini söylerken Ka sıkılmaya başlamıştı bile.
Ka ikinci kadehini içerken hafiye saygılı bir ifadeyle televizyondaki Sunay'ı işaret etti. Yüzündeki zaten yarım yamalak hafiye ifadesi gitti, yerine dilekçe veren zavallı vatandaş bakışı geldi. "Siz onu tanıyorsunuz, dahası o size hürmet ediyor," dedi. "Bir maruzatımız olacak. Siz ona arz edersiniz, ben de bu cehennem hayatından kurtulurum. Lütfen beni bu zehirleme soruşturmasından alsınlar, başka yere versinler."
"Ka'nın sorması üzerine yerinden kalktı, lokantanın kapısını sürgüledi. Onun masasına oturdu ve "zehirleme soruşturmasını" hikâye etti.
Biçare hafiye meramını iyi anlatamadığı, Ka'nın zaten sersemlemiş kafası içkiden hemen dumanlandığı için iyice çapraşıklaşan hikâye, ordunun ve istihbarat örgütlerinin şehir merkezinde askerlerin çok gittiği Modern Büfe adlı bir sandviç-sigara büfesinde satılan tarçınlı bir şerbetin zehirli olmasından şüphelenmeleriyle başlıyordu. Dikkati çeken ilk vaka istanbullu bir piyade yedeksubaydı. iki yıl önce, çok eziyetli geçeceği anlaşılan bir tatbikattan önce bu subay ateşler içinde titremeye, ayakta duramayacak kadar sarsılmaya başlamıştı. Kaldırıldığı revirde zehirlendiği anlaşılınca ölmekte olduğunu sanan asker, bir öfkeyle Küçük Kâzımbcy Caddesi'yle Kâzım Karabekir Caddesi'nin köşesindeki büfeden yeni bir şey diye merakla alıp içtiği sıcak şerbeti suçlamıştı. Basit bir zehirlenme diye önemsenmeden unutulacak olan bu olay, kısa aralıklarla başka iki yedeksubayın aynı belirtilerle revire kaldırılmasıyla yeniden hatırlanmıştı. Onlar da tir tir titriyor, titremekten kekeliyor, halsizlikten ayakta duramayıp yere düşüyor ve meraktan içtikleri aynı tarçınlı sıcak şerbeti suçluyorlardı. Bu sıcak şerbeti, Atatürk Mahallesi'nde bir Kürt teyze "ben buldum" diye evde yapmış, herkes sevince de şerbet teyzenin yeğenlerinin işlettiği büfede satılmaya başlamıştı. Kars askerî karargâhında hemen o sırada yapılan gizli bir soruşturma sonucu elde edilmişti bu bilgiler. Ama teyzenin şerbetinden gizlice alınan örneklerin veteriner fakültesinde incelenmesi sonucunda bir zehir bulunmamıştı. Olay böylece kapanacakken konuyu karısına açan paşa, kadının romatizmalarına iyi gelir diye sıcak şerbetten her gün bardak bardak içtiğini korkuyla öğrenmişti. Pek çok subay karısı, evet, aslında pek çok subay da şerbetten sağlığa iyi gelir bahanesiyle ve sırf can sıkıntısından bol bol içiyordu. Kısa bir soruşturma subayların ve ailelerinin, çarşı iznine çıkan erlerin, oğullarını ziyarete gelen asker ailelerinin, günde on kere geçtiği şehir merkezinde satılan ve Kars'ın tek yeni eğlencesi olan bu şerbetten bol bol içtiklerini ortaya koyunca, paşa elde edilen ilk bilgilerden korkuya kapılıp ne olur ne olmaz endişesiyle işi istihbarat örgütlerine ve Genelkurmay müfettişlerine devretti. O günlerde Güneydoğu'da PKK'lı gerillalarla gırtlak gırtlağa savaşan ordu bu savaşta başarılı oldukça, gerillaya katılmayı düşleyen işsiz, güçsüz, umutsuz kimi Kürt gençleri arasında tuhaf ve korkutucu intikam hayalleri yayılıyordu. Bombalamak, adam kaçırmak, Atatürk heykelini devirmek, şehir suyunu zehirlemek, köprüleri uçurmak gibi bu öfkeli hayallerden Kars kahvelerinde pinekleyen çeşitli istihbarat hafiyelerinin haberi vardı elbette. Bu yüzden iş ciddiye alındı, ama konunun hassasiyeti yüzünden büfe sahiplerinin işkenceli sorguya çekilmesi uygun bulunmadı. Onun yerine satışları arttıkça keyiflenen Kürt teyzenin mutfağına ve büfenin içine valiliğe bağlı hafiyeler sokuldu. Dükkândaki hafiye yine teyzenin özel icadı olan . tarçınlığa, cam bardaklara, teneke kepçelerin kıvrık saplarındaki el bezlerine, bozuk para kutusuna, paslı deliklere, büfede çalışanların ellerine herhangi bir yabancı toz bulaştırılmadığını belirledi önce. Bir hafta sonra da aynı zehirlenme belirtileriyle titreyerek ve kusarak işten ayrılmak zorunda kaldı. Teyzenin Atatürk Mahallesi'ndeki evine sokulan hafiye ise çok daha çalışkandı. Eve girip çıkanlardan, alınan malzemeye kadar (havuç, elma, erik ve dut kurusu, nar çiçeği, kuşburnu, hatmi) her şeyi raporlar halinde her akşam yazıp bildiriyordu. Bu raporlar kısa sürede sıcak şerbetin övgülü ve iştah kabartan reçetelerine dönüştü. Hafiye günde beş altı sürahi içiyordu şerbetten ve zararını değil faydasını gördüğünü, hastalıklara iyi geldiğini, hakiki bir "dağ" içkisi ve ünlü Kürt destanı Mem u Zin'de yeri olduğunu rapor ediyordu. Ankara'dan yollanan uzmanlar Kürt olduğu için bu hafiyeye güvenlerini kaybettiler ve ondan öğrendiklerinden şerbetin Türkleri zehirleyip Kürtlere işlemediği sonucunu çıkardılar ama Türklerle Kürtlerin birbirinden farksız olduğu yolundaki devlet görüşüne uymadığı için bu görüşlerini kimseye açamadılar. Bunun üzerine İstanbul'dan gelen bir doktor grubu hastalığı incelemek için Sosyal Sigortalar Hastanesi'nde özel bir revir açtı. Ama burayı da bedava muayene olmak isteyen sapasağlam Karslılar ile saç dökülmesi, sedef hastalığı, fıtık, kekemelik gibi sıradan dertlerden muzdarip hastaların doldurması araştırmanın ciddiyetine gölge düşürdü. Böylece gitgide büyüyen ve eğer gerçekse şimdiden binlerce askeri ölümcül bir şekilde etkilemiş bulunan bu şerbet kumpasını kimsenin maneviyatını bozmadan çözme işi yeniden Kars'taki istihbarat servislerinin, aralarında Saffet'in de olduğu çalışkan memurlarına düştü. Pek çok hafiye Kürt teyzenin pürneşe kaynattığı şerbeti içenleri izlemekle görevlendirildi. Artık sorun zehirin Karslılara nasıl bulaştığını belirlemek değil, Karslıların gerçekten zehirlenip zehirlenmediklerini kesin bir şekilde anlamaktı. Böylece hafiyeler teyzenin tarçınlı şerbetini iştahla seven asker-sivil bütün vatandaşları tek tek ve kimi zaman evlerinin içine kadar izliyorlardı. Ka, bu çok masraflı ve yorucu çaba sonucu ayakkabıları açılan, gücü tükenen hafiydin derdini televizyonda hâlâ konuşan Sunay'a açmaya söz verdi.
Hafiye bundan öyle memnun oldu ki giderken minnetle sarılıp öptü Ka'yı, kapının sürgüsünü de kendi eliyle açtı.
24
Ben, Ka
ALTIGEN KAR TANESİ
Ka, peşinde kara köpek, karlı boş sokakların güzelliğinin tadını çıkararak otele yürüdü. Resepsiyondaki Cavit'e İpek'e verilmek üzere bir not bıraktı: "Acele gel." Odasında kendini yatağa atıp beklerken annesini düşündü. Ama bu çok sürmedi, çünkü bir süre sonra hâlâ gelmeyen İpek'e taktı aklını. İpek'i beklemek kısa bir süre içerisinde Ka'ya öyle acı veren bir şey oldu ki ona tutulmasının ve aslında Kars'a gelmesinin bir aptallık olduğunu pişmanlıkla düşünmeye başladı. Ama şimdi çok geçti ve İpek de bir türlü gelmiyordu.
Ka'nın otele girmesinden otuz sekiz dakika sonra İpek geldi. "Kömürcüye gittim," dedi. "Yasağın bitmesinden sonra dükkânda kuyruk olur diye on ikiye on kala arka avludan çıktım. On ikiden sonra da çarşıda oyalandım biraz. Bilseydim hemen gelirdim."
Ka İpek'in odaya getirdiği hayatiyet ve canlılıktan bir anda öylesine mutlu oldu ki yaşamakta olduğu ânın bozulmasından ödü koptu. İpek'in parlak ve uzun saçlarını ve hiç durmadan kıpırdayan küçük ellerini seyretti. (Sol eli kısa bir süre içerisinde düzelttiği saçlarına, burnuna, kemerine, kapının kenarına, güzel uzun boynuna, gene düzelttiği saçlarına ve yeni taktığını Ka'nın şimdi fark ettiği yeşim kolyesine dokunmuştu.)
"Sana çok fena âşık oldum ve acı çekiyorum," dedi Ka.
"Bu kadar çabuk alevlenen bir aşk aynı hızla söner, korkma."
Ka telaşla sarılıp onu öpmeye çalıştı, İpek, Ka'nın telaşının tam tersi bir rahatlıkla öpüştü onunla. Kadının küçük ellerinin kendi omuzlarını tuttuğunu hissetmek, öpüşmeyi bütün tatlılığıyla yaşamak Ka'yı serseme çevirdi. Bu sefer İpek'in de kendisiyle sevişmeye niyetli olduğunu gövdesinin sokulganlığından anladı. Derin bir karamsarlıktan, coşkulu bir mutluluğa hızla geçebilme yeteneği sayesinde Ka şimdi öylesine mutluydu ki, gözleri, aklı, hafızası o âna ve bütün dünyaya açılmıştı.
"Ben de seninle sevişmek istiyorum," dedi İpek. Bir an önüne baktı. Hemen şehla gözlerini kaldırıp kararlılıkla Ka'nın gözlerinin içine dikti: "Ama söyledim, babam burada burnumuzun dibindeyken değil."
"Ne zaman çıkıyor baban dışarı?"
"Hiç çıkmaz," dedi İpek. Kapıyı açtı, "Gitmem gerek," deyip uzaklaştı.
İpek, yarı karanlık koridorun ucundaki merdivenlerden inip kaybolana kadar Ka onun arkasından baktı. Kapıyı kapayıp yatağının kenarına oturur oturmaz cebinden defterini çıkardı ve temiz sayfaya hemen "Çaresizlikler, Zorluklar" adını verdiği bir şiiri yazmaya başladı.
Ka şiiri bitirdikten sonra yatağın kenarında oturup Kars'a geldiğinden beri ilk defa bu şehirde İpek'i tavlamaktan ve şiir yazmaktan başka yapacak bir işi olmadığını düşündü: Hem bir çaresizlik hem de bir özgürlük duygusu veriyordu bu ona. Şimdi İpek'i kandırıp Kars şehrini birlikte terk edebilirse hayatının sonuna kadar onunla mutlu olacağını biliyordu. İpek'i ikna edebileceği zamanı ve bu işi kolaylaştıracak bir mekân birliğini sağladığı için yolları tıkayan kara şükran duydu.
Paltosunu giyip kimseye görünmeden sokağa çıktı. Belediye tarafına doğru değil, İstiklali Milli Caddesi'nden sola aşağıya yürüdü. Bilim Eczanesi'ne girip C vitamini tabletleri aldı, Faikbey Caddesi'nden sola döndü, lokanta vitrinlerine bakarak ilerleyip Kâzım Karabekir Caddesi'ne saptı. Caddeyi dün cıvıl cıvıl gösteren seçim propaganda bayrakçıkları indirilmiş, dükkânların hepsi açılmıştı. Küçük bir kırtasiyeci-kasetçi gürültüyle müzik çalıyordu. Sırf sokağa çıkmış olmak için kaldırımları doldurmuş bir kalabalık birbirlerine ve vitrinlere üşüye üşüye bakarak çarşıda bir aşağı bir yukarı yürüyordu. Merkez ilçelerden minibüslerle Kars'a gelip günlerini çayhanede pineklemek ve berberde tıraş olmakla geçiren kalabalık gelememişti şehre; berber ve çayhanelerin boş luğu Ka'nın hoşuna gitti. Sokaklardaki çocuklar içindeki korkuyu unutturup onu iyice mutlu ettiler. Küçük boş arsalarda, karla kaplı meydanlarda, devlet dairelerinin ve okulların bahçelerinde, yokuşlarda, Kars nehrinin üzerindeki köprülerde kızak kayan, kartopu savaşı yapan, koşuşturan, kavga edip küfürleşen, bütün bu hareketi seyredip burnunu çeken bir sürü çocuk gördü. Pek azının paltosu vardı, çoğu okul ceketi, kaşkol ve takke giyiyordu. Askerî darbeyi okullar tatil olduğu için sevinçle karşılayan bu neşeli kalabalığı seyrederken Ka iyice üşürse, en yakındaki çayhaneye giriyor, hafiye Saffet karşıdaki masada otururken bir çay içip tekrar dışarı çıkıyordu.
Hafiye Saffet'e alıştığı için Ka ondan korkmuyordu hiç. Kendisini gerçekten izlemek istiyorlarsa peşine görünmeyen bir hafiye takacaklarını biliyordu. Görünen hafiye görünmeyen hafiyeyi gizlemeye yarardı. Bu yüzden bir ara hafiye Saffet'i kaybedince Ka telaşlandı ve onu aramaya başladı. Faikbey Caddesi'nde, dün gece tankla karşılaştığı köşede Saffet'i elinde bir plastik torba, tıknefes kendisini ararken buldu.
"Portakallar çok ucuz, dayanamadım," dedi hafiye. Beklediği için Ka'ya teşekkür etti, kaçıp kaybolmadığı için "iyi niyetini" kanıtladığını söyledi. "Bundan sonra nereye gideceğinizi söylerseniz, ikimiz de boşuna yorulmayız."
Ka nereye gideceğini bilmiyordu. Daha sonra camları buz tutmuş bir başka boş çayhanede otururlarken aslında iki kadeh rakı için Şeyh Saadettin Efendi'ye gitmek istediğini anladı. İpek'i şu anda yeniden görmek mümkün değildi ve ruhu onu düşünmekle işkence korkusu arasında daralıyordu. Şeyh Efendi'ye içindeki Allah sevgisini açıp, Allah'tan ve dünyanın anlamından kibarca konuşmak isterdi. Ama tekkeyi mikrofonlarla donatmış emniyetçilerin kendisini gülerek dinleyecekleri geliyordu aklına.
Gene de Ka Şeyh Efendi'nin Baytarhane Sokağı'ndaki mütevazı evinin önünden geçerken bir ara durakladı. Yukarıya, pencerelere baktı.
Daha sonra Kars il kütüphanesinin kapısının açık olduğunu gördü, içeri girip çamurlu merdivenleri çıktı. Sahanlıkta bir duyuru tahtasına Kars'ın yedi yerel gazetesi tek tek dikkatle raptiyelenmişti. Tıpkı Serhat Şehir Gazetesi gibi, diğerleri de dün öğleden sonra basıldıkları için ihtilalden değil, Millet Tıyatrosu'ndaki akşamki gösterinin başarılı geçtiğinden, kar yağışının sürmesinin beklendiğinden söz ediyordu.
Okulların tatil olmasına rağmen okuma salonunda beş altı öğrenciyle evlerinin soğuğundan kaçan birkaç emekli memur gördü. Bir kenarda okunmaktan lime lime olmuş sözlükler ve yarısı parçalanmış resimli çocuk ansiklopedileri arasında, çocukluğunda çok sevdiği eski Hayat Ansiklopedisi ciltlerini buldu. Bu ciltlerin her birinin arka kapağının içinde üst üste yapıştırılmış renkli resimlerden oluşan, içe doğru açılan yaprakları çevirdikçe bir arabanın, bir erkeğin, bir geminin organ ve parçalarının tek tek görüldüğü bir anatomi levhası olurdu. Ka bir içgüdüyle dördüncü cildin arka kapağının içindeki anneyi ve şişkin karnında bir yumurtanın içinde yatar gibi yatan bebeğini aradı, ama ciltlerin içindeki bu resimler sökülmüştü, yırtma yerlerini görebildi yalnızca.
Aynı cildin (İS-MA) 324. sayfasındaki bir maddeyi de dikkatle okudu.
KAR. Suyun atmosferin içinde düşerken, gezinirken ya da yükselirken aldığı katı şekildir. Genellikle altıgen bir biçimi olan güzel kristal yıldızcıklar halindedir. Her kristal tanesinin kendine özgü altıgen yapısı vardır. Karın sırları eski çağlardan beri insanoğlunun ilgisini ve hayranlığını çekmiştir, ilk olarak İsveç'in Uppsala kentinde 1555 yılında papaz Olaus Magnus her kar tanesinin kendine özgü altıgen bir yapısı olduğunu ve şekilde görüldüğü gibi...
Ka bu maddeyi Kars'ta kaç kere okumuş, bu kar kristalinin resmi o sırada ne kadar içine işlemişti, bunu söyleyemeyeceğim. Yıllar sonra Nişantaşı'ndaki evlerine gidip, her zaman huzursuz ve kuşkulu babasıyla yaşlı gözlerle uzun uzun ondan bahsettiğimiz bir gün, evdeki eski kütüphaneyi görmek için izin istemiştim. Ka'nın odasındaki çocukluk ve gençlik kütüphanesi değil, oturma odasının karanlık köşesindeki babasının kütüphanesiydi aklımdaki. Burada şık ciltli hukuk kitapları, 1940'lardan kalan yerli ve çeviri romanlar, telefon ve telefon rehberlerinin arasında bu özel ciltli Hayat Ansiklopedisini görmüş, dördüncü cildin arka iç kapağındaki gebe kadın anatomisine bir göz atmıştım. Kitabı gelişigüzel açınca 324. sayfa kendiliğinden gelmişti önüme. Orada, aynı Kar maddesinin yanında bir de otuz yıllık bir kurutma kâğıdı gördüm.
Ka önündeki ansiklopediye bakıp ödev yapan öğrenci gibi cebinden defterini çıkardı, Kars'ta kendisine gelen onuncu şiiri yazmaya başladı. Her kar tanesinin tekilliğiyle Hayat Ansiklopedisi'nin cildi içinde bulamadığı annenin karnındaki çocuk hayalinden yola çıkarak Ka, kendisinin ve hayatının bu dünyadaki yerini, korkularını, özelliklerini ve benzersizliğini temellendirdiği bu şiire "Ben, Ka" adını verdi.
Henüz şiirin sonuna gelmemişti ki, Ka, masasına birisinin oturduğunu hissetti. Defterden başını kaldırınca şaşırdı: Necip'ti bu. içinde dehşet ve hayret değil, kolay ölmeyecek birinin öldüğüne inanmanın suçluluk duygusu uyandı.
"Necip," dedi. Sarılıp öpmek isledi onu.
"Ben, Fazıl," dedi genç. "Sizi yolda gördüm, peşinize takıldım." Hafiye Saffet'in oturduğu masaya doğru bir bakış attı. "Çabuk söyleyin bana: Necip'in öldüğü doğru mu?"
"Doğru. Gözümle gördüm."
"O zaman bana niye Necip dediniz? Gene de emin değilsiniz."
"Emin değilim."
Bir an yüzü kül gibi oldu Fazıl'ın, sonra kendini zorlayarak toparladı.
"Benden intikamını almamı istiyor. Bundan anlıyorum öldüğünü. Ama okul açılınca eskisi gibi derslerimi çalışmak istiyorum, intikama, siyasete girmek değil."
"Üstelik intikam korkunç bir şey."
"Gene de o gerçekten istiyorsa intikamını alırım," dedi Fazıl.
"Bana sizden bahsetmişti. Hicran'a, yani Kadife'ye, yazdığı mektupları verdiniz mi ona?"
"Verdim," dedi Ka. Fazıl'ın bakışından rahatsız oldu. "'Verecektim,' diye düzeltsem mi?" diye düşündü. Ama geç kalmıştı. Üstelik yalan söylemek nedense içini güvenle doldurmuştu. Fazıl'ın yüzünde beliren acıdan huzursuz oldu.
Fazıl iki elini yüzüne kapayıp ağladı biraz. Ama o kadar öfkeliydi ki gözyaşları boşanmadı. "Necip öldüyse intikamını kimden almam gerekir?" Ka'nın sustuğunu görünce gözlerini gözlerinin içine dikti. "Siz bilirsiniz."
"Bazan siz aynı anda aynı şeyi düşünürmüşsünüz," dedi Ka. "Sen düşünüyorsan o var demektir."
"Onun benim düşünmemi istediği şey acıyla dolduruyor içimi," dedi Fazıl. Ka ilk defa onun gözlerinde Necip'in gözlerinde gördüğü ışığı gördü. Bir hayaletle karşı karşıya hissetti kendini
"Nedir sizi düşünmeye zorladığı şey?"
"İntikam," dedi Fazıl. Biraz daha ağladı.
Ka Fazıl'ın aklındaki asıl düşüncenin intikam olmadığını hemen anladı. Çünkü Fazıl bunu hafiye Saffet'in onları dikkatle seyrettiği masasından kalkıp yaklaştığını gördükten sonra söylemişti.
"Kimliğinizi verin," dedi hafiye Saffet Fazıl'a sert sert bakarak.
"Okul kimliğim ödünç verme masasında."
Ka, Fazıl'ın karşısındakinin bir sivil polis olduğunu hemen anladığını ve korkusunu bastırdığını gördü. Hepsi ödünç verme masasına yürüdüler. Hafiye, her şeyden korkmuş görünen bayan memurenin elinden kaptığı kimlikten Fazıl'ın imam hatip öğrencisi olduğunu öğrenince "zaten biliyorduk" diyen suçlayıcı bir bakışla Ka'ya baktı bir. Sonra bir çocuğun topuna el koyan büyük edasıyla kimliğini cebine koydu.
"Emniyet müdürlüğüne gelir, imam hatip kimliğini alırsın," dedi.
"Memur bey" dedi Ka. "Bu çocuk etliye sütlüye karışmaz, en sevdiği arkadaşının öldüğünü de şimdi öğrendi, verin kimliğini."
Ama Ka'dan öğleyin bir torpil istemesine rağmen Saffet yumuşayamadı.
Ka kimsenin görmediği bir köşede Saffet'ten kimliği alacağına inandığı için saat altıda Demirköprü'de buluşmak için Fazıl'la sözleşti. Fazıl hemen çıktı kütüphaneden. Bütün okuma salonu huzursuz olmuştu, herkes kimlik kontrolünden geçirileceğini sanıyordu. Ama Saffet oralı değildi, masasına hemen geri dönmüş, 1960 başının Hayat dergisi cildini karıştırıyor, İran Şahı'na bebek doğuramadığı için boşanmak zorunda kalan mahzun Prenses Süreyya'nın ve eski Başbakan Adnan Menderes'in asılmadan önce çekilmiş son fotoğraflarına bakıyordu.
Ka hafiyeden kimliği alamayacağına karar verip kütüphaneden çıktı. Karlı sokağın güzelliğini, coşkuyla kartopu oynayan çocukların neşesini görünce bütün korkularını arkada bıraktı. Koşmak geliyordu içinden. Hükümet meydanında ellerinde kumaş torbalar, iple sarılmış gazete kâğıdından paketler, bir kuyrukta üşüyerek hüzünle bekleşen bir erkekler kalabalığı gördü. Sıkıyönetim duyurusunu ciddiye alıp evlerindeki silahları kuzu kuzu devlete teslim eden ihtiyatlı Karslılardı bunlar. Ama devlet onlara hiç güvenmediği için kuyruğun ucunu vilayet binasının içine almadığından hepsi üşüyordu. Şehrin çoğu bu duyurudan sonra geceyarıları karı açıp silahlarını hiç kimsenin akıl edemeyeceği yerlere, buzlu toprağa gömmüştü.
Faikbey Caddesi'nde yürürken Kadife ile karşılaştı ve yüzü kıpkırmızı oldu. Az önce İpek'i düşünüyordu, Kadife ona İpek ile ilgili çok yakın ve olağanüstü güzel bir şey gibi gözüktü. Kendini tutmasaydı başörtülü kıza sarılıp öpecekti.
"Sizinle çok acele konuşmalıyım," dedi Kadife. "Ama peşinizde bir adam var, o bakarken değil. Otelde saat ikide 217 numaraya gelir misiniz? Sizin odanın bulunduğu koridorun ucundaki son odadır."
"Orada rahat konuşabilecek miyiz?"
"Kimseye," gözlerini kocaman açtı Kadife "İpek'e bile söylemezseniz konuştuklarımızdan kimsenin haberi olmaz." Kendilerini dikizleyen kalabalığa yönelik çok resmi bir hareketle Ka'nın elini sıktı. "Şimdi çaktırmadan arkama bakın, benim peşimde bir mi, iki mi hafiye var, sonra söylersiniz."
Dudaklarının kenarıyla hafifçe gülümseyerek başıyla öyle bir "evet" dedi ki Ka, takındığı soğukkanlı havaya kendi bile şaştı.
Oysa Kadife ile bir odada ablasından gizli buluşma fikri bir anda aklını başından almıştı.
Kadife ile buluşmadan önce bir rastlantıyla da olsa otelde İpek ile karşılaşmak istemediğini anladı hemen. Böylece buluşmadan önce vakit öldürmek için sokaklarda yürüdü. Askerî darbeden kimse şikâyetçi gözükmüyordu; tıpkı çocukluğunda olduğu gibi, yeni bir başlangıç ve sıkıcı hayatta bir değişiklik havası vardı. Kadınlar çantalarını ve çocuklarını kapmışlar, bakkal ve manav dükkânlarında meyveleri elleyip seçmeye, pazarlık etmeye, bıyıklı erkekler kalabalığı da köşe başlarında dikilip filtresiz sigara içerek gelip geçenlere bakmaya, dedikodu etmeye başlamışlardı. Garajlarla pazar yeri arasındaki boş bir binanın saçak altında dün iki kere gördüğü kör taklidi yapan dilenci yerinde değildi. Sokak ortalarında park edip portakal ve elma satan kamyonetleri de göremedi Ka. Zaten seyrek olan araç trafiği iyice azalmıştı, ama bunun askerî darbeden mi, kardan mı olduğunu anlamak güçtü. Şehirdeki sivil polis sayısı arttırılmış (bir tanesi Halitpaşa Caddesi'nin aşağısında futbol oynadığı gocuklar tarafından kaleye geçirilmişti), garajların yanında kerhane olarak işletilen iki otel (Pan Oteli ve Otel Hürriyet), horoz dövüştürenler ve kaçak kesim yapan kasaplar karanlık faaliyetlerini belirsiz bir zamana kadar ertelemişlerdi. Arada bir gecekondu mahallelerinden özellikle geceleri gelen patlama seslerine ise Karslılar zaten alışık olduğu için kimse istifini bozmuyordu. Ka da bu ilgisizlik müziğinin verdiği özgürlük duygusunu içinde iyice hissettiği için Küçük Kazımbey Caddesi'yle Kâzım Karabekir Caddesi'nin köşesindeki Modern Büfe'den tarçınlı bir sıcak şerbet alıp keyifle içti.