f-Gerçek "Ben" ve "Ben Ötesi" Olan "Ben"
Bu durum nedir o zaman? Her iki halde de insan kendine yenilmiş ya da kendine galip gelmiştir. Bu durum insanın kendinde olup bittiğine göre bundan dolayı ne yenilgi ne de zafer hissetmelidir. O halde aslî "ben" ( gerçek "ben" , kesin "ben" ) aklın emri altında olan o ahlâkî irade olduğu sonucu çıkmaktadır."Ben", karar veren bir makamdır, akıl ve idraktır, bunları anlayan bir makamdır. Fakat tabiî emirleri bana veren makam ise tanınmayan, başka bir makamdır.
O halde nefisle savaşmak gerektiğine göre, hangi nefisle savaşmak gerekir? "Ben" le savaşmak gerekir, hangi "ben" le savaşmak gerekir? Hangi "ben" i kendi başına bırakmamak gerekir? O aynı "ben" dir, gerçekte "ben" değil de "ben olmayan" hayvanî "ben" dir. Yani insanın içindeki tüm savaş ve çatışmalar; ahlâkî ve gayr-ı ahlâkî açıdan insanın kendi ruhunun içinde varolan çatışmalar, gerçekte "ben" in "ben" le çatışmasıdır. Hayvani isteklerin üstün olduğu, mutlak hükmetme olgusunun onlara bağlı olduğu ve akıl, irade ve fıtratın üstünün örtülü olduğu, şehvet ve kızgınlıkların at koşturduğu yer, yani hayvanların sahip olduğu garazın bulunduğu yerde, insanın aslî "ben "i mağlup olmuş, unutulmuş, kaybolmuştur ve gidip onu bulmak gerekir. Kuran-ı Kerim’e göre vücudunda hayvanî duygulardan başka bir şeyin hükmetme yetkisine sahip olmadığı o insan gerçekte hakiki benliğini, "gerçek ben" ini kaybetmiştir .Kur'ân da bu meselenin şu şekilde ifade edildiği belirtilmektedir. " De ki: ziyana uğrayanlar, kendilerini kaybeden kimselerdir..." (Zümer Suresi, ayet 15 )
"Şu, Allah' ı unuttuklarından dolayı (Allah'ın da) onlara kendi nefislerini unutturduğu kinseler gibi olmayın." (Haşr suresi, ayet 19)
g-Kendini Hatırlama ( Kendini Bulma):
Yukarıda açıkladığımız durum,Kur'ân da "Kendini unutma " olarak açıklanmaktadır. Bunun karşısında "kendini hatırlama" vardır. Kendini hatırlama ise "Allah'ı hatırlama "dır. Yani Kur'ân ın mantığında bu ikisi birbirinden ayrı değildir .Allah'ı hatırlamak, kendini hatırlamakta da vardır. Bu, ibadetin gerçeğini bulmak ve "ben" i bulmak gerçeğidir. Fakat bu "hayvani ben" değil, aksine o "hakiki ben" , yani "melekutî ben" dir. İnsanın kendini bulması, ibadet ve Allah' ı hatırlamadadır. Bu durumu İslâm büyüklerinden Ali bin Ebu Talip şu şekilde belirtmiştir. " Bir şeylerini kaybettiklerinde elleri ayaklarına dolanmış bir vaziyette kaybettikleri şeyi arayıp da kendilerini "nefislerini" kaybettiklerinde bunu aramaya koyulmayan insanlara şaşarım."
Yani bu ifadelerde küçük bir eşyasını kaybeden bir kişinin hemen onu bulmaya çalışması ancak kendisini arama; kendini bulma konusunda lakayt kalmasının şaşılacak bir husus olduğu vurgulanmaktadır.
Mevlana kendini aşma; arzularını kontrol etme noktasında başarısız olan kimseye "ey savaşta kendini kaybetmiş kişi" diye hitab etmekte ve insandaki istek ve arzuların yabancı olduğunu vurgulayarak "sen başkalarını kendinden ayırmıyorsun" demektedir.
Yine Mevlâna;
Bir an tek başına kalırsan sen halktan
Boğazına kadar gam ve üzüntü içinde kalırsın
diyerek sanki kişiyi bir sınava çağırmaktadır. Şayet insan birkaç gün tek başına kaldığında bu durum kişiye üzüntü veriyorsa kişi kendini kaybetmiştir ve kendini başka insanlarda aramaktadır. Eğer kişi gerçek "ben" ini bulmuş olsaydı yalnızlık ona hiçbir üzüntü vermeyecekti.
İslâmi açıdan, insanın "gerçek ben" i herkeste bulunan o ilahi nefestir ve insanın ahlâkî duygusu bu "ben"den kaynaklanmaktadır. İslam bilginlerinin vurguladıklarına göre eğer böyle bir "ben" (ki o balçık değildir. Aksine ilahî ruhtur ve tabiat ve madde aleminden daha yüksek olan alemdendir.) insanda olmasaydı ve eğer insanın gerek "ben' i ve "gerçek benlik" i o olmasaydı, bedenî istek ve menfaatlerle şekillenmeyen bu ahlâkî duyguların hiçbiri insanda varolmazdı. Ancak kimi Batılı düşünürler insanda melekutî ruhun varlığını kabul etmek istememekle birlikte (elbette hepsi böyle değildir. onların arasında da "ruhçu" çoktur.) İnsanda onun maddî yapısıyla şekillenmeyen, insanın maddî yapısının tersi istekler ve arzular olduğunu görmektedirler.
Şu çok açık ve nettir: Her zaman insan ruhu, insanlığın mânevîyatı için bir kapı olmuştur. Aslında buradan "ben mânevî bir hakikatim, ben ebedi olmaya layığım, sözü "ben"in ölümsüz bir gerçek olduğumu ve ölümle "ben" in işinin son bulmadığını vurgulamaktadır şeklinde anlamak gerekmektedir. Diğer taraftan insanda iki çeşit eğilimin varolduğunu, tabiî ve maddî eğilimler ile mânevî eğilimlerin yani maddî hesaplarla şekillenmeyen hesapların varolduğunu, inkar etmek mümkün gözükmemektedir. William James büyük bir filozoftur. Özellikle de "Din ve Ruh" adlı kitabı sonsuz derecede güzeldir. Bu kitabında şöyle söylemektedir. "İnsanda maddî hesaplarla şekillenmeyen bir takım istekler vardır. Maddî istekler bizi madde dünyasına bağlar, öyle olmalıdır. Bunlar, biz ve madde dünyası arasındaki kanallardır. Örneğin eğer bizde açlık güdüsü varsa, bu biz ve tabiat arasında bir irtibat kanalıdır. Çünkü eğer bu güdü olmasaydı biz yemeğin peşinden gitmezdik. Daha sonra şöyle devam etmektedir :Biz de, bizi doğaya bağlayan içgüdüler mevcuttur. İşte bu, içgüdüler maddî doğamızda şekillenmez ve bizi başka bir aleme bağlarlar. Biz,vücudumuzdan tabiat aleminden başka bir aleme giden yol ve delillere sahibiz insan kendi tabii güdüleriyle, tabiatıyla uyuşan birtakım ihtiyaçları reva görmekte ve madde ötesi güdülerle, -William James'in ifadesiyle- insanın maddî doğasının ötesinde olan ve onun maddî olmayan gerçekleriyle uyuşan birtakım başka ihtiyaçları kaldırmaktadır, başka bir ifadesiyle, bu güdüler, insanda varolan birtakım mânevî ihtiyaçları bertaraf etmek için insanı maddî doğasının ötesine bağlamaktadır. Bu söz, dengeli bir sözdür, fakat bunu kabul etmeyenler şöyle demektedirler: İnsan iki şeye, ya faydaya ya da değere taliptir. Maddî güdülere fayda, mânevî güdülere ise, değer denilir. Bunlar ismin değişmesiyle gerçeğin değişebileceğini düşünmektedirler. "İnsan bazen faydanın peşinden gider, bezen de değerin peşinden gider." demektedirler. "Değer nedir?" diye sorduğumuzda şunu söylemektedirler: Değer, insanın durumuna bir faydası olmayan, insanın derDini gidermeyen, insanın hiçbir ihtiyacını ortadan kaldırmayan, mantıkla da şekillenmeyen, mantığın zıddı, özetle mantık dışı olan fakat içinde güzeli de taşıyan, örneğin cömertlik gibi özellikleri taşıyan bir şeydir. Demek ki insanın cömertlik yapması mantıkî değildir. Mantıkî olan insanın kendi menfaati peşinden gitmesidir. İnsan aklı da aynısını söylemektedir; menfaatin peşinden gitmek gerekir demektedir. Fakat bir taraftan da insanda şu tür güdülerin de olduğunu inkar edemez. Fedakarlık güdüsü, başkasını tercih güdüsü, adalet güdüsü, özgürlük güdüsü, insaf güdüsü, yumuşak huyluluk güdüsü, tahammül etme güdüsü... zira bunların çoğu aslında insanın maddî menfaatiyle şekillenmez .
O halde "değer" nedir? Değer, kıymet demektir. Kıymet kendi başına bir şey değildir. İnsan herhangi bir şey için değer ve kıymeti söz konusu eder. O şey nedir? Bir şey, insan gerçeğiyle irtibatlı olmadıkça insan onun için değer biçemez.
2-YAHUDİ AHLÂKI
Bilindiği gibi Yahudilik, ilahi bir dindir. Hz. Musa’nın yaydığı bu din, Yahudi milletine izafeten “Yahudilik” diye de adlandırılmıştır.
Yahudilerle ilgili bilgileri, onların nasıl bir millet olduğunu, en açık şekilde Kitab-ı Mukaddes be Kuran-ı Kerim’de görmek mümkündür. Ancak Yahudi ahlâkını, bizzat o milletin Dini ve bu Dinin dayanağı olan “Ahd-i Atik (Tevrat)” den ve onun yorumu olan eserlerden vermek daha doğru olacaktır. Burada öncelikle kısaca İsrail Devleti’nin kurulmasını ve ahlâkî durumunu belirtmekte de fayda vardır. Daha sonra ise, “On Emir” doğrultusunda diğer ahlâkî değerleri gözden geçirmeye çalışacağız.
İsrail Devleti Davut’la kurulup, Davut’la bozulmaya başlamıştı. Salomon zamanında devletin zenginliğine rağmen huzursuzluk artmış, Salomon’un ölümüyle devlet parçalanmış ve İsrail Oğulları birbirine düşmüşlerdi. İsrail Devleti, “İsrailiyye” ve “Yahudiyye” diye ikiye bölünmüş, bu bölünmeden sonra, Yahudiler ahlâksızlıkta çok ileri gitmiş, oğlancılık (livata) almış yürümüş, Yahova’nın evi (Süleyman Mabedi) oğlan kerhanesi haline gelmişti.1
İsrail Oğullarının bütün bu ahlâksızlıklarına rağmen, Rab “Yahova” kavmini bırakmamıştır. Sonuç olarak, Tanrı Yahova İsrail Oğullarına vermiş olduğu vaadini gerçekleştirecek ve dünya saltanatını onlara sağlayacaktır.2 Yine Yahova, diğer milletlerden İsrail’in intikamını alacak, İsrail’i soyanlar soyulacak, sıkıştıranlar sıkıştırılacak ve yok edileceklerdir.3 Öyle bir gün gelecek ki Yahudilerin oğulları ve kızları peygamberlik edecekler.4 İnsanları idare ve onlara hükmedecekler. Din ve milliyet ayrılıkları ortadan kalkacak, bütün insanlar yalnız “insanlık” adı altında birleşecekler. Bu birliği de Yahudilerin erkekleri ve kadınları idare edecekler ve her biri bir peygamber gibi olacaklar. Yahudi Dininin, bütün insanları Yahudileştirerek “insanlık” adı altında birleştirme ideali, zaman zaman, bazı filozoflarca da benimsenmiş ve bir “Dünya Milletleri Birliği (Birleşmiş Milletler)” fikri teklif edilmiştir.
İsrail Oğullarının Tanrısı Yahova, yine bütün insanlardan memleketini bölüşmeleri, milleti için kura atmaları, fahişenin ücreti olarak bir erkek çocuk vermeleri, içki içmeleri için şarap bedeli olarak bir kız satmalarının hesabını soracağını ve bunların intikamını alacağını vaad etmektedir.5 Kutsal Kitaba göre, milletler dinlerini, dillerini, milliyetlerini, düşüncelerini bırakacaklar; silahlarını ziraat aleti yapacaklar, harbi unutacaklar, Yahudilere işçi ve köle olacaklardır. Yahudiler de, bu kalabalığa başkanlık ve peygamberlik edecekler, devlet ve saltanat sahibi olarak yaşayacaklar ve dünya da, ilk günahtan önceki cennet haline gelecek.... Milletler kılıçlarını saban demiri yaparken, Yahudiler de saban demirini kılıç yapacaklardır.6 Tabii ki sonuçde, kendilerine itaat etmeyen ve Yahova kanunlarına karşı gelenleri yok edecekler veya zorla itaata zorlayacaklardır.
Yukarıda belirtildiği gibi, Tanrı Yahova’nın âdeta her şeyin hesabını sorma tavrı, Onu intikamcı ve kindar bir Tanrı haline getirmektedir.
İsrail Oğulları Kenan ülkesine ilk geldikleri zaman, önceleri buradakilerin yapmış olduğu ahlâksızlıklardan utanç duymaktaydılar. Çünkü burada, ana-babaya itaat edilmiyor, çocuklar kurban ediliyor; her yanda hayasızlık ve cinsel sapıklık hüküm sürüyordu. İsraillilerde bir çok yönden onlara benziyor ve hayli de onlarla ortak yönleri vardı. Kur’ân’da onların zulümlerinden7,hilekârlıklarından8,günahkârlıklarından,tahripkarlığından,9dönekliğinden 10,azgınlık ve ihtiraslarından11, kin ve fesatlarından12, günaha girme, düşmanlık etme ve haram yemekte birbirleriyle yarıştıklarından13 vb. den bahsedilmektedir. Yine Kur’ân: “Yahudiler nerede bulunursa (bulunsunlar) boyunlarına zillet ve horluk takılmıştır...”14 ve “...oldukları yerde başıboş, şaşkın şaşkın dolaşacaklardır.”15: ama, tiynetleri gereği “...biz onların arasına Kıyamete kadar sürecek kin ve düşmanlık bıraktık... Daima yeryüzünde fesat için koşarlar...”16 diyerek onların yaptıklarını olumsuz bir boyutta ortaya koymaktadır.
Kutsal Kitaplar birer tarihi vesika olarak değerlendirildiğinde belli toplumsal gurupların hayata baktıkları açıyı ortaya koyacak kimi ipuçlarını da barındırdıkları görülmektedir.
Yukarıdaki değerlendirmeleri bu çerçevede algılamak meseleleri anlamada önemli getiriler sağlayacaktır.
3-HIRİSTİYAN AHLÂKI
İlâhî bir din olan Hıristiyanlıktaki ahlâk, tabiat üstü (surnaturel) bir özellik taşımaktadır. Bu ahlâkın ilkeleri tamamen mistik bir “SIR” a dayanmaktadır. İnsan, ahlâkî davranışı akılla izah ettiği, yahutta iyi bulduğu için değil,, imanla kabul ettiği, inancı tarafından zorlandığı için yapmaktadır.
Diğer iki ilahi dinde olduğu gibi, Hıristiyanlıkta da Tanrı ahlâkın ilkesidir. Tanrı olan Baba ancak insanın kalbinde sükun bulmaktadır. Öyleyse insan, Tanrının nazargâhı ve ikametgahı olan kalbi daima temiz tutmalı, Tanrı gibi temiz ve mükemmel olmaya çalışmalıdır. Böyle bir temizliği gerçekleştirebilmek için ise İncil’de şu tavsiyede bulunuluyor: “Tanrı’yı bütün kalbinle, bütün kuvvetinle, bütün düşüncenle seveceksin.” “En büyük ve birinci emir budur.”17
Hz.İsa ümmetine, bütün insanlara, sonsuz bir şefkat, merhamet ve sevgi göstermelerini telkin etmektedir. Canlarına kasteden düşmanlarına bile, kin ve nefret göstermemelerini, kötülüklere iyilikle karşılık vermelerini tavsiye etmektedir. Görüldüğü gibi Hz. İsa’nın kendisini takip edenlere aşılamak istediği ahlâkın temelini iman, ümid ve sevgi meydana getirmektedir. bunlardan en büyüğü de sevgi’dir.18
a-Hıristiyanlıkta Sevgi, Şefkat ve Merhamet:
Hıristiyanlık, sevgi ve merhametin her çeşidini benimsemiş ve makul saymıştır.
Hıristiyanlık, Allah sevgisinin yanına bir de komşu sevgisini ilave etmiştir. İncil’e göre, “bütün şeriat ve peygamberler bu iki emre bağlıdır.”19 “Bundan daha büyük başka buyruklar yoktur.”20 Hıristiyanların nebisi İsa bütün insanlara şöyle bir tavsiyede bulunmaktadır: “Size birbirinizi sevin diye, yeni bir emir veriyorum; sizi sevdiğim gibi, siz de birbirinizi seviniz. Eğer birbirinize sevginiz olursa, benim şakirtlerim olduğunuzu bütün insanlar bununla bilecektir.”21 İncil’de: “Siz hep kardeşsiniz,”22 “Babanız da birdir, Semâvî Babadır.”23 denilmektedir.
Hıristiyanlığın ahlâk ilkesi sayılan Rab Hz. İsa, aynı zamanda sevgi ve merhamet ilkesidir de. Bu, merhamet ilkesi Rab, hiçbir zaman intikam alınmamasını, iyi ve kötü herkese iyilik yapılmasını, merhametli olunmasını ve cömert davranılmasını emretmektedir.24 Hatta “Bir yanağına vurana öbürünü de uzat, senin obanı olandan gömleğini de esirgeme”25 diyerek mutlak bir teslimiyet istemektedir. Sadece bununla da yetinilmiyor: “düşmanın sevilmesi, nefret edenlere iyilik edilmesi, lânet edenlere hayır dua edilmesi ve hakaret edenler için de dua edilmesi istenmektedir.”26 Çünkü insanın kendisinin bağışlanması, bağışlamasına bağlanmıştır. “İnsanların size ne yapmasını istiyorsanız, sizde onlara öyle yapın.”27 Eğer “İnsanların suçunu bağışlamazsanız, Semavi Babanız da sizi bağışlamaz.”28
Görüldüğü gibi sevgi, Hıristiyan ahlâkında en büyük kanundur. Aslına bakılırsa, gerçektende sevgi çok büyük bir değerdir. Ama insanın düşmanını sevmesi, kendisine lanet yağdırana dua etmesi ve hakaret edene iyilik etmesi insanın yapısına zor gelmektedir. Gerçi böylesine kötü ve ters davranış içinde bulunanlara iyi davranmak çok büyük bir ahlâkî olgunluktur; ancak insanın şahsiyetini koruması, ruh sağlığını muhafaza etmesi de ahlâkî bir vazifedir. Hele, bir yanağına vurana öbürünü uzatmak F. Nietzsche’nin dediği gibi, olsa, olsa bir köle ahlâkının ilkesi olabilir. Hıristiyan ahlâkının böyle bir tutum içine girmesinin altında, uzun süre takibata uğraması, devamlı gizlenmek zorunda kalması, ilk dönemlerinde, daha ziyade köleler ve zayıflar arasında yayılmaya başlaması gibi sebepler zikredilebilir. Böyle bir durum, Yahudilik ve İslam’ın da ilk yayılma dönemlerinde söz konusu olmuştur. Yalnız bu iki din mensuplarının böylesine bir teslimiyet içine girmeleri söz konusu olmamıştır. Hele Yahudilik ve Yahudiler kendileri dışında herkesi köle kabul etme tavırlarını değiştirmeden sürdürmektedirler.
Bunları ortaya koyduktan sonra ahlâkî tavrın temellendirilmesi noktasındaki görüşleri şu şekilde özetleyebiliriz.
C-AHLÂK TEORİLERİNİN AHLÂKÎ TAVRI TEMELLENDİRMELERİ
1-Kosmik Temellendirme:
Bu temellendirmeye göre iyi bir yaşam kosmik düzenle uyum içinde bir yaşamdır(özlem.s.342) Bu anlayış doğadan yola çıkmakta ve insanı da doğaya benzetmektedir. Özellikle Uzakdoğu ruhbanlığı bu temellendirmeyi esas almaktadır. Bu yaklaşıma göre insan mikrokosmostur. O büyük evrenin hem unsurlarını hem de şekillerini barındırmaktadır.
2-Dînî Temellendirme:
Bu temellendirmede ahlâkî tavır; "Tanrının istenci ile uyum içinde olmak" olarak anlaşılmaktadır. Bu yaklaşım da Tanrıdan yola çıkmaktadır.
3-Antropolojik Temellendirme:
Antropolojik temellendirmede, doğal ve doğal olmayan olarak iki ayrı yaklaşım bulunmaktadır. Doğal olan yaklaşıma göre insanın zaten doğal olarak uğrunda çaba harcamaya değer bir iyiye ulaşmaya gayret ettiği kabul edilir.
Antropolojik temellendirmenin içinde yer alan doğal olmayan yaklaşıma göre insanlara ne doğadan ne de Tanrıdan gelmiş bir yasa tipi üzerinde durulur. Buna moral yasa denir. Buna göre doğa yasaları heteronomdur. Ancak iyiyi ve kötüyü insanın kendi kendisine koyacağı bir moral yasa belirler. Bu bağımsız bir "etik" anlayışıdır. Doğa yasalarının aksine moral yasa otonom bir yasadır. Bu yasa akıl varlığı insana ait bir yasadır.
Yukarıda belirtildiği gibi doğal temellendirmede etik çaba "en yüksek iyi"ye yönelir. Doğal olmayan temellendirmede etik çaba bir ödevi yerine getirmeye yönelir.
En yüksek iyi'den kalkılıp insânî eylemin son hedefinin mutluluk olduğu söylenirse karşımıza eudaimonizm çıkar. Grek ahlâkını yansıtan eudaimonia "iyi bir tanrının salık verdiği"; yönlendirdiği şeydir. Ayrıca bu içkin bir uyum ile yetkinliğe ulaşma çabası olarak görülebilir. Mutluluk duygusal ya da ruhsal haz olarak konuldu mu karşımıza çıkan şey hedonizm'dir (hedone=haz). Hedonizme göre haz insânî olan her şeyin motifi ve amacıdır. İşte bu yüzden ahlâksal eylemin de motifi ve amacıdır. Bu noktada Bentham: "Doğa insanlığı acı ve haz adlı iki despot efendinin boyunduruğu altına sokmuştur. Bu efendiler yaptığımız,söylediğimiz düşündüğümüz her şeye egemendirler. Onların boyunduruğundan kurtulmak için yapılan her deneme sadece bu boyunduruğu bize göstermeye ve onu doğrulamaya hizmet eder. Bu despotların karşısında yapılacak tek şey ne yapmamız gerektiğini saptamaktır." demektedir. Buradan hareket eden Bentham "mümkün tüm koşullar altında mümkün olduğu kadar çok mutlu olma"nın, ister bireysel, ister toplumsal açıdan olsun, ister devlet adamı isterse yasa koyucu açısından olsun insan eylemlerinin amacı olması gerektiği sonucuna varır. Böylece o bireysel ve toplumsal bir hedonizm temellendirmekle kalmaz; Anglosakson kültür çevresinde egemen olmuş olan utilitarizmi de kurmuş olur. Bu yararcı çıkış noktasının dayandığı ilke tüm mümkün eylemler arasında doğru olan eylemlerin bizzat ya da bir olasılık olarak en yüksek ölçüde mutluluğa(dışsal ya da içsel) götüren eylemler olduğna dayanır. Bentham bu mutluluk ya da haz durumunun niceliksel olarak hesaplanabileceğine ve buna uygun olarak fantastik bir mutluluk çizelgesin çıkarılabileceğine inanıyordu. J.S. Mill değer yargılarının niteliksel özelliğine dikkat çekmişti.
Bu noktada utilitarist etik bir başarı etik'i olurken Kant'ın etiği bir düşünce etik'i olur. Bentham için milyonlarını bir hastahaneye bağışlayan bir insanın eylemi doğurduğu toplumsal sonuç bakımından "iyi"dir. Kant için ise bu eylem ancak vergi indiriminden yararlanmak için değil de bir ödev sevgisi içinde yapılmışsa iyi olarak adlandırılabilir. Kant böylece bütün haz, mutluluk ve yarar motiflerini heteronom şeyler olarak etik dışına atmış olur. Bu konuyu ileride açmaya çalışacağız.
D-ETİK'İN TEMEL PROBLEMLERİ
Antikçağdan beri ortaya atılmış etik kuramlarının tümüne birden bakıldığında etik'in üç temel problem çevresinde dolandığı görülür.
1-En Yüksek İyi problemi 2-Doğru Eylem problemi 3İstenç Özgürlüğü problemi. Şimdi bunları inceleyelim.
1-En Yüksek İyi:
İnsan yaşamının anlam ve değeri, herhangi bir yüksek amaca ulaşma çabasında ortaya çıkar. Ahlâkî açıdan bakıldığında bu yüksek amaç "en yüksek iyi"dir. En yüksek iyi hedefi ve herkesi bağlayan bir en yüksek iyi, etik alanında bütün tarih boyunca aranmıştır. Bu en yüksek iyi kimi kere kendini tanrıya adama, kimi kere doğa ile uyum içinde olma, kimilerine göre kendi kendine yeterli olma, kimilerine göre acıdan kaçıp hazza koşma olarak anlaşılmıştır. Bu anlayışlar yüzeyde birbirleriyle bağdaşmaz gibi görünseler de buluştukları ortak nokta, en yüksek iyi 'ye inanılmasıdır. Bu anlayışın temelinde de insanın en yüksek ve en değerli şeye doğru çaba göstermesi gerektiği dürtüsü vardır.
2- Doğru Eylem:
Etik'in temel problemlerinden doğru eylem konusunda çok çeşitli yorumlar vardır. Bu yorumlardan bazıları ahlâksal buyruk ve taleplerin niteliği sorununu, bazıları, ahlâksal bakımdan doğru eylemin niteliği(mahiyeti) sorununu, bazıları da ahlâksal değer yargılarının niteliği sorununu öne çıkarmaktadır. Ağırlık hangi sorunda olursa olsun bu üç sonun birbirleriyle sıkı sıkıya bağlıdır. Şimdi bunları ele alalım
a-Ahlâksal buyruk ve taleplerin niteliği sorunu:
Bu konuda değişik yaklaşımlar bulunmaktadır. Şimdi bunları inceleyelim.
1-Ahlâksal buyruk ve taleplerin yaşanmasında ahlâksal değerlerin sezgisel bilgisi rol oynamaktadır. Bu değerler yaşadığımız dünyanın bir parçasıdır. İnsanlar bu değerlerin bilgisine sahip olsalar da olmasalar da bu değerler belirleyiciliklerini devam edeceklerdir.
2- Dünyanın böyle değerlerle bezenmiş olduğuna asla inanılmamalıdır. Ahlâksal değerler tamamen insanın kendisinin ürünüdür; kendisinden çıkmaktadır. vs.
b-Ahlâksal bakımdan doğru eylemin niteliği sorunu.
Bu konuda da çok değişik yaklaşımlar bulunmaktır. Kimileri ahlâksal eylemlerin doğruluğunun özel sebeplere bağlı olduğunu, kimileri insanın psikolojik yönden rahatlatan eylemler olmasına bağlı olduğunu, kimileri de eylemin belli ahlâksal ilkeye bağlılığıyla ilgili olduğunu söyler. Bunları ileride incelemeye çalışacağız.
c-Ahlâksal değer yargılarının niteliği sorunu.
Bunlara karşı temel problem ahlâksal değer yargılarının niteliğini araştırmak olarak ele alınabilir. Bazı kuramlar böyle yargılar içinde ahlâksal değer niteliklerinin bilgisinin dile getirildiğini savunurlar. Bu nitelikler kendi başına şeyler olarak görülür. Bazıları ise ahlâksal değer yargılarına sadece bir amaç gözeterek yapılan eylemlerin yararlılığını dile getiren ifadeler olarak bakarlar. Daha başkaları ise değer yargılarının bireyin psişik yapısından kaynaklanan şeyler olduklarını söylerler. Ahlâksal değerler bağlamında vicdan problemi de etik problematiğin çok tartışılan bir konusunu oluşturur. Yukarıdaki temel yorumlara uygun olarak vicdan ya apriori değer bilinci ya bize ödevler koyan aklımızın son başvuracağı yer , ya eğitimin ya da toplumsal gelişmenin bir ürünü olarak görünür. Teolojik etikte ise vicdan Tanrının içimizdeki sesidir.
3-İstenç Özgürlüğü:
Etik kuramların açıklamaya veya doğrulamaya çalıştıkları ahlâksal yaşama ait tüm fenomenleri,örneğin ahlâksal ilişki fenomenlerini, doğruluğu veya yanlışlığı,vicdanı, değer verme veya değer verilmeme duygusunu,tüm önyargıları, eğilimleri,tüm pişmanlık ve suçluluk duygularını bir an için anlamdan yoksun şeyler olarak görmek mümkündür. Tüm bu fenomenlerin temelinde bir inancın yattığını, bu nedenle ahlâksal eylemlerin aslında eylemde bulunan kişinin özgür kararına bağlı olduğunu söyleyebiliriz. Buna inanılırsa eylemde bulunan kişinin isterse başka
biçimde eyleyeceği sonucuna varılabilir. İşte istenç özgürlüğü adı altında ifade edilen şey bu inançtır.
E- AHLÂK'IN KAYNAĞI KONUSUNDAKİ GÖRÜŞLER VE DEĞERLENDİRİLMESİ
Ahlâk meselesi felsefî konuların en karmaşık olanıdır. Ahlâkî olan nedir? Ahlâkın meseleleri nelerdir?
Şimdi öncelikle tabiî fiil(eylem) ile ahlâkî fiîl arasındaki farkı ortaya koymaya çalışacak; sonra da ahlâkın kaynağı ile ilgili görüşleri irdelemeyi deneyeceğiz.
Dostları ilə paylaş: |