Muhtar’ın hareketi büyük ölçüde mevaliye dayandığı ve muhtemelen büyük ölçüde mevaliden kaynaklanan bazı görüşler ileri sürüldüğü için hareket Muhtardan sonra Keysaniyye diye adlandırılmıştır.
Muhtar’ın hareketi büyük ölçüde mevaliye dayandığı ve muhtemelen büyük ölçüde mevaliden kaynaklanan bazı görüşler ileri sürüldüğü için hareket Muhtardan sonra Keysaniyye diye adlandırılmıştır.
Bu ad mevalinin lideri konumundaki Ebû Amr Keysan’a nispetle kullanılmıştır.
Keysaniyye, Haşimiyye, Kerbiyye, Hamzaviyye, Beyaniyye, Ravendiyye gibi bazı alt gruplara ayrılmıştır.
Bu grupların çoğunda tenasuh, hulûl, gizli ve sırrî ilim gibi ğalî (aşırı) anlayışlar görülür.
Bu durum batınî ğalî fikirlerin de çok erken dönemlerde; Şîîliğin doğuşuyla birlikte ortaya çıkmaya başladığını göstermektedir.
Bu nedenle klasik kaynakların çoğunda ğalî fırkalar Şîîlikten doğan alt gruplar olarak değerlendirilmiştir.
Zeydiyye Zeyd b. Ali b. Hüseyin(122-740)’e ondan sonrada oğlu Yahya (125-743)ya uyanlara verilen addır.
Zeydiyye Zeyd b. Ali b. Hüseyin(122-740)’e ondan sonrada oğlu Yahya (125-743)ya uyanlara verilen addır.
Gerek Zeyd, gerekse oğlu Yahya’nın faaliyetleri halife Hişam b Abdulmelik zamanında takip altına alınmıştır.
Zeyd b. Ali Hişam’a karşı ayaklanmak üzere taraftar toplamış, büyük ölçüde Kûfelilerin desteğini kazanmıştır. Ancak savaş meydanında onlar Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer hakkındaki fikirleri kendi görüşleriyle uyuşmaması nedeniyle Zeyd’i terk etmişler; bunun üzerine Zeyd onlara “beni terk ettiniz” anlamında “rafaztumûnî” demiştir.
Zeyd’ten ayrılanlar İmam Ca’fer’e tabi oldukları için “Rafızî” terimi, çoğu kere“İmâmiyye”yi ifade etmek üzere kullanılmıştır.
Zeyd, vali Yusuf b. Ömer es-Sakafi ile giriştiği savaşta; oğlu Yahya da Horasan valisi Nasr b.Seyyar’ın takipleri sonucu yakalanarak öldürülmüştür.
Zeydiyye mensupları Abbâsîler zamanında kuzeyde Taberistanda 250’den başlayarak en-Nâsır li’l-Hak lakaplı Utruş’un vefatına kadar (305/917) sürecek bir devlet;
Zeydiyye mensupları Abbâsîler zamanında kuzeyde Taberistanda 250’den başlayarak en-Nâsır li’l-Hak lakaplı Utruş’un vefatına kadar (305/917) sürecek bir devlet;
Güneyde Yemen’de 200’lerden başlayarak günümüze kadar gelen bir devlet kurmayı başarmışlardır.
Yemen Zeydîliği Kasım b. İbrahim er-Ressî(246-680) ve torunu zamanında önemli fikri gelişmeler göstermiştir.
İmamette vasıf esastır.
İmamette vasıf esastır.
Zeyd b. Ali’ye göre, Hz. Peygamber,
isim ve şahıs belirtmek suretiyle yerine bir imam vasiyet etmiş değildir.
Bu sebeple imam ancak vasıflarıyla tanınabilir.
1- İmam sadece Kureyşî değil aynı zamanda Fatımî olmalıdır.
1- İmam sadece Kureyşî değil aynı zamanda Fatımî olmalıdır.
Bu görüşle imametin Muhammed b. el-Hanefiyye nesline geçişine karşı çıkılmış; Hasan soyundan gelenlerin imameti kabul edilmiştir.
2- İmam takva ve vera sahibi, cömert olmalıdır.
İmam insan olması bakımından hatadan berî değildir. Fakat o, yaşadığı dönemde Müslümanlara örnek olacak bir dinî yaşayışa ve ahlaka sahip olmalı, takva bakımından da insanlara önder olabilmelidir.
3- İmam alim olmalıdır.
Bu ilim Tanrıdan gelen ilahi kaynaklı “vehbî” bir ilim değil ancak çalışıp gayret sarf ederek elde edilecek “kesbî” bir ilimdir. İmamın zamanında insanları yönetecek ve ictihad edecek kadar dinî ve hukukî bilgiye sahip olması gerekir.
4- İmam olacak kişinin imametini açıkça ilan etmesi gerekir.
Bu Zeyd’in imamet konusunda kabul ettiği önemli bir esastır. Çünkü Zeyd b. Ali’nin yaşadığı dönemde ve monarşinin hakim olduğu dönemlerde Zeydiyye’nin imamet iddiaları, açıkça fiilî isyan niteliği taşımıştır.
Bu iddiada takiyyenin, gaib imamın, mehdîliğin ve recat inançlarının açıkça reddi de söz konusudur.
Zeyd b. Ali’ye göre imamet Hz. Peygamber’den sonra Hz. Ali’nin hakkıdır.
Zeyd b. Ali’ye göre imamet Hz. Peygamber’den sonra Hz. Ali’nin hakkıdır.
Ancak o, mevcut de facto durumu meşrû kabul eden bir anlayış geliştirmiştir.
“Efdal varken mefdulün imameti caizdir.” Yani imamet konusunda en iyisi var iken ondan daha aşağı seviyedeki kişilerin imameti caizdir.
Bu prensibin Hz Peygamber sonrasına uygulanması şöyledir: Rasulüllah’tan sonra imamete en layık kişi Hz. Ali’dir.
Ancak Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer’in hilafetleri de caizdir. Hatta o günün şartları içinde ümmetin birliği Müslümanların selameti için gerekliydi. Zira Hz. Peygamber’in sağlığında yapılan savaşların kanı kurumamış; Hz. Ali de bu savaşlarda pek çok müşrik kanı dökmüştü. Bunların akrabaları çoğunlukla Mekke fethinden sonra Müslüman olmuşlar, ancak akrabalarının kanını dökmesinden dolayı Ali’ye buğz etmekteydiler. Böyle bir ortamda Hz.Ali’nin imameti belki de Müslümanların bölüp parçalanmasına, dağılıp yok olmalarına yol açacaktı.
Hz. Ebû Bekr gerek yaşça gerekse dine hizmetteki önceliğiyle bu işe layık, herkesin kabul edebileceği bir şahıs olmasına rağmen, hilafetinin ilk yıllarında birliği sağlamakta oldukça güçlük çekmiştir.
İmameti Ali, Hasan, Hüseyin ve Hüseyin’in evlatlarına nispet eden Şîa’nın en büyük koludur.
İmameti Ali, Hasan, Hüseyin ve Hüseyin’in evlatlarına nispet eden Şîa’nın en büyük koludur.
260/873 yılında gaybete girdiği kabul edilen imam Muhammed Mehdî’ye kadar gelen on iki imamı kabul ettikleri için İsnâaşeriyye (Oniki İmamcı) olarak adlandırılır.
Günümüzde, Safevîlerden beri İran coğrafyasında hakim ve resmî mezhep hüviyetinde olduğu için İran Şîîliği diye de bilinir.
Bazı klasik Mezhepler Tarihi ve İslam Tarihi kaynaklarında Rafızîyye diye adlandırılır.
İmâmiyye Şîa’sının fırkalaşma süreci onun 260/873’deki gaybetiyle önemli bir boyut kazanmıştır.
İmâmiyye Şîa’sının fırkalaşma süreci onun 260/873’deki gaybetiyle önemli bir boyut kazanmıştır.
Çünkü, -Şîa’nın genelinden belirgin bir farklılık arz eden Zeydîlerin bir tarafa bırakırsak-, zahir bir imamın yokluğunda Şîî fırkalaşma hareketleri bu tarihten itibaren belirgin bir ivme kazanmıştı.
İmamiyye Şîasında gaybet iki döneme ayrılır:
Gaybet-i Suğra (260/ 873-328/ 940)
Gaybet-i Kübra (328/940-)
İmamiyye, Gaybet-i Suğra döneminde gaib imamın, sefirleri vasıtasıyla insanlarla haberleştiğini, tevkîleriyle onların problemlerini çözümlediğini kabul eder.
İmamiyye, Gaybet-i Suğra döneminde gaib imamın, sefirleri vasıtasıyla insanlarla haberleştiğini, tevkîleriyle onların problemlerini çözümlediğini kabul eder.
Bu dönemde dört sefir görev yapmıştır;
1- Ebû Amr Osman b. Saîd (265/879 veya 280/893),
2- Ebû Cafer Muhammed b. Osman (304-5/916-7),
3- Ebu’l-Kâsım Hüseyin b. Ruh en-Nevbahtî (326/987),
4- Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed es-Samerrî (329/ 941)
Mehdî tarafından gönderilen son tevkîde, artık yeni elçinin gönderilmeyeceği, asıl gaybet döneminin başladığı ve zuhûrun ancak Allah’ın izni ile olacağı bildirilerek Büyük Gaybet, Gaybet-i Kübra (328/940-) dönemi başlatılmıştır.
328’den günümüze kadar; mehdinin zuhur ettiği güne kadar sürecek dönemdir.
328’den günümüze kadar; mehdinin zuhur ettiği güne kadar sürecek dönemdir.
Başlangıçta Mehdi’nin kısa bir süre sonra geleceği tahmin edilirken sonraları Mehdinin yokluğu dikkate alınarak yeni açılımlar getirilmeye çalışılmıştır.
Buna bağlı olarak izlerine hicri IV. yy’dan itibaren rastlanan iki büyük ekol oluşmuştur:
Ahbarîlik Usûlîlik
Bu asrın ikinci çeyreğinde Büveyhîlerin (334-447-945/1055) desteğini kazanan Şîa, fırkanın temel literatürünü de tedvin etmiştir.
Bu asrın ikinci çeyreğinde Büveyhîlerin (334-447-945/1055) desteğini kazanan Şîa, fırkanın temel literatürünü de tedvin etmiştir.
Şeyh Sadûk veya el-Kummî lakabıyla meşhur Muhammed b. Ali b. el-Hüseyin b. Musa b. Bâbeveyh (381/991) Kütüb-ü Erbaa’dan
Kitâbu Men Lâ Yahzuruhu’l-Fakîh ile Şîa akaidinin ilk örneklerinden Risâletu’l-İtikâdâti’l-İmâmiyye,
Ebû Cafer Muhammed b. Hasan et-Tûsî (460/1068) Kitâbu’l-İstibsâr Ma’htelefe fîhi mine’l-Ahbâr ve Kitâbu Tehzîbi’l-Ahkâm adlı iki hadis kitabını telif etmiştir.
Bu dönemin önemli simalarından el-Kummî’nin öğrencisi Şeyh el-Müfîd (413/1023), Bağdad’da devrinin en parlak Şîî kelamcısı olarak tanınmıştır. Onun, Kitâbu Evâili’l-Makâlât’ı ile Tashîhu’l-İtikâd adlı akaid eserleri dikkate değerdir.
Yine Nehcu’l-Belâğa derleyicisi Şerif er-Radî(406/1016) ile Kitâbu’l-Emâlî sahibi Şerif el-Murtaza (433/1041-42) da önemli alimlerdendir.
Büveyhîlerden sonra bir duraklama ve bekleme devresi geçiren İmâmiyye Şîasının, bu dönemde yetiştirdiği önemli alimlerden birisi, Mecmau’l-Beyân li Ulûmi’l-Kur’ân adlı tefsir sahibi Şeyh Tabersî (548/1153)’dir.
Moğol istilası esnasında, ortak düşmanları Sünnîlere karşı Moğollarla birlik olup onlara kılavuzluk eden Nasîru’d-Dîn Tûsî (672/1274) VII/XIII. asrın tanınmış Şîî alimlerindendir.
Onun uzun yıllar İran medreselerinde okutulan Ahlâk-ı Nâsırî ve Tecrîdü’l-Akâid adlı eserleri vardır.
Öğrencisi, Allâme el-Hasan b. Yusuf ibni’l-Mutahhar el-Hıllî (726/1236) III/XIV. asrın başlarında İlhanlı Olcayto Hüdâbende’nin Şîîliği benimsemesinde önemli rol oynamıştır.
O, Minhâcu’l-Kerâmet fî Ma’rifeti’l-İmâme adlı eserini, bu Sultana sunmuştur. On bölümlük bu esere, daha sonra el-Bâbu’l-Hâdi Aşer diye yeni bir bölüm daha kaleme almıştır.
Ebû Said Bahadır Han ile birlikte yine resmî desteği kaybeden İmâmiyye Şîası, IX/XV.yyda Şehid-i Evvel ve Şehid-i Sânî diye iki alim yetiştirmiştir.
İmamiyye bir devletin resmî mezhebi olma konumunu ancak 907/1501’de Tebriz’de hükümdarlığını ilan eden Safevî Şah İsmail (930/1524) ile birlikte elde edebilmiştir.
Safevî hanedanının mezhep anlayışı İmâmiyye fırkasının kendi klasik zihniyetinden biraz daha farklı, müfrit bir çizgideydi. Safevîler bu çizgiyi, İran’ın siyasî hayatına yansıtmışlar ve tarikatlarının Anadolu’yla bağlantısına bağlı olarak Osmanlı Devleti’ne de ihraç etmek istemişlerdir. Ancak Yavuz Sultan Selim’in yerinde tedbirleriyle bu istek gerçekleşememiştir.
Esasen Safevîler bir tarikat örgütlenmesine sahip oldukları için, onların yapılanmasında Şeyhlik ve Şahlık birleşmiş, ulema sınıfıyla da desteklenmiştir.
Özellikle Irak ve Lübnan coğrafyasında yaşayan Şîî alimleri İran’a davet ederek İmamiyyeyi ihya etmelerini istemişlerdir.
İran’a gelen alimlerden bazıları, mesela Kerekî (940/1533-34) örneğinde olduğu gibi, Şahın politikalarını destekleyen tutum ve davranışlar sergilemişlerdir.
XVII. asrın başlarında yaşayan Muhammed Emin el-Esterâbâdî (1029/1620) Ahbâriliği yeniden ihya etti. Bu ekolde onu el-Vâfî müellifi Feyz el-Kâşânî (1091/1680), Bihâru’l-Envâr sahibi Muhammed Bakır Meclîsî (1110/1698) takip etti.
Safevî hanedanının yerine 1149/1737’de Afşar hanedanı gelmiş Nadir Şah İsnaaşeriyye Şiiliğinin müslümanlar nazarında itibar kazanması için çeşitli teşebbüslerde bulunmuştur.
Safevî hanedanının yerine 1149/1737’de Afşar hanedanı gelmiş Nadir Şah İsnaaşeriyye Şiiliğinin müslümanlar nazarında itibar kazanması için çeşitli teşebbüslerde bulunmuştur.
Bu iktidar değişimleri esnasında Usûlî alimleri, halk arasındaki otoritelerini artırmış ve Ayetullah Behbehânî (1205/1792)’nin şahsında Ahbârîlere kesin üstünlük sağlamışlardır.
Behbehânî “mutlak mercîî taklid” kavramını geliştirerek ulemanın halk üzerindeki otoritesini kesin olarak tesis etmiştir. Bu otorite daha sonra gelişen hadiselerde açıkça görülecektir.
1892 Tütün İsyanı geleneksel Bazar esnafı, aydın ve ulemanın ittifakının ilk belirgin ve çarpıcı örneği olmuştur. Olay, Şah’ın Tütün pazarını İngilizlere bırakan bir anlaşma yapmasını Ayetullah Şirazî’nin, yayınladığı bir fetva ile yasaklaması üzerine gerçekleşmiş ve tütün tüketiminin büyük ölçüde azalması sonucu anlaşma fesh edilmiştir.
1905 Anayasa Hareketlerinde de ulema otoritesini kullanmış ve çıkartılacak kanunların Anayasaya ve dine uygunluğunu denetleme hakkını elde etmiştir.
1925’den itibaren Pehlevî Hanedanıyla başlayan yeni İran devletinde de gelişen olaylar artık ulemanın sosyal ve siyasî hayattaki rolünü daha belirgin hale getirmiştir.
1925’den itibaren Pehlevî Hanedanıyla başlayan yeni İran devletinde de gelişen olaylar artık ulemanın sosyal ve siyasî hayattaki rolünü daha belirgin hale getirmiştir.
Şah’ın 1959’de başlattığı Ak Devrim hareketinde, özellikle vakıf arazilerine bağlı gelirlerini kaybetmekle karşı karşıya kalan ulema sert tepki göstermiştir.
Esasen ulema Muhammed Rıza Şah ve öncesinde babası tarafından başlatılan modernleşme ve reform hareketlerini Batıcılıkla özdeşleştirerek, değişime karşı halkın antipatisini değerlendirmişler ve
1963’de Humeynî’nin şahsında halkı Şah’a karşı ayaklanmaya çağırmışlardır. Şah’ın Humeynî’yi tutuklatması üzerine kendisini Ayetullah mertebesine yükselten ulema, Anayasal haklarını söz konusu ederek Humeynî’nin derhal serbest bırakılmasını istemişlerdir. Serbest kalmakla birlikte Humeynî, sürgüne gönderilmekten kurtulamamış; bu arada bazı kentlerde çıkan olaylarda büyük arbadeler yaşanmıştır.
Bundan sonra, artık ulemanın dinî nitelikli alternatif siyasî çözüm arayışlarına fiilen girmeleri söz konusudur. Bu çabanın en önemli ayağını sürgündeki Ayetullah Humeynî’nin geliştirdiği “velâyet-i fakîh” kavramı oluşturur.
İmamın gaybeti esnasında insanların nasıl hareket edeceği hususu, bu ilk dönemde Şîî alimleri bir hayli meşgul etmiştir:
İmamın gaybeti esnasında insanların nasıl hareket edeceği hususu, bu ilk dönemde Şîî alimleri bir hayli meşgul etmiştir:
İmamların ahbarının yeterli olduğunu kabul edenler Ahbârîyye;
Sadece ahbarın yeterli olmadığı, yeni karşılaşılan problemlerde alimlerin de içtihad etmesi gerektiği ve edebileceğini kabul edenler Usûlîyye ortaya çıkmıştır.
Bu farklı bakış açısı İmâmiyye Şîasında sonraki dönemlerde daha belirginlik kazanacak söz konusu düşünce ekollerinin oluşmasına yol açmıştır.
İki ekol metod, kaynakların kabulü ve dünyevî iktidar konusunda ciddi farklılıklar sahiptir.
İmamiyye Şiasının din anlayışı ve dünyaya bakışı da bu iki ekole göre farklılık arz etmiş; özellikle Sünnîlerle ilişkilerde zaman zaman sıkıntılara yol açmıştır.
Uzun süren siyasî istikrarsızlık Usûlî alimlerinin halk üzerindeki otoritelerini artırmalarıyla sonuçlanmış ve Usuliler Ayetullah Behbehânî (1205/1792)’nin şahsında Ahbârîlere kesin üstünlük sağlamışlardır.
Uzun süren siyasî istikrarsızlık Usûlî alimlerinin halk üzerindeki otoritelerini artırmalarıyla sonuçlanmış ve Usuliler Ayetullah Behbehânî (1205/1792)’nin şahsında Ahbârîlere kesin üstünlük sağlamışlardır.
Behbehânî “mutlak mercî-i taklid” kavramını geliştirerek ulemanın halk üzerindeki otoritesini kesin olarak tesis etmiştir.
Mutlak mercî-i taklid, Gaib imamın yokluğunda yetişmiş Şîî alimlerin din konusunda mutlaka taklit edilmesi gereken makamlar, başvurulacak mercîler demektir.
Dolayısıyla bu durum, “hakikatın sadece imamın talimiyle bilinebileceğini kabul eden” Şîî gelenekte yaşayan alimlerin kendi otoritelerini artırma ve pekiştirme pahasına imamlara ait yetkilerin bir kısmını üstlenmeye kapı açmıştır.
Bu yetki üstlenmesi zamanla Humeyni’nin şahsında Velayet-i Fakih makamına dönüşerek sınırlarını daha da geliştirmiştir.
“Velâyet-i Fakîh” “mutlak mercî-i taklid” kavramıyla ifade edilen ulema otoritesinin daha geniş kapsamlı ve belirgin hale getirilen versiyonudur.
“Velâyet-i Fakîh” “mutlak mercî-i taklid” kavramıyla ifade edilen ulema otoritesinin daha geniş kapsamlı ve belirgin hale getirilen versiyonudur.
Şîa’ya göre peygamberler nübüvvet ve velâyet vasıflarına sahiptir. Hz. Muhammed ile birlikte nübüvvet sona ermiştir. Velayet vasfı ise imamlar vasıtasıyla devam etmiştir.
Buna göre nübüvvet sonlu, velayet kıyamete kadar baki bir vasıftır.
H. Corbin, buradan hareketle İsmâîlîyye Şîasının bâtına vakıf olan imamların peygamberlerden üstün kabul edildiklerini, İmamiyye’nin ise, melek vasıtasıyla vahiy almasından dolayı peygamberleri imamlardan üstün saydıklarını ifade eder. Ama pratik kabulde onlar da imama en az peygamber kadar değer verirler.
Öncelikle dinî hayatın devam ettirilmesi için dillendirilen bu yorumlar ulemanın siyasî ve sosyal hayattaki etkinliğine bağlı olarak belli bir süreçte bütün dünyevi alanları da içine almıştır.
İşte bu olgu, Humeynî tarafından imam Muhammed Mehdî’nin gaybetinde onun velâyet vasfının ulema sınıfının en yetkilisi tarafından temsil edilmesi gerektiğine vurgu yapılarak açıkça dile getirilmiştir.
Velâyet-i Fakih anlayışı mercî-i taklid makamının dinî ve dünyevî hayatın bütün alanlarına teşmil edilmesi demektir.
1963 sonrası gelişen olaylar onu Ayetullahi’l-Uzmâ makamına getirince o, bu yetkiyle halkı devrime sevk etmiştir.
Velayet-i Fakih: Ali Hamaney
Ayetullahi Uzmâ: On- on beş kişi civarında
Ayetullah: Ülke esaslı otorite, dört binden fazla
Huccet:Bölge esaslı otorite
Müctehid: Şehir esaslı otorite
Molla/Ahund: Mahalle veya köy esaslı otorite
Taklitçiler:Halkın tamamı
Şeyh Murtaza Ansarî (1850-1864) Necef
Şeyh Murtaza Ansarî (1850-1864) Necef
Grup Liderliği (1864-1882)
Mirza Hasan Şirazî (1882-1896) Samera
Grup Liderliği (1896-1911)
Muhammed Kazım Yezdî (1911-1919) Necef
Muhammed Taki Şirazî (1919-1920) Kerbelâ
Grup Liderliği (1020-1942)
Ebu’l-Hasan İsfehanî (1942-1946) Necef
Aga Hüseyin Kummî (1946-1947) Necef
A. Muhammed Hüseyin Burucerdî (1947-1961) Kerbela
Grup Liderliği (1961-1978)
A. Ruhullah Humeynî (1978-1989) Tahran
A. Ali Hameney (1989- ) Tahran
Velayet-i Fakih gücüne sahip Humeynî ve Ali Şeriati gibi alimler tarafından klasik Şîî düşüncesinin bazı unsurları, ideolojik yeni yorumlarla daha aktif ve dinamik hale getirilerek devrimin hazırlanmasına önemli katkı sağlanmıştır.
Velayet-i Fakih gücüne sahip Humeynî ve Ali Şeriati gibi alimler tarafından klasik Şîî düşüncesinin bazı unsurları, ideolojik yeni yorumlarla daha aktif ve dinamik hale getirilerek devrimin hazırlanmasına önemli katkı sağlanmıştır.
Özellikle intizâr (Mehdiyi bekleme) fikri, Mehdînin gelip kendilerini kurtarmasını beklemek değil, bilakis onun gelişini kolaylaştıracak uygun ortamı oluşturmak olarak yorumlanarak bu uğurda gerekirse şehit olunması gerektiği, bunun Hüseynî kıyam olacağı vurgulanmıştır.
Devrimin oluşumu aşamasında, önceki olaylarda ölenler için anma günleri düzenlenerek halk adeta yeni olaylar için teşvik edilmiştir.,
“Her yer Kerbelâ, her gün Aşûra” devrimin en tipik sloganı olmuştur.
7 Ocak 1978’de öğrenci eylemleri olarak başlayan olaylar birbirini takip etmiş, 8 Eylül’de Tahran’da 4000 civarında öğrenci ölmüş, olaylar diğer halk kitlelerinin de katılımıyla önlemez boyutlara ulaşmış ve Şah 1 Ocak 1979’da İran’ı terk etmiş, 1 Şubat 1979’da Humeynî’nin geri dönmesiyle İran’da yeni bir dönem başlamıştır.
1989’da Humeynî’nin vefatını müteakip, Velayet-i Fakîh makamına Ayetullah Ali Hameney getirilmiştir.
1980-1987 tarihleri arasındaki İran-Irak savaşı, dolaylı olarak devrimin yerleşmesine katkı sağlamıştır.
1980-1987 tarihleri arasındaki İran-Irak savaşı, dolaylı olarak devrimin yerleşmesine katkı sağlamıştır.
Savaştan sonra nispeten normal bir sürece giren İran, ruhânî otoritenin(velayet-i fakih) altında cumhurbaşkanlığı-Başbakanlık-Meclis gibi kurumlarıyla cumhurî bir idareye sahiptir.
Devrimin gerçekleşmesine rağmen beklenen Mehdinin zuhur etmemesi ve karşılaşılan sosyal ve ekonomik sıkıntılar; velayet-i fakih anlayışının sorgulanmasına yol açmış; İran’da dinin alanı ve ulemanın otoritesiyle ilgili farklı görüşler dile getirilmeye başlanmıştır.
Ülkede gelenekçiler ile modernistler; muhafazakarlar ile ılımlılar arasındaki mücadele zaman zaman öne çıkmakta siyasî yapılanma buna göre şekillenmektedir.
Bugün 80 milyon civarında nüfusa sahip İran’ın 10 milyon kadar Sünnî’nin dışında tamamı Şîîdir. İsnâaşeriyye Şîîliği İran’ın dışında Irak, Lübnan, Basra körfezindeki Arap devletleri arasında ve Suriye’de toplam 13 milyon civarında bir nüfus ile varlığını devam ettirmektedir.
İran çeşitli formlarda diğer ülkelerde yaşayan Şîîlerle de ilgilenmektedir.
Esasen Şîîlik tarihi Irak’tan bağımsız değildir. Necef, Kerbela, Kazımiyye/Bağdad, Basra gibi bölgeler Şîîliğin doğuşundan itibaren önemli ilim havzaları olmuştur.
Esasen Şîîlik tarihi Irak’tan bağımsız değildir. Necef, Kerbela, Kazımiyye/Bağdad, Basra gibi bölgeler Şîîliğin doğuşundan itibaren önemli ilim havzaları olmuştur.
Nüfusun %56’sını oluşturan Irak Şîîliği büyük ölçüde Arap etnisitesine dayanır.
Bununla birlikte aşiret farklılıkları, farklı mercîlere tâbi olunmasına ve Şîî gruplar arasında rekabetlerin oluşmasına yol açmıştır.
1950 sonrası Irak’ında üç aile Şîîleri yönlendirmiştir:
Bunların yanında başka aileler ve sülalelerde vardır.
Irakın önde gelen Şîî alimleri arasında A. Muhammed es-Sadr (1980), Huccet Mehdî Hekim (1988), A. Hasan Şirazi (1980), Alime bint Huda es-Sadr (1980).
Bugün Irak Şiiliği;
Irak İslam Devrim Yüksek Konseyi,
İlim Havzaları, Hizbu’d-Dav’a,
Muktada es-Sadr Grubu,
İslami Emel Partisi,
Irak Ulusal Konseyi
gibi gruplar tarafından temsil edilmektedir.
İsnâaşeriyye’ye göre inanç esasları beştir:
İsnâaşeriyye’ye göre inanç esasları beştir:
Tevhid,
Adalet,
Nübüvvet,
Mead ve
İmamet
Bunlardan imamet inancı, mü’min olmanın şartıdır.
Allahın Sıfatları: İsnâaşeriyye’ye göre Allah vardır ve birdir, eşi ve benzeri yoktur, Kadîmdir, evveldir, ahirdir, Alimdir, Hakimdir Kâdirdir, Adildir, hayydır, Semî’ ve Basîrdir, yaratıkların tavsif edildiği şeylerle tavsif edilemez. Cismi, sureti yoktur, cevher ve araz değildir. Bu ifadelerden onların Allah’a nispet edilen sıfatlar konusunda Mutezile gibi sıfat zât aynîliğini kabul ettikleri anlaşılmaktadır.
Allahın Sıfatları: İsnâaşeriyye’ye göre Allah vardır ve birdir, eşi ve benzeri yoktur, Kadîmdir, evveldir, ahirdir, Alimdir, Hakimdir Kâdirdir, Adildir, hayydır, Semî’ ve Basîrdir, yaratıkların tavsif edildiği şeylerle tavsif edilemez. Cismi, sureti yoktur, cevher ve araz değildir. Bu ifadelerden onların Allah’a nispet edilen sıfatlar konusunda Mutezile gibi sıfat zât aynîliğini kabul ettikleri anlaşılmaktadır.
Onlar genellikle tevhidi, tevhid-i zât, tevhid-i sıfat, tevhid-i fiil ve tevhid-i ibadet diye dört başlıkta ele alırlar.
Onları bu tasnife yönelten şey imamlara atfettikleri kutsiyetten dolayı kendilerinin yanlış anlaşılmasını önlemektir.
Bu bağlamda bilhassa tevhid-i ibadet konusunda tek ibadet edilecek ma’budun Allah olduğunu vurgulayarak, İmamiyye arasında görülen cenazeyi teşyi, kabir ziyaretleri, taziye meclisleri gibi hususların ubudiyet maksadıyla yapılmadığını bu hususlarda kendilerinin haksız yere kınandıklarını ifade ederler.
Halku’l-Kur’an: Kur’an’ın muhdes olduğunu kabul eder,
Ru’yetullah:Allah ne bu dünyada ne de ahirette görülmeyecektir. Yani ru’yetullahı inkar edilir.
İnsanın fiilleri konusunda onlar, Allah’ın adaletini teslim ederler.
Buna göre, Allah adil, kul da fiillerinde hür ve muhtardır.
O’nun iyiye iyiliğe karşılık mükafatta; kötüye kötülüğüne karşılık mücazatta bulunması adaletin zarurî gereğidir.
“Kulun fillerinde cebr de yoktur tefvîz de”.
Ahiret inancı konusunda İmamiyye Şîası, temel inançlarda diğer Müslüman fırkalara benzer inançlara sahiptir.
Ahiret inancı konusunda İmamiyye Şîası, temel inançlarda diğer Müslüman fırkalara benzer inançlara sahiptir.
Ahiret hayatı, mahşer, hesap, mizan, sırat, cennet cehennem gibi unsurlar nassta geçtiği şekilde benimsenir.
Ancak bazı yorum farkları vardır. Örneğin kabir sualinde “İmamın kimdir?” suali sorulacak; “İmamım Ali’dir” demeyenler cehennem gideceklerdir. Mahşerde mü’minlerin gölgesinde duracakları sancağı Hz. Ali tutacak kendisine tabiî olmayanları sancağın altına almayacaktır. Allah ve Rasûlünün yanında İmamlar da şefaat hakkına sahip olanlardır. Kevser havuzunun tevziîni de imamlar yapacaktır.
Nübüvvet inancıyla ilgili en önemli iki nokta Rasulüllah’tan bize intikal eden şeyler hakkındadır. Hz. Peygamberden bize iki şey bırakmıştır:
KİTAB
SÜNNET
İmamiyye’nin Kitab inancı Ahbarî ve Usulî ekollerine göre farklılık gösterir.
İmamiyye’nin Kitab inancı Ahbarî ve Usulî ekollerine göre farklılık gösterir.
Usulî kolu mevcut Kur’an’ın bütün Müslümanlar gibi kendilerinin de kutsal Kitab’ı olduğunu, ve onun tahrif ve tebeddülden münezzeh olduğunu, Allah tarafından korunduğunu kabul ettiklerini ifade ederler.
Ahbârî kolunda Kur’an’ın tahrif ve tebeddülü ile ilgili görüşler bulunmaktadır. Bu görüşlerden en önemlisi Küleynî’nin el-Kâfi’sinde yer alan el-Câmî, Hz. Fatıma Mushafı vb. rivayetlerdir.
İmâmiyye Şîasının sünnet anlayışı da kendisine mahsustur ve dinî zihniyetlerinin şekillenmesinde etken olmuştur.
İmâmiyye Şîasının sünnet anlayışı da kendisine mahsustur ve dinî zihniyetlerinin şekillenmesinde etken olmuştur.
Onlara göre sünnet,
on dört masumdan gelen haberlerdir.
Yani onlar Hz. Muhammed ile birlikte Hz. Fatıma, Hz. Ali ve on bir evladının sözlerini hadis olarak değerlendirip, imamların din konusunda sözlerinin de Hz. Peygamber’in sözleri kadar bağlayıcı olduğunu kabul etmişlerdir.
Onların bu konudaki tavırlarını daha iyi ifade etmek üzere el-Kâfi’deki hadislerin dağılımına bakmak yeterlidir. 16.000’den fazla hadis ihtiva eden el-Kâfi’deki hadislerin %5-6’sı Hz. Peygamber’e ulaşır. Şîa’nın Ehl-i Beyt kabul ettiği kişilerden Hz. Ali’ye 586, Hz. Fatıma’ya 18, Hz. Hüseyin’e 13 ve Hz. Hasan’a 8 hadis isnat edilir. Rivayetlerin büyük çoğunluğu, %52 nispetinde Cafer-i Sadık’a nispet edilir. Kalan rivayetlerde diğer imamlara nispetle nakledilmiştir.
İmamiyyenin değer verdiği Kütübü Erbaa şunlardır:
İmamiyyenin değer verdiği Kütübü Erbaa şunlardır:
Muhammed b. Yakub el-Küleynî (329/941)
el-Kâfî’ fî Usuli’dîn
Şeyh Sadûk Muhammed b. Ali b. el-Hüseyin b. Musa b. Bâbeveyh el-Kummî (381/991)
Kitâbu Men Lâ Yahzuruhu’l-Fakîh
Ebû Cafer Muhammed b. Hasan et-Tûsî (460/1068)
Kitâbu’l-İstibsâr Ma’htelefe fîhi mine’l-Ahbâr
Kitâbu Tehzîbi’l-Ahkâm
İmamet, açık ve gizli nass ile Allah ve Peygamberi tarafından lütf ile tayin ve vasiyet edilen on iki imamın imamlığını bilmek ve onlara bağlanmak imanın gereğidir.
İmamet, açık ve gizli nass ile Allah ve Peygamberi tarafından lütf ile tayin ve vasiyet edilen on iki imamın imamlığını bilmek ve onlara bağlanmak imanın gereğidir.
İmamların öne çıkan sıfatları efdaliyet, vehbî ilim ve masumiyettir.
Buna göre imam, vehbî bir ilme sahip, her şeyi bilen, dinî hükümleri tefsir ve te’vil edebilen, dinde yeni hükümler koyabilen ve masum, her türlü hata ve kusurdan uzak olan kimsedir. Bazı İmâmî alimler imamların masumiyetini Peygamberin ismetinde bile üstün görmüşllerdir.
Peygamberden farkı kendilerine vahiy gelmemesidir. Ancak ilham, nakr/üfleme, nekt/ilkâ ve ‘umûd/nur direği ile Allah’tan kendisine gerekli bilgileri öğrenebilir.
İmamî kaynkalarda Kitab ve Sünnetin dışında İmamın bilgi kaynakları arasında Cefr, Fatıma Mushafı, nebîlerin ve vasîlerin ilmi, Tevrat ve Zebur bilgisi de zikredilir.
İmam velâyet ve vesayet sahibidir. Onikinci imam Sahibü’z-Zaman Muhammed b. Hasan “Mehdi” olarak 260/973’den itibaren gaybete ermiştir; Allah’ın izin vereceği zaman zuhur edecektir (rec’at).
İmama tabi olanlara düşen onu intizar, beklemektir.
Rec’at: İmamın rec’atiyle birlikte Şîa muzaffer olarak dünyaya hakim olacak; onunla birlikte imamlara zulmeden ve haklarını gasp eden Ebû Bekr, Ömer ve diğerleri de mezarlarından kalkacak ve Mehdi tarafından cezalandırılacaklardır.
Rec’at: İmamın rec’atiyle birlikte Şîa muzaffer olarak dünyaya hakim olacak; onunla birlikte imamlara zulmeden ve haklarını gasp eden Ebû Bekr, Ömer ve diğerleri de mezarlarından kalkacak ve Mehdi tarafından cezalandırılacaklardır.
Takiyye: İmâmiyye Şîasının imamın gaybetinde iken yapması vecibe olan bir diğer inançları da takiyyedir. “Takiyye vâciptir ve onu terkeden namazı terkedenle aynı durumdadır”,
rivayetine binaen hayati tehlike söz konusu olsun olmasın kendilerinden olmayanlara karşı takiyyeyi benimsemişlerdir.
Şîa ile ilişkilerde onların ne zaman doğru söyledikleri ne zaman takiyye yaptıkları belli olmadığı için genellikle mütereddit davranılmıştır.
Beda: İmamiyye Şîasında Cafer-i Sadık’tan sonra imamın belirlenmesi hususu beda ile açıklanmış, İsmail’in yerine Musa Kazım’ın imameti beda ile, Alla’ın bedası (görüş değiştirmesi) ile kabul edilmiştir.
Dinî pratikler konusunda Kitab, Sünnet, İcmâ ve Aklı esas alan İmâmiyye Şîasında
Müslümanlar müctehid ve mukallit diye ikiye ayrılmış ve halk tabakasının ömrü boyunca bir müçtehidi taklit etmek zorunda olduğu vurgulanmıştır.
Böylece onlar, İmam’ın gaybetinden sonra giderek ulemanın lehine gelişen dinî otoriteyi vazgeçilmez bir prensip haline getirmişlerdir.
İmâmiyye normal namaz abdestinde ayakları meshi kabul eder; mesh üzerine meshe cevaz vermezler.
İmâmiyye Şîası beş vakit namazı kabul etmekle birlikte öğle-ikindi, akşam-yatsı namazlarını cem’ ile eda ederler. Ayrıca yatsıyı müteakip vitir kılarlar. Ancak Kunut duaları farklıdır.
Ramazan aylarında teravih namazı yerine ferdî olarak kıldıkları bin rekatlık ilave nafileleri vardır. Buna göre her gün akşam ile yatsı arası 8 rekat; yatsıdan sonra 12 rekat; son on gün onar rekat ilavesiyle 30’ar rekat, 19, 21, 23. geceleri 100’er rekat nafile namaz kılarlar.Temiz toprağa secde vacip olduğu için İmâmiyye mensupları yanlarında teberrüken Kerbelâ toprağından yapılmış, “mühür” denilen küçük toprak parçaları taşırlar.
Cuma namazı konusunda farklı görüşler vardır. Ahbârîler imamın gaybetinde Cuma namazı kılınmayacağını kabul ederler. Usûlîlerin çoğuna göre ise, Cuma namazı vacib-i ihtiyârîdir. İsteyenler ve cemaate iştirak edenler namazı kılar, cemaate iştirak etmeyenler öğle namazını eda ederler.
Oruç ve hac ibadetini diğer Müslümanlar gibi yapan İmâmiyye, gerek Hicaz bölgesinde gerekse Kerbelâ, Necef, Kum ve Meşhed’deki Ehl-i Beyt mezarlarını ta’zim ile ziyaret ederler. Bu ta’zimdeki abartı kimi zaman eleştiri konusu olmuştur.
Oruç ve hac ibadetini diğer Müslümanlar gibi yapan İmâmiyye, gerek Hicaz bölgesinde gerekse Kerbelâ, Necef, Kum ve Meşhed’deki Ehl-i Beyt mezarlarını ta’zim ile ziyaret ederler. Bu ta’zimdeki abartı kimi zaman eleştiri konusu olmuştur.
Zekatı Kur’an’da ve Sünnette geçtiği şekilde kabul etmekle birlikte, ilaveten humusu da benimserler.
“...Bilin ki ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri Allah’ın, Peygamberin ve yoksulların, yetimlerin, düşkünlerin ve yolcularındır”
ayetine istinaden zekata bedel olarak Ehl-i Beyt mensuplarına kazancın beşte biri verilir. Humus altıya taksim edilir: Üçü Allah’a Rasûlüne ve yakınlarına aittir. Bu hisseler imamın gaybetinde onun nâibi olan adalet sahibi müçtehide verilir. Diğer üçü Haşimoğullarının fakir, yetim ve yolcularına verilir. Ancak ihtiyaten bunlarda müctehide verilir.
Muemalatla ilgili İmâmiyye Şîasını diğer Müslümanlardan ayıran en önemli görüşleri mut’a nikahını kabul etmeleridir.
Muemalatla ilgili İmâmiyye Şîasını diğer Müslümanlardan ayıran en önemli görüşleri mut’a nikahını kabul etmeleridir.
Belirli zaman ve belirli ücret karşılığı kıyılan nikah demek olan mut’a, cahiliyye uygulamalarındandır.
Onlara göre Nisa 24. ayet ve Hz. Peygamberin onu mübah görmesi mut’anın cevazına işaret sayılır. Konuyla ilgili Hz. Ömer’in yasağı ise keyfî yorumdan öte bir anlam taşımaz.
Bugün mut’a nikahının resmî olarak yapıldığı ifade edilmekle birlikte uygulamadaki esnekliğinden dolayı, bazı mut’a akitlerinin resmiyet kazanmadığı bilinmektedir.
Mut’a nikahı sonucu doğan çocuk babaya aittir; ayrılma veya ölümlerde kadının iddeti 1,5-2 aydır; mirasta daimi nikahtaki zevce ve çocuğa göre yarı hak terettüp eder.