BiSMİllahirrahmanirrahiM قَالَ رَسُول الله


İMAM ZEYNÜLABİDİN'İN (a.s) ŞEHİT EDİLMESİ



Yüklə 0,84 Mb.
səhifə16/38
tarix29.08.2018
ölçüsü0,84 Mb.
#75836
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   38

İMAM ZEYNÜLABİDİN'İN (a.s) ŞEHİT EDİLMESİ


Velid, babası Abdulmelik b. Mervan'dan sonra tahta geçti. Tarihçi Mes’udi, onu, zorba, acımasız, zalim ve taşyürekli biri olarak nitelendirir.1 Emevî halifelerinden biri olan Ömer b. Abdulaziz de halifeliği zamanında onu şöyle eleştirmiştir: "O, yeryüzünü zulümle dolduranlardan biriydi."2

Bu zalim tağutun zamanında, büyük İslâm alimi Said b. Cübeyr, Emevî valilerinin en acımasızı olan Haccac b. Yusuf es-Sakafi tarafından şehit edildi.

Velid, bütün insanlar içinde İmam Zeynülabidin'e (a.s) en büyük kini duyan biriydi. Çünkü İmam Zeynülabidin (a.s) yaşadıkça iktidar ve egemenliğe tamamen sahip olmayacağını düşünüyordu.

Kuşkusuz İmam (a.s), büyük bir halk kitlesini etkiliyordu. İnsanlar hayranlıkla ve saygılarını ifade ederek onun ilmini, fıkıh bilgisini ve ibadetini anlatıp dururlardı. Meclisler, onun sabrına ve diğer özelliklerine dair menkıbelerle çalkalanıyordu. İnsanların kalplerinde ve duygularında büyük bir yer edinmişti. Büyük alim Said b. Cübeyr, onu görme onuruna nail olanlardan biriydi, onunla görüşmekten ve onun sözlerini dinlemekten büyük bir şeref duyardı. İmam'ın (a.s) bu farklı ve belirgin konumunun ifadesi olan olguların tümü Emevîleri rahatsız ediyordu. Rahat uyuyamıyorlardı. Ona en büyük kini duyan da Müslümanların hakimi ve Resulullah'ın (s.a.a) halifesi olma düşlerini kuran Velid b. Abdulmelik'ti.3

Ez-Zühri, Velid'in şöyle dediğini rivayet eder: "Ali b. Hüseyin bu dünyada var oldukça bana rahat yüzü yoktur."4

Nitekim tahta çıkar çıkmaz, İmam Zeynülabidin'e (a.s) suikast düzenlemeye karar verdi. Öldürücü bir zehiri Medine'deki valisine gönderdi ve bu zehiri İmam'a (a.s) içirmesini emretti.1 Vali de onun bu emrini yerine getirdi. Böylece İmam'ın mübarek ruhu, şu dünyanın ufuklarını ilmiyle, ibadetleriyle, cihadıyla ve heva ve heveslerden arınmışlığıyla aydınlattıktan sonra yaratıcısının katına yükseldi.

İmam Ebu Ca’fer Muhammed el-Bakır (a.s), babasının naaşını defnetme ile ilgili merasimleri yerine getirdi. Bu güne kadar Medine'nin tanık olmadığı bir kalabalık tarafından kaldırılan cenaze Bakiu'l-Ferkad mezarlığına getirildi. Tertemiz amcası, cennet gençlerinin efendisi, Resulullah'ın (s.a.a) gülü İmam Hasan el-Mücteba'nın (a.s) kabrinin yanı başında bir kabir kazdılar. İmam Bakır (a.s), babası Zeynülabidin'in, Seyyidu's-Sacidin'in (a.s) mübarek naaşını kabre indirdi ve son karargahının üzerini toprakla örttü.

"Selam doğduğu gün, şehit edildiği gün ve diriltileceği gün onun üzerine olsun."

4. BÖLÜM

● Risalet Ehl-İ Beyt'inin (a.s) Hayat Tarzına Genel Bir Bakış

● İmam Zeynülabidin (a.s) Çağının Özellikleri

● İmam Zeynülebidin'in (a.s) Stratejisi ve Cihadı

● İmam Zeynülabidin'in (a.s) Hayatında Ön plana Çıkan Eşsiz Olgular


RİSALET EHL-İ BEYT'İNİN (a.s) HAYAT TARZINA GENEL BİR BAKIŞ


Risalet Ehl-i Beyt'inin (a.s) misyon nitelikli hayat tarzına ilişkin sahih bir tasavvura sahip olmamız için aşağıdaki sorulara cevap bulmamız kaçınılmazdır:

  1. İslâm Risaleti nedir?

  2. Bu risaletin karşı karşıya bulunduğu tehlikeler nelerdir?

  3. Bu tehlikelere karşı alınması gereken tedbirler, kurulması gereken barikatlar hangileridir?

Bu sorulara cevap vermeden önce şunu söylüyoruz: Evrene ve insanın evrendeki konumuna ilişkin iki temel teori vardır.

Birinci Teori: Evren, her şeye gücü yeten bir hükümdarın, mutlak melik'in mülküdür. Bu Melik, perdeler gerisinde evreni denetlemekte, kontrol etmektedir. Bu, gözlemlenemeyen bir denetimdir. Bu evrende insan, bir görevli ve bir halifedir, asil ve hakim konumda değildir. Çünkü şu evren, başta insanın kendisi de olmak üzere içindeki bütün varlıklarla başkasına ait bir mülktür. İnsan, sadece halifelik ve eminlik yükümlülüğünü üstlenmiştir. Dolayısıyla bu halifelik, bu memurluk, emir ve yasakların, tedbir ve planlamaların, hayatın seyrine dair önerilerin her şeye gücü yeten bu muktedir Melik'ten vahiy yoluyla alınmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Bir memur, kendisine emanet edilen görevi, Melik'in kararları doğrultusunda yerine getirmekle yükümlüdür. Şu halde insan, bu muktedir Melik'in emirlerine bağlı olmak durumundadır.

Bu temel teorinin bir diğer boyutu, sorumluluk, hesap, sevap ve ceza olgularını da beraberinde getirmesidir. Bunlar da şu görünen alemin ötesinde başka bir alemin varlığını ortaya koymaktadır. Çünkü sözünü ettiğimiz gizli denetimin sonuçlarının gerçekleşmesi o alemin varlığı ile mümkündür. Bu da, insanın şu kısa dünya ömrüyle sınırlı bir varlık olmadığını gösterir. Bilakis, insan, daha uzun bir yolculuğu gerçekleştirme durumundadır. Büyük hedefleri gerçekleştirme yolundadır ki bunların tümünü bu dünyada eksiksiz yerine getirme gücüne ve imkanına da sahip değildir. Çünkü insanın gerçekleştirmekle yükümlü olduğu görevler, şu kısacık dünya ömrünün kapasitesinin çok çok üstünde bir yoğunluğa sahiptir.

Amaçları, hedefleri ve varlığını sürdürmesi açısından şu fani dünyanın çok daha ötesinde geniş sınırları aşabilmesi mümkün olduğu zaman insan, yükümlü olduğu büyük hedefleri gerçekleştirebilir.

İslâm medeniyeti, bütün kısımları ve dallarıyla işte bu temel teoriden ibarettir. Bu da neticede insanın hayat ve evren çapında Allah ile kurduğu münasebetleri somutlaştırmasıdır.



İkinci Teori: Bu da insanın kendisini bu evrende asil görmesinden, evrenin, bir hükümdara boyun eğmediğini, perde gerisindeki bir denetime tabi olmadığını düşünmekten ibarettir. İnsanın zihninde bu asillik ve bu bağımsızlık fikri belirginleşince sorumluluk olgusunun bir anlamı kalmaz. Sorumluluk duygusu ortadan kalkınca da, geride bir tek sorumluluğu kendi başına üstlenmesi kalır.

İnsanın, sırf kendisini kendisine karşı sorumlu hissetmesi, yüksek bir makama karşı sorumlu olduğu, onun denetimine tabi olduğu, büyük sevap veya büyük cezayla sonuçlanacak büyük hedefleri gerçekleştirmekle yükümlü olduğu düşüncesinin alternatifi olarak belirginleşir. Buna göre, kendisi için apayrı bir sorumluluk icat eder. İnsan, sorumluluk belirleme yükümlülüğünü üstlenince, bu sorumluluk kendisinin ürünü olur. Dolayısıyla belirlediği sorumluluk da bütünüyle kendisinin içindeki duygu ve düşüncelerin bir yansıması, bir kopyası şeklinde belirginleşir. Diğer bir ifadeyle onca eksikliği ve sapkınlığıyla içsel, ruhsal ve duygusal içeriğinin bir ifadesi olur.

İnsan, kendisi için sorumluluklarını belirlemeyi istediği zaman, onları, izlemek istediği yolun ışığında belirleyeceği hedeflerine göre belirleyecektir kuşkusuz.

İnsanın yolu, madde çerçevesiyle sınırlı olacağı için de, doğal olarak hedefleri de bu sınırlı yol düzeyinde olacaktır. Bunun da sonucunda ahlaki değerler iflas edecek, bundan da doğal olarak beşeriyet bünyesinde kavgalar, çekişmeler doğacaktır.

İslâm, insanı birinci teori temelinde eğitmek, ve insanın varlığının bir parçası olması, kanına karışıp damarlarında akması, düşüncesinin ve duygularının bir parçası olması, bütün tasarruflarına yansıması, Allah ile, kendisiyle ve başkalarıyla kurduğu ilişkilere damgasını vurması üzere gelmiştir.

Bu nedenle İslâm'ın insana, bütün güçlerine ve ilişkilerine egemen olması şarttır, ki insanı eğitebilsin. İslâm'ın insan üzerindeki egemenliği ne kadar geniş olursa eğitim de o kadar başarılı olur. Çünkü bazı durumlarda babanın çocuğunu terbiye etme hususunda başarılı olmadığını görebiliyoruz. Bunun nedeni, babanın, çocuğun varlığına tümüyle egemen olamamasıdır. Bu çocuk onun oğlu olduğu kadar toplumun da çoçuğudur; toplumla ilişki içindedir, toplumdan etkilenmektedir, toplumu etkilemektedir, duygu, his, düşünce ve tepki alış verişinde bulunmaktadır. Ahlaki, sosyal, siyasal, ekonomik ve hayatın bunun dışındaki değişik alanlarında toplumla ilişkiler kurmaktadır.

Bu yüzden ifsat etmiş toplumlarda bir çok babanın çocuklarının terbiyesi hususunda başarısız olması doğaldır.

Şu halde eksiksiz, mükemmel bir terbiye, ancak terbiyecinin insan üzerindeki egemenliğinin eksiksiz ve kamil olması ile mümkündür. İnsanın başkalarıyla kurduğu sosyal ilişkilerin tümünün kontrolü bu terbiyecinin elinde olmalıdır. Diğer bir ifadeyle varlık bütünüyle bu terbiyecinin egemenliği altında olmak durumundadır. Bu durumda bir tek şahıs hem baba hem de toplum işlevini görür. O zaman bu terbiyeciye mükemmel bir terbiyeci diyebiliriz.

Resulullah (s.a.a) bütün sosyal ilişkilere egemen olurken bunu yapmıştır. Çünkü o, bizzat topluma önderlik etmiş, bir toplum inşa etmiş, bu topluma bizzat yol göstericilik etmiştir. Bu toplum için planlar yapmış, geleceğini ve gidişatını şekillendirmiş, toplumsal çerçevedeki bütün ilişkileri yeniden bina etmiştir; insanın kendisiyle, rabbiyle, ailesiyle, toplumun diğer fertleriyle ilişkilerini…Bu yüzden sayılan bu hususların tümü Hz. Peygamberin (s.a.a) egemenliği altındaydı. Böylece başarılı bir terbiye için en temel şart eksiksiz bir şekilde meydana gelmişti.1

Peygamber efendimizin (s.a.a) toplumu, geleneklerini, düzenini ve anlayışını kapsamlı bir değişim ameliyesine tabi tutmasına rağmen, bu kapsamlı değişim ameliyesinin önündeki yol o kadar da kısa değildir. Bilakis, cahiliye ile İslâm arasındaki dehşetli manevi aralık çapında uzayıp giden bir süreçtir bu. Peygamberin (s.a.a) cahiliye insanını ele alıp onu yeniden inşa ederek, ondan yeni nuru taşıyan İslâmî bir insan meydana getirmesi, içindeki bütün cahiliye kalıntılarını ve kirlerini söküp atması gerekiyordu.

Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a), gerçekten kısa sayılacak bir süre zarfında yürüttüğü değişim ameliyesi çerçevesinde müthiş adımlar attı.1 Nitekim nebevi terbiye muazzam bir sonuç verdi ve eşsiz bir değişim gerçekleştirdi.

Ne var ki, bir bütün olarak İslâm ümmeti, bir çok değerlendirme açısından bu muazzam değişim ameliyesini yalnızca bir dönem yaşayabildi. Bu süre ise, akidevi risaletler, ve değişim çağrıları açısından, peygamberliğin bağrında sadece on yıl yaşamış bir nesli, risalet misyonunun sürdürücüsü bir önder olmaksızın, yüceltip bilinç, objektiflik düzeyine ulaştırmak ve geçmişin kalıntılarından kurtarmak için yeterli değildir; Bu neslin risalet çizgisini sürdürmeye, Allah davasının sorumluluğunu tam bir basiretle ve kesintisiz bir değişim ameliyesi şeklinde belirginleşen bir pratikle temsil etmeye layık olacak şekilde yeni risaletin kazanımlarını kavrayıp özümsemesini sağlamak için kâfi gelmez.

Bilakis, akidevi risaletlerin mantığı, ümmetin, sözü edilen yüksek değerleri özümseme derecesine yükselmesi için, hazırlık döneminden çok daha uzun bir süre akidevi vesayet altında yaşamasını zorunlu kılmaktadır.2

Diğer bir ifadeyle, İslâm, amaçlarını eksiksiz bir şekilde gerçekleştirmeyi istiyordu. İslâmî kuralların, İslâmî eğitim programının bizzat Peygamberin (s.a.a) eliyle tatbik edilmesi gerekiyordu. Kapsamlı bir eğitim için gerekli olan tüm şartlar, yeterli denecek bir zaman diliminde yerine gelmesi amacına yönelik olarak Peygamberin (s.a.a) hayatını bu doğrultuda uzaması veya İslâm'ın tatbiki için, kendisinden sonra bu göreve layık, akide, düşünce ve amel bağlamında masumiyet derecesine ulaşmış kimseleri vekil tayin etmesi gerekiyordu. Eğitim sürecinin her hangi bir sapmadan veya bütünüyle çözülmeden korunması için bundan başka yol yoktu.

Şu halde tarihin akışı içinde belirginleşen değişim hareketi, Hz. Peygambere (s.a.a), hareketini zaaflardan ve tersine dönmelerden korumasını gerektiriyordu. Bunun yolu, yeni inkılabi hareketi güvendiği ellerin vesayetine bırakmasıydı. Böylece genç değişim hareketi koruma kollama görevi, Peygamberin (s.a.a) masum Ehl-i Beyt'inin şahsında somutlaştı. Resulullah (s.a.a) onları bizzat hazırlamıştı. Misyon sahibi önderler olarak özel bir donanıma sahip olmalarını sağlamıştı. Ki amaçlanan kapsamlı değişim hareketini, büyük risalet hedefleriyle uyumlu bir şekilde sürdürebilsinler.


Yüklə 0,84 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   12   13   14   15   16   17   18   19   ...   38




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin