Bu bölgesel etmenin önemli bir yönünü de Avrupa İnsan Hakları Konvansiyonu altındaki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin hukuki içtihatları oluşturuyor


II. Gerginliklerin Bağlamsal Arabuluculuğu



Yüklə 236,38 Kb.
səhifə2/4
tarix18.01.2018
ölçüsü236,38 Kb.
#39113
1   2   3   4

II. Gerginliklerin Bağlamsal Arabuluculuğu
Dinle devlet arasındaki ilişkiyi, her toplumun kendi özel şartlarına göre sonuca bağlaması gerektiği için, bence bu ilişkiye yönelik yerleşmiş fikirlere göre politik çıkarımlarda bulunmak mümkün olan ya da istenen bir durum değildir. Bunun yerine, konuyla ilgili etkenleri ve oyuncuları tespit etmeye çalışmalı ve devletin samimi ve sürdürülebilir tarafsızlığının başarı şansını arttırmak için bunların etkileşimlerini nasıl düzenleyeceğimizi çözmeliyiz. “Devletin tarafsızlığı soyut olarak algılanmak yerine, bireysel kimlik ve bireysel dini özgürlüklerle sürekli bir diyalog halinde görülmeli” (Torfs 1998, 10). Örneğin, Amerika Birleşik Devletleri’nde, kamusal politikalarda dinin rolüyle ilgili politik tartışmalar ve hukuki çekişmeler, “geleneksel” ya da “aile” değerlerinin anlamları, dini özgürlük, bireysel özerklik ve seçim özgürlüğü gibi daha geniş kapsamlı politik ve kültürel tartışmaların yanında yer alır. Bu nedenle, kadınların kürtaj olma konusunda seçim haklarının bulunması konusu, bazıları tarafından bireysel özerklik olarak kabul edilirken, devletin, henüz doğmamış ceninin hayatını koruması gerektiğine inanan diğerleri tarafından buna karşı çıkılıyor. Her iki taraf da tutumlarına dini gerekçeler gösterebilir, ister bunu açıkça belirtirler ister belirtmezler. Devlet, resmi politikasında ve yasal olarak bu iki görüşten birini tercih etmek zorundadır ama hangi görüş seçilirse seçilsin, muhtemelen diğerini destekleyenler tarafından itiraz edilecektir. Bu süreci bir sonraki bölümde daha ayrıntılı inceleyeceğim ama önce altta yatan daimi gerginliklerin nasıl açıklanması gerektiği konusunda birkaç düşünce eklemek istiyorum.

Bu tür müzakerelerde bulunan temel gerginlik, dini otoritenin, devletin politik ve yasal otoritesinden ne kadar ve ne şekilde özerk olduğu hakkındadır. Bir yandan, huzuru, politik dengeyi, sosyal ve ekonomik gelişimi sağlamakla ilgili sorumluluklarını yerine getirmek için bölgesel devlet dini kuruluşları kontrol etmeye çalışır. Daha önce belirtildiği gibi, birbiriyle çelişen politika seçenekleri arasında arabuluculuk yapmak ve bunlardan birini seçebilmek için, devlet, idare ettiği bölgeye ve vatandaşlarına gerektiği kadar kontrol uygulamaya ihtiyaç duyar. Çelişkili olarak devlet, vatandaşlarının dini etkinliklerini kontrol altına almadan kendi dini tarafsızlığını koruyamaz. Öte yandan, dini öğreti ve uygulamaların meşruluğunu sürdürmek için, dini kuruluşların, devletin zorlayıcı gücüne karşı kendi özerkliklerini korumaları gerekir. Bu konular, kendi fikirlerini zorla kabul ettirmeye çalışan devlet yetkililerinin müdahalesi olmadan, dahili referans çerçevesinde ve dini kuruluşların bağımsız otoriteleriyle birlikte belirlenmelidir. Bu nedenle, dinle devlet arasındaki ilişkide yer alan bu esas ve daimi gerginlikte ara buluculuk yapmanın farklı yollarına odaklanacağım.

Örneğin, Brett Scharffs, bu ilişkinin, kendi deyimiyle, bağımsızlık, karşılıklı dayanışma ve karşılıklı bağımsızlık açılarından anlaşılabileceğini önerdi (Scharffs 2004, 1248). Onun görüşüne göre, otonomiyi kiliseyle devlet arasında bir bağımsızlık olarak anlamak bunu ayrılıkçı bir sisteme dönüştürür; ikisi arasındaki karşılıklı dayanışma, birbirleriyle işbirliği yapabilecekleri bir sistemin temelini oluşturabilir; ve karşılıklı bağımsızlık (kısaca ikisinin arası olarak adlandırdığım durum) bir uzlaşma sistemi üretir (Scharffs 2004, 1220). Çeşitli toplumsal tutumlara yönelik bu yaklaşım, sekülerizmin sabit bir müzakere konusu olması fikriyle uyuşabilir çünkü bu tutumların farklı kategorileri temsil ettiklerini öne sürmek yerine, aynı bütünde yer alan farklı noktalar olduğunu gösterir.

Her devlet, farklı konularda çok çeşitli tutumlar içerisinde olabilir: bazı konularda, din ve devlet arasındaki ilişki anlayışını kendine, bağımsızlıkla olan ilişkisinden daha yakın bulabilir; bazı diğer konularda ise aynı devletin tutumu, karşılıklı dayanışmaya ya da yelpazenin iki ucu arasındaki herhangi bir yere yakın durabilir. Belirli bir tutumu, uçlardan birine daha yakın olarak adlandırarak durumu basitleştirirken bile, o genel tanıma uyarmış gibi görünen bir dizi tutumun var olduğunu da hesaba katmalıyız. Herhangi bir devletin takındığı tutum birçok ihtimalden yalnızca bir tanesidir ve diğer seçeneklere de hep açık kaldığından, bir süre sonra alternatif bir politika güdebilir. Sekülerizm bulunduğu yerdeki şartlara bağlıdır ve her yerde itirazlara uğrar derken bunu kastediyorum. Politika seçimleriyle ilgili aşağıdaki inceleme, keskin bir sınıflandırma yaparak değil, bir olasılık bütünü boyunca seçilen üç nokta açısından sunulmuştur.


1. Bağımsızlık Görüşü
Bütünün bir ucunda, devlet dini otoritelerin ve uygulamaların bağımsızlığını kabul eder ama onları ne destekler ne de onlara karışır. Bu açıdan bakıldığında, devlet dini topluluklara doğrudan ya da dolaylı para yardımı vermez ve kilise personeli, dini eğitim ya da dini yasa ve yönetmeliklere karışmaz. Hiçbir ülke bu bağımsızlık düşüncesine tamamen uymaz ama çeşitli ülkeler kimi zaman, bazı özel durumlarda bu tutumu benimsemişlerdir. Bu, Fransa’nın, Amerika Birleşik Devletleri’nin ve İsveç’in geçirdiği bazı deneyimlerle kısaca açıklanabilir.

Daha önce belirtildiği gibi, Devrim’den beri Fransa’da, devletle Katolik Kilisesi arasındaki etkileşimle ilgili olarak, laisite üzerine bir takım farklı görüşler ortaya çıktı. Eğitim ve ilmihal lisanı (din öğretisi eğitimi için) gibi konularla ilgili olarak Katolik Kilisesi’yle hükümet arasında artan gerginlik yüzünden, 19. yüzyılın sonlarına doğru, özellikle katı yorumlanmış bir sekülerizm benimsendi. Bu politika, kiliseyi devletten resmi olarak ayıran 1905 Yasası’nda yansıtıldı. Yasa, vatandaşla dini kuruluşlar arasındaki ayrılığı onayladı ve dinin resmi kamulaştırmadaki işlevini kaybettiğini varsaydı. Hukuk ve anayasa sonradan kiliseyle devleti birbirlerinden tamamen bağımsız hale getirme yolunu seçti.

Bu teori ne kadar sert olursa olsun, Fransa’da kilise ve devletin birbirinden ayrılmaları konusunda yaşanan esas gerçeğe yansıtılmamış durumda, çünkü devlet sık sık Kilise’yi destekliyor. Fransız hükümeti 1959’dan beri, okulların bazı eğitimsel gereklere uymaları şartıyla, çoğunluğu dini eğitim veren özel okullardaki öğretmenlerin maaşlarını ödüyor. Fransa’da 1905’ten önce inşa edilen kiliseler, tapınaklar ve sinagoglar devlete ait ve bakımları devlet tarafından yapılıyor ama ruhban sınıf bu mekanları bedava kullanıyor (Decherf 2001). Paris Camisi’ne devlet tarafından para yardımı yapılması, benzer şekilde bu ayrılığın yorumundaki esnekliği yansıtıyor. Fransız tarihinin farklı dönemlerinde, devletin din eğitimine ve kuruluşlarına yardım etmeyi reddetmesi kadar yardım etmeye istekli olması, laisite ile uyumlu olarak kabul edilmiştir (Troper 1999–2000, 1277).

Bu faydacı sayılabilen görüş, bir süre önce Fransa’da Müslüman kızların devlet okullarında türban takmaları yasaklandığında ve takanlardan bazıları okuldan atıldığında ortaya çıkan “türban sorunu”yla sınandı. Haftalar süren yoğun halk tartışması sonucunda, parlamento devlet okullarındaki tüm “dikkat çeken” dini sembolleri yasaklamaya karar verdi. Bu karar tüm dinler için geçerli olmalıydı, mesela Yahudilerin takkeleri, Sihlerin türbanları için de; resmi eşitliğin değeri hakkında kim ne düşünürse düşünsün, eşitlik sağlanmış oldu. Karara karşı çıkanlar, öğrencilerin dini görüşlerini ifade etmelerine izin vermenin laisiteye aykırı olmayacağını ve hatta devletin din konusundaki tarafsızlığı ve dini özgürlük konularında taşıdığı sorumlulukları yüzünden bunun gerekli olduğunu savundular (Troper 1999–2000, 1280). Buna karşılık hükümet, kamusal alanda dini tarafsızlığın korunması konusundaki sorumluluklarının, dinle devleti birbirinden sıkı bir biçimde ayrı tutmasını gerektirdiğini öne sürdü (Laurence 2004, 13). Ancak, türban sorununun, dinle devletin birbirinden ayrılmasından çok, göçmenlerin Fransız kültürüyle ve vatandaşlığıyle bütünleşmesi ve özellikle devlete olan bağlılıkları konusunun vurgulanmasıyla daha ilgili olduğu da söylenebilir. Böylece, Fransız devleti, bir yandan eğitim ve finans gibi bazı konularda dini pragmatik bir biçimde desteklemeye devam ederken, diğer yandan bazı konularda sert bir ayrım yapmaktadır.



abd anayasasının Birinci Maddesi’ndeki Kuruluş Fıkrası’nın, kilise-devlet ilişkisine bağımsızlık açısından yaklaşıldığında, ayrılıkçı bir yönde anlaşılması mümkündür. Ama “dini inanış ve uygulamaların kamusal erdemlerin can alıcı bir parçası olduğuna dair yaygın kanının aksine (Greenawalt 1999, 1289),” dini, hükümetten çıkarmanın gerekli olduğunun sayılması nedeniyle gerginlik devam ediyor. Bu ayrılık düşüncesi çoğu zaman, Thomas Jefferson’ın “ayrılık duvarı” olarak adlandırdığı düşüncenin anlamı ve ima ettikleri açısından ifade ediliyor. Bu bakış açısına göre, kilise ve devlet, kendi içlerinde, birbirlerinin etki alanlarına karışamayacakları alanlara bölünür çünkü hem kilisenin hem de devletin özerkliği birbirlerinden bağımsız olmalarını şart koşar (Scharffs 1234–35).

Bu özerklik görüşünün bağımsızlık şeklindeki etkisi ve içerisinde barındırdığı gerginlik, kilise ve devlet arasındaki ilişki üzerine verilmiş birçok mahkeme kararında görülebilir. Örneğin, mahkeme salonları gibi kamusal alanlarda dini eserlerin sergilenmesiyle ilgili davalarda Birinci Anayasa Tadilatı’nın farklı yorumlarını bulmak mümkündür. Bu tür sergilemelerle ilgili Yargıtay’ın kendi içinde iki farklı görüşe sahip olduğu gerçeği, temel bir gerginliği yansıtır. “Stevens Grubu” olarak adlandırılan hakimler topluluğu (Yargıç Stevens, Souter ve Ginsberg) mahkeme salonlarında dini sembollerin sergilenmesini anayasaya aykırı olarak kabul ederek daha güçlü bir ayrılık görüşünü benimsemiş gibi görünüyor. “Onlara göre, hükümetin, dini bir inanış itirafına denk gelebilecek herhangi bir mesajdan mümkün olduğunca uzak durması gerekir” (Pew Forum 2005). Konu bu açıdan ele alınınca, sert bir ayrımın gözetilmemesi hem hükümete hem de dine zarar verir. Buna karşılık, “Rehnquist Grubu” olarak adlandırılan hakimler topluluğu (Yargıç Rehnquist, Kennedy, Scalia ve Thomas) hükümetin, dinin Amerikan hayatındaki önemini kabul etmesinin anayasal bakımdan uygun olduğunu düşünmektedir. Bu gruba göre, seçilen yetkililerin karar verme limiti, “ancak yetkililer bireyleri bir dini kabul etmeye ya da reddetmeye zorladıklarında ya da hükümetin belirli bir inanışı ‘yerleştirmeye çalışmakla’ suçlanmasına sebebiyet verebilecek ölçüde, belirli bir dine aşırı yardımda bulunduklarında” son bulur (Pew Forum 2005).

Bu farklı bakış açıları, yakın geçmişte Amerika Birleşik Devletleri Yargıtayı’nın verdiği iki kararda ortaya çıktı: Van Orden’a karşı Perry ve McCreary İlçesi’ne karşı Kentucky Amerikan Sivil Özgürlükler Sendikası. Her iki davada da On Emir’in devlet sponsorluğunda birkaç yerde sergilenmesi konusu tartışıldı. Bu gösterimlere karşı çıkanlar, bunları, On Emir’in dinsel içeriğinin devlet tarafından onaylanması olarak görüyor; ve bu, Birinci Anayasa Tadilatı’nın Kuruluş Fıkrası’nı ihlal ediyor. Bunun aksine, bu gösterimi savunanlar, On Emir’in Amerikan hukuk ve hükümetinin gelişimindeki önemli rolünün hükümet tarafından anayasal bakımdan meşru bir biçimde kabul edildiğini ve bu gösterimlerin bunu yansıttığını savunuyorlar.

27 Haziran 2005’te, ikiye bölünen Yargıtay, On Emir’in kamu binalarında ve kamu alanlarındaki gösteriminin yasaya uygunluğu üzerine iki hüküm verdi. Mahkeme, Teksas eyaletindeki senato binasında yer alan On Emir abidesinin anayasaya uygun olduğunu onayladı ama Kentucky’deki iki mahkeme binasında bulunan benzer bir gösterimin anayasaya uygun olmadığına hüküm getirdi. Bu iki karar, mahkemenin dini gösterimler konusundaki kararlarını her dava için ayrı değerlendirdiğini doğrular gibi görünmektedir. Burada bizim için önemli olan şey, bu konuların Amerika’daki politik ve yasal müzakerelerde, kilise ve devletin birbirinden ayrılmasının ya da devletin dini tarafsızlığının anlamı ve ima ettikleri açısından hala tartışmalı bir konumda bulunmasıdır.

Daha önce kısaca bahsedildiği gibi, İsveç’teki kilise-devlet ilişkisi, ülke son iki yüzyıl içerisinde devlet kilisesi konusunda daha önce sahip olduğu güçlü tutumundan uzaklaştığı için, zaman içerisinde kayda değer bir şekilde gelişti (Alwall 2000, 391). Göçmenlik ve kültürel sekülerizm gibi en son eğilimler, 1990’larda ayrılık görüşünü güçlendirdi; ve bu, nüfus kayıt işlemlerinin kiliseden vergilendirme yetkililerine devredilmesi ve diğer idari reformlar şeklinde ortaya çıktı. Bu değişiklikler, 2000 yılında kiliseyle devletin resmi olarak birbirinden ayrılmasıyla sonuçlandı ve bu sonuç, kilise devlet ilişkisinin bağımsızlık açısından ele alındığı şeklinde görülebilir. Buna rağmen, İsveç’in dini kuruluşlara hem doğrudan hem de dolaylı olarak para yardımında bulunması, ayrılığın anlamı ve şartları konusunda devam eden bir müzakere olduğunu gösterir.

İsveç, kilise-devlet ilişkisinin özerklik bağlamında bağımsızlık olarak anlaşılması konusundaki değişimin en yeni ve dikkat çeken örneği olabilir; ama bu yaklaşım, diğer Avrupa ülkelerindeki münazara ve gelişmelerde de görülebilir. İngiltere’de daha net bir ayrım yapılması için sürdürülen kampanyada, İkinci Cumhuriyet döneminde İspanya’daki kilise-devlet ilişkilerinde ve Sovyet Rusya’sı ertesinde kiliseyle devlet arasındaki resmi ilişkide de bu durum mevcuttur. Bizim için önemi olan nokta, hangi kesin görüşün hangi konumlara uygulanabileceğini belirten daimi bir duruş tespit etmek yerine, her yerde müzakerelerin yapılmaya devam ediliyor olmasıdır. Mümkün olan bir diğer görüşü, Batılı ülkelerin yakın geçmişteki deneyimleriyle ilgili olarak ve bu bakış açısından inceleyeceğim.


2. Karşılıklı Bağımlılık Görüşü
Avrupa ülkelerinin çoğunluğunda bulunan, olası tutumların bütünü ya da yelpazesinin diğer ucu, kiliseyle devlet arasında karşılıklı dayanışmaya ya da yardımlaşmaya dayalı özerkliktir (Minnerath 2001, 381). Bu uçta, kilise devletin resmi bir parçası olmasa da birbirleri arasında büyük ölçüde yardımlaşma ve etkileşim olacaktır. Bu çeşit karşılıklı dayanışma örnekleri, devletin doğrudan ya da dolaylı olarak dini kurumlara para yardımında bulunması, din eğitiminde işbirliği, devletin kiliseler yararına hareket etmesi ya da devletin kilise meselelerine karışmasını kapsar. Devletin belirli bir kiliseyi onaylaması, desteklemesi ve özel muamele göstermesi, hem kilisenin hem de devletin özerkliği açısından tutarlı ve hatta bunu destekleyici olarak kabul edilir (Scharffs 2004, 1260). Bu, zaman içerisinde her bir toplumun kendi müzakerelerinin konusu haline geleceği için, mutlaka onaylamadan ya da reddetmeden, bu yaklaşım aşağıdaki gibi açıklanabilir.

Modern dönemin demokratik devrimlerinden önce, çoğu Avrupa ülkesinde kiliseyle devlet arasındaki ilişki, monarşiyle ülkedeki baskın din arasındaki yakın bağlantıyı yansıttı. Örneğin, Fransa’da devrimden önce ve İspanya Reformasyonu’ndan sonraki dönemin büyük kısmında, monarşi ve Katolik Kilisesi, devlet gücünü yasallaştırmak ve Katolikliği Protestanlık’ın saldırısından korumak için yakın saflarda yer aldılar. Bu, ikisi arasındaki ilişkiyi sağlam kıldı ve zaman içerisinde giderek değişene kadar, o tarihsel bağlamda her iki tarafın da işine yaradı. Benzer şekilde, İngiltere ve İsveç gibi Protestan ülkelerde de kiliseyle devlet arasında yakın bir ilişki vardı ve bu ilişki halen bazı bakımlardan devam etmektedir.

Örneğin, halen İngiltere yasalarının bir parçası olarak kalan 1558 tarihli Egemenlik Yasası’na göre, hüküm süren kral, Anglikan Kilisesi’nin “en yüksek rütbeli yöneticisi”dir ve kiliseyi korumak için taç giyme töreninde yemin eder (Bogdanor 1995, 216). Daha önce de bahsedildiği gibi, monarşi başpiskoposları ve diğer kilise yetkililerini atar ve Ruhban Lordu’nun Lordlar Kamarasında bir yeri vardır. Canon yasası hukukun bir parçası olarak kalmaya devam eder ve Kilise tarafından onaylanan Tedbirler Parlamento’da masaya yatırılabilir, onaylanabilir ve böylece bunlara resmi yasa statüsü verilebilir. Bu sürecin derin bağlamsal mizacı, “İngiliz Anayasası’nın görünüşte aynı kalma eğilimindeyken uygulamadaki işlevinin geleneklerle gelişmesi, bu durumda oldukça bağımsız bir kiliseye doğru ilerlemesi” şeklinde yansır (Saunders 1999, vol. 7). Böylece, Anglikan Kilisesi resmi kilise olarak tanınmaktadır; hem kilise hem de devlet yeterince bağımsızlığa sahiptir ve bir yandan da karşılıklı kazanç sağlayacakları konularda birbirleriyle işbirliği yaparlar ve birbirlerini desteklerler. Bu esneklik büyük ölçüde, sekülerizmin ve dini çoğulculuğun yasal ve sosyal kabulünü derinleştirme amacına hizmet etti ve aynı zamanda Anglikan Kilisesi’nin devletin ahlaki ve ruhani tamamlayıcısı olduğu geleneksel rolünü korudu.

Buna benzer karşılıklı dayanışma düzenleri diğer Avrupa ülkelerinde de bulunabilir ama daha önce incelenen ülkelerden kısa örnekler vereceğim. Karşılıklı dayanışma görüşü, İspanya ve İtalya gibi Katolik geleneğine sahip bazı ülkelerde daha net görülür. Tarihin çeşitli noktalarında, her iki ülkede de kilise-devlet ilişkileri, kesin bir ayrılıkla, kilise ve devletin birbirine bağlılık gözeten bir ilişki içerisinde olması arasında değişmiştir. Kiliseyle devlet arasındaki anlaşma sistemleri, iki tarafın da sözleşme yapan özerk kurumlar olarak tanınmasına izin vermiştir; bir yandan devletin kilisenin işlerine kapsamlı müdahalesine izin verirken, diğer yandan kiliseye bazı ayrıcalıklar tanımıştır. Genellikle hem Katolik hem de Protestan Avrupa ülkelerinde, kurulu bir Kilise’nin varlığı, dinsel çeşitliliğin tanınması konusunda uzlaşmıştır ve çoğu durumda Kilise, kültürel ve sosyal hayatta yaygın bir sekülerizmle birlikte var olmuştur.

Özerkliğin karşılıklı dayanışma olduğu görüşüne Rusya’da da rastlanır. Devlet ve Ortodoks Kilisesi arasında işbirliği gelişmekte olsa da Rusya, resmi olarak kilise ve devletin tamamen ayrılması taraftarıdır. Sovyetler Birliği’nin çöküşünü izleyen 1990’ların zorlayıcı değişimleriyle birlikte, bu iki kurum arasında karşılıklı dayanışma ilişkileri gelişmektedir; Ortodoks Kilisesi’nin sembolik gücü devlet tarafından kullanılmakta ve buna karşılık olarak Kilise’ye resmi koruma sağlanmakta ve yardım yapılmaktadır. Rusya’nın yakın geçmişteki tecrübeleri, devletin dine karşı resmi olarak düşmanca bir tavır içerisinde olduğu Sovyet dönemindeki tamamen sekülerleşmiş toplumun, kilise-devlet ilişkileriyle ilgili nasıl daha geleneksel bir Avrupa görüşüne dönüş yaptığını gösteriyor.

Karşılıklı dayanışma görüşü, bağımsızlık görüşüne daha yakın bir ülkede de bulunabilir. Örneğin, Fransa’nın Alsace-Lorraine bölgesi, 1871’de Fransa’nın Almanya’ya yenilmesinden sonra Almanya’ya dahil edildi ve bu yüzden 1905 yılındaki Ayrılık Yasası Fransa’da kabul edildiğinde Almanya kontrolündeydi. ı. Dünya Savaşı’ndan sonra, bölge Fransız kontrolüne geçtiğinde, Kilise’nin devletle yaptığı anlaşma sistemi korundu. Alcase-Lorraine’de ruhban sınıfı maaşlarını devletten alır ve Fransa’nın geri kalanında görülen uygulamaların aksine, piskoposlar cumhurbaşkanı tarafından atanır (Troper 1999–2000, 1278–79). Böylece, ülkenin kalanının tersine, bu özel bölgede dinle Fransız devleti arasında karşılıklı dayanışma görüşü devam etmektedir. Benzer şekilde, Almanya’da kiliseyle devlet arasındaki karşılıklı dayanışma derecesi bölgesel olarak farklılık göstermektedir. Eski Doğu Almanya’nın çoğunluğunda ve Berlin gibi bölgelerde, kiliseyle devletin birbirinden ayrılması, eğitim gibi konularda çok önemlidir. Bavyera gibi genelde Katolik olan başka bölgelerde, devletle kilise arasındaki ilişki daha güçlüdür.


3. Orta Bölge
Kilise-devlet ilişkileri bütünündeki bağımsızlık ve karşılıklı dayanışma uçları arasında, bu iki görüşün sayısız birleşim olasılığı bulunur; böylelikle hem kilise hem de devlet bağımsızlıklarını korurlar ama devletin Kilise’yi güçlendirmek ve toplumdaki rolünü kolaylaştırmak için bazı önlemler alması beklenir. Katı bir din ve devlet bağımsızlığı anlayışının varsayımlarına karşılık, bu orta bölgede yer alan tutumlar, insanoğlunun sosyal bağlamların içinde doğduğunun, ailelerin ve toplumların birer ferdi olarak burada büyütüldüklerinin farkındadır (Scharffs 2004, 1254). Aynı zamanda, bu tutumlar, devletin belirli bir dine aşırı ayrıcalıklı davranması ya da bireyleri belirli bir dini uygulamaya mecbur etmeye çalışması halinde, özerkliğin mümkün olmadığını kabul eder. Bireylerin kendi hayatlarını, herhangi bir mecburiyet ya da hileye maruz kalmadan yönetme özgürlüğünün bulunduğu bir alana saygı duyma taahhüdü, “özel hayat ve kamu hayatı arasında bir fark olduğunu varsayar; her ne kadar bu iki alan birbiriyle çakışıyor olsa da ve her ne kadar aralarında karşılıklı etkileşimler olacak olsa da” (Scharffs 2004, 1255). Bir toplumun sosyal ve politik hayatında aktif rol oynamasına izin verilen bir dine izin verilmesi, karşılıklı dayanışmanın gerçekliğiyle özerk etkenler arasındaki karşılıklı saygı arasında bir denge kurmayı amaçlar (Scharffs 2004, 1256).

Amerika Birleşik Devletleri’nde Yargıtay Hakimleri arasında yer alan Rehnquist Grubunun bahsedilen tutumu, ikisinin arasında kalan bir yaklaşım örneği olarak gösterilebilir. Bu tutum, din ve devlet arasında derin tarihsel ve ahlaki bağlantılar bulunduğu konusunda ısrar eden bir din ve devlet ayrılığı ilkesi yorumunu tercih ediyormuş gibi düşünülebilir. Devletin din konusundaki tarafsızlığını sürdürmek için bu Hakim grubu dini, kamu hayatının her bölümünden çıkarmayı talep etmeyecektir. Bu açıdan bakıldığında, devlet herhangi bir ayrım gözetmediği takdirde dini kuruluşlara yardım yapabilir. Hollanda, bu türden bir din-devlet ilişkisine iyi bir örnektir. Hollanda’da devlet katı bir ayrılık uygulamaz; herhangi birini özellikle tercih etmeden, başlıca dini topluluklara büyük mali yardımlarda bulunur ve başka şekillerde de onları destekler (Van Bijsterveld 1996, 220–24). Aynı zamanda, Hollanda devleti meşruluğunu sağlamak için dine gereksinim duymaz ve bir dine bağlı olmak zorunda değildir; ve bu, resmi kilisesi olan diğer ülkeler için de geçerlidir. Bu orta bölge, İtalya ve İspanya gibi ülkelerin şu anki durumunu da yansıtır; bu ülkeler resmi olarak sekülerdir ancak kiliseyi önemli bir sosyal etki olarak kabul edip hala desteklemektedirler.


4. İç ve Dış Etkenlerin Etkileşimi
İç aktörler ve etkenlerin tarihsel ve güncel rolüne ek olarak, sekülerizmin Batı Avrupa’da müzakere edilmesi Avrupa Birliği’nin bölgesel çerçevesinden ve Avrupa İnsan Hakları Konvansiyonu’ndan da etkilenmektedir. Avrupa Birliği’nin tüm üyeleri aynı zamanda Avrupa Konseyi’nin de üyeleridir; ama Türkiye örneğinde olduğu gibi, Konsey üyelerinin hepsi Birlik üyesi değildir. Avrupa Konseyi’nin bölgesel hak ve yetkileri başından beri insan haklarını korumak olduysa da Avrupa Birliği esasen ekonomik bir örgüt olarak başladı, sosyal ve politik konuları kapsamak üzere sonradan genişledi. Her iki sistem de üyelerinin kiliseyle devlet arasındaki ilişkilerini etkiledi (Rivers 2003, 45). Bölgesel politikalar ve dinle ilgili yasalar, çoğulculuk ve dini özgürlükle, kurulu kiliselerin ve üye ülkelerde hakim olan kilise-devlet ilişkisi görüşünü dengelemeye çalıştı. Devletin kilisenin özerkliği konusundaki tarafsızlığının anlamı ve ima ettikleri konusunda yapılan yurtiçi müzakereleri artık bölgesel gelişimlerden etkileniyor.
Bu bölgesel etmenin önemli bir yönünü de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi altındaki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin hukuki içtihatları oluşturuyor. Mahkemenin kararları, yukarıda kilise ve devlet arasındaki karşılıklı bağlılık olarak tarif edilen, eskiden beri devletin yerleşik bir kilisesinin varlığının kabulünü yansıtmaktadır. Mahkemenin, insanları katılmaya zorlamadığı veya ayrılmalarını engellemediği sürece devletin kilisesini caiz bulduğu Darby - İsveç (1990) örneğiyle de bu görüş teyit edilmiş oldu. Mahkemede ayrıca belirli bir kiliseyle nispeten kuvvetli bir işbirliği kurulmasının, bu kilisenin desteklenmesinin, öncelikli muamele görmesinin makul olduğuna karar verilmiştir. Buna ilaveten mahkeme, devletin yerleşik bir kilise adına doğrudan vergi toplayabileceğini ve eğer bu kilise evlilik törenleri düzenlemek, kreş işletmek vs. gibi (tüm Avrupa’da yaygın olan) belli başlı “seküler fonksiyonları” yerine getiriyorsa, inanmayan biri dahi bu kilise vergisini ödemek durumunda olabilir (Scharffs 2004, 1261–62). Örneğin Kustannus’da mahkeme, devlet tarafından kurulan yerleşik bir kilise karşısındaki ateist şirketin, herşeye rağmen kilise vergilerini ödemesi gerektiğine karar vermiştir. Mahkeme ayrıca belirli bir kilise veya birden fazla kilise için, diğerlerine göre bir takım avantajlara sahip olmalarını sağlayan vergi düzenlemeleri yapılmasına onay vermiştir. Iglesia Bautista “El Salvador” ve Ortega Mortilla - İspanya’da (bir zamanlar Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi altında, uyuşmazlıklar hakkında yargı verme otoritesini paylaşan) Avrupa Komisyonu, devletin başka kiliseler için yapmazken belirli bir kilise adına vergi toplama eylemini gerçekleştirmesinin Konvansiyon’u ihlâl etmediğini kabul etmiştir (Evans C. 2001, 82).

Dini eğitim söz konusu olduğunda her ne kadar Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, ailelerin devletten, çocuklarının belirli bir yöntemle eğitilmemesini talep etme hakları olması gerektiğini belirtse de, devletin belli bir ahlâki veya dini eğitime maddi destek verme görevi veya mecburiyetinin olmadığına inanmaktadır (Evans C. 2001, 88). Devletin dini eğitim müfredatıyla ilgili mahkeme kararına göre devletin “dini veya felsefi materyal sunmaktan çekinmesine gerek yoktur fakat bunların genel çerçevesinin tarafsız, eleştirel ve çoğulcu olması şarttır.” (Evans C. 2001, 92). Angelini - İsveç’te ateist davacı, devletin kızını “öncelikli olarak Hıristiyanlık üzerine yoğunlaşan” dini eğitime katılması için zorlayarak dini özgürlüklerini ihlâl ettiğini iddia etmiştir. Mahkeme öğrencinin telkine değil, yalnızca dini bilgiye maruz kalmasının dini özgürlüğün ihlâli olmadığı ve dini eğitimin genel ve tarafsız verildiği kararına varmıştır (Evans M. 2000). Avrupa Birliği dahilindeki bir takım yönergelerin kilise yönetiminde belirgin etkileri vardır. Serif - Yunanistan davasında mahkeme, kiliselerin, özellikle devlete bağlı olmayan dinlere ait olanların bağımsızlıklarının altını çizmiş, bununla birlikte devletin, din adamlarının davranışları hakkında belli başlı mecburiyetler getirme hakkını savunmuştur (Evans C. 2001, 130).



Yukarıda kısaca özetlenen Avrupa’daki kilise-devlet ilişkisi, dini müesseselerin yasal konumları, dahili organizasyonlar ve kiliselere maddi destek gibi konularla ilgili farklı yerel kodların detaylarına yakından bakıldığında, bu “şaşırtıcı çeşitliliğin” ne kadar arttığı görülüyor (Davie 2000, 15). Bizim amacımız açısından ise bu aşırı çeşitliliğin, farklı ortamlarda seküleritenin anlam ve yorumu üzerine yapılan müzakerelerden kaynaklandığını vurgulamak gerekiyor. Yukarıda anahatlarıyla belirtilen bağımsızlık, karşılıklı bağımlılık ve orta seviyeli ilişki dağılımı usülleri faydalıdır çünkü her bir ülkeyi farklı kategorilere uydurmak yerine, aynı yelpaze üzerindeki farklı noktalarını temsil etmektedirler. Keskin ayrılık ve kaynaşma arasındaki olasılık dizisinin yanısıra veya daha başka konular hususunda da, din ve devlet ilişkisinin şekli ve tözü zamanla değişebilir. Zaman olur ki bir devlet, kendini dini kurumlardan uzaklaştırmak konusunda ısrarcı olabilir ve bazen de daha yakın bir işbirliğini kabul veya talep edebilir. Bunu dini eğitim veya dini kurumlara maddi destek konularında yapabilir fakat yönetim veya personel söz konusu olduğunda kesin bir ayrımı geçerli kılabilir.
Yüklə 236,38 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin