Aramıza hoş geldin Atatürk
Baskın Oran
Niye şimdiye kadar kimsenin Atatürk filmi yapmadığı anlaşıldı. Uçuşan İnternet iletilerinden biri “Can Dündar bir Ermeni olarak…” diye başlıyor, bir diğeri “Lütfen özellikle çocuklarınızı bu filme götürmeyin. Sizde gitmeyin” (-de eki bitişik, tabii) diye uyarıyor, bir tanesi de artık olayın adını koyuyor: “Benim de bir Mustafa Kemal Atatürk'üm var ve bunu değil Can Dündar, Allahı gelse benden kimse alamaz”.
Bu “Lütfen Çocuklarınızı Götürmeyin” filmini ben göreli hem çok oldu, hem de her yıl görürüm. Her yıl dediğim, Mülkiye ikinci sınıfta Atatürk’ün nitelikleri bahsini dinlerken yatılı okuldan dönünce evde bir üvey baba bulduğunu duyan öğrenciler inanamazlar. Birbirlerine bakarlar.
Göreli çok oldu dediğim ise biraz daha sivri. Tarih 1996. Geçen yıl kaybettiğim ablamın mezunlar derneği başkanı olduğu İzmir Amerikan Koleji’nde konferansa çağırmışlar, konuşma sırasında sanki bugünü bilmiş gibi Atatürk’ün totemleştirilmesinin her şeyden önce bu büyük adama zararlı olduğunu söylüyorum: “Atatürk’ü bize öyle bir öğrettiler ki sesi güldür güldürdür, boyu dev gibidir. Böyle bir imaj oluşturdular kafamızda. Şimdi, bir çocuk Onuncu Yıl Nutku’ndaki sesi duyunca hayal kırıklığına uğrarsa çok mu iyi olur? Boyunun en fazla orta olduğunu, bu yüzden bütün resimlerde gruptan bir adım önde durduğunu öğrenirse kafasındaki Atatürk imajı ve ona bağlı olarak Atatürkçülük zarar görmez mi? İnsan’ı ortadan kaldırmanın mantığı var mıdır?”
O gün ardı ardına iki olay patlak verdi. Bir öğrenci babası ben konuşurken kalktı ve “Beyfendi, siz de pek uzun sayılmazsınız hani!” diye bağırdıktan sonra dolu salonu güm güm güm terk etti.
Bu komikti; zaten gülüşmelere yol açtı. Şu ise trajikti ve biraz ürpertti: Bir kız öğrenci fırladı ön tarafa, oturan velilere ve öğretmenlere hitaben “Bize Atatürk’ü nasıl anlattınız yıllardır! Bunu nasıl yaparsınız! Bizi nasıl aldatırsınız!” diye hıçkırarak bağırmaya başladı.
Zaten o günden sonradır ki bir daha liselerde konferans kabul etmedim.
İnsanî zaaflar, politikacı lider
Filmi görmüşsünüzdür. Veya daha iyisi, en şiddetle eleştirenler gibi hakkında yazılanları okuyarak kanaat oluşturmuşsunuzdur. Ulu Önder gençliğinde büyük şehirle ilk tanışışında eğlenceye dalıyor, derslerini aksatıyor. Mum bitince hizmet neferine “Ben karanlıkta yatamam çocuk, bir çare bul” diyor. Meclis 1920’de ilk açılırken Cuma gününe rastlatıp Sakal-ı Şerif çıkartıyor, Vilayet’te hatim indirtiyor. Duruma hakim olunca tersini yapıyor: “İslamiyet Türk milletinin milli bağlarını gevşetti; milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu” diyor. Bazen Sovyetleri, bazen Kürtleri pohpohluyor: “Müslüman kardeşlerim, Komünist yoldaşlar! Yakın bir gelecekte bütün İslamiyet komünizm ile birlik olarak onların intikamını alacaktır!”.
Sık ağlıyor. “Bir kadını idare edemedim” diye yakınıyor. İlk cumhurbaşkanı seçildiğinde çok kısa teşekkür edişinin sebebini yıllar sonra açıklıyor: “Çünkü dişlerimi yeni çektirmiştim. Yeni dişler konuşurken ıslık gibi bir ses çıkarıyor ya da ağzımdan düşüyorlardı”.
Muhalefeti sıfırlıyor. Her yere heykellerini diktiriyor. Her sözü kanun.
Heykeller çoğaldığı oranda yalnızlaşıyor. “Beni Unutmayınız / Beni Hatırlayınız” diyor. Akşamüstüleri uyanıyor, tek başına bilardo oynayarak sofra zamanını bekliyor: Günde 1 büyük rakı, 3 paket sigara, 15 kahve içiyor. Özellikle, “Beni Çankaya’nın kayalıklarına, Dolmabahçe’nin karanlık odalarına hapsettiniz” diye yalnızlıktan şikayet ediyor.
Bunları birleştirin, iki şey çıkıyor: Kaçınılmaz pragmatizmiyle Bir Politikacı ve doğal zaaflarıyla Bir İnsan.
Neden bu kadar paniklediler?
Bu filmi emperyalizmin Türkiye’deki oyunlarına yormaları saat meselesiydi. ADD Isparta şube başkanı “CIA ajanı Fuller patentli, Soros destekli” olduğunu bize açıklayarak bu boyutu da tamamladı (Taraf, 04.11.08). Böylesine hırçınlaşmanın sebepleri derinlerde olmalı:
1) Tam, Sakallı Celal’in “Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün olur” dediği durum. Sembolik olarak söyleyeyim; Atatürk’ün karanlıktan korktuğunu duyanlarda sarsıntı büyük oldu.
Oldu da, bunlar ne kadar yeniydi? Hiç değil. Çünkü hem Atatürk’ün mesela sıkı içici olduğunu bilmeyen yoktu, hem yalnızlığını F.R.Atay ve Ş.S.Aydemir gibi en yetkili Kemalist kalemler döne döne yazmışlardı, hem de şimdi “Nerdeee o film, nerde bu!” diyenlerin özlemle andıkları Sarı Zeybek de tam bir insan öyküsüydü: Hastalığının son 300 gününü anlatıyordu.
2) Anlatıyordu ama, ilâh’ın siyasal boyutlarına dokunmuyordu. “Mustafa” dokunuyor. Hem de, şu anda zaten dizginlerinden boşanmış vaziyetteki Sevr Paranoyası’nın temel iki unsuru olan Kürt ve İslam konularına. Filmin “M.Kemal Kürtlere özerklik vaat etti” demesine kimseler inanmadı. Şuraya yazıyorum, “Sözde Özerklik Vaadi” icadının eli kulağındadır. Ama filmdeki “haber” doğru. Okuyalım:
“Binaenaleyh, başlı başına bir Kürtlük tasavvur etmekten ise, bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu mucibince (md. 11’den bahsediyor) zaten bir nevi mahalli muhtariyetler (yerel özerklikler) teşekkül edecektir. O halde hangi livanın (ilin) ahalisi Kürt ise onlar kendi kendilerini muhtar olarak idare edeceklerdir”.
Dahası, hesaba katılmazlarsa Kürtlerin sorun çıkarabileceği uyarısı var: “Bundan başka, Türkiye’nin halkı mevzuubahs (söz konusu) olurken, onları da beraber ifade lazımdır. İfade olunmadıkları zaman, bundan kendilerine ait mesele ihdas etmeleri daima variddir”.
Ocak 1923 İzmit basın toplantısının orijinali. Hep sansürlenmişti, 2000’e Doğru 1987’deki 35. sayısında ilk defa açıkladı. Ama yine Sakallı Celal hikayesi. İnsanların ne bundan haberleri var, ne de haberleri olsun istiyorlar. “Tahsil”leri öylesine kavi ki, M. Kemal’in Kürtlere özerklik vermeye hiç niyetli olmadığının, bütün amacının Kürtlerin o sırada sorun çıkarmamalarını sağlamak olduğunun farkında bile değiller. Duyacak inanacak halleri yok. Onlar ancak Che Guevara’nın Bolivya’da vurulduğu zaman çantasından Nutuk çıktığına inanırlar (bunu ayrıca yazı konusu yapacağım).
Yahu, ne uğraşıyorum, adam sözü bitirmiş: “… bunu değil Can Dündar, Allahı gelse benden kimse alamaz”. Rabbim imansız bırakmasın.
Esas olay nerede?
3) Esas nedeni galiba bizzat Atatürk’ün filmde dinlediğimiz 1 Kasım 1937 son Meclis nutkunda aramak lazım:
“[Prensiplerimizi], gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz.”
Siyaset bilimi terminolojisiyle söylersek, iktidarı gökyüzünden yeryüzüne indirmekten bahsediyor. Machiavelli (1469), Bodin (1529) ve Hobbes (1588) gibilerinden öğrendiğimiz Tanrı’dan Prens’e geçiş bu! Atatürk’ün en büyük yapıtı! İktidarı yeryüzüne indiriyor, çünkü gökte durduğu sürece din adamları Allah’ın dudaklarından konuşmaya devam edecekler, “Allah böyle buyurdu” diye kesip atacaklar. Nasıl itiraz edeceksin?
Geldik. Tam burası. Ortadoğu’da burjuvazi olmadığı için sekülerleşme zaten çok zor, Ata’nın sağlığında dikilen onca heykelin de büyük yardımıyla 1960, 1971, 1980 askerî darbeleri Atatürk’ü Kitab-ı Mukaddes’iyle (Nutuk) ve Kutsal Kudüs’üyle (Anıtkabir) komple bir Hz. İsa yapıp çıktı. Hz. Muhammet veya Hz. Musa değil İsa; çünkü o diğer ikisinden farklı olarak aynen Eski Mısır firavunları gibi yarı-tanrısaldı.
Şimdi “Mustafa”, Kemalistlerin zaman içinde tanrılaştırdıkları Atatürk’ü gök’ten yer’e indiriyor. Galiba esas kavga, “Atatürk böyle buyurdu”nun artık zorlaşacak olmasından.
Can Dündar akıllı Kemalizm yaptığı için öteki Kemalistler tarafından çarmıha geriliyor. Hepsi bu.
Önemli not: Anadolu’ya “gelmiş” olan Erdoğan, Anadolu’da “doğmuş” olanlara “Ya Sev Ya Terk Et” çağrısı yaptı. Göstericilere pompalı tüfek sıkan herife “Sabret” dedi (Taraf, 04.10.08). Bunlar bir başbakanın ağzından resmen “kin-nefret yaymak” ve “suç işlemeye teşvik”tir. TCK 216/1-2’ye ve 214/2’ye göre açıkça suçtur. Savcılara suç duyurusunda bulunuyorum.
Dostları ilə paylaş: |