BiRİNCİ BÖLÜm böLÜm risale-i nur’u anlamada bakiş AÇimiz ne olmali?



Yüklə 228,47 Kb.
səhifə1/4
tarix26.05.2018
ölçüsü228,47 Kb.
#51755
  1   2   3   4

BİRİNCİ BÖLÜM



 

1. BÖLÜM
RİSALE-İ NUR’U ANLAMADA BAKIŞ AÇIMIZ NE OLMALI?

1. Risale-i Nur’u anlamada orijinal metnin önemi

Kim bilir kaç yıldır Risale-i Nur okuyorsunuz. Belki çeyrek asır oldu bu iman hakikatleri hazinesiyle tanışalı, belki de yarım asır. Belki birkaç yıldır muhatapsınız ona, belki de bir ömür vakfettiniz. Bugüne değin bıkmadan usanmadan okudunuz, bu nur çeşmesinden kana kana içtiniz. Kim bilir kaç gece sabahlara kadar okuyup beyninizi çatlatırcasına düşündünüz, anlamaya çalıştınız. Nice derslere katıldınız, nice programlar yaptınız.

Hep daha okumak, daha çok istifade etmek, daha çok anlamak için çırpındınız.


Yıllarınızı bu uğurda harcadığınız için, nice yeni tanıyan kimsenin okuyup anlamaya yönelik sorularıyla karşılaştınız. Belki kaç kez, “Anlayamıyorum; bunların sadeleştirilmişi yok mu?” şikâyetlerine şahit oldunuz.

Belki de ilk okuduğunuz yıllarda siz de benzer sıkıntıları yaşadınız, siz de dilinin ağır olduğundan yakındınız. Ama size, “Bunlar orijinal hâliyle okunur, sadeleştirilemez” gerçeği anlatıldı hep. Bir bir gerekçeleri de sıralandı haklı olarak. Ve siz ikna oldunuz, nicelerinizi de ikna ettiniz.

Nasıl bir metot izlesem?

Belki de Risale-i Nur’u henüz tanıdınız, yeni okuyorsunuz. Kim bilir bugüne kadar okul kitaplarının dışında herhangi bir eserle aranız iyi olmadı. Ama dünya ve ahiret hayatını ışıklandıracak, ufkunuzu aydınlatacak, sizi iman ve İslâm’ın sonsuz güzellikleriyle mutlu edecek iman derslerinin ne kadar lüzumlu olduğunu geç de olsa anladınız. Çölde suya hasret kalan bir kimsenin özlemiyle sarıldınız. Geçen yılların acısını çıkarmak, hiç değilse bundan sonraki zamanınızı değerlendirerek doyasıya okumak ve anlamak istiyorsunuz.

Ve soruyorsunuz: Hangisinden başlasam, günde kaç sayfa okusam, tam istifade edebilmek için nasıl bir metot izlesem, acaba hakkıyla anlayabilmek için hangi yollardan geçsem?

Haklısınız. Geçen yıllar geçmiştir. Hiç değilse bugünü ve geleceği kurtarmalısınız. Ecel ne zaman gelecek, bize verilen süre ne kadardır, bilmiyoruz. Ömrümüzü ebedîleştirecek iman ve İslâm hakikatlerini hiç değilse bundan sonra iyi okumak, iyi anlamak ve hayatınıza rehber yapmak istiyorsunuz.


Ya da gözünüzü açtığınız ortam hep Nurların okunup yaşandığı bir evdi. Küçükken kulağınıza hep buram buram iman kokan vecizeler söylendi. Hatta siz bunları ezberlediniz. Daha alfabeyi öğrenmeden imanî cümleler ezberleyip, büyüklerinizin takdir dolu bakışları üzerinizdeyken okudunuz. Alkışlandınız, ödüllendirildiniz.

Asırlar geçmiş gibi

Minik ayaklarınız oyun sahalarından önce dersanenin yolunu öğrendi. Okunanlardan bir şey anlasanız da anlamasanız da, “Baba beni de götür!” diye yalvardınız her akşam.

Herkes sizi sevdi, görenler başınızı okşadı. Lâf olsun diye gitmediniz. Küçük hizmetler de yaptınız. Çay tabağı ve şeker dağıttınız. Gelenlere kapıyı açtınız. Ama sanki asırlar geçmiş gibi şimdi... Zamanla o nuranî iklimden koptunuz. Belki derse gitmeyi, yük kabul etmeye başladınız. Yazık ki, “Biliyorum” havasına kapıldığınız için sonraki gelişmelerden hep mahrum kaldınız. Evinizde kırmızı kaplı kitaplar hep başköşeyi süsledi, ama bir türlü içine girip uçsuz bucaksız iman ve ilim hazinesinden yararlanamadınız. Ancak bir gün içinizde küllenen korlar alevlendi.

Bir ilkbahar meltemi esti, külleri savurdu ve içinizdeki okuyup öğrenme ateşi tekrar tutuştu. “Hiç değilse bundan sonra...” diye düşündünüz. Öyle ya, zararın neresinden dönülse kâr değil mi? Hatayı anlayıp düzeltmeye çalışmak da en büyük erdem değil mi?

İyi, ama altı bin sayfalık bir ilim hazinesi olan Risale-i Nur, uçsuz bucaksız bir deniz gibi karşınızda duruyor. Belki içine girmeye cesaret edemiyorsunuz. “Nasıl başlasam, hangi yolu izlesem, ne kadar zamanımı ayırsam?” diye tereddütler kemiriyor beyninizi.

Sistemli bir plânla ve şevkle çalışın

Evet, ister Nurları iyi tanıyın, ister ömrünüzü vakfedin, Risale-i Nur’u okumak ve anlamak önemli bir hedefiniz. Madem beşikten mezara kadar ilim öğrenmekle görevliyiz, elbette ebedî yurdumuza gidinceye kadar okuyup anlamanın kara sevdalısı olacağız.

İşte her hâlükârda Risale-i Nur’u okuma ve anlama teknikleri konusuna ihtiyacımız var. Her zaman bir hedef, bir ideal, bir yöntem peşinde olmalıyız. Çünkü hedefsiz ve yöntemsiz bir şekilde ne kadar zaman ayırsanız, ne kadar çaba sarf etseniz, bir yerde sonuçsuz kalmaya mahkûmsunuz.
Nurları okumayı ve anlamayı başarmak, sistemli bir plân çerçevesinde sürekli ve şevkli çalışmaya bağlı.

2. Risale-i Nur’u anlamanın ölçüsü nedir?

Acaba “Risale-i Nur’u okumak ve anlamak”tan ne anlıyoruz? Risale-i Nur’u hakkıyla anlayabildiğimizin ölçüsü nedir?

Hiç şüphesiz bu eserler Kur’an’ın manevî bir tefsiri olduğundan, İlâhî ve dinî kavramları açıkladığından, onu hakkıyla anlamanın bir sonu ve sınırı olamaz. Ama hiç değilse belirli bir mesafe aldığımızı ve mânâsını kavradığımızı gösteren bazı ölçüler vardır. Söz gelişi; altı bin sayfanın genelinde hangi konuların hangi bölümlerde bulunduğunu özet muhtevalarıyla bilmek çok önemlidir. Risalelerde geçen kelime ve terimlerin anlamlarına vâkıf olmak ciddî bir aşamadır. Konular arasında irtibat kurmak, sentez yapmak, okurken başkasına açıklayabilmek de anlama yolunda mühim mesafeler alındığını gösterir.

Ancak okumanın ve anlamanın ölçüsüne bir de bu eserlerin yazarı olan Bediüzzaman Hazretlerinin gözüyle bakalım.

Âlim olmak, muhteşem bir hedef

Lem’alar’da yer alan İhlâs Risalesinde, “Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan, bu zamanın mühim, hakikatli bir âlimi olabilir” ifadesi vardır.

Bu, çok ciddî bir iddiadır. Bir kimsenin bir senede âlim olabilmesi, hedef açısından ciddî bir müjde, ancak ödenmesi gereken bedel bakımından da olağanüstü bir dikkat ve gayret demektir.

Niçin? Çünkü âlim olmak, çok büyük ve çok muhteşem bir hedeftir. Hadis-i şeriflerde belirtildiği gibi, “âlimler peygamberlerin vârisleridir,” “bu ümmetin âlimleri İsrailoğullarının peygamberleri gibidir,” “âlim, uykusu bile ibadet olan, yüzüne bakmak bile insana sevap kazandıran kimsedir.”
Elbette âlim olmanın da mertebeleri vardır. Her âlim, bir İmam-ı Gazalî, bir İmam-ı Rabbanî olamaz. Ancak en alt mertebesinin bile çok büyük fazilet ve meziyetleri vardır.

On yılda bile âlim olunamıyorsa...

Ayet ve hadislerde nice faziletleri sayılan âlimlik makamına ulaşmak için Üstat Hazretlerinin şartı, Risale-i Nur’u bir yıl okumaktır.
Risale-i Nur’u değil bir yıl, belki 10 yıldır okuyor olabiliriz. Ancak bir türlü âlim olamıyorsak, Üstadın müjdesi isabetsiz değil, bizim uygulamamız yanlış ya da eksiktir.

Evet, âlim olmak, hem de bu zamanın mühim ve hakikatli bir âlimi olmak için bir yıl okumak yeterlidir. Ancak iki önemli şart daha var: Kabul ederek ve anlayarak okumak.

Demek, Risale-i Nur’u anlamamızın derecesini ölçmede önemli bir kriter budur. Oysa bırakın Risale-i Nur’un âlimi olmayı, yıllardır okumaya çalıştığı hâlde temel kelime ve terimlerin anlamlarını bile bilmeyenimiz olmuştur.
Birlikte yıllarca risale okuduğumuz bir arkadaşımızın, bir ders esnasında, “Yahu ihlâs ne demektir?” sorusuyla karşılaşmıştık. Belki de o, bir hazine kadar geniş anlamı olan bu terimin çok derin ve kapsamlı anlamını kast ediyordu.

Her şeye rağmen Risale-i Nur’u anlamanın ilk basamağı olan kelime ve terim bilgisinde yeteri kadar mesafe alamadığımız bir gerçektir.

Evet, Risale-i Nur’u çok iyi okumak ve anlamak zorundayız. Ona her insan muhtaç. Ama biz de muhtacız ve öncelikli olarak anlamakla sorumlu ve görevli olan biziz. Çünkü yıllardır elimizde ve tanıyoruz.

Oysa bu eserleri anlamak bakımından çok dikkat çekici gerçeklerle yüz yüzeyiz. Nice kitaba zor olduğu için başlayamamışızdır. Meselâ Mesnevî-i Nuriye, İşârâtü’l-İ’caz ve Muhakemat gibi...

Sadece bunlar mı? Kader Risalesini, İkinci Şua’yı, ism-i Hay ve Kayyum’u hakkıyla anlayabiliyor muyuz? Bırakın onları, Küçük Sözler’i hakkıyla anlayabildiğimizden emin miyiz?

Anlayıp yaşayabilseydik...


Denizli’de Üstadın bedeline vefat eden merhum Hasan Feyzi, Altıncı Söz için, “Beni benden aldı!” diyor. Onu okuyunca hayran oluyor, sarsılıyor, büyük bir etki altında kalıyor. Bize Küçük Sözler, “kolay anlaşılır ve sıradan” gibi geliyor.

Hiç sanmıyorum. Eğer anlayıp yaşayabilseydik, ferdî hayatımızda olağanüstü inkılâplar olur, ülke ve dünya genelinde de yer yerinden oynardı.

Elbette anlamanın dereceleri var ve büsbütün hissesiz kalmıyoruz. Çocuklar bile bir şeyler anlıyor. Üstelik müellifinin iddiası, “okuyan herkesin kabiliyeti ve gayreti nispetinde anlayabileceği” şeklinde. Hatta Üstat Hazretleri, İbn-i Sina’nın “Akıl bu yolda gidemez” dediği haşir meselesini çok kolay ispatladığını yazıyor, Sad-ı Taftazanî’nin bir ciltte anlattığı kader meselesini iki sayfada çözdüğünü belirtiyor.

Bunlar gerçekten doğru şeyler. Ancak bir başka doğruyu da yukarıda anlatmış olduk.

Yarım asrı aşkın bir zamandır şifahî (sözlü) bir kültür olarak devam eden Nurları okuma ve anlama faaliyetinin sistemli bir şekilde yazıya dökülmesi, izahları ve şerhlerinin yapılarak Risale-i Nur’u anlama metodolojisinin ortaya konması gerekiyor.

Bu arada, Risale-i Nur’u anlama konusunda sık sık sözü edilen dil problemi ve sadeleştirme tartışmaları açısından da meseleye bakmamız gerekir.

Sadeleştirmek çözüm değil

Bu da ayrıca ele alınması gereken bir konudur. Ancak risaleleri anlamak için sadece sadeleştirme yolunu düşünmek, anlamayı fazla kolaylaştırmaz, üstelik mânâyı kısırlaştırır. Zaten bir “terimler hazinesi” olan Risale-i Nur’un sadeleştirilmesi de kolay değildir.

Genelde Kur’anî ve İslâmî olan terimleri nasıl sadeleştireceksiniz? Söz gelişi, “tesbih, tahmid, tefekkür, arş, haşir, sırat” gibi terimlerin Türkçesi var mı? Allah’ın isimlerini ve sıfatlarını nasıl sadeleştireceksiniz? Bu kelimeleri anlamanın yolu kesinlikle sadeleştirmek olamaz. Ancak mânâlarını öğrenerek anlayabilirsiniz.

Kelimeleri bilmek yeterli mi?

Risaleleri anlamada “kelimelere vâkıf olma”nın önemli bir yeri vardır mutlaka. Dil probleminin nasıl çözüleceği konusu çok önemli bir meseledir ve mutlaka halledilmesi gerekir. Ancak onu anlamak için kelimeleri bilmek tek başına yeterli değildir. Çünkü bu eserler bir lügat değil, bütün İslâmî ilimleri ihtiva eden imanî bir tefsirdir. Bir kelimenin ilgili olduğu ilme göre hangi anlamı veya anlamları taşıdığını bilmek şarttır.

Meselâ “vacip” kelimesi günlük konuşmada “gerekli” anlamında iken, fıkıh ilminde Şafiîlerde “farz,” Hanefîlerde “farzdan daha aşağı derecede, ama yapılması gereken” mânâsındadır. Aynı kelime kelâm ilminde Cenab-ı Hak için “varlığı mutlak, kesin gerekli ve şart olan” mânâsında kullanılır. Üstelik verdiğimiz bu anlamlar, çok kısadır ve çok daha geniş mânâları vardır.

Bu misal gibi, her terimin kullanıldığı ilim dalına göre çok geniş ve kapsamlı anlamları vardır. Bu anlamları tam ve hakkıyla bilmeden Risale-i Nur’u anlamaya yönelik çabalarımız eksik ve hatalı olacaktır.

3. Risale-i Nur’u anlamada bütünlük ve denge boyutu

“Risale-i Nur’u anlamak’tan neyi anlamamız gerektiği” sorusu son derece mühimdir ve meselenin ana merkezini oluşturmaktadır.

Burada, “Risale-i Nur’u anlamak” yerine “Bediüzzaman’ı anlamak” ifadesini de kullanabiliriz. Çünkü Bediüzzaman Hazretleri, Risale-i Nur’daki hakikatleri kemal mertebede yaşayan bir şahsiyettir. Bir bakıma Risale-i Nur da, onun yaşadığı İslâm’ın yazıya dökülmüş şeklidir. Ona “mücessem bir Risale-i Nur” denebileceği gibi, “şahsî yaşayışının, hâl ve harekâtının yazdığı eserin bir tefsiri olduğu”nu söylemek de mümkündür.

Risale-i Nur’u anlamaktan kastımız sadece kelimelerin karşılığını bilmekten ibadet değildir. Çünkü bir eserin içindeki mevzuları sadece ilim bazında anlamak, onun mânâ ve ehemmiyetini kavramak ve verdiği mesajı idrak etmek için yeterli değildir.

Anlamada asıl derinlik

Elbette bir eseri hakkıyla anlayabilmek için öncelikle bu gereklidir, fakat tek başına yeterli değildir. Risale-i Nur’u anlamaktan meramımız:
1. Risale-i Nur’un mahiyetini, hususiyetlerini, meziyetlerini ve üstünlüklerini idrak etmek,
2. Bu eserleri bir bütün olarak kabul etmek,
3. Verdiği mesajlardaki irtibatları iyi kurmak ve muvazeneyi korumak,
4. Ortaya konan esasların birini diğerine tercih veya feda etmemek,
5. Mânâ ve prensiplerine hakkıyla âyine olmaktır.
Aksi takdirde, işlenen mesaj ve esasların birini ön plâna çıkarıp diğerini ihmal etmek ya da bütün mesajları birinin rengiyle boyamak, Risale-i Nur’u anlamak değildir.

İşin doğrusu ve istikamet, işlenen konulara müellifinin verdiği kıymet ve ehemmiyet derecesinde nazar etmek, herhangi bir prensibe onun yüklemediği mânâ ve fonksiyonu yüklememektir.

Risale-i Nur’daki meseleler iman, ibadet, ahlâk, içtimaiyat, siyaset gibi ana konulara ayrılabilir. Bunlar arasında bilhassa imanla ilgili yüzlerce alt bölüm saymak mümkündür.

Bütününe dengeli bakabilmek

Risale-i Nur’u anlamak, bunların bütününü idrak etmek, “eserlerde verilen kıymet ve ehemmiyet kadar değer vermek” demektir.

Bunların biri diğerine tercih edilemeyeceği gibi birbirine mâni de değildir. Mâni gibi algılanması, ancak “dengenin korunamaması”yla açıklanabilir.


Bu eserlerin muhtevasında akıl, kalp, ruh, his ve nefis arasında mükemmel bir denge vardır. Bunları hakkıyla anlayıp ayna olabilen insanın yaşayışında da aynı denge görülür. Eğer herhangi biri öne çıkıyor veya birisi ihmal ediliyorsa, muhtevadaki muvazene korunamamış demektir.

İstifade ederken dengeyi koruyan kişi, gövdesi, dalları, yaprakları ve meyveleri ile dengeli ve uyumlu bir ağaç gibidir; dengeyi koruyamayan ise, hormonlu bitki gibi simetriden mahrumdur.

Bu meselede en güzel ölçü, yine müellifinin koyduğu prensiplerdir. O, icra ettiği hizmetin mahiyet ve hususiyetlerini, kendi meslek ve meşrebini anlatan yüzlerce prensip zikretmiştir. Bütün eserlerine serpiştirilen bu prensipler, Hizmet Rehberi isimli derlemede özetlenmiştir. Buradaki esasları, verilen kıymet ve ehemmiyeti derecesinde kavramak ve uygulamak, Risale-i Nur’u doğru anlamaya vesile olur.

Anlamada rehber, eserlerin yazarıdır

Bediüzzaman Hazretleri sadece prensip koymakla kalmamış, onların en güzel uygulayıcısı olmuştur. Dolayısıyla onun yaşayışını bütün yönleriyle bilmek, mesaisini hangi meselelere ayırdığını, hangi hizmetle ne kadar meşgul olduğunu kavramak, Risale-i Nur’u anlamak hususunda en müstakim, en sıhhatli, en kestirme yoldur. Kaynağını onun eserinden ve uygulamasından almayan tespit ve tavırlar ise, gerçeğin özü değil, kabuğudur; esası değil, şekli ve sloganıdır.
Öz ve esas yerini kabuğa ve slogana bıraktığı zaman iman hizmetinin ruhu gitmiş, kitleleri cezp etmesi gereken koca hareket dar bir alana hapsedilmiş olur.

Yaptığımız bu çalışma, inşallah Risale-i Nur’u doğru anlamaya ve hakkıyla yaşamaya katkıda bulunur. Hedefimiz, Risale-i Nur’a perde değil, ayna olabilmektir.






İKİNCİ BÖLÜM






2. BÖLÜM
RİSALE-İ NUR’U ANLAMADA RUHÎ VE KALBÎ HÂLETİN RÖLÜ

Yirmi iki düsturu kuşanmak

Risale-i Nur’u okumak ve anlamaya yönelik çabalarda iki nokta önemlidir:
Birisi, bu eserleri okumaya teşvik edici ve ihtiyaç hissettirici hususlardır. Diğeri, risalelerin bir ilim olarak kavranması için izlenecek teknik ve pratik yollardır.

Risale-i Nur’u anlamanın bir yönü ilimle ilgilidir. Buradaki derin meseleleri kavramak elbette önemlidir. Ancak bunu sadece kuru bir bilgi yığını olarak öğrenmek fazla önem taşımıyor. Bu da gerekli şüphesiz; ama bu, işin sadece aklî ve ilmî yönüdür.

Bir de anlama gayretinin ruhu ve kalbi ilgilendiren hâlî yönü var ki, hem girift meselelerin anlaşılıp mânâ cevherlerinin açılmasında, hem de ruh ve kalp üzerinde tesir icra etmesinde büyük ehemmiyet taşımaktadır.
Konunun ikinci veçhesi üzerinde dururken, Üstat Hazretlerinin ilk talebesi ve onun büyük iltifatlarına mazhar olan Hulûsi Yahyagil Ağabeyin bir tavsiyesiyle karşılaştım. Risalelerin en ince ayrıntısına kadar anlaşılmasına büyük ehemmiyet veren bu muhterem zat, şu dört hususu tavsiye ediyormuş:
1. Önce Hücumat-ı Sitte’nin altı desisesini çok iyi anlamak ve onlardan kaçınmak.
2. İhlâsın altı düsturunu anlayıp uygulamak.
3. Dört Hatveyi fıtrî bir yaşayış, bir meleke hâline getirmek.
4. Farzları yapıp kebirelerden kaçmak, sünnete sarılmak ve evrad ü ezkâra devam etmek.

Görünüşte çok kolay ve belki de tümünü uyguladığımızı sandığımız bu dört maddede tam 22 düstur var. Bunlardan sadece birisi olan “günahlardan kaçınma”nın yüzlerce alt maddesi bulunuyor ki başarabilen kimseyi takva mertebesine çıkarıyor. Bir başkası olan “fazları yerine getirmek” maddesinde yığınla alt başlık var. Bunları uygulayanları, abid ve salih makamına terakki ettiriyor.

Bu maddelerin derin mânâlarını Risale-i Nur’un ilgili bahislerine havale ederek, belki günlerce sürecek etraflı bir müzakereyi tavsiye ediyorum. Şimdilik bunları çok özlü bir şekilde ele alalım.

1. Hücumat-ı Sittenin tuzağına düşmeyin

Hücumat-ı Sitte konusu, Yirmi Dokuzuncu Mektup’ta yer alır. Burada ins ve cin şeytanlarının altı hilesi sonuçsuz bırakılır ve hücum yollarının altısı kapatılır.

Bu hileler sırasıyla şunlardır:Hubb-u cah (makam sevgisi), hiss-i havf (korku duygusu), tamah (geçim endişesi), ırkçılık, enâniyet (benlik), tembellik.

Gerçekten de makam mevki arzusu ve şöhrete düşkünlük, insanın risaleleri okuyup anlamasında ve hizmet etmesinde büyük bir engeldir. Bir kimse makam ve şöhretini kaybetmemek için imanî hakikatleri ihmal ederse büyük zarar eder. Bu yolda olan kişinin, makamını ve şöhretini feda etmekten bir an bile çekinmemesi gerekir. İman dersiyle meşguliyetin kendisine zarar verebileceğini düşünen bir kimsenin korkusu da Nurlardan istifadeye büyük bir mânidir.

Tarihin her devrinde hak ve hakikat kahramanlarına zorluk çıkaranlar, onların canına ve malına kastedenler, hapis ve işkenceyi reva görenler olmuştur. Bunları düşünen bir kişi, iman deryasından istifade edemez ve hizmette bulunamaz. Bunun için korku ve evhamı bırakmak, imanın kazandırdığı hakikî cesareti kazanmak şarttır.

Bazı kimseler ihtiyat gerekçesiyle Risale-i Nur’u evinde bulundurmaktan bile çekinmektedir. Oysa bu ihat değil, korku tuzağına düşerek bu eserlerden istifade etmemektir. Eserlerden istifade edemedikten sonra dünyevî rahatın hiçbir değeri yoktur. Hem risaleler, şimdiye kadar hiç kimseye zarar vermemiş, zahirdeki bazı küçük sıkıntılar ise onların daha fazla yayılmalarına vesile olmuş ve ıstırap çekenlere hadsiz sevaplar kazandırmıştır.

Rızık endişesi taşıyarak imanî eserlerden istifade etmemek, çalışmaktan dolayı hizmete vakit bulamamak da ciddî bir tuzaktır. Buna karşı, hırs ve mal sevgisini terk etmek, iktisat ve kanaat ile Nurlardan istifadeyi ve hizmeti sürdürmek gerekir.

Tembellik ve rahata düşkünlük

Irkçılık da, ulvî duyguların yerine konan yalancı ve sahte bir hamasettir ki, nice nesiller bu illete yakalandığından iman ab-ı hayatından kana kana içemediler. Bu engeli “İslâm kardeşliği”ni kurup yaşayarak aşmak icap eder.


Benlik ise, kişinin hakkı kabul edip anlamasına, yaşayıp yaşatmasına en büyük engellerden biridir. Bunun yerine tevazu ve mahviyeti bir yaşayış tarzı olarak uygulamak, Nurlardaki hakikatlere boyun eğmek gerekir.

Bilhassa dinî konularda ilmi bulunan bazı kimseler Risale-i Nur’a karşı ihtiyacını tam hissetmemekte, müstağni kalmaktadır. Böylece hem şahsî olarak istifade edememekte, hem de başkalarına anlatamamış olmaktadır. Zaten kim bu eserlere ilgisizce yaklaşırsa tam anlayamaz ve anlatamaz. Bugün dünyaca ünlü bilim adamları Risale-i Nur üzerinde derin araştırmalar yapmakta, bu eserler Mısır’daki Ezher Üniversitesinde ders kitabı olarak okutulmaktadır. Bütün dünyanın ilgi ve hayranlıkla okuduğu bir kaynağa ilgisiz kalmak, akıl kârı değildir.

İnsanın tembelliği veya rahata yahut vazifeye düşkünlüğü de Nurların ruhunu kavramaya ve hizmet etmeye büyük bir settir. Bunu aşmak için de, vazifenin kudsiyetine ve ulviyetine hakkıyla inanıp faydasız meşguliyetleri gereksiz ve boş bilmek lâzımdır.

Bu bahsi bizzat Yirmi Dokuzuncu Mektup’tan okuyup kendimizle mukayese edelim. Dikkatle bakalım; bir zamanlar ehl-i dalâletin kullandığı tuzakları şimdi kendi ellerimizle kendimize kurmuyor muyuz? Çok kazanma ve rahat yaşama hırsı, makam ve şöhrete düşkünlük, korku ve benlik yakamıza yapışmamış mı? Tam bir nefis muhasebesi yapıp, bizi dünyaya ve gereksiz şeylere bağlayan kopmaz halatları ihlâs düsturlarıyla kesmeden risaleleri hakkıyla okuyup anlayabilir miyiz?

Heyhat! Serâ nerede, Süreyya nerede?

2. İhlas düsturlarını yeniden kuşanın

İhlâs düsturları, hem risaleleri anlamak, hem yaşamak ve yaymak için en ehemmiyetli esaslardır. Yirmi Birinci Lem’a’nın girişinde ihlâsın dokuz özelliği sıralanır:

“Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde; en mühim bir esas, en mühim bir kuvvet, en makbul bir şefaatçi, en metin bir nokta-i istinat, en kısa bir tarik-ı hakikat, en makbul bir dua-yı manevî, en kerametli bir vesile-i makasıt, en yüksek bir haslet, en safi bir haslet, en safi bir ubudiyet, ihlâstır.”


Bizlere sorulsa, bir hizmeti gerçekleştirebilmek için gerekli olan bir dizi maddî sebep sayarız. Oysa en evvel, en mühim ve en vazgeçilmez ihtiyaç, ihlâstır, yani her şeyi sadece Allah emrettiği ve razı olacağı için yapmaktır. İhlâs varsa her şey var olur; o yoksa hiçbir şey yapılamaz, yapılsa da faydası olmaz.

Belki de birçoğumuzun ezberinde olan bu paragrafın kısa bir tahlilini yaparak, “bilhassa uhrevî hizmetlerde” önemli olan ihlâsın mahiyetini bir kere daha düşünmüş olalım:

En mühim bir esas: Bir hizmeti yapmak için birçok prensip gerekebilir. Dikkat, teenni, ihtiyat, tesanüt gibi... Ama bunlar içinde en mühim esas, ihlâstır. Birincilik makamı onundur.

En büyük bir kuvvet: Uhrevî hizmetlerin gerçekleşmesi için çok çeşitli güçlere ihtiyaç vardır. Para, mal, eleman gibi güçler içinde en büyük ve en başta gelen kuvvet, ihlâstır. O, tıpkı bir mıknatıs gibi bütün güçleri cezp ve celp edebilir. İhlâs, her şeyin besmelesi, ruhu hükmündedir.

En makbul bir şefaatçi: Ahirete müteveccih bir hizmetin muvaffakiyetini herkes ister. Tevfiki verecek ise Cenab-ı Hak’tır. Biz manen çok zayıf ve günahkâr olduğumuz için bir şefaatçi lâzımdır ki bize yardım etsin, Rabbimize bizim adımıza dilekte bulunsun. İşte bu şefaatçiler arasında Rabbimiz tarafından en makbul olanı, ihlâstır.

En metin bir nokta-i istinat: Bir mefkûre uğrunda çalışıp didinen kimselerin en çok ihtiyaç duyduğu şey, bir dayanak noktasıdır. Ayağını sağlam bir zemine basmalı, sırtını güçlü bir mevkiye dayamalıdır ki sarsılmasın. Oysa sağlam bildiğimiz nice dayanak, en küçük bir fırtınada yok olup gidebilir. İşte dayanak noktaları içinde en sağlamı, ihlâstır. Ona dayanan, hiçbir zaman sarsılmadan hizmetini sürdürür.

En kısa bir tarik-ı hakikat: İnsanları hakikate ulaştıracak yollar çoktur. Bizim zamanımız kısa, vazifemiz çok olduğu için, en kısa ve selâmetli bir yola ihtiyacımız vardır. İşte bu yol, ihlâstır. Muhlis kimse, maksadına en kısa yoldan vasıl olur.

En makbul bir dua-yı manevî: Âciz insanın başarılı hizmet yapabilmesi için inayet-i İlâhiye gerekiyor. Onun celbi için de en büyük silâhı duadır. Duanın en makbulü ise ihlâstır.

En kerametli bir vesile-i makasıt: Bizleri maksadımıza ulaştıracak vesileler lâzımdır. Ancak ne kadar güçlü ve büyük vesilelere sahip olursak olalım, işimiz çok, gücümüz az, düşmanımız kuvvetlidir. Bu durumda mutlaka birtakım kerametlere, olağanüstülüklere mazhar olmalıyız ki hadsiz engelleri aşıp sayısız düşmanlarımıza galip gelebilelim. İşte ihlâs, maksada götüren en kerametli bir vesiledir. Bunun için, ihlâsla hareket eden, hiç ummadığı yardımlara, kolaylıklara, başarılara mazhar olur. Allah, muhlis adamın davasına insanları hizmetkâr, kalpleri musahhar eder.

En yüksek bir hakikat: İman ve Kur’an davası için say ü gayret ederken çok çeşitli hasletlere ihtiyacımız vardır. Cesaret, kerem, hilm, tevazu gibi kıymetli ve faydalı hasletler arasında en yükseği, en vazgeçilmezi, “onsuz” değerlerinin olamadığı haslet, ihlâstır. Çünkü ihlâs, korkağı cesur, cimriyi kerim, sert huyluyu hilm sahibi, mağruru mütevazı yapar.

En safi bir ubudiyet: Rabbimize takdim edeceğimiz ubudiyet tavır ve vaziyetleri içinde en safisi, en temizi, en arîsi, ihlâstır. O, her türlü ibadetin ruhu, elektriği, nuru hükmündedir. Onsuz hiçbir ubudiyet makbul değildir.

Hakkıyla anlatamadığımız bu dokuz özelliği taşıyan ihlâs, uhrevî hizmetler içinde en vazgeçilmezidir. Hayırlı işlerin muzır mânilerini aşmak için dayanılması gereken en büyüt kuvvet, ihlâstır.

İhlâs olmadan hiçbir şey olmaz

Binaenaleyh bir hizmete girişirken, bir ideale koşarken kuşanılacak ilk silâh, ihlâstır. Bir başarısızlık neticesinde üzerinde durulacak, yoklanacak, sorgulanacak ilk husus da ihlâs olmalıdır; çünkü ihlâs olmadan hiçbir şey olmaz!

İşte böylesine mühim olan ihlâsın altı düsturu şunlardır:
1. Amelde rıza-yı İlâhiyi esas almak.
2. Hizmet-i Kur’aniyede bulunan kardeşleri tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfüruşluk nevinden gıpta damarını tahrik etmemek.
3. Bütün kuvveti ihlâsta ve hakta bilmek.
4. Kardeşlerin meziyetlerini şahıslarımızda ve faziletlerini kendimizde tasavvur edip, onların meziyetleriyle şakirane iftihar etmek.
5. İhlâsı kazanmak ve muhafaza etmek için rabıta-i mevt yapmak.
6. İman-ı tahkikînin kuvvetiyle ve marifet-i Sanii netice veren masnuattaki tefekkür-ü imanîden gelen lemeat ile huzur kazanmak.

Buradaki ilk dört düstur madde olarak sayılıyor, son ikisi ise dördüncü düsturun içinde zikrediliyor. Gerçekten de ölümü çok düşünmek ve masnuat üzerinde imanî tefekkür, Risale-i Nur’un ısrarla üzerinde durduğu ve çok sık vurguladığı iki önemli esastır.

Düsturlar yaşanmak için vardır

Burada zikrettiğimiz altı düsturun her birisi üzerinde uzun uzun müzakereler yapmak, kendi yaşayışımızla mukayese etmek; tam bir nefis muhasebesine girişmek demektir.

İlim başkadır, irfan başkadır. Bir meseleyi aklî olarak bilmek yeterli değildir. Zaten Risale-i Nur, kişinin aklen, kalben, ruhen ve sair duyguları itibarıyla inkişaf ve terakkisini hedef alır.
İhlâs düsturlarını bir ilim olarak bilmek kişiye fazla bir şey kazandırmaz; çünkü bu düsturlar yaşanmak için vardır. Aksi takdirde, “Ey mü’minler! Niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz?” mealindeki ayette geçen sorgulamaya maruz kalırız.

Risaleyi düz okumayı bir teyp bizden daha güzel yapıyor; aslolan, onu yaşamaktır. Bu yüzden ihlâs düsturlarını bir hâl ve meleke olarak hayatımıza yerleştirmek zorundayız.


İşte o zaman hakikî ittihat etmiş ihlâslı dört kişinin 1111 kuvvetinde olduğu anlaşılır. Eğer bırakın dört kişiyi, 44 kişi bile 1111 kuvvetini gösteremiyorsa, hakikî ittifakın olmadığı ve tam ihlâsın uygulanmadığı gerçeğiyle yüz yüze geliriz.

Bir nefis muhasebesi

Bu risalenin başında “en az 15 günde bir kez okunması gerektiği” hatırlatılırken önemli bir mesaj verilir. Maksat sadece öğrenmek olsaydı bir yılda en az 25 kere okuyan bir kimse bu risaleyi fevkalâde öğrenmiş olurdu. Ama maksat, bilinen bir gerçeği sık sık hatırlatıp, uygulayıp uygulamadığımızı kontrol etmek üzere bir nefis muhasebesi yaptırmaktır.
Herkes kendisini öz eleştiriye tâbi tutsun. Manzara olumluysa devamına dua etmekten başka yapılacak bir şey yok. Ama nefsimizde kusur ve eksiklik varsa, altı desiseye karşı tavsiye edilen zırhı ve ihlâs düsturları silâhını yeniden kuşanmak gerekir.

3. “Acz, fakr, şefkat ve tefekkür”ü refleks hâline getirin

Risale-i Nur’u okuma ve anlama gayretinde bulunurken kalbî ve ruhî hazırlık için gerekli üçüncü basamak, Yirmi Altıncı Söz’ün zeylinde yer alan dört hatveyi anlamak, “acz, fakr, şefkat ve tefekkür” yolunu âdeta bir meleke hâlinde yaşamaktır.

Cenab-ı Hakk’a ulaştıracak birçok yol olduğunu belirten Bediüzzaman Hazretleri, bunlar içinde Kur’an’dan istifade ederek ortaya koyduğu “acz, fakr, şefkat ve tefekkür” tarikini tavsiye eder.

Ona göre, acz aşktan daha selâmetli bir yoldur ki insanı ubudiyetle mahbubiyete, yani Allah’ın sevgilisi olma makamına ulaştırır. Fakr, Rahman ismine vasıl eder. Şefkat aşktan daha keskin ve daha geniş bir yoldur ki Rahîm ismine ulaştırır. Tefekkür aşktan daha zengin, daha parlak, daha geniş bir yoldur ki Hakîm ismine vasıl eder.

Birinci hatveye “Nefislerinizi temize çıkarmayın” mânâsındaki ayet, ikinci hatveye “Allah’ı unutanlar gibi olmayın ki Allah da onlara kendi nefislerini unutturmuştur” mealindeki ayet, üçüncü hatveye “Sana her ne iyilik erişirse Allah’tandır, her ne kötülük gelirse o da kendi nefsindendir” anlamındaki ayet, dördüncü hatveye ise “Her şey helâk olup gidicidir; Allah’a bakan yüzü müstesna...” mealindeki ayet işaret etmektedir.

Nefiste hatadan başka bir şey yok

Görüldüğü gibi, ayetlerin mânâsının ortak bir özelliği vardır. Her biri bir kitap kadar geniş ve zengin mânâlar taşıyan bu ayetlere göre, nefiste “hata, kusur, eksik, günah, isyan, menfîlik”ten başka hiçbir hayır yoktur. Bütün iyilik, güzellik, kemalât, fiil, kudret ve ilim Allah’ındır.

İnsan bir iyilik veya ibadet yapsa bile o işteki hissesi binde birdir. Çünkü iyiliği emreden, yaratan, vesilelerini hazırlayan, onu yapacak “akıl, fikir, organ, zaman, imkân” ihsan eden, Allah’tır.

İnsanın “Şu benimdir” diyebileceği hiçbir şey yoktur. İnsandaki sadece küçük bir kisp, cüz’î bir meyil, küçük bir arzu ve istektir. Allah’ın kendisine ihsan ettiği cüz’î ihtiyarının yüzünü hayra ve ibadete çevirmekten başka nefsin yaptığı bir şey yoktur.

Bediüzzaman’ın verdiği derse göre, insanın nefse karşı tavrı, sürekli onu suçlamak, hatalı olduğuna inanmaktır. Çünkü onu temizlemenin yolu, temiz olmadığına inanmaktır. Onun hatalı olduğuna inanan, hatasını azaltır. Kim nefsinin hatasız olduğunu kabul ederse en büyük hatayı işlemiş olur.

Nefsin kemali, kemalsizliktedir

Nefsi haz almakta ve ihtiraslarda unutmak, hizmette ve ölümü hatırlamakta düşünmek gerekir. Nefsin kemalini kemalsizlikte, kudretini aczde, zenginliğini fakirlikte bilmek icap eder. Son olarak, nefis kendine varlık verse hiçbir şey olur, eğer kendini fâni bilse Allah’ın ihsanıyla nihayetsiz bir vücut kazanır.

Müellifinin de belirttiği gibi, bu dört esasın geniş açıklaması, Risale-i Nur’un tamamıdır; çünkü bu eserler baştan sona “acz, fakr, şefkat ve tefekkür” dersidir.

Risalelerdeki nefis muhasebesi, özellikle yazarının kendi nefsini yerden yere vurması, her fırsatta nefsine en dehşetli silleleri indirmesi, okuyan herkes için büyük ibretler taşımaktadır.

Bu derste yapılacak olan önce ilgili bahsi uzun uzun müzakere etmek, arkasından konuyla ilgili başka yerlerde geçen bahisleri okuyup anlamak, bundan sonra da okunanları hayatımızın her safhasında bir meleke hâline gelecek seviyede uygulamaktır.

İşte o zaman, nefsin firavuniyeti kırılacak, enaniyetin yerini tevazu ve mahviyet alacaktır. Bu hakikati yaşayanlarda “nefsini beğenme, kibir, ucp, gurur, riya” olamaz. Böylece kötülüklerden arınmış bir nefis de hakikatleri anlamaya hazır hâle gelir.

4. Namaza, sünnete, tesbihata sarılın ve günahtan kaçının

Yirmi Altıncı Söz’ün zeylinde, “Şu kısa tarikin evradı, ittiba-ı sünnettir; feraiz-i işlemek, kebairi terk etmektir. Ve bilhassa namazı tadil-i erkânla kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır” deniyor.

Buradaki esasları şu şekilde maddeleştirebiliriz:


1. Peygamber Efendimizin (a.s.m.) söz, fiil ve onaylarından meydana gelen sünnetlerine sımsıkı sarılın.
2. Bilhassa namazı bütün şartlarına tam uyarak kılın ve diğer farzları yerine getirin.
3. Öncelikle büyük günahlar olmak üzere günahlardan şiddetle kaçının.
4. Namazın arkasındaki tesbihatı hiç terk etmeyin.

Risale-i Nur, ilimle birlikte hâldir, fiildir

Gördüğünüz gibi, burada da sayılan hususlar fiille ilgili kurallardır. Sakın “Bu amellerin ilimle ilgili bir konu olan Risale-i Nur’u anlamakla ne ilgisi var?” demeyin!

Çünkü Risale-i Nur, ilimle birlikte hâldir, fiildir, şuurdur, hayattır. Bu eserlerdeki derin mânâların açılması insanın manevî yapısıyla yakından ilgilidir. Öyle ilim adamları vardır ki samimî ve ihlâslı bir avam kadar anlayamayabilir.


Bazen öyle dersler dinlersiniz ki, “Aynı yeri ben defalarca okudum, ama bu mânâları anlamadım” der, şaşırırsınız. Hiç şaşırmayın. O mânâlar ihlâsla, samimî gayretle, takvayla elde edilir.
Hedefimiz sadece kuru bilgiler öğrenmek değil, onları yaşayarak bir şuur ve meleke hâline getirmektir.

Takva hâli refleksimiz olmalı

Nasıl ki eline ateş dokunan insan hızla geri çeker; hiçbir zaman tereddüt etmez, düşünmez, beklemez. Çünkü vücuduna zararlı bir şeyden kaçınmak, artık bir refleks hâline gelmiştir.

Bunun gibi, günahlardan öyle kaçınmalıyız ki, “Acaba işlesem mi, kaçınsam mı?” gibi bir tereddüt yaşamadan, anında ve hızla kendimizi korumalıyız.


Nasıl ki acıkan bir insan yemek yer, yemeden rahat edemez; sofraya oturan bir kimse hemen yemeye başlar. Biz de, ezan okunduğu an namazdan başka bir şey düşünmemeliyiz. Onu kılmadan içimiz rahat etmemelidir.

Namazı mutlaka vaktinde ve tadil-i erkânla, yani şartlarına tam uyarak, hakkını vererek kılmalı ve arkasındaki tesbihatı hiç ihmal etmemeliyiz.


Bediüzzaman Hazretleri, çöllere düşüp “Leylâ, Leylâ!” diye dolaşan Mecnun gibi, bütün hayatında iki nokta üzerinde özellikle durmuş, “İman iman, namaz namaz!” diyerek, yazarak, yaşayarak ömrünü geçirmiştir.

Yine sünnet-i seniyye, onun bütün hayatında tavizsiz bir şekilde uyguladığı, ısrarla tavsiye ettiği hakikatlerden birisidir. “Ümmetimin fesadı zamanında sünnetime yapışana yüz şehit sevabı verilir” hadisini bayraklaştırmış, en küçük bir sünnete dahi uymayı hayatının en mühim vazifelerinden saymıştır.


Bu dört prensip hakkında ve özellikle namaz üzerinde yazılacak çok şey var. Namazın hakikatini bir derece anlamak için Sabah Namazına Nasıl Kalkılır isimli kitabımızı okumanızı tavsiye etmekle yetiniyorum.


Yüklə 228,47 Kb.

Dostları ilə paylaş:
  1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin