1-Tabiî Fiil Ahlâkî Fiil
Ahlâkî davranış ile tabiî davranışı birbirinden ayıran faktör ahlâkî davranışın övülen ve beğenilen bir davranış olmasıdır. Örneğin yemek, yemek tabiî bir davranış olarak değerlendirilirken, yemeği yoksullarla paylaşmak ahlâkî bir davranış olmaktadır.
Ahlâkî davranışın tabii davranıştan farkı insanın iç dünyasında bir değere sahip olmasıdır. Bu değer, maddî bir değer değildir. Örneğin başkaları için kendini feda eden bir insanın davranışı, genelde bütün toplumlarca değerli bulunmaktadır. Burada önemli bir soru ortaya çıkmaktadır o da bu değerlerin nasıl ifade edileceğidir. Bu konuda gerek Doğuda gerekse Batıda çeşitli teoriler ortaya atılmıştır. Şimdi bunları inceleyelim.
2-Ahlâkın Kaynağıyla İlgili Görüşler
a-Şefkat Görüşü:
Bu yaklaşıma göre ahlâk kişinin kendisi dışındaki insanlara fayda ve lezzet sağlamasıdır. Bu çerçevede ahlâklı insan kendisinin dışına çıkmış; kendisini aşmış insandır. Genelde kimi dinsel anlayışların bu tarz bir ahlâk anlayışını öne çıkardıklarını görmekteyiz.* Kısacası bu görüşe göre ahlâk iyilik yapmak, sevgi beslemek, başkalarını sevmek anlamındadır.
Bu görüşün eleştirisi
a-Her sevgi ahlâkî bir temele yaslanmaz:
İnsanın çaba göstermeden elde ettiği duyguları ahlâk kapsamında ele almak yanıltıcı olur. Anne babanın çocuğuna duyduğu sevgi ,akrabalık vatandaşlık milliyet sevgisi çaba göstererek elde edilmiş sevgiler değildir. Bir annenin çocuğunu sevmesi övülecek bir tutumdur ancak ahlâkî bir yön taşımaz. Bu sevgi yaradılıştan gelen bir sevgidir. Eğer bu sevgi olmasaydı anne çocuğuna bakmaz; hizmet etmezdi. Bu sevgi komşunun çocuğuna duyulan sevgiden farklı bir sevgidir.
b-Ahlâk Başkasını Sevmekle Sınırlı Değildir:
Ahlâkı sadece başkalarını sevmekle sınırlamak yanlıştır. Cömertlik, adil olmak, zulme karşı çıkmak gibi tutumlar da ahlâkî tutumlardır.
c- "İnsan severlik" ifadesi ne ölçüde doğru?:
İnsan severlik ifadesi açıklamaya çokça ihtiyaç duyan bir ifadedir. İnsanı sevmek diğer varlıkları sevmeyi kapsamakta mıdır? BU kavramı kullananlar diğer varlıkları sevmemeyi mi kastetmektedirler? Elbette ki hayır. Ancak insan severlik ifadesinin tek başına yeterli olmadığına inanmaktayız. Burada ayrıca insan kavramını da irdelememiz gerekmektedir. İnsan derken insânî değerlere sahip olan varlıktan bahsediyoruz. İnsan severlik kavramı insânî değerlere sahip olmayanları sevip sevmemeyi net olarak ortaya koymadığından kullanışlı bir kavram olarak durmamaktadır. Bir çok vahşete imza atan insan kılıklı varlıklarla dolu bir dünyada yaşıyoruz oysa.
Burada insanlık değerleri var mıdır?Varsa bunlar nelerdir? gibi sorular da ayrıca izah edilmeyi beklemektedir. Bunları ileride ele almaya çalışacağız.
b-İrâde Görüşü
Ahlâk konusunda önemli görüşlerden birisi de ahlâkın iradeye bağlı davranış olduğu görüşüdür. bu görüşe göre insanı hayvandan ayıran ana unsur iradedir. hayvanlarda sadece arzu vardır. İnsanda hem arzu hem irade vardır. insan yemeye içmeye ve karşı cinse arzuludur. Ancak çoğu zaman insan arzularını gemlemekte; arzularını gerçekleştirmemektedir. Örneğin midesinde rahatsızlık olan bir insan bazı yiyecekleri çok sevmesine rağmen kendisini rahatsız edeceğini düşünerek (irade) yememektedir.
İradeci görüşe göre iradeli hareket etmek aklın dediği şekilde hareket etmektir. İnsanın zaafı arzularının iradeye galip gelmesidir ohalde ahlâkî davranış iradeli davranış; akıllıca olan davranıştır. Burada sorulması gereken önemli bir soru iradeli davranışın ölçüsünün ne olduğu sorusudur.
c- Vicdan Görüşü
Bu görüş, ne sevgiyi, ne de akıl ve iradeyi ahlâk için belirleyici kabul eder. Onlara göre ahlâkî davranış, vicdani ilhanlardan ibaret olan davranışlardır. Vicdan, insan içinde akıl ve sevginin dışında, şöyle yap ya da böyle yapma diyen bir güçtür. Akıl etki altında kalabilir. Ama vicdan etki altında kalmaz. Doğal davranış, vicdanla alakalı değildir. Vicdancı görüş; vicdanın ilahi bir bağış olduğunu savunur. Burada, vicdan konusunda bir çok değişik görüşleri uzun uzun zikretmeyi gerekli görmüyoruz. Ancak anlaşılsın diye şu tanımlamaları da zikretmekte yarar görüyoruz. “ Tanrı tarafından doğruluk ve eğriliği ayırt etsin diye insanın içine ekilmiş bir akıl yargısı (Thomas), Tanrısal istencin organı (Rothe), Moral aklın kategorisi (Kant), Biçim eğleyici ve değer koyucu doğamızın sesi (Th. Lipps), Bir görevi yerine getirmekten doğan acı duygusu (J. S. Mill)” olarak tanımlanmıştır. Tüm bunların üstüne Nietsche vicdanı, büyük babamızın ensesinde topladığı saç örgüsü yani onun kafasının içindeki göreneksel şeyler olarak tanımlayıp, onunla alay eder ve hemen ardından vahşi hayvanlardaki suçsuzluk duygusuna övgüler düzer.
Son olarak psikoanalizciler potansiyel bir hastalık gözüyle bakarlar ve onun içimize sinmiş bir baba sesi; toplumun içimize yerleştirdiği bir espiyon olduğunu söylerler.” (Etik, Heinemann Frantz'dan, çev. Doğan Özlem, Günümüz Felsefe Disiplinleri, s.346-347, İst. 90)
Kim ne derse desin vicdan “ Bizim sonnut bir durum karşısında içimizde bize nasıl olmamız gerektiğini durmadan telkin eden bir üst ben ile, nasıl olduğumuzu bize bildiren ben arasında oluşan bir ikili dil vardır...” (a.g.e,s.347)
Vicdan Yaşamımızın çalkantıları içinde bize yolumuzu bulma olanağı veren bir ahlâksal pusula gibidir... Biz melek olma ile vahşi hayvan olma arasındaki bir ara basamakta yaşarız ve her zaman hayvani yönümüzün ektilerine açığızdır. Vicdan işte bizi burada uyarır, üstteki motifleri alttakilere, görevimizi içgüdülerimize feda etmemizi, örneğin para karşılığı yalancı tanıklık yapmamızı öğütler. (a.g.e,s.348)
Tüm bunlardan çıkarılacak ortak sonuç; insanda emredici ve alıkyucu bir içsel yargı mercii olduğudur.
Kant’ın Yaklaşımı :
Kant’ın felsefesinde ahlâkî fiil; vicdanın yap dediği insanın da niçin ve nasıl diye sormadan, sırf vicdanın emirlerine uymak için yaptığı davranışlardır. Kant’ın görüşü mezar taşına da yazılan meşhur sözünde ortaya konulmuştur. “İnsanı hayrete düşüren ve insanın hayretini arttıran iki şey vardır: birisi başımızın üstünde yer alan yıldızlarla dolu gökyüzü, diğeri de iç dünyamızda yer alan vicdandır.”
Bu yaklaşıma göre insanın cömertliği, bağışlanması, sözünde durması gibi hususlar vicdanın buyruğu ile olmaktadır.
Teorik ve Pratik Akıl
Kant’ın bütün felsefesi, teorik ve pratik aklı birbirinden ayırmak üzerinedir.
Teorik akıl; varolan şeylerin kavranması pratik aklı da yapılması gereken şeylerin kavranmasıdır. Kant’a göre insan zihninde duyulardan önce kimi kategoriler bulunmaktadır. İşte doğruyu söyle, yalan söyleme emri doğuştan gelen, insanın duyu ve tecrübelerine bağlı olamayan emirlerdir. Bunların gerekçesi yoktur. Yani vicdan pragmatik gerekçelere dayanmamaktadır. Vicdani davranışları aklen izah etmek mümkün değildir. Örneğin bir insana ileride bana fayda temin edeceğini düşünerek; bu yolda akıl yürüterek yardım ediyorsak burada ahlâkî bir tavırdan söz edilemez.
Vicdan “ senin menfaatine aykırı da olsa doğruyu söyle, senin menfaatine uygun da olsa yalan söyleme” der. Bu konuyu ileride açmaya çalışacağız.
Vicdan azabı
“Vicdan azabı” yapılan bir yanlış’ın akabinde ortaya çıkan işsel bir pişmanlıktır.
İnsan duygusal olarak yaşadığı olayların etkisinde kalmaktadır. Bu etki anında yaptığı eylemleri bu etkiden kurtulduğunda ölçüp tartmakta ve yaptığının yanlışlığını anlamışsa pişmanlık duymaktadır.
Kimi katillerin Cinayeti işlerken içki içerek yada uyuşturucu kullanarak işlediği belirtilmektedir ki bu da kendinden ve vicdanından uzaklaşma çabası olarak değerlendirilmelidir.
Bizim burada asıl sormak istediğimiz şey şudur: Acaba bu pişmanlık duygusu, bu kendini kınama nereden gelmektedir?
Kant’a göre bu deneyle edilmeyen bir içsel durumdur. Mutlaktır herkes için aynı derecede doğrudur.
Vicdan azabında bir mecburiyet, bir zorlama söz konusu değildir. İnsan bedenen belli şeylere zorlansa da vicdanen daima özgürdür. Vicdanı ve yüreği esir etmek mümkün değildir.
Deliren kimi insanların aşırı vicdan azabı sebebiyle delirdikleri belirtilmektedir ki bu da konuyu anlamaya yardım edecek önemli bir veridir.
Vicdanın kısımları
Vicdan ilim, ahlâk, güzellik ve tapınma vicdanı diye kısımlara ayıranlar bulunmaktadır.
İlim vicdanı : her insanda hakikati arama tutkusu vardır. Ama kimileri zamanla çeşitli sebeplerle bundan uzaklaşmaktadırlar.
Ahlâkî vicdan : İnsanın iyiyi yapmaya eğilim göstermesidir.
Güzellik vicdanı : Güzeli arama ve tanıma vicdanıdır.
Tapınma vicdanı : İnsanın yaradılışında belki bir güce tapınma eğiliminin olduğunu söyleyenlerin esas aldığı anlayış.
Kimileri ilmi, kimileri ahlâkî, kimileri güzellik ve kimileri de tapınma vicdanını vicdana temel saymışlardır. Kant ahlâkî vicdanı esas almıştır. Bizde burada bu vicdandan söz etmeye çalışmaktayız.
Ahlâkî vicdanın boyutları nelerdir? Şimdi bunu incelemeye çalışalım.
Olgunluk Ve Mutluluk
Kant’a göre olgunluk (Kemal) ile mutluluk (Saadet) ayrı ayrı konulardır. Ahlâkî vicdan fiziki bir lezzetin ötesinde şeylere işaret eder. Bu anlamda yapılan eylemin sonuçları değil vicdanın emri önemlidir. Yani insan için ucunda zarar olan bir davranış bile olsa vicdanın buyruklarına uyması, mutluluğunu feda etmesi anlamına gelecektir. (Kant’a göre) gerek psisik (ruhsal) gerek bedensel olarak insana eziyet ve sıkıntı veren şeyde mutluluk olmaz. O halde mutluluk kendisinde eziyet ve sıkıntı olmayan şeylerdir. O halde mutluluk, olgunluktan farklıdır! Belki, doğru davranmak bize eziyet verecek ve menfaatimizi zedeleyecektir ancak Kemal (olgunluk) de buradadır. Kimilere doğru davranarak mutlu olamayız belki ama bu bizim kemalimizi yani yücelik ve olgunluğumuzu gösterecektir. Bununla Kant ahlâkın mutlulukla değil, olgunlukla ilgisi olduğunu söylemektedir.
Acaba Mutluluk Olgunluktan Ayrı mıdır?
Özellikle İslam filozofları (İ. Sina) kemalin de bir tür mutluluk olduğunu mutlulukla olgunluğun birbirinden asla ayrılmayacağını vurgulamışlardı.
İnsanın ucunda eziyet de olsa doğru davranması bir olgunluktur ancak bu olgunluk elbette içsel anlamda mutlu kılacaktır kişiyi. Yani olgunluk mutluluğu beraberinde taşımaktadır. İyilik yapan bir insan fiziksel açıdan zarar bile görse içsel açıdan mânevî bir lezzet duyabilecektir.
Aslında Kant’da bu iki şeyi çok kesin çizgilerle ayırmamaktadır. Zannederiz onun söylediği mutluluk hissi bir mutluluktur.
Doğru Ve Yanlış Eylemde Vicdan’ın Yeri
“Bunu mu yapayım yoksa onu mu yapayım diyen kim?
işte özgürlüğün delili”
Mevlâna
İnsanın özgürlüğüne en önemli delil Kant’a göre insanın vicdanıdır. İnsan ne kadar yanlış yaparsa yapsın daima doğruyu över ve doğru bilinmeye özen gösterir. Ne kadar zulüm yapsa da kendisine adaletli davranılmasını ister. İşte bu insanın için de evrensel bir yasa olduğunu gösterir. “ Kendine davranılmasını istediğin gibi başkasına davran” şeklinde özetlenebilir bu yaklaşım.
Bu Görüşün Eleştirisi :
a-Felsefenin hafife alınması : Bu görüşte nazari akıl hafife alınmıştır.Doğru davranışın nazari akıl yoluyla değil vicdan yoluyla ispatlanabileceğini söylemek çok üstünkörü bir değerlendirmedir. Kuşkusuz ahlâkî tutum nazari akılla ispat edilebilir
b-Mutluluk ve olgunluk Farklı mıdır?
Yukarıda da açıklamaya çalıştığımız gibi bu ikisini birbirinden ayırmak pek de mümkün değildir.
İnsan bazen vicdana itaat ettiği zaman acı duyacağı ve buna katlanması halinde bunun mutluluk değil olgunluk (kemal) sayılacağı iddiası tutarlı görünmemektedir. Çünkü bu görüşe göre insan vicdanına uygun davranmadığı zaman da acı duyacak (vicdan azabı)tır. Hem uyduğu hem uymadığı zaman acı duygulanacaksa vicdanen huzur duymak ve ruhsal rahatlık hissetmek nasıl izah edilecektir.
Lezzetler İ. Sina’nın da belirttiği gibi hissi ve gayrı hissi lezzetlet olarak iki kısımda değerlendirilir. Lezzeti sadece fiziksel lezzet olarak algılamak yanlıştır. Herkes tarafından takdir edilip sevilmek kahraman bilinmek gibi istekler karşılık bulduğunda insan fiziksel olarak ne kadar acı çekerse çeksin, içsel anlamda belli bir mutluluk ve huzur getirmektedir. Her olgunluk (Kemal) bie lezzeti taşımaktadır.
c- Vicdan Hükümlerinin hepsi mutlak değildir?
İnsanda değişmeyen kimi mutlak değerler vardır. Örneğin, adalet gibi. “ Adalet iyi zulüm kötüdür” yargısı mutlak bir yargıdır. Ama “ doğru söylemek iyidir” yargısı için aynı şeyi söyleyemeyiz. Örneğin; zalim biri tarafından öldürülmek üzere aranan bir mahkumun yerini bize sorsalar yalan söylememek adına onun yerini söylememiz gerekmez. Bu yüzden vicdanımızın “daima doğruyu söylemelisin” şeklindeki yargısını mutlak olarak kabullenemeyiz. Çünkü burada maslahat girmiştir.
Yalnız maslahat gereği yalan ile menfaat elde etmek için söylenen yalan farklı değerlendirilmelidir. Maslahat için söylenen yalan bir doğruyu gerçekleştirmek içindir. Hakikate uygun davranmak adına söylenmektedir. Oysa kişisel çıkar elde etmek için söylenen yalan ahlâk dışı ve hakikat dışıdır.
d- Güzellik Görüşü
İlkçağlarda güzel ve çirkin, iyi ve kötü kavramları aynı kategoride değerlendiriliyordu. Bir şeye iyi denildiği zaman güzel denilmiş oluyordu. Bu görüşe göre ahlâk da güzellik kategorisindedir.
Güzellik hissinin insana yerleştirilmesi ile insanın ahlâklı olacağı yaklaşımını ortaya koyan bu görüş; güzel şeyleri kavrayanın kötü şeyleri yapmayacağı anlayışına yaslanır. Yani bu görüşe göre kişinin yalan söylemesi, doğrunun güzelliğini anlamamasındandır. İhanet etmesinin sebebi emaneti korumanın güzelliğini anlamamasındandır.
Burada şu sorular çıkıyor karşımıza. Güzellik nedir? Güzellik tarif edilebilir mi? Güzelliğin özellikleri nelerdir?
Aslında güzelliğin tarifi pek de mümkün görünmemektedir.
Kimileri (Platon) “ bütün olan parçaların birbirine uygunluğu” şeklinde tarif etmiştir, ancak bu uygunluğun ne olduğu sorusu yine cevapsız kalacaktır. O halde bizim her şeyi tanımlama diye bir zorunluluğumuz bulunmamaktadır. Tabiatta da tarif edemeyeceğimiz bir çok şey vardır.
İnsan yer çekimini, suyun kaldırma kuvvetini de tarif edemez, ancak bunlar vardır. Güzellik de vardır fakat onu tanımlamak mümkün görünmemektedir.
Güzellik İzafi Midir (Görece/Relative)
Güzellik kişiden kişiye değişir mi? Yani bir şey bizatihi mi güzeldir, yoksa benim ona bakışım mı onu güzel kılmaktadır? Halk arasında “ Gönül sevdiği güzel” diye bir söz vardır. Acaba böyle midir?
Bu noktada güzelliğin aşkı doğurduğunu söyleyenler olduğu gibi, aşkın güzelliği doğurduğunu söyleyenler de vardır ki ikinci yaklaşım güzelliği tümüyle ortadan kaldırdığı için oldukça aşırı bir görüştür.
Güzellik Aşk Ve Hareket
Güzelliğin çekiciliği vardır. Güzelliğin olduğu yerde aşk, aşın olduğu yerde de hareket vardır.
Güzellik Cinsel İlgiye Mahsus Mudur?
Güzellik cinselliğe mahsus değildir. Tabiat güzelliği, tatma ve koklama güzelliği gibi güzellikler de vardır.
e-Tapınma Görüşü :
İnsanın ahlâkî davranışlarının temelinde tapınma (kulluk) olduğunu savunan yaklaşımdır. Bu kulluk bilinçli yada bilinçsiz yapılmaktadır. Allah’ı tanısa da tanımasa da yaptığı ahlâkî davranışları kulluk olarak değerlendirilmektedir. Burada acaba kulluk bilinmeden yapılabilir mi? Sorusu ortaya çıkmaktadır. Bu görüşe göre, insanda iki tür şuur (bilinç) vardır. Görünen bilinç ve görünmeyen bilinç, insanın içinde çoğu zaman farkında olmadığı bilgiler gizlidir. Bu anlamda insan, zaman içerisinde kendi iç dünyasını tanımaktadır. Bazı davranışların yanlışlığını çoğu zaman benliğindeki o gizli bilinci ile idrak eder. İşte tapınma nazariyesine göre bir insan, yaratılış itibariyle kulluk etmeye eğilimlidir. Ahlâkî davranışları da insan, ister bilsin ister bilmesin kulluk kapsamındadır. Örneğin; Adaleti istemek bir içsel yönelimdir ve her insanda ortak arzudur. Adaletli davranmak da bir tür kulluk etmektir. Bu görüşe göre ahlâkî davranışlar Allah’ın istediği davranışlardır. Ve Allah’ı hesaba katmadığımızda hiçbir ahlâkî davranışı izah etmemiz mümkün olmayacaktır. Bu meseleyi ileriki bölümlerde daha ayrıntılı bir biçimde irdelemeye çalışacağız
II
AHLÂK FELSEFESİNDE BAZI TEMEL UNSURLAR
1-Vazife ve menfaat
“Tuzağa saçtığın yem, cömertlik değildir.”
Mevlâna
Vazife ve menfaat insanın kökeni hakkındaki iki ayrı yaklaşıma tekabül eden iki ayrı kavramdır. Vazife ahlâkın menfaat ise siyasetin ana kavramıdır.
Ahlâkî davranış her zaman fonksiyonel ve rasyonel olarak değerlendirilemez. Sonuçsuz hareketlere anlam katan ahlâktır. Boğulmak üzere olan bir insanı kurtarmak için suya atlayan ancak kurtarmayı başaramayan insanın davranışını anlamlı kılan ahlâktır.
Adalet için savaşıp da mağlup olan insanların çabalarının övülmesi ve değer verilmesi ahlâkın fonksiyonel olmadığının bir delilidir. Adalet uğruna; başkalarının mutluluğu için kendi hayatını hiçe sayan kahramanların davranışlarını akılla ve bilimle izah etmek elbette mümkün değildir. Bu çabalarda menfaat söz konusu değildir.
Bu davranışların büyüklüğü faydalı olmasında ve akıllıca olmasında değildir. O halde bu davranışlara anlam ve değer veren nedir? Bunun ileride irdeleyeceğiz.
İnsan ahlâkî noktada hiçbir zaman tarafsız değildir. O daima doğruluk ve hakikatten yanadır. En gaddar insan bile olsa zulüm ve işkenceyi kötülemektedir. Sahte bile olsa ahlâkî tavrın tarafındadır insanlar. Bir çok despot kendini haklı kılacak dayanaklar aramıştır.
Ahlâkî tavır bir vazifedir. Hakikat uğruna ortaya konan bir vazifedir. Bunun menfaatle hiçbir alakası bulunmamaktadır. Zaten belli bir dünyevi karşılık bekleyerek ortaya koyduğum hareketin ahlâkî olması mümkün değildir.
2-İstek(Niyet) Ve Eylem (Fiil)
“Cehennemde ne masum mağdurlar, ne de masum mahkumlar vardır” (J.P.Sartre)
Burada niyet ile eylem (davranış/ fiil) sorunu ortaya çıkmaktadır.
Doğada yani dış dünyamızda bir çok şey objektif olarak varolmaktadır. Dünya dönüyor, yağmur yağıyor. Bizim isteğimiz dışında gelişiyor bir çok şey. Bir çok şeyi istemesek bile değiştirmeye güç yetiremeyiz. Ancak bir de iç dünyamız bulunmaktadır ki burada hiçbir şey objektif olarak mevcut değildir. Burada özgürlük vardır. Zenginde olsak fakirde olsak, sakat yada sağlam, hasta yada sağlıklı olsak iç dünyamızda tam bir fırsat eşitliği bulunmaktadır.
Herkes iyilik yapamaz ancak herkes iyilik isteyebilir.
İstek ve eylem arasındaki bu karşıtlık aslında insan ile dünya arasındaki karşıtlığın bir tezahürü olsa gerektir.
İçimizdeki istek hiçbir zaman gerçekleşmese bile, iç dünyamızda gerçekleşmiştir.Ancak istemediğimiz bir eylem dışımızda gerçekleşse bile içimizle hiçbir ilgisi bulunmamaktadır.
Eylemleri niyetlere göre değerlendirmekle; elde edilen sonuçlara göre değerlendirmek farklıdır. İlki her dinin insan eylemlerini değerlendirmede ana ölçüttür. Diğeri ise siyasetin ana ölçütüdür. Birinde dünyanın inkarı, öbüründe insanın inkarı söz konusudur. İnsan yapıp ettikleri değil arzuladığı, istediği şeydir.
Geulinex’in belirttiği gibi insanın hakiki yapısı idrak ve iradeden ibarettir. Bilincimizin dışında faaliyetimiz yoktur. Ahlâka uygunluk doğru hareketle değil doğru niyettedir.
Hume ise şöyle demektedir; “Bir hareketin yalnız başına ahlâkî değeri yoktur. Bir kişinin ahlâkî tavırlarını anlamak için onun içsel durumuna bakmanız gerekir. Fakat bunu doğrudan doğruya yapmadığımızdan, dikkatimizi yaptıklarına yöneltiriz. Bunlar da yalnız dahili istekle ve dolayısıyla ahlâkî değerlendirmeyle ilgili işaretlerdir ve böyle kalırlar.” (David Hume, Teatise on Human Nature)
İstek (niyet) hürdür, eylem ise çoğu kere sınır, kanun ve şartlara bağlıdır. İstek tamamen bize ait bir şey; uygulamada ise Yabancı ve rasgele bir şey vardır.
Ahlâk istektir hareket (eylem) değil. Böyle olmasaydı bir hadım’ın iffetli, mide hastasının da tokgözlü olduğunu kabul etmek gerekecektir. Ahlâkî eylem yapamamak değil, yapmamaktır. O halde zorla yapılan eylemlerin ahlâkîliği meselesine biraz daha eğilmemiz gerekmektedir.
3-Zorla Alıştırma Ve Terbiye
Eski kitaplarda en fazla hayret uyandıran şey, insanların ahlâken yeniden doğuşlarıyla ilgili hikayelerdir. Açıklanması mümkün olmayan bir içsel devinim ile büyük “günahkar” ve zalimler beklenmedik bir anda yumuşak huylu münzeviler ve adalet örnekleri olmuşlardır. Bunlar her zaman ani hadiseler olmuşlardır. Herhangi bir yeniden terbiye, bir süreç, bir etkilenme meselesi yok burada. Ruhun derinliklerinde bir hadise; gücüyle insanı özünde değiştiren, tamamen dahili bir enerji; bununla beraber varolan bir tecrübe söz konusudur.”
İnsanın özü herhangi bir dış etki, şartların değişmesi, zorla alıştırma, kanun, kaba kuvvet gibi unsurlarla “ıslah” edilemez. Belki bunlarla sadece davranışları değişebilir.
Örneğin askerler de çok yoğun talimlerle askerlerin zorluklara dayanması, becerilerinin arttırılması, çeviklik v.s. geliştirilebilir ancak şeref, haysiyet, heyecan duyma ve kahramanlık duyguları geliştirilemez. Çünkü bunlar insanın içsel yapısıyla alakalı özelliklerdir. “ Zorla alıştırma insana karşı çaresizdir; çünkü insanın ruhu vardır.”
Çok defa görülmüştür ki bir inancı veya davranışı kanunlar, terör, baskı ve zulüm sayesinde empoze etmek (benimsetmek) mümkün değildir.”
Pedagoglar çocuklardan ısrarla belli şeyleri isteminin onları tam ters istikamette davranışlara iteceğini vurgulamışlardır. Bunun böyle olması, insanın özgürlük hissiyle donatılmış olduğuna bir delildir. Bu sebeple her gerçek terbiye özü itibariyle kendinden bir terbiyedir. Ve zorla terbiyenin inkarıdır. Hakiki terbiyenin gayesi; insanı doğrudan doğruya değiştirmek değil, ruhi güzellikleri açığa çıkarmaktır. Bu noktada alıştırma ile ayrılmaktadır. En derin duygularımızı harekete geçirmeyen sathi her eğitim terbiye değil, alıştırmadır. Zira terbiye de kişisel bir iştirak, kişisel bir gayret vardır. Terbiye insanın ruhu üzerine sevgi, örnek, bağışlamak ve hatta cezalar sayesinde icra edilen içsel bir faaliyeti harekete geçiren ince bir tesirdir. Zorla alıştırma ise, özü itibariyle hayvani olduğundan insanın belirli bir biçimde davranmaya sözde “doğru davranmaya” sevk veya mecbur edilmesine dönük bir önlem ve hareket tarzları sistemidir. Terbiye insan için, zorla alıştırma ise hayvan içindir.
Bireyciler insanı yürüdüğü yoldan geri dönmesine, dahili dirilişine, pozitivistler ise yeniden terbiyesine, davranışının değişmesine inanırlar.
Zorla alıştırma ile ancak korkudan veya alışkanlıktan dolayı – saygıdan değil- kanunlara riayet eden vatandaşlar yetiştirilebilir. Onların iç hayatı ölmüş, his kaynakları tamamen kurumuş olabilir. Fakat buna rağmen kanunları ihlal etmezler. Çünkü öyle alıştırılmışlardır. Sözüm ona doğru dürüst, ahlâken ise bomboş vatandaşlar ile özünde iyi ve asil, fakat suç işlemiş olanlar hakkındaki hikayeler edebiyatın bitmez tükenmez konularıdır.
İnsanın içsel enginliği hemen hemen sonsuzdur. İnsan en iğrenç cinayetleri gerçekleştirdiği gibi, en ulvi fedakarlıkları da gerçekleştirebilir. İnsanın büyüklüğü iyiyi istemekte değil, seçim yapma imkanındandır. Bu seçim yapma imkanını sınırlayan her şey gerçekten insanı alçaltmış olur.isteğimizin dışında iyi mevcut değildir ve zorla oluşturulamaz. İyinin şartı özgürlüktür; kaba kuvvetle özgürlük bir arada olmaz.
Zorla alıştırma “doğru davranma” empoze ettiğinde bile özü itibariyle gayri ahlâkî e gayrı insânîdir.
4- Ahlâk Ve Ratio(zihin)
“Maddenin özü ağırlık, ruhun özü özgürlüktür”
Hegel
Özgürlük zihin dışı bir kategoridir aslında. Zihnin fonksiyonu ise her şeyde tabiat, mekanizmayı hesabı keşfetmekten ibarettir. Ahlâk aklın ürünü değildir, ilke olarak da tatbikat olarak da. Zihin yalnız şeyler arasındaki ilişkileri tetkik ve tespit edebilir. Bir şeyin ahlâkî açıdan iyi olmayışı bilimsel olarak izah edilemez. Güzel yada güzel olmayanı ispat etmenin mümkün olmadığı gibi.
Fransız ihtilalinin üç parolası “eşitlik – özgürlük – kardeşlik” in bilimsel açıdan ispat edilmesi mümkün değildir. Bilim belki bu üç ilkeye karşı kolektif bir eşitsizlik, mutlak sosyal disiplin ve anonimliği savunacaktır.
Özgürlüğümüz hakkında kuşku duymayız. Ama bunu tarif de edemeyiz. Hepimiz kabul ederiz ki kasıt taşımaksızın yapılan yanlışlıktan dolayı kişiyi sorumlu tutmamak gerekir. Ancak bunu bilimsel açıdan izaha kalkışmak pek de kolay gözükmemektedir.
Aklın ahlâkla ilişkisi hakkında Hume “ akıl tümüyle şeyler arasındaki ilişkileri keşfetmekten başka bir şey yapmaya muktedir değildir. Değer yargısına yepyeni bir unsur eklendiğinde, eylemde mevcut olmayan bu unsur ancak hissiyatın üretim gücü ile açıklanabilir.”
Hutcheson ise şöyle diyor: “Yemek zevkine nazaran sanat veya ilimden zevk uymanın yüksek kıymeti bize vasıtasız açık olduğu gibi, ahlâken iyi bir şeyi de bütün diğer gördüklerimizden vasıtasız olarak ayırabiliriz.”1
Ona göre ahlâkî meseleleri ayırt edebilmek için zeka ve eğitim şart değildir.
İlim Ve İlim Adamı Veya Kant’ın İki Tenkidi
Hem salt hem pratik akıl vardır.
“İlim adamının dediği, düşündüğü, inandığı her şey mutlaka ilim olması şart değildir. İlim adamının dünya hakkındaki genel intibaının ancak bir kısmı ilimdir. Bu kısım aklımızın kritik eden, karşılaştıran ve düzenleyen fonksiyonun bir sonuçsidir. Bu işleri yaparken aklımı, tabiat üstü izahlar gerektiren her şeyi reddeder ve sadece doğal sebep ve sonuçler zincirine ve mümkünse deney ve incelemeye dayananını kabul eder. Çok titizce gerçekleştirilen bu ayıklamadan sonra ne kalırsa işte ilim odur. Fakat bu metot yüzünden ilim her zaman elinde sadece doğayı bulur. Başka her şey kaçar veya kaybolur. İlmin hudutları işte buradadır. İlim genellikle bu hudutlarda durur. İlim adamı ise, insan olduğundan yoluna devam eder. Oppenheimer’in atom bombasının yapılışı sırasında hint felsefesine ihtiyacı yoktu. Belki bombanın kullanılışı ortaya çıkardığı problemlerle ilgili olarak bu felsefeye ihtiyaç duyabilirdi. Fakat hayatının sonuna doğru atom ilmini bırakarak kendini tamamen hint felsefesine adamıştı. Einstein’ de ise Dostoyevski’nin eserleriyle ve özellikle Karamozov Kardeşlerle canlı bir şekilde ilgileniyordu. Bu büyük yazarın eserinin kütle ile enerji arasındaki münasebet, ışık hızı ve bunun gibi konularla hiçbir ilgisi yoktu. Einstein İvan Karamazov’un ahlâk problemleriyle ilim adamı sıfatıyla değil, düşünür olarak veya sanatkar olarak (bir ölçüde herkes sanatkardır) ilgileniyordu.
İlim aramak ve ilim sahibi olmak arasında fark vardır. Birisinin maksadı dünyayı kavramak, öbürününki ise dünyadan istifade etmektir. Bu itibarla ilim, bir ilim adamı için başka bütün insanlariçin başka bir şeydir.
Burada düşünce ile hayat arasındaki fark ortaya çıkmaktadır. Kant’ın iki tenkidi bu noktada önemlidir. Bilindiği gibi ikinci tenkitte Kant, Allah, ölümsüzlük ve özgürlükle ilgili bulunan ve ilk tenkidinde yıkmış olduğu Dînî fikirleri yeniden ortaya koyuyor.
“Salt Aklın Tenkidi” nde konuşan mantıkçı; ilim adamı Kant, “Pratik Allah Tenkidi”nde konuşan ise insan ve filozof Kant’tır.
Birinci tenkit her aklın ve her mantığın kaçınılmaz çıkarımlarını, ikincisi ise hayatın hissiyatını, tecrübelerini ve ümitlerini göstermektedir. Birincisi hakikatin tahlil, objektivizasyon ve atomizasyonun sonuçsi; öbürü ise bir bütün olarak şahit olunan ve yaşanan dünyanın bütün problemlerine cevap olarak ruhun içinde oluşan şuur ve kesinliğin meyvesidir.
5- Ahlâk Ve Din
Demek ki ahlâk, devamlı olarak, ancak dine istinat edebilir. Ne var ki, ahlâk ve din aynı şey değildir. İlke olarak ahlâk, din olmadan var olmaz. Tatbikat olarak, ferdi davranış olarak ise, ahlâk, doğrudan doğruya dindarlığa bağlı değildir. Onları birbirine bağlıyan şey ortak delildir: daha üstün başka dünya...... “Başka” olmasına göre bu dünya dînîdir; “daha üstün” olmasına göre ahlâkîdir. Bu münasebet din ile ahlâk arasında hem karşılıklı bağımlılık hem de bağımsızlık sebebidir. Otomatik, matematik, mantıki olmayan, pratik bir nevi dahili tutarlılık mevcuttur, burada. Bazı sapmalar mümkündür, fakat bu tutarlılık er geç tekrar meydana gelir: ateizm eninde sonunda ahlâkı inkar eder. Öbür tarafta ise her geçek ahlâkî diriliş, Dînî bir yenilenmeyle başlar. Ahlâk, isteklere ve davranış kaidelerine tahvil edilmiş dindir, veya başka bir ifadeyle, insanın istekli davranışı veya Allah’ın varlığı gerçeğine uygun bir şekilde diğer insanlara karşı tavrıdır. Çünkü vazifemi bütün güçlük ve tehlikelere rağmen yapmam icap ediyorsa (ki buna menfaat gözeten davranıştan farklı olarak ahlâk deriz) böyle bir istek, ancak, bu dünyayı ve bu tek dünya ve tek hayat görmemek haklı gösterilebilir. İşte bu husus ahlâk ve dinin müşterek hareket noktasını teşkil etmektedir.
Ahlâk yasaktan doğmuştur ve bugüne kadar yasak olarak kalmıştır. Yasak ise dinîdir, hem mahiyeti hem de menşei itibarıyla. “Allah’ın on emri”nden sekizi yasaklardır. Ahlâk denilen şey daima insan tabiatının hayvani iç güdülerine karşı sınırlandırıcı ve men edici ilkedir. Burada Hıristiyan ahlâkı, tek değilse de, en ünlü ve en açık olarak gösterilebilir.
Eski dinlerin tarihi, bize bazen manasız görünen, çeşitli yasaklara ilişkin örneklerle doludur. Mamafih, ahlâk bakımından, manasız yasak yoktur. Tabii, bir yasağın akla uygun bir manası da olabilir, ama faydalı olmak hiçbir zaman esas gayesi değildir.
Binaenaleyh, ahlâk stoacıların sık, sık tarif ettikleri gibi “tabiatla ahenk içinde hayat” değildir. Eğer “tabiat”ı hakiki manada alırsak, ahlâkın tabiata karşı bir hayat olduğunu söylemek daha uygun olur. Ahlâk da, insan gibi akıldışı, gayri tabii, tabiat üstüdür. Tabii insan ve tabii ahlâk mevcut değildir. Tabiatın sınırları içinde olan insan, insan değildir; olsa, olsa akılla mücehhez hayvandır. Tabiatın sınırları içindeki ahlâk da ahlâk değil; hodbinliğin, akli ve aydın hodbinliğin bir şeklidir.2
Darwinci “yaşam kavgası”nda ahlâk bakımından en iyi olanlar değil; en kuvvetli, çevreye en iyi intibak galip gelirler. Biyolojik ilerleme insani haysiyete ve (insan haysiyeti eğer ahlâkın kaynaklarından-sa) ahlâka götürmez. Darwinci insan biyolojik gelişmenin en yüksek derecesine ulaşabilir, insanüstü olabilir, fakat insan vasfından ve hatta insan haysiyetinden mahrum kalır. Çünkü bunu ona ancak Allah verebilmektedir.
Sosyal ilerleme de, biyolojik ilerlemenin uzantısı olarak, ahlâkla aynı münasebet içindedir. İngiliz ahlâk bilimcisi Mandeville’e göre umumiyetle günah olarak vasıflandırılan vasıtalar toplumun ilerlemesini en kuvvetli bir şekilde teşvik eder. Zira “insanın gelişmesini en fazla teşvik eden hususlar ihtiyaçlarını arttıranlardır”. Veya daha açık olarak: “dünyanın ahlâkî ve fiziki belası denilen şey, bizi sosyal varlık kılan başlıca muharriktir.3
Evvela biyolojik ve sonra teknik alanda gerçekleştirilen bütün ilerleme faaliyetleri varlığını tabii ayıklanmada, güçsüzlerin güçlüler tarafından kenara itilmesinde ve hatta imha edilmesinde buluyorsa, o zaman ahlâkın, ilerleme sağlayıcı bu esas noktaya muhalefette bulunması zaruridir. Ahlâk her zaman güçsüzlerin himaye edilmesini, merhameti, az olanların yaşatılmasını istemiştir. Bu noktada ahlâk ve tabiat birbirinin karısında yer almış bulunmaktadır ve gerçekten de bu her zaman böyle idi. “Vicdandan, merhametten, bağışlamadan, insanların bu dahili zalimlerinden kurtulunuz; güçsüzleri baskı altına alınız, cesetleri üzerinden yukarıya tırmanınız...” (Nietzsche). Ahlâktan ayrılış apaşikardır burada “Güçsüzleri yok edin “ ve “Güçsüzleri koruyun” birbirine zıt iki taleptir. Biyolojikle mânevî, zoolojikle insani, tabiatla kültür, ilimle din işte burada birbirinden ayrılmaktadır.
Biyolojik kanunların insan toplumuna tatbikini tutarlı bir şekilde ve sonuna kadar müdafaa eden yegane düşünür Nietzsche olmuştur.3a Sonuç: sevgi ve bağışlamanın reddedilmesi, zulüm ve nefretin haklı kılınması. Nietzsche için Hıristiyanlık ve bilhassa Hıristiyan ahlâkı “yükselmekte olan beşeriyetin kuvvetli vücuduna herhangi bir devrede zerk edilen zehirlerin en müthişidir”.
Platon “phaedo”da otantik bir ahlâk anlayışını tutarlı bir şekilde izah etmiştir: alelade kahramanlık bir nevi korkaklıktan başka bir şey değildir. Alelade itidal ancak zevk içinde yaşamak için gizli arzudur. Bu tür fazilet sadece ticaret işi, faziletin gölgesi, kölelerin faziletidir. Hakikaten ahlâklı bir kişinin ancak bir tek isteği vardır: bedenden uzak, sırf mânevîliğe yakın olmak. Beden ruhun mezarıdır. Ruh dünyada asla gayesine ulaşmaz; hakiki marifet ancak ölümden sonra olur. Onun için ahlâklı bir kişi ölümden korkmaz. Felsefe ile uğraşmak ve hakiki manada yaşamak ölüme hazırlanmak demektir. Şer dünyaya hakim kuvvettir, ahlâk ise insanın tabii imkanı değildir ve akıl üzerine kurulamaz.
Böyle olan ahlâk, doğruluğunu ispat edecek akli delile kavuşmamıştır ve tabii buna imkan da yoktur. Platon antropolojik delilleri kullanmaktansa metafizik delillere sığınmağa mecburdu ve bu suretle de teoloji kaçınılmazdır. Bilindiği gibi Platon varolmadan önceki varlıktan bahseder. Buna göre, her bilgi sadece hatırlamadır. Bu ve buna benzer öğretinin tamamlayıcı kısmı veya zaruri şartı ölümsüzlüğe inançtır.4
Platon’un ahlâk üzerindeki düşünmesi onu doğrudan doğruya Dînî bir tutuma götürüyordu.5 Bu istikametteki düşünme antikçağın diğer iki büyük ahlâk bilimcisi olan Epiktet ve Seneka’yı muayyen bir dine Hıristiyanlığa doğru yöneltmişti. Epiktet’in gizli Hıristiyan olduğuna dair hayli ikna edici deliller mevcuttur. Seneka’nın ise Aziz Paul’le mektuplaştığı bilinmektedir. (Aziz Yeronim “ De Viris İllutribus” adlı yazısında Seneka’yı kiliseye bağlı yazarlar listesine sokmuştur.)
Hıristiyanlık, yüksek din (religion) ve yüksek ahlâk arasında mükemmel bir ahenk, kuvvetli karşılıklı bağlar ve hemen, hemen tam bir birliğin bulunduğunu gösteren büyük bir örnek teşkil etmektedir. Tamamen Hıristiyani mevzulardan ilham almış olan Rönesans sanatı, yüksek sanatın de bunlara katıldığına dair örnek olabilir.
Tarih açısından bakıldığında, ahlâk düşüncesi, en eski sırf “insani” düşüncelerden biri olarak ortaya çıkmaktadır. Ona mukaddem olan sadece ilahi varlık hakkındaki düşünceleridir ki, o da insan kadar eskidir. Bu iki fikir tarih boyunca ta günümüze kadar birbirine en sıkı şekilde bağlı kalmıştır. Ahlâk tarihinde hemen, hemen hiçbir ciddi ahlâk bilimcisi yoktur ki dinle ilgili tutumunu, ya ahlâk prensibinin tesisinde dinin vazgeçilmez olduğunu ikna edici bir şekilde ispat etmekle yahut aynı gayretle bunun tam tersini göstermekle ortaya koymuş olmasın. Ahlâk tarihi tümüyle Dînî ve ahlâkî düşüncelerin birbiriyle sıkı bir şekilde bağlanmanın hikayesidir. Sözkonusu olan meselede istatistiği bir delil olarak telakki etmediğimiz halde, dindar ahlâk bilimcilerinin apaçık ağır bastıkları, dinsizlerin ise hemen, hemen tamamen bir istisna teşkil ettikleri kolayca tespit edilebilir.
Fransa, İngiltere, Amerika, Almanya ve İtalya’da 19. ve 20. yüzyıllarda laik denilen ve ahlâkın dinden bağımsız olduğu fikrini vurgulayan ahlâkî hareketler (anglo-sakson dünyasında, societies for Ethical Culture, Settlements, Ethical Societies gibi adlar altında bilinmektedir) ahlâk sahasında her düşünme veya dine yaklaşmaya meyl ettiğini göstermiştir. İncelemekte olduğumuz konu için pratik ahlâk tarihinde bu devre son derece büyük öneme sahiptir. Fransa’da din dersleri yerine sözde ahlâk dersleri konulan devlet okullarında ders kitapları, Hıristiyan okullarında kullanılan ilmihallerin şemasına göre düzenlenmişti. Bu fikirlerin gelişmesini, tezatlar dolu seyrini, din ile ilim arasında devamlı olan tereddüdünü burada maalesef anlatma imkanı yoktur. Fakat böyle olmakla beraber, dine karşı bağımsız pozisyonu muhafaza etmek üzere devamlı uğraşmaları ve aynı zamanda bunun farkına varmadan keza devamlı olan dine yaklaşmaları tespit edilebilir. Bu iki tezahür, incelediğimiz konu için son derece manalıdır.
Buna göre samimi bir dindar, fakat ahlâksız bir kişiyi; ve tersine, samimi bir ahlâk sahibi fakat dinsiz birini düşünmek mümkündür. Din, bilgi ve tasdik; ahlâk ise bu bilgi ile ahenk içinde bulunan tatbikat, hayat demektir. Her yerde olduğu gibi bilgi ve tatbikat arasınsa ayrılık ve tutarsızlık olabilir. Din, nasıl düşünmeli ve inanmalıyız; ahlâk ise neye meyletmeli, nasıl yaşamalı, nasıl hareket etmeliyiz sorusuna cevap teşkil etmektedir. Öbür dünya hakkındaki haber her zaman geniş, sonsuz olan bu vizyon la ahenk içinde yaşama talebini de ihtiva eder fakat bu talep, vizyonun kendisi değildir. Hz. İsa’nın ahlâkı gibi yüce bir ahlâk aynı şekilde kuvvetli ve açık Dînî bir şuurun doğrudan doğruya bir sonuçsidir. Fakat engizisyoncunun da dini, paradoksal görünmesine rağmen, samimi idi. “İman edin ve iyi amellerde bulunun”*
Dostları ilə paylaş: |