BÖLÜM İKİ
DEĞİŞEN ŞARTLAR
Yardım, Müdahale, Kriz
Doğu Avrupa’nın Sosyalistleşmesi
Savaş sonrasında Elbe Nehrinin doğusuna isabet eden topraklar SSCB birlikleri tarafından Naziler’den kurtarılmıştı. Bu operasyonun kaynağında Aralık 1943’teki Tahran görüşmeleri vardı. Tahran’daki müttefik liderler zirvesinde Doğu Avrupa Sovyet Kızıl Ordusunun sorumluluğuna devredilmişti. Nitekim bu çerçevede 1944 Haziran ayında Batılı Müttefikler Naziler’e karşı saldırıya geçtiğinde, çıkartma Doğu Avrupa’da Balkanlar’a değil Kuzeybatı Avrupa’da Normandiya’ya yapılmıştı, yani Batılı müttefiklerle Sovyetler’in Avrupa’nın Nazi Almanyası’ndan kurtarılmasıyla ilgili planları somut biçimde ortaya çıkmıştı. Aynı şekilde, Ekim 1944’te Stalin’le pazarlık eden Churchill, Bulgaristan ve Romanya’yı Sovyet egemenliğine bırakmış, Yunanistan’ı Batı’ya ‘almış’ ve Yugoslavya ve Macaristan’ı da paylaşmayı kabul etmişti. Daha sonradan Churchill bunun sadece İkinci Dünya Savaşı bitene kadar bir uygulama olacağını iddia etse de aslında bu topraklar üzerinde gerçek bir emperyalist pazarlık söz konusuydu.
Yine Tahran’da ABD, Britanya ve Hür Fransa temsilcileri -Stalin’in önerisi ve Sovyetler Birliği’nin korunmaya ihtiyacı olduğu iddiasına destek vermeleri sonucunda- Curzon hattının doğusundaki Polonya topraklarının, Besarabya’nın, Doğu Prusya’nın, Kuzey Bukovina’nın, ve Rutenya’nın SSCB’ya ilhakını kabul etmişlerdi1.
SSCB, İkinci Dünya Savaşından hemen sonra Doğu Avrupa ülkelerini kendine yakın rejimlerle buluşturmak için çalışmalara başlamıştı. Stalin’in Yugoslav komünistlerinden Milovan Djilas’a söylediği gibi “Bu savaş geçmişteki savaşlar gibi değil; her kim bir bölgeyi işgal ederse orada kendi toplum sistemini, ordusunun erişebildiği yere kadar dayatır.”2 Nitekim bu dayatma, genel bir kalıp şeklinde düşünülürse üç aşamada gerçekleşmekteydi: İlk olarak sol görüşlü, faşizm karşıtı siyasal güçler bir araya getiriliyordu. İkinci aşamada, komünist üstünlüğünü ve yönetimini kabul etmeyen diğer partiler komünist partilerin uyguladıkları taktiklerle bertaraf ediliyorlardı. Üçüncü ve son olarak da, genelde komünistlerin ve diğer sol hiziplerin birlikteliğiyle oluşan yeni bir partinin kurulması aracılığıyla tüm sistemin sosyalizme kayması sağlanıyor ve ülke çok partili yarı-demokratik bir yapıdan tek partili sosyalist bir sisteme doğru evriliyordu. Bu dönüşümde elbette İki Savaş Arası Dönemde yaşananlar, kapitalizmin 1929’da ve 1930’lar boyunca çok önemli ekonomik ve siyasi sorunlar oluşturması, hatta Faşist iktidarlara yol açması, İkinci Dünya Savaşı’nın çıkışı ve esnasında sağcı iktidarların ya Naziler’le işbirliği yapması (Macaristan, Vichy Fransası gibi) veya savaşa giden yolda Naziler’in oluşturduğu tehdidi algılayamamaları Avrupa genelinde bir sol sempatisini yaratmıştı. Sosyalizm, planlı ekonomisi, rahatça koordine olabilen siyasi sistemi, devletin sistemde başat rol oynaması gibi nedenlerle Avrupa’daki pek çok entelektüel açısından geleceğin siyasal sistemi olarak algılanmaktaydı. Başarılı bir tüketici kapitalizminin kurulması ancak 1950’lerin başını bulacağı için de bu tam olarak yanlış bir kanı sayılmazdı. Son olarak, Komünist partiler ve üyeleri arkalarında, Kızıl Ordu o ülkede mevcut olsun olmasın, SSCB yönetiminin desteğine sahip olduklarını hissediyorlardı. Komünistler, savaş sonrası Avrupa’nın en iyi organize olmuş siyasi gücüydü. Kızıl Ordu’nun gündelik ihtiyaçları karşılamadaki becerisinin yanısıra bu partilerin uluslararası düzeyde Stalin’in desteğini hissetmeleri, özellikle savaştan yenik ayrılmış uluslarda (Bulgarlar, Macarlar, Romenler ve Almanlar’da) bir memnuniyet yaratıyordu. Bu durumda halklarda da sosyalizme karşı bir hoşgörü, Sosyalizmin ilericiliğini takdir hali mevcuttu3.
Bu beklentilerin farkında olan Sovyet yönetiminin ve Komünist partilere üye yandaşlarının Doğu Avrupa’da iki taktiği vardı. Bunlardan ilki görünür toplumsal ve siyasal reformlar gerçekleştirmekti. Bu reformlar arasında, bazıları Naziler ile işbirliği yaptıkları için zaten ülkelerinden kaçmış bulunan yerleşik, zengin, toprak sahiplerinin güçlerinin ellerinden alınması, toprak reformu yapılarak devletin ve bu Nazi işbirlikçisi zenginlerin arazilerinin yoksul köylülere dağıtılması, sanayi kuruluşlarının kamulaştırılması ile çok partili bir halk demokrasilerinin kurulması sayılabilir.
İkinci olaraksa, daha radikal yöntemler sergilenmeye başlanılıyordu: savaşta ülkenin işgaline karşı savaşmış milis güçlerin büyük bir baskıyla, acımasızca ortadan kaldırılması ve böylelikle silahlı bi rmuhalefetin önünün kesilmesi, ülkede kurulmuş bulunan ‘halk demokrasisi’nin kolaylıkla bir sosyalist tek parti yönetimine dönüştürülebilmesi için gereken yasal ve siyasi düzenlemelerin yapılması, ve bu geçiş sürecinin işleyebilmesi için Doğu Avrupa’da kamuoyu oluşturacak adımların atılması sayesinde ilk aşamada yapılanlara hem destek olacak hem de Sovyet etkisinin asla zayıflamamasını sağlayacak önlemler alınmış oluyordu4. Almanya’nın Sovyet işgal bölgesi, Arnavutluk, Bulgaristan, Çekoslovakya, Macaristan, Romanya, Yugoslavya’da sosyalist bir gelecek kurulmaya başlanıyordu. 1947’de Soğuk Savaş güçlü bir şekilde başlayınca bu ülkelerde tam sosyalist yönetimlere geçilecekti.
Marshall Planı ve Avrupa’ya Amerikan Yardımı
ABD Dışişleri Bakanı olarak Ocak 1947’de atanmış olan General George Marshall, siyasete ve diplomasiye askeri, dolayısıyla da lineer bir bakış açısından yaklaşmaktaydı. Bu çerçevede Marshall, 1948 yılında Batı Avrupa’ya bir geziye çıktığında gördüklerini de yine aynı doğrusallıkta ifade etmeyi seçecekti. Marshall gezisinde Avrupa’nın savaşta nasıl bir yıkıma uğradığını görmüştü ve bu yıkımın telafisinin temelde ekonomiyi ve ekonomik hayatı güçlendirerek sağlanabileceğini düşündü. Marshall’ın fikirleri, Başkan Truman’ın “totaliter rejimler sefalet ve ihtiyaçtan beslenir” önermesiyle de örtüşmekteydi.
Marshall, 5 Haziran 1947’de, tarihe Marshall Planı olarak geçecek bir yardım programını açıkladı. Bu o döneme göre muazzam yardım programına göre ABD tarafından Avrupa’nın savaştan yaralı çıkmış ülkelerine destek olunacak, bu sayede var olan yoksunluk ve yoksulluk azaltılacak ve sosyalizmin Avrupa’da yayılmasına engel olunabilinecekti.
Marshall Yardım Programı kapsamında, ABD tarafından 16 Avrupa ülkesine toplamda 13 milyar 150 milyon dolar aktarılacaktı. 1947 Haziranının sonlarında Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov ve büyük bir komite Paris’te plandan SSCB’nin ve müttefiklerinin yararlanıp yararlanamayacağını tartışmak üzere görüşmeler yaptılar. Bu süre zarfında, yani Sovyet hükümeti tam kararını vermeden önce, Sovyet basını Marshall Planını küçük düşürücü yayınlara yer verdi ki eğer SSCB plana katılmaktan vazgeçerse bu davranışa bir dayanak gösterilebilsin. Nitekim, 2 Temmuz 1947’de Molotov görüşmelerden çekilerek Paris’i terk etti ve SSCB ve müttefiklerinin de Marshall Yardım Programından yararlanma olasılıkları sona erdi. SSCB’nin reddiyle plana ilgi göstermiş olan Çekoslovakya, Macaristan ve Polonya da Marshall Planından yararlanamadılar. Sonuçta, Marshall Yardımından onaltı ülke yararlanmaya başladı. Bunlar Avusturya, Belçika, Britanya, Danimarka, Fransa, Hollanda, İrlanda, İsveç, İsviçre, İtalya, İzlanda, Lüksemburg, Norveç, Portekiz ile Truman Doktrini ile bu 14 ülkeden önce Amerikan yardımı almaya başlamış olan Türkiye ve Yunanistan’dı. Temmuz 1947 ortalarında bu kez Sovyetler Doğu Avrupa ülkeleriyle ekonomik ilişkilerini güçlendirmeyi seçtiler. Ağustos sonuna kadar SSCB ile Bulgaristan, Çekoslovakya, Macaristan, Polonya, Romanya ve Yugoslavya arasında ikili ticaret anlaşmaları imzalandı.
5 Ekim 1947’de ise Kominform (Komünist Bilgi Bürosu) SSCB, Polonya, Bulgaristan, Çekoslovakya, Romanya, Macaristan, Yugoslavya, Fransa, İtalya Komünist Partileri arasında varılan mutabakatla resmen kuruldu. Bu oluşuma daha sonra Hollanda Komünist Partisi de katılacaktı. Kominform Manifestosu, ABD ve Britanya’nın İkinci Dünya Savaşı’nda sadece kendilerini dünyadaki rakipleri Almanya ve Japonya’dan kurtarmak amacıyla savaştıklarını, dünyanın emperyalistler ve sosyalist demokratlar arasında bölüşüldüğünü, sosyalist demokratik kesimin Naziler’in iktidarını Avrupa’nın büyük güçleri tarafından onaylamış olan Münih Anlaşmalarının benzerine asla göz yummayacağını belirtmekteydi.
CIA’in kurulması ve İtalya ve Fransa
Amerikan bakış açısına göre Batı Avrupa, Marshall Yardımı ile birlikte güçlenerek SSCB’ye karşı bir dayanak haline gelecekti. NATO’nun kurulması, Batı Avrupa ekonomilerinin güçlendirilmesi, Almanya’nın düzene entegre edilme çabaları hep bu hedefe yardımcı olacak parçalardı. Ancak, tüm bu çalışmalar orta-uzun vadede başarılı olabilecek, temelde güven arttırıcı önlemlerdi ve ABD’nin ihtiyacı olan bir diğer unsur da hemen etkisi görülebilecek, efektif bir şekilde çalışan, ortaya çıkan sorunlara net bir şekilde yanıt verebilecek bir mekanizmaydı. Örneğin, 1948 ve 1949’da Batı Avrupa’da seçimler vardı ve bu seçimlerde sosyalistlerin iktidara gelmesini önlemek hayatî bir önem taşımaktaydı. Bu amaçla, ABD, iki yıl önce kurmuş olduğu istihbarat kurumunu, Amerikan Merkezî Haberalma Teşkilatı (Central Intelligence Agency) CIA’i kullanmak durumundaydı.
Eylül 1947’de çıkartılan Ulusal Güvenlik Yasası, hem CIA’in hem de Ulusal Güvenlik Konseyi’nin (National Security Council, NSC) kuruluşunu öngörüyordu. CIA’in ilk müdürü Tuğamiral Roscoe H. Hillenkoetter oldu. Teşkilatın en etkin olduğu dönem ise Allen Dulles’ın yönetiminde gerçekleşecekti. Kısıtlı bir ölçekte Fransa’da ve ilk etkin -ve hükümetçe onaylanmış- yurtdışı operasyon olarak da İtalya’da gerçekleşenler, CIA’in gelecekteki çalışma stilini belirleyen ve Batı Avrupa’da komünizm tehdidini kısıtlayan çok önemli operasyonlar olarak görebiliriz. Aynı zamanda bu operasyonlar, ABD yönetiminin Batı Avrupa’da kendi yaşam tarzına aykırı bir başka yönetimin, Naziler’den sonra Sovyetler’in kök salmasını engellemek için büyük çaba harcayacağının da bir kanıtıydı.
Batı Avrupa’daki komünizm tehlikesi tam olarak atlatılmıştı denilemez çünkü Fransa ve İtalya sosyalizme eğilimli ülkelerdi. Bu ülkelerde Fransa’daki sorun, bu ülkenin sağ eğilimli partilerinin işgal süresince Vichy Hükümeti’ni desteklemeleri ve dolayısıyla halk arasında sağ ideolojilere karşı bir güvensizliğin oluşmasıydı. Aynı şekilde, Nazi işgali süresince Fransız komünistleri kayda değer bir direniş hareketi oluşturmuş ve dolayısıyla kamuona göre vatanseverliklerini kanıtlamışlardı.
Savaş sonrası Fransa’da siyasî dengeler çok ince bir pamuk ipliğine bağlıydı ve dengenin korunması, Fransa’nın Batı Bloğu’nun bir parçası olarak kalması açısından çok önemliydi. Fransa, savaştan çok şiddetli şekilde etkilenen bir ülke olarak, gerçek bir travma geçirmekteydi. Bir yanda, bu ülkede (daha sonra bahsedeceğimiz) federal bir Avrupa isteyen ve siyasetçilere ve siyasete çok şüpheli yaklaşan önemli bir kitle mevcuttu. Bunlar, savaş boyunca Fransa’yı Vichy’den yöneten General Pétain ile ülkenin çoğu kendini tanımazken savaş kahramanı ve Fransa’nın umudu oluveren General de Gaulle arasında bir fark göremiyor ve sadece Fransız Üçüncü Cumhuriyeti’nin değil, tüm siyaset dünyasının değişmesi, sonlanması, etkisizleştirilmesini istiyorlardı. Öte yanda da Büyük 1929 Bunalımı’ndan beri bir türlü hak ettikleri maaşların, çalışma koşullarının, hakların ellerine geçmediğine inanan, kırgın, bıkkın, hiddetli bir işçi sınıfı vardı. İkinci Dünya Savaşı boyunca Direniş (Résistence) içinde yer almış ve dolayısıyla ulusal kahraman olarak görülen önemli bir komünist grup, bu işçilerin yol göstericilerine dönüşmüştü. Marshall Yardım Programı çerçevesinde Fransa yeniden inşa edilirken, bu solcu grup da halkın gözünde önemli bir yer kazanmaya devam ediyordu.
Bu durum çerçevesinde Fransa, Batı İttifakı için önemli bir oyuncu olmasına karşın, tıpkı savaş sonrası İtalya gibi, gerçekten Batı’nın bir parçası olarak kalıp kalmayacağı tartışmalı bir ülkeye dönüşmüştü. Amerika Birleşik Devletleri yönetimi, Fransa’ya net bir şekilde eğer Fransa’nın Batı Bloğu’ndan kopmasına kadar varabilecek bu sol eğilimin önüne geçemezse kendilerine verilecek Marshall Yardımı paketinin dondurulacağı bildirildi.
Fransa’da komünist işçiler, halkın da sempatisini kazanarak 24 Kasım 1947’den 24 Temmuz 1948’e kadar ülkede genel huzuru bozacak ama işçi haklarını ön plana çıkartacak eylemlere girişmişti. Grevlere engel olunacağı yönünde ABD’ye söz veren Fransız hükümeti, Başbakan Robert Schuman (1866-1963) önderliğinde grevleri engellemek amacıyla sert tedbirler alıyor, komünist milletvekilleri parlamentodan atılıyordu. Fransız kamuoyu bu durumda komünistlerin yanında yer almaktaydı, çünkü hükümetin gereğinden fazla sertlikte davrandığını ve işçilerin haklarına kavuşmak için çabaladığını düşünmekteydi. Ancak, 3 Aralık 1947’de çok önemli bir gelişme tüm bu süreci tersine çevirdi. Bir kısmı işçilerden bir kısmı da savaşta Almanlar’a karşı gerilla direnişine girişmiş kişilerden oluşan komünist komandolar, 3 Aralık 1947’de, içinde madencilerin grevini kırmak üzere gelen mobilize birliklerin olduğunu düşündükleri bir trenin kuzey Fransa’da d’Agny yakınlarında, rayları sabote ederek devrilmesine yol açtılar. Trende hiçbir güvenlik gücü mensubu bulunmamaktaydı. Bu sabotaj sonucunda 16 kişi olay yerinde öldü5. Aynı gün, Fransa’nın çeşitli yerlerinde 15 ayrı sabotaj sonucunda 6 tren raydan çıktı. Fransız kamuoyunun sabotörlere karşı desteği bir anda kayboldu. Kamuoyunun tam ve net bir şekilde karşılarına geçmesi karşısında işçiler grevlerini 9 Aralık 1947’de sonlandırdı. Fransız Genel İşçi Konfederasyonu (Confédération Générale du Travail – CGT) bu olaylar sonucunda önemli bir parçalanma yaşadı. Reform yanlısı sağcılar Konfederasyonu terketti. Ardından, 1948 yılında Léon Jouhaux Amerikan Merkezi Haberalma Teşkilatı CIA’in katkılarıyla Force Ouvrière’i (İşçi Gücü - FO) kurdu. FO, CGT’yi genel anlaşmalara uymamakla ve tamamen komünist boyunduruğunda iş görmekle itham etti. Sonrasında, CGT’den kopmalar ve yer yer bu kopanlardan FO’ya katılımlar gerçekleşti. Zamanla CGT, Fransız Komünist Partisi’yle birebir örtüşen politikalar izlediyse de eski güç ve etkisini yitirdi.
Fransa’daki durum, ülkenin savaşa karşı duruşuyla ilgiliydi ve faşizme ve savaşa karşı bir milletin bir anlamda umutsuzluk içinde direnişini simgeliyordu. ABD ve CIA için Batı Avrupa’daki ikinci ve belki de en önemli sorun, İtalya’daki Nisan 1948 seçimleri olacaktı.İtalya’daki durum komünistlere ve genelde de sol görüşe yönelik daha köklü bir desteğe işaret ediyordu. Burada, Benito Mussolini’nin yönettiği Faşist Parti’nin işbaşına geldiği 1926’dan, hatta daha öncesinden başlayarak faşistler ve faşizme karşı önemli bir tepki vardı. Komünist görüş, İtalya’nın pek çok bölgesinde ve her sosyal sınıftan ve her eğitim durumundaki insan arasında yaygındı. Dolayısıyla, İtalya’daki durum, Fransa’daki gibi savaş karşıtları ve emeğinin karşılığının ödenmediğini düşünenler tarafından oluşturulmuş bir ortam değil, belirli bir ideolojiye yürekten inanan insanların kararsızları da yanlarına alarak iktidara yürümeleri süreciydi. İtalyan Komünist Partisi, Moskova’dan aldığı büyük malî destekle seçimleri kazanacak gibi görünüyordu. 1947 ve 1948 zaten Doğu Avrupa ülkelerinin seçimler ve darbelerle SSCB’ye kaybedildiği yıllar olmuştu ve hemen Şubat 1948 Çekoslovakya Darbesi sonrasında İtalya’nın da sosyalist olmasının ABD’nin ve Britanya’nın Avrupa’nın geleceğiyle ilgili planlarına sekte vuracağı açıktı. Bu, faşizme karşı verilen savaşın Batılı devletlerce sadece tüm kazanımları komünistlere kaybetmek üzere verildiğini gösterecekti. Ayrıca, Fransa da İtalya gibi sosyalizme yakın duran bir ülkeydi.
CIA henüz yurtdışı gizli operasyon yetkisi almadığından bu ülkede faaliyete geçemiyordu. Ancak, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın da teşvikiyle kurum İtalya’da harekete geçmeye başladı. Bu hareket üç koldan yürütülmekteydi: İlk etapta ABD’de yerleşmiş İtalyan asıllı Amerikalılar’ı İtalya’daki akrabalarına durumlarının ne kadar iyi olduğunu anlatıp eğer onlar da sağcı bir partiye oy verirlerse İtalya’nın ikinci bir ABD olma şansının olduğunu bildiren mektuplar yazmaya teşvik eden bir kampanyaydı. Bu kampanyayla yüzbinlerce mektup ABD’den İtalya’ya gönderildi ve bu mektup kampanyası, pek çok ailenin seçimlere bakışını değiştirmekte başarılı oldu. İkinci etapta CIA, gizliden gizliye İtalyan Hristiyan Demokrat Partisi ve diğer sağcı partilere maddî yardım sağladı6. Üçüncü etapta CIA Papalık ile ortaklaşa hareket etti ve Pazar ayinlerinde rahipler komünizmin günah olduğunu belirterek bir yandan da İtalyan Komünist Partisi üyelerini ve ailelerini aforoz etti. Kiliselerde o dönem için büyük bir yenilik olarak seyyar sinema makinaları kuruldu ve bunlarda tüm köy/kasaba halkına komünizm karşıtı propaganda filmleri izletildi.
CIA’in İtalya kampanyasının sonuçları dikkat çekiciydi. Seçimlerde ezici bir çoğunluk elde edeceği düşünülen Komünist Parti, 18-19 Nisan 1948 seçimlerinde büyük bir hezimete uğradılar ve İtalya’nın Batı Bloğu’nda kalması kesinleşti. Batı Avrupa artık Amerika Birleşik Devletleri ile ortak hareket eden bir blok olarak düşünülüyordu ve Alman Sorunu’nun da çözümlenmesiyle Franklin Delano Roosevelt’in kafasındaki planın gerçekleşmesi çok daha yakın görünüyordu. Tabii ki gerçeklik çok daha farklı olacak ve Alman Sorunu, dünyayı çok daha sert bir Batı – Doğu, kapitalist – sosyalist ayrımına yöneltecekti.
Alman Sorunu ve Birinci Berlin Krizi
Naziler’in yenilmesi ve teslim olması sonrasında Almanya’nın durumu, müttefikler için bir sorun oluşturmaktaydı. Berlin, başkent olduğu için her dört müttefik tarafından gözetilmeliydi, ancak Berlin kenti aynı zamanda Sovyetler’in ele geçirdiği Doğu Almanya’nın hayli içerisinde, (Batı Almanya sınırından yaklaşık 130km doğuda) yer almaktaydı. Fransa, Almanya’nın tıpkı Birinci Dünya Savaşı sonrasında olduğu gibi silahsızlandırılmasını ve kesinlikle endüstrileşmesine izin verilmemesi gerektiğini savunurken, Britanya yönetimi ve dönemin ABD Başkanı Henry Truman Almanya’nın Avrupa’nın bir parçası haline getirilerek savaşın kaybedeni değil, genel Batı uygarlığının bir parçası olarak görülmesi gerektiğini düşünüyorlardı. SSCB lideri Stalin, Almanya’dan yüklü bir savaş tazminatı istemesinin yanında, Almanya’da var olan ve SSCB’nin ihtiyaç duyabileceği termik santrallerden yedek parçaya tüm sistemlerin Sovyetler’e aktarılması ve Almanya’nın tamamen Sovyet kontrolünde kalıp tarafsızlaştırılmasını istiyordu. Batılı müttefikler bunu reddettiği gibi ABD Başkanı Truman da SSCB’nin Batı Almanya’dan savaş tazminatı olarak istediği sanayi tesislerini vermeyi reddetti.
Almanya, devasa boyutta ekonomik sorunlara boğulmuştu ve Batılı Müttefikler, sonunda, Mart 1948 Londra Konferansı’nda alınan kararlar ile, Almanya’nın üç Batılı müttefiğin kontrolündeki bölgelerinin federal bir hükümet yapısı altında tek ve bağımsız bir devlet olarak birleştirilmesi, ve üç Batı Alman işgal bölgesinin tek bir grup olarak Amerikan Yardım Planı’na (Marshall Planı’na) eklemlenmesi karara bağlandı. Bu kararlar, Sovyet dış politikasında önemli bir soruna yol açmaktaydılar. Bu kararların bir devamı olarak ve Almanya’nın yaşamakta olduğu hiperenflasyonu engellemek amacıyla, 1 Ocak 1949’dan itibaren yeni bir para biriminin, Alman Markı’nın, Batı Almanya’da ve üç müttefikin kontrolündeki Batı Berlin’de devreye girmesi, Almanya’nın ekonomik gelişiminin desteklenmesi de kararlaştırılmıştı.
SSCB’nin bu kararlar karşısındaki tepkisi sert oldu. Önce Berlin halkını düzenli komünist bindirilmiş kıtalarla sindirecekleri bir seçim yaparak şehrin tamamının Sovyet kontrolüne geçmesini sağlamaya çalışıp bunu başaramayınca, askerî bir çözüme yöneldiler. 24 Haziran 1948’de Sovyet tankları ve zırhlı birlikleri, Berlin’in Batı kontrolündeki sektörlerini Batı Almanya’ya bağlayan karayolu ve demiryolu bağlantılarını barikatlarla engellediler. Daha önceden bu yolların asla kapatılmamasına yönelik bir antlaşma imzalanmamış olduğu için, Sovyetler’in, aslında kendi kontrolleri altındaki Doğu Almanya’da bulunan bu yolları kesme, kapatma, ve dolayısıyla Batı Berlin’e ikmal yollarını istedikleri şekilde kapatma hakları vardı. Sovyetler, Berlin’e giden yolların üç yıl boyunca Batılı müttefikleri tarafından kullanılmasının bir kullanım hakkı doğurmayacağını açıkça belirtiyorlardı.
Berlin için askerî bir harekata geçerek Sovyet birliklerini demir ve karayollarından çekilmeye zorlamak, ABD ve Britanya’nın hiç planlamamış oldukları bir yeni savaşı, belki de Üçüncü Dünya Savaşı’nı çıkartabilirdi. ABD’nin elinde atom bombası gibi bir koz olmasına karşın, Sovyetler de, büyük ölçüde Los Alamos Laboratuarları’nda çalışan Klaus Fuchs’un sattığı bilgilerle kendi bombalarını geliştirme yolunda önemli mesafe kat etmişlerdi ve 1949’da Sovyetler’in de kendilerine ait bir atom bombası olacaktı. Üstelik, Avrupa’nın ortasında atom bombası kullanmanın yaratacağı etkiler, böyle bir savaş deneyiminin yaşanmasını da engeller boyuttaydı. ABD, Britanya ve Fransa, savaşı göze alamayacakları konusunda hemfikirdiler; ancak Berlin de Sovyetler’e bırakılamayacak kadar önemli bir şehirdi. ABD Ordusu’nun Berlin komutanı General Lucius D. Clay ve ABD Hava Kuvvetleri’nin Avrupa komutanı General Curtis Le May, havadan nakilin mümkün olup olmadığı konusunda araştırmalara başladılar ve sonunda Berlin Hava Aktarımı (Berlin Air Lift) projesi ortaya çıktı. Sovyetler’le Berlin’in paylaşımına dair antlaşmada bildirilen ancak kullanılmayan kentin Amerikan Sektörü’ndeki Templehof, İngiliz Sektörü’ndeki Gatow ve Fransız Sektörü’ndeki Tegel havaalanları kullanılarak Britanya, Fransa, Batı Almanya ve ABD’den Berlin’e uçaklarla mühimmat taşınmasına başlandı. İlk uçuşların yapıldığı 26 Haziran 1948’de, nakliye işlemlerinin üç hafta sürmesi planlanmaktaydı. Harekat, Berlin’de şartların ağırlaşması, ihtiyacın artması, ancak Sovyetler’in de nasılsa Batılı müttefikler dayanamayıp vazgeçecek fikriyle geri adım atmamaları sonucunda bir yıldan fazla sürmek zorunda kaldı. SSCB Berlin’e giden yolları kapatmaktan 11 Mayıs 1949’da vazgeçtiyse de operasyon 30 Eylül 1949’a kadar devam etti. Berlin Hava Aktarımı süresince Britanya savaşta karşılaşmadığı ekonomik zorluklarla karşılaştı, Britanya’da sigara, ekmek gibi tüketim malzemeleri karneye bağlandı ve operasyon boyunca 39 İngiliz ve 31 Amerikan pilot hayatlarını kaybetti ki operasyona İngiliz ve Amerikalılar’ın yanı sıra Avustralya, Kanada, Yeni Zelanda ve Güney Afrikalı pilotlar da katıldılar. Fransa ise havaalanlarından birini genişleterek katkıda bulundu.
Berlin Hava Aktarma Harekatı ve 1948-1949 Berlin Krizi, iki önemli gelişmeye daha sebep ve/veya destek oldu: Öncelikle Batı Almanya’nın bağımsız bir devlet olarak kurulması ve ekonomik gelişiminin desteklenmesi kesin bir destek sağlamış oldu. İkinci ve belki daha önemli olarak da, 4 Nisan 1949’da Batılı güçler Kuzey Atlantik Antlaşması’nı imzalayarak Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) adı altında önemli bir askerî ve siyasî dayanışma örgütü oluşturdular. NATO, varlığını belirleyen antlaşmanın 5. maddesi gereğince herhangi bir üyesinin saldırıya uğraması durumunda bunun tüm üyelere ortak yapılmış bir saldırı olarak kabul etmeyi ve buna göre tüm üyelerin saldırıya ortak askerî yanıt vermesini öngörmekteydi. ABD, Belçika, Britanya, Danimarka, Fransa, Hollanda, İtalya, İzlanda, Kanada, Lüksemburg, Norveç, ve Portekiz NATO’nun kurucu üyeleri olarak antlaşmaya imza atmışlardı. 1952’de Türkiye ve Yunanistan, 1955’te de Batı Almanya NATO üyesi oldular ve örgüt 1999’daki ikinci genişlemesine dek bu onbeş ülkeyle yoluna devam etti.
Almanya Federal Cumhuriyeti’nin kuruluşu (Batı Almanya) resmen 23 Mayıs 1949’da ilan edildi. NATO’nun kurulması ve hemen ardından Batı Almanya’nın tek bir devlet olarak oluşması, Sovyet tarafında birtakım gelişmeleri tetikledi: Öncelikle, 7 Ekim 1949’da Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin kuruluşu ilan edildi. Böylece Almanya, Doğu ve Batı Almanya olarak ikiye ayrılıyor ve Berlin de resmen Doğu ve Batı bölgelerine ayrışıyordu. Ayrıca, NATO’nun kurulması ve kurumsallaşmasına askerî bir yanıt olarak 1 Mayıs 1955’te Varşova Antlaşması Örgütü veya daha yaygın olarak kullanılan adıyla Varşova Paktı, ‘yeniden silahlandırılmış’ bir Batı Almanya’nın yarattığı tehdide karşılık olarak7 kuruldu. Varşova Paktı’nı oluşturan ülkeler SSCB, Alman Demokratik Cumhuriyeti (Doğu Almanya), Arnavutluk, Bulgaristan, Çekoslovakya, Macaristan, Polonya, ve Romanya idi. Arnavutluk’un 1961’de ideolojik sebeplerle desteğini çekmesi ve 1968’de de resmen ayrılması dışında Varşova Paktı üyeleri, 1 Temmuz 1991’de Varşova Antlaşması Örgütü yasal olarak lağvedilene kadar değişmeden üyeliklerini 1989 devrimleri sonrasına kadar devam ettirdiler8.
1948-49 Berlin Krizi ve NATO’nun kurulması, Churchill’in 1946’da belirttiği ayrışmanın artık iyice ortada olduğunu göstermekteydi. Sovyetler Birliği ve Orta ve Doğu Avrupa ile Balkanlar’daki zoraki müttefikleri, artık bir başka ideolojik kampın savunucuları olarak, dolayısıyla da Batılı yaşam tarzının düşmanları olarak algılanıyorlardı. Mao-Tse-Tung’un önderliğinde gerçekleşen ve ABD’nin Uzakdoğu politikalarını tamamen değiştirmesine yol açan 1949 Çin Komünist Devrimi, artık uluslararası siyasette iki kutuplu bir dönemin başladığına işaret ediyordu; bundan sonra artık Batı ve Doğu (veya Kapitalist ve Sosyalist veya Amerikan ve Sovyet) Blokları vardı ve bunların ideolojik çatışmaları ilerideki 40 yıllık uzun dönemde küresel siyasal eğilimleri belirleyecekti. NATO, bir Üçüncü Dünya Savaşı’nın Doğu Almanya üzerinden Batı Almanya’ya karşı başlatılacak bir saldırıyla çıkacağını düşünmekteydi ve NATO’nun ilk savaş stratejileri Doğu-Batı Alman sınırından çıkacak bir savaşa göre ayarlanmıştı. NATO’nun ‘İleri Strateji’sinin (Forward Strategy) özü bu anlayıştı.
Ancak, sıcak savaş Avrupa’da değil, 2. Dünya Savaşı sonrasında Komünist Kuzey ve Kapitalist Güney olarak bölünmüş olarak şekillenen Kore’de başladı. 1950-1953 Kore Savaşı, artık Dünya üzerinde iki ayrı bloğun üstünlük sağlama yarışının Avrupa dışına taştığının da habercisiydi.
Dostları ilə paylaş: |