İSİ Nuri Ozcan
V. EDEBİYAT
(bk. TÜRK [EDEBİYAT])
I
AZERBAYCAN ATABEGLERÎ (bk. İLDENİZÜLER).
AZERBAYCAN YURT BİLGİSİ
İstanbul'da yayımlanan aylık tarih, edebiyat ve
sanat dergisi.
L J
Ahmet Caferoğiu idaresinde çıkarılan derginin on iki sayılık 1. cildi 1932 yılında, II. cildi 1933'te, III. cildi ise 1934'te yayımlanmış, bir arada hazırlanan 35-36. sayısı ile yayımı sona ermiştir. Uzun bir aradan sonra dergi 37. sayısı ile 1954 yılı Şubatında Azerbaycan Kültürünü Tanıtma Derneği'nin yayın organı olarak devam ettirilmek istenmişse de, bu teşebbüs başarılı olamadığından bundan başka bir sayı çıkmamıştır.
Derginin ilk sayısında yer alan takdim yazısında yayın programı şu şekilde açıklanmıştır: "Azerbaycan Yurt Bilgisi'nin maksat ve gayesi yalnız Azerbaycan'ı her hususta yakından bilen ve tanıyanlarla bir tetkik kadrosu hazırlayarak hars tet-kikatı ile uğraşmaktan ibaret olmayıp, aynı zamanda onu bu ülke ile alâkadar ırktaş ve muhiplerine tanıtmaktır. Mamafih mecmuamız bununla da iktifa etmeyecek ve müşterek Türk harsının hâlâ aydınlaşmamış olan noktalarını tenvire çalışacaktır."
Derginin yazar kadrosu arasında şu isimlerin inceleme ve araştırma mahiyetindeki makaleleri yer almaktadır: Ab-dullahoğlu Hasan, Abdülbaki (Gölpınar-lı), Abdullah Battal (Taymas), Abdülkadir
Süleyman (İnan), A. Zeki Velidi (Togan), Sadık Babazâde, Ahmet Caferoğiu, Fuad Köprülü, Mahmut Ragıp Kösemihalzâ-de, Sadık San'an, Sadettin Nüzhet (Er-gun), Selim Refik, M. Şakir (Ülkütaşır), M. Şerefettin (Yaltkaya), Akdes Nimet (Ku-rat), Besim Atalay, Halil Hasmehmetli, Cafer Seyit Ahmet (Kırımlı), Mehmet Ha-lit (Bayrı), M. Fahreddin Mirzazâde, Mehmet Ali Resulzâde, Mir Aziz Seitli, Şefi Rustambeyli, Süreyya Taliphanbeyli, Adnan Cahit (Ötüken). Bedriye Sabit, A. N. Hakimbay, Fevziye Abdullah (Tansel), M. Mehmetzâde, Mükrimin Halil (Yınanç), Habip Sahir, A. Zeynel (Akkoç), Ziyaeddin Fahri (Fındıkoğlu). Derginin III. cildinde ise Mebrure Rahmi tarafından Türkçe'ye çevrilen G. Raquette ve D. Rieu'nün yazılan ile Prof. G. Jaescke'nin bir yazısı basılmıştır.
Azerbaycan Yurt Bilgisi'n'm birçok sayısının sayfalarında çeşitli haberlerle birlikte kitap tanıtma ve tahlil yazılan da yer almaktadır. 1954'te basılan son ve tek sayıda ise Mirza Bala, J. Eckmann, Muharrem Ergin, Şerafeddin Erel, Aziz Özer, Hakkı Türkekul tarafından hazırlanmış makalelere rastlanır.
Daha çok tarih, tarihî coğrafya, filoloji, edebiyat ve halk edebiyatı dallarında değerli araştırmaların yayımlandığı dergide Azerbaycan dışına da çıkılarak Anadolu tarih ve edebiyatı yanında mûsiki, folklor, sanat tarihi gibi konularla ilgili makalelere de yer verilmiştir. Azerbay-
can Yurt Bilgisi, politikaya uzak kalmış ve bir ilim dergisi olma hüviyetini sonuna kadar korumuştur, .—.
W Semavi Eyice
AZERİ, İbrahim Çelebi
(ö. 993/1585) Divan şairi.
Babası II. Selim devrinde Anadolu ve Rumeli kazaskerliklerinde bulunan Mu-allimzâde Ahmed Efendi'dir. Feridun Bey'in yerine nişancı olan Mahmud Efendi ile Sivas defterdarlığına kadar yükselen Mehmed Celebi de kardeşleridir.
Kaynaklarda daha çok Azerî mahla-sıyla veya Muallimzâde nisbesiyle anılan İbrahim Çelebi hayatının ilk devrelerinde dervişane, hatta meczubâne bir hayat sürerken medrese tahsiline başlayarak Ebüssuûd Efendi'den mülâzım oldu. Ancak kardeşi Mahmud Efendi'nin nişancı olması üzerine o da devlet hizmetine girerek 30.000 akçe zeamet* ile Dergâh-ı Âlî müteferrika "lan arasına katıldı. Fakat bir müddet sonra asıl mesleğine dönerek kadılık yapmaya başladı. Tire ve Kestel kadılıklarında bulundu. Hama kadısı iken hummaya yakalanarak genç yaşta vefat etti. Yakın arka-
325
daşı şair Cinânî vefatına, son mısraı "Di-diler geçti Azerî Çelebi" (993! olan bir tarih manzumesi yazmıştır. AtâTnin verdiği bilgiye göre mezarı, arkadaşı Hâ-mid Çeiebi'ninki ile birlikte Hama'nın dışında, şehre girenlerin dikkatini çeken yüksekçe bir yerde idi.
Kaynaklarda hayatı hakkında daha fazla bilgi bulunmayan Azerî Çelebi, Ri-yâzrye göre gençliğinde bir güzele tutularak Konya'ya kadar gitmiştir. Şiir meclislerinden ve sohbetlerden hoşlandığı, sanatkârları himaye ettiği, yakın arkadaşı ve hâmisi olduğu Cinânî'nin diva-nındaki şiirlerden anlaşılmaktadır. Kaynaklarda kudretli ve kabiliyetli bir sanatkâr olduğu belirtilmektedir. Müret-tep bir divanı olduğu bildirilmekle beraber henüz ele geçmemiştir. Daha çok nazîre ve tazminlerden, muhammes ve müseddeslerden ibaret olan şiirlerine çeşitli mecmualarda rastlanmaktadır. Fuzûlî ve Nev'î gibi şairlerin tesiri altında kalan Azerî, bu şairlere yazdığı nazî-relerle tanınmaktadır.
Âzerfye asıl şöhretini kazandıran eser, 987'de (1579) tamamladığı ve girişinde Nizâmî'nin Mahzenül-esrâr'ıtu, Câmî'-nin Tuhfetü'l-ahrâr'm, Hüsrev'in Mat-lacu'l-envâr'mı örnek alarak Hâcû-yİ Kirmânî'yi takliden yazdığını belirttiği Nakş-ı Hayâl' adlı mesnevisidir. Dinî ve tasavvuf? mahiyette didaktik bir eser olan Nakş-ı Hayâl, nüshalarına göre farklılık göstermekle birlikte yirmi altı bölüm kadardır. Her bölümde "makale" başlığı altında ahlâkî bir öğüt verilmekte, "hikâyet" adıyla da konuyla ilgili bir hikâye anlatılarak birkaç mısra halindeki öğütlerle bölüm tamamlanmaktadır. Allah'ın birliği, tevekkül, uzlet, sabır, aşk, hüsün, gurur, cûd ve sehâ, üzüntüden kurtulmak, sükûtun kıymeti, Allah'a güvenmek, yemeğe düşkünlük, uykuya düşkünlük, çalışmak, ilim öğrenmek, dünyaya aldanmayıp âhirete hazırlanmak gibi konuları yaklaşık 12.000 beyit içinde ele alan eserin İstanbul kütüphanelerinde birçok nüshası vardır (meselâ bk. Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 2600, Çelebi Abdullah, nr. 331; TSMK, Revan, nr. 849).
Azerî Çelebi ayrıca Nakş-ı Hayâlın girişinde daha önce bir Leylâ vü Mecnûn mesnevisi yazdığını haber vermek-teyse de bu eserin nüshasına henüz rastlanmamıştır.
326
BİBLİYOGRAFYA:
kınalızâde. Tezkire, I, 152-153; Atâf, Zeyl-i Şakaİk, s. 284; Osman/i Müellifleri, II, 68-69; Ergun, Türk Şairleri, I, 155-159; Kocatürk, Türk Edebiyatı Tarihi, s. 371-372; Cihan Okuyucu, CinânT: Hayatı Eserleri ue Divanının Edisyon Kritiği (doktora tezi, 1984), İÜ Ed.Fak., I, 206, 274, 278, 372, 374, 375; II, 526-527; Kasım Musevî Becneverdî, "Azerî Çelebi", DMBİ, I, 266. ı—ı
iftj Cihan Okuyucu
Azıd-üdInillAh
(bk. ADID-LİDİNİLLAh).
L _J
ÂZİFE
Kıyametin kopacağı günün veya kıyametin isimlerinden biri.
Âzife, "bir şeyin vaktinin yaklaşması" ve "acele etmek" mânalarına gelen ezf veya uzûf masdarından türetilmiş sıfat olup "yaklaşan, vukuu yakın olan" demektir. Kur'an'da yer aldığı iki âyetten birinde (el-Mü'min 40/181 "yevmü'l-âzife" (yaklaşan gün) şeklinde geçmekte olup tercih edilen görüşe göre kıyamet günü, ayrıca ölümün gelip çattığı veya zalimlerin cehenneme gireceği gün diye tefsir edilmiştir. Diğer âyette ise (en-Necm 53/57) "ezifeti'l-âzife" (âzife büsbütün yaklaşmıştır) şeklinde geçer. Buradaki âzifeye de kıyamet mânası veren mü-fessirler bulunmakla birlikte ardından gelen âyetlerle bunları takip eden Kamer sûresinin ilk âyetleri, âzifeden "saat" in yani kıyametin kopacağı günün kastedildiği görüşüne ağırlık kazandırmaktadır.
Çeşitli âyetlerde saatin mutlaka geleceği, gelmesinin yakın olduğu ifade edildiği gibi (bk. el-Hicr 15/85; el-Ahzâb 33/ 63) Hz. Peygamber'in de şahadet parmağı ile orta parmağını birleştirerek, "Benim nübüvvet çağımla kıyametin kopması şu ikisi kadar birbirine yakındır" buyurduğu sahih olarak rivayet edilmiştir (Buhârî, "Rikâk", 39; Müslim, "Fiten", 132-135). Bütün müfessirler, kıyametin yakın olduğunu bildiren âyet ve hadislerin insanları ikaz etme hedefi güttüğünü belirtirler. Özellikle çağdaş müfessirler âlemin yaratılmasından Kur'an'ın indirildiği zamana kadar milyonlarca yıl geçmiş olduğunu hatırlatarak naslarda ifade edilen yakınlığın bu açıdan düşünülmesi hususuna dikkat çekerler (bk. Âlüsî, XXIV, 85; XXVII, 77).
BİBLİYOGRAFYA;
Lisânü7-zArab, "ezf" md,; Buhârî, "Rikâk", 39; Müslim, "Fiten", 132-135; Taberî. Tefsir, XXIV, 34-36; Fahreddin er-Râzî, Tefsir, XXVII, 49-50; XXIX, 26; AIÛSÎ, Rahu'l-me'ânT, XXIV, 85; XXVII, 77. ■—ı
lift! Bekir Topaloğlu
AZİL
Göreve son verme,
temsil yetkisini kaldırma
mânasında kullanılan
bir fıkıh terimi.
L J
Sözlükte "ayırmak, uzaklaştırmak" anlamına gelen azik(azl), bir fıkıh terimi olarak, tek taraflı irade beyanıyla bir yönetici veya memurun görevine son verilmesi, bir vekil veya mümessilin temsil yetkisinin kaldırılması anlamında kullanılmıştır.
1. Halifenin Azli. İslâm amme hukukunda halifenin (devlet başkanı) görev süresi belli bir zamanla sınırlandırılmamış, hayatta kaldığı müddetçe görevine devam etme imkânı verilmiştir. Sınırlı bir müddet için seçilmesi yasaklanmamakla birlikte İslâm geleneğinde ilk şekil tercih edilegelmiştir. Buna göre, seçilen halifenin görevi normal olarak ölümü veya istifasıyla son bulur. İslâm hukukçuları, bu iki hal dışında, adalet* vasfını kaybeden veya vücudunda görevini sürdürmeye mâni noksanlıklar meydana gelen devlet başkanının ehlü'1-hal ve'l-akd* tarafından aziedileceğini kabul etmişlerdir. Halifenin bu şekilde görevden alınması daha çok "hal'" kelimesiyle ifade edilmiştir. Halifenin adalet vasfını kaybetmesine yol açan ve dolayısıyla azlini gerektiren fısk* hali, bazı âlimlere göre, küfrü gerektiren söz ve davranışlarda bulunmasıdır. Diğer bazı âlimlerse bu dereceye varmasa bile dinen haram ve yasak sayılan davranışlarda bulunmanın da halifenin azlini gerektirdiği görüşündedirler. Burada söz konusu olan bir başka husus da ehlü'l-hal ve'l-akdin azil kararına uymayan devlet başkanına karşı güç kullanılıp kullanılamayacağı meselesidir. Ehl-i sünnet fakihlerinin çoğunluğu ile hadis âlimleri, fitneye ve kan dökülmesine sebep olacağı için halifeye karşı çıkışın caiz olmadığını savunurken Ehl-i sünnet dışındaki mezheplerde umumi temayül, bu durumda güç kullanmanın vacip olduğu yolundadır.
2. Yönetici ve Memurların Azli. Hz. Peygamber devrinde ve ondan sonraki dö-
nemlerde yönetici ve memurların görev süreleriyle ilgili olarak tesbit edilip uygulanmış belli usul ve prensiplere rastlanmamaktadır. Ancak Hz. Ömer'in yöneticilere bir memuru (âmil) iki yıldan fazla bir süreyle tayin etmemelerini tavsiye ettiği ve Muvahhidier zamanında (1130-12691 Tunus'ta bu tavsiye yönünde uygulamada bulunularak kadıların, böigelerindeki insanlarla dostluklar kurup kaza fonksiyonunu işlemez hale getirmelerine engel olmak gayesiyle, iki yıldan fazia bir süre ile tayin edilmedikleri nakledilmektedir (Kettânî, I, 269!. Nitekim kaynaklar Osmanlı Devleti'nde de bazı devirlerde kaza kadılarının yirmi ay veya iki yıi, mevleviyet kadılarının ise bir yıl süreyle tayin edildiklerini kaydederler fUzunçarşılı, ilmiye Teşkilâtı, s. 94). İslâm hukukçuları da yönetici ve memurların tayinlerinde zaman bakımından bir sınırlandırma yapılabileceği ve tesbit edilen süre sonunda tayinleri yenilenmeyen memurların görevlerinin kendiliğinden sona ereceğine dair görüşler ileri sürmüşlerdir. Devletin çeşitli kademelerinde görevü vezir, vali, emir, kâdıl-kudât ve kumandan gibi yöneticilerle kadı, âmil, câbî, imam, müezzin, şurta ve muhtesib gibi memurları azletmeye halife yetkili olmakla birlikte uygulamada halifenin çeşitli sebeplerle bu konudaki yetkisini diğer bazı görevlilere devrettiği görülmektedir. Azle yetkili makamın bu yetkisini mâkul ölçüler içerisinde ve maslahat* prensibine uygun olarak kullanması gerektiğini, sadece şikâyet üzerine teftiş yapmadan ve geçerli bir sebep bulunmadan görevlilerin azillerine karar verilemeyeceğini belirten İslâm hukukçuları, azil sebepleri olarak da görevlinin cezayı gerektiren bir suç işlemesi, görevini kötüye kullanması, tayininde aranan vasıflardan bazılarını kaybetmesi, sağlık açısından görevini sürdüremez hale gelmesi, dinen haram sayılan davranışlarda bulunması ve özellikle rüşvet alması gibi hususları zikrederler. Bazı hukukçular, Hulefâ-yi Râ-şidîn'in uygulamasını da göz önüne alarak, halifenin azli gerektiren bir sebep olmasa da maslahat gereği bir yönetici veya memuru görevinden alabileceğini belirtmişlerdir. Diğer taraftan başta Şâ-fiîler olmak üzere bazı hukukçular, adalet vasfını kaybeden bir görevlinin ayrıca azle gerek kalmadan görevinin kendiliğinden sona ereceğini ileri sürerken Hanefi'ler bu durumda söz konusu görevlinin azli gerekmekle birlikte, yetkili makam tarafından azledilmedikçe gö-
revinin sona ermeyeceği görüşündedirler. Hatta Ebü Yûsuf bir görüşünde, amme hizmetlerinin aksaması söz konusu olduğunda azledilen görevlinin, yerine yeni tayin edilen kimse gelip göreve başlayıncaya kadar yerinde kalmasını uygun görmüştür (bk. tbnü'ş-Şihne, s. 4; el-Fe-tâua'l-Hindiyye, 111, 317). İslâm hukukunda, devlet memurlarının amme adına ve amme yararı için görev yaptıkları kabul edildiğinden, kendilerini tayin eden şahsın ölümü ve istifası hallerinde olduğu gibi azledilmesi durumunda da onların görevlerinin son bulmayacağı fikri hâkimdir. Bir görevlinin maslahat gereği görevden alınması idarî bir tasarruf sayılırken adalet vasfını kaybetmesine yo! açan haram fiilleri irtikâbı, suç işlemesi veya yolsuzlukta bulunması gibi durumlarda azli ise hukukî bir işlem ve müeyyide niteliği taşımaktadır. Bu durumda azil bir ta'zir cezası olarak uygulanır. Bu da bazan aslî, bazan tâbi, bazan da tamamlayıcı ceza özelliği taşır. 3. Vekil ve Temsilcilerin Azli. Vekâlet bağlayicı bir akid olmadığından müvekkil tek taraflı irade beyanıyla akdi feshederek vekilini her zaman azledebilir. Bunun gibi, bir vekâlet sayılan ve bağlayıcı bir özelliği bulunmayan mudârebe şirketinde de sermaye sahibi akdi feshederek mudâribi azletme yetkisine sahiptir (bk. MUDÂREBE; VEKÂLET).
BİBLİYOGRAFYA:
Ebû Yûsuf. el-Harâc, s. 14; İbn Abdürabbih, el-lkdul-ferîd, I, 81-84; Mâverdî. el-Ahkâmü's-sullâniyye, Kahire 1909, s. 4, 13, 17, 24, 179, 184-185; İbn Hazm, el-Muhailâ, İX, 435-436; Ebü Ya'lâ, eiAhkâmü's-suttâniyye, Kahire 1966, s. 240, 247-248; İbn Mâze. Şerhu Edebi'l-kâ-dr(nşr. Muhyî Hilâfes-Serhân), Bağdad 1977-79, I, 258, 284-285; Kâsânî, Bedâ'C, VII, 16; İbn Kudâme, el-Muğnt (Herrâs), IX, 103-106; İbnü'i-Esîr, ei-Kâmil, Kahire 1349, II, 205, 289; İbn Teymiyye, es-Siyâsetü'ş-şer'iyye, Kahire 1322, s. 5 vd.; Teftâzânî, Şerhu'l-'Akâ'id, s. 185-186; Tarâblusî, Mu'înü'l-hükkâm, Kahire 1310, s. 36-37; İbnü'ş-Şifine. Lisânü'l-hük-kâm {Mu'înü'l-hükkâm içinde), s. 4, 10; İbn Nüceym, el-Bahrü'r-râ'ik, Kahire 1311, VI, 284; Remlî. Nihâyetü'l-muhtâc, Kahire 1357, VIII, 234; Harâşî, Şerhu Muhtasarı Halîl, Bulak 1318, VII, 146-147; el-Fetâua'l-Hindiyye, Bulak 1310, III, 315-318; İbn Âbİdîn. Reddü'l-muhtâr, V, 419; Mecelle, md. 1801; M. Seyyid Bey, Usûl-! Fıkıh, İstanbul 1333, s. 100-111; Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbü'l-idâriyye, I, 269; Uzun-çarşılı. İlmiye Teşkilâtı, s. 94, 104, 179, 192; a.mlf., Medhal, s. 378, 380; Hamîdullah, islâm Peygamberi, II, 156; Hayreddin Karaman, Mukayeseli İslâm Hukuku, İstanbul 1974, 1, 99-100; Nebhân, İslâm Anayasa ue idare Hukuku, s. 470-477; Abdülkerîm Zeydân, Nizâmü'l-kazâ' fi'ş-şerî'ati't-İslâmiyye, Bağdad 1984, s. 93. r~~|
14ü Fahrettin Atar
AZİL
Gebeliği önlemek için başvurulan bir tedbir.
Sözlükte "ayırmak, uzaklaştırmak" anlamına gelen azil, gebeliği önleyici bir usul olarak, cinsî münasebet esnasında meninin rahim dışına akıtılmasına denir.
Hadis ve fıkıh kitaplarıyla müslüman tıp bilginlerinin eserlerinde bu konuda verilen bilgiler, doğum kontrolünün en eski metotlarından biri olan azlin İslâm dünyasında öteden beri bilinmekte olduğunu göstermektedir. İslâm'dan önce Araplar arasında doğum kontrolü usullerinden biri olarak uygulanan azlin ilk müslümanlar tarafından da uygulandığı ve Hz. Peygamber'in bunu yasaklamadığı bilinmektedir (bk. Buhârî, "Nikâh", 96; Müslim, "Nikâh", 125-138). Ancak gerek azille ilgili diğer bazı hadisler üzerindeki değişik yorumlar, gerekse çocuk yapmayı teşvik eden hadisler sebebiyle azlin hükmü konusunda müslüman âlimler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. İbn Hazm'a göre azil haram, cumhuru fukahâya göre ise mubahtır. Ancak azlin mubah olduğunu kabul eden Hanefî, Şafiî, Mâliki ve Hanbelî mezhebi fakih-leri, "Hz. Peygamber bizi hür kadından izin almaksızın azil yapmaktan menetti" (İbn Mâce, "Nikâh", 30) hadisine dayanarak bu konuda zevcenin iznini şart koşmuşlardır. Kadının rıza göstermemesi halinde Hanefiler'e göre azil mekruhtur. Şafiî ve Hanbelî mezheplerinde bu konuda iki farklı görüş mevcut olup Hanbelî mezhebinde benimsenen görüş, azlin ancak zevcenin izniyle caiz olacağı yönündedir. Şafiî mezhebinde ise eşin rıza göstermemesi halinde azlin haram değil mekruh olduğu görüşü daha ağır basmaktadır. Ebû Hanîfe izin konusunda zevcenin çocuk yapma hususundaki hakkını esas alırken iki talebesi Ebû Yûsuf ve Muhammed kadının cinsî yönden tatminini göz önünde bulundurmuşlardır. Ebû Hanîfe'ye göre cinsî ilişki konusunda eşin evlilik hukuku bakımından hakkı, ilişkinin kemal vasfına değil bizzat kendisine taalluk eder. Nitekim diğer mezheplerde izinsiz azlin haram olduğunu kabul edenler, kadının çocukta hakkı bulunduğunu ve tatmin açısından azille zarar göreceğini ileri sürerken, iznin müstehap olduğu ve dolayısıyla izinsiz azlin haram olmayıp mekruh sayılacağını kabul edenlere göre de kadının hakkı
327
cinsî ilişkinin kemal vasfına değil kendisine taalluk etmektedir.
Ancak cinsî İlişkide çocuk yapmanın tek gaye olmadığı, bu ilişkinin derin psikolojik bir haz ve gerginlik azaltma yolu, eşler arasında karşılıklı güven, sevgi ve bağlılık ihtiyacını karşılayan bir araç olduğu göz Önüne alınırsa, evlilik hukuku bakımından çocuk ihtiyacı yanında cinsî tatminin de gerekliliği daha iyi anlaşılır. Nitekim bu psikolojik gerçek bir âyette şöyle ifade edilmiştir: "Size kendi öz nefislerinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp aranızda bir sevgi ve şefkat var etmesi de O'nun varlığının delillerindendir. Bunda, düşünen bir toplum için dersler vardır" (er-Rûm 30/21).
Şafiî hukukçulardan Nevevî'ye göre, zevcenin izni olsa da olmasa da, çocuk yapmayı engellemesi sebebiyle azil mekruhtur. Ona göre azil konusundaki yasağa dair hadisler kerâhet-i tenzîhiyye ile, cevaza dair olanlar ise kerahetin hiç bulunmadığı şeklinde değil azlin haram olmadığı tarzında yorumlanmalıdır. Bunun yanında İmam Gazzâlî azil yapmamayı cinsî münasebetin âdabından sayarken azilde tahrimî ve tenzihî mânada bir kerahetin söz konusu olmadığını, azille çocuk yapmadaki fazilet terkedil-diğinden ancak fazileti terk mânasına bir kerahetin söz konusu olduğunu söyler. Ona göre, çocuğun varlığını engellemesi yönünden olmasa bile, bu engellemeye sevkeden, meselâ kadının güzelliğini koruma, doğum yapmanın tehlikelerinden sakınma, çocukların çokluğu sebebiyle geçim konusunda sıkıntılara ve meşru olmayan yollara düşmeme gibi düşünceler sebebiyle de azlin mekruh olduğu ileri sürülemez. Zira bu tür niyet ve düşünceler şer'an yasaklanmış değildir (İhya.3, II, 51-53). Nitekim müte-ahhir Hanefî âlimleri de zamanın olumsuz şartları, dârülharpte veya uzak bir yolculukta bulunma, ya da kötü huylu zevceden ayrılma düşüncesi gibi zaruretler sebebiyle kadının izni olmadan da azlin yapılabileceğine hükmetmişlerdir.
Azlin doğum kontrolü konusunda güvenilir bir usul olmadığı da açıktır. Nitekim Hz. Peygamber azil yapmasında dinen bir mahzur bulunup bulunmadığını soran bir sahâbîye, "İstersen azil yap, fakat bu Allah'ın takdirine mâni olmaz" (Müslim, "Nikâh", 133-135) cevabını vermiştir. Müslüman hukukçular da azil yapmış olmanın doğan çocuğun nesebini inkâr için yeterli bir gerekçe olamayacağını kabul etmişlerdir.
328
BİBLİYOGRAFYA:
el- Ta 'rffât, " cazl" md.; Tehânevî, Keşşaf, "cazl" md.; Buhârî, "Nikâh", 96; Müslim, "Nikâh", 125-138; İbn Mâce. "Nikâh", 8, 30; Ne-sâî, "Nikâh", 11 ; Tahâvî, Şerhu me'âni'l-âsâr, III, 30-35; Gazzâlf, ihyâ\ II, 51-53; Şîrâzî, et-Mühezzeb, Kahire 1379/1959-60, II, 67; Bâcî, el-Müntekâ, Kahire 1322, IV, 141-143; Kâsânî, Bedâ^f, V, 126; İbn Kudâme. el-Muğnî (Herrâs), VII, 24; Nevevî, Şerhu Müslim, Beyrut 1392/ 1972, X, 9; Aynî, 'ümdetü'l-kârî, Kahire 1348, XX, 194; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-kadîr, Bulak 1315-18, VII, 109; Şevkânî, Neylü'l-evtâr, VI, 220-224; İbn Âbidîn, Reddü'lmuhtar, III, 175-176; Saeed Mahmoodian Awadhi, "Medical Aspects of Azl İn Islamic Fıqh"r Islamic Me-dicine, I, Kuwait 1981, s. 395-398; Donna Lee Bowen, "Müslim Juridical Opinions Concer-ning the Stertus of Women as Demonstra-ted by the Case of cAzl", JriES, XL/4 (1981), s. 323-328; Kamil Hâlid es-Saîd, "Cerîmetü'l-ichâz", Dirâsât, XI/3, Amman 1984, s. 181-183; G. H. Bousquet, "cAzl", El2 (İng.), I, 826; a.mlf. - Kâdî Abdünnebî Kevkeb. ""Azl", ÜDMİ, XIII, 325-326. r-ı
İm Fahrettin Atar
—i
AZİM
Bir fiili işlemek yahut işlememek konusunda kesinleşmiş karar veya irade.
Sözlükte "ısrarla istemek, kastetmek, kesin karar vermek; kesin karar, irade, sabır" gibi anlamlara gelen azim (azm) Kur'ân-ı Kerîm'de, beş âyette (bk. Âl-i Jmrân 3/186; Lokman 31/17; el-Ahkâf 46/351 "iyilikte sebat ve kararlılık", dört âyette de (el-Bakara 2/227, 235; Âl-i îm-rân 3/159; Muhammed 47/21) fiil şekliyle "kesin karar vermek" anlamında olmak üzere dokuz yerde geçmekte, bunlardan birinde (el-Ahkâf 46/35) Hz. Pey-gamber'e "azimli peygamberler" gibi sabırlı olması, acelecilikten sakınması em-redilmektedir (bk. ülü'i-azm). Hadislerde azim ve bundan türemiş fiillerle "azme", "azîme" veya "azâim" gibi müştakları "kararlılık, sabır, niyet, hayırlı is, farz" gibi mânalarda kullanılmıştır (bk. üsânü'l-'Arab, "eazm"; Wensinck, "cazm").
Bir işin yapılmasından önceki aklî teemmüllerle psikolojik arzu ve eğilimlerin doğurduğu tereddüt döneminden sonra o işi şu veya bu şekilde yapmak hususunda bir tercihe ulaşılırsa bundan azim, ulaşılmazsa tereddüt ve şaşkınlık hali (tahayyür) doğar. İslâm düşünürleri dinî ve ahlâkî davranışlar için, zihinde tasavvur edilmelerinden başlamak üzere, fiilen gerçekleşinceye kadar birtakım safhalar kabul ederler. Gazzâlî bunları ha-
dîs-i nefs (fiilin zihinde doğması}, tabii ilgi, hüküm, azim veya kasıt, amel şeklinde sıralamış ve incelemiştir {İhya3, III, 41). İlk üç safhada henüz kesin bir karar ve niyet bulunmadığı ve bunlar irade dışı olduğu için insan bu safhalarda sorumlu tutulamaz. Azim aynı zamanda niyet ve kasıt safhası olduğundan insanın sorumluluğu bu noktada başlar. Buna göre kötü bir işe azmetmekle birlikte iyi niyete dayanmayan bir sebeple bu işi yapmayan veya yapamayan kişi azminden dolayı sorumludur. Ancak Allah korkusu, günah endişesi gibi dinî ve ahlâkî faktörlerle kötülük yapma kararından dönmek de yeni bir azimdir ve böyle bir kimse Önceki azminden dolayı sorumlu değildir. •
Nazzâm, Allâf, Ca'fer b. Haris gibi bazı Mu'tezile bilginleri iradeyi azim ve kasıt olmak üzere iki mertebede değerlendirmişlerdir. Azim ile fiil arasında az çok bir zaman farkı bulunabilir ve kişinin bu zaman içinde azminden dönmesi muhtemeldir. Kasıt fiilin yapıldığı zamana tekabül ettiğinden (iktiran), kasıt halindeki irade fiilin meydana gelmesini gerektirir; böylece insan fiilin "icat edicisi" olur. Buna karşılık özellikle müteahhir Mâ-türidî kelâmcıları bu mânadaki iradeyi "azm-i musammem" diye adlandırmışlar ve bunun Eş'arîler'in kesb*i ile aynı şey olduğunu belirtmişlerdir. Onlara göre azm-i musammem "kulun kudretinin tesir alanfdır. İhtiyar, kudret, meyil gibi manevî âmiller (ef âlü'n-nüfûs) ile haricî faaliyetlerden (efâlü'l-cevârih) hiçbiri insan gücünün tesir sahasına girmezken azim insanın hadis kudretinin eseridir (İbnü'l-Hümâm, s. 111-112). Böylece fiiller yaratma açısından Allah'a, karar açısından insana nisbet edilir; bu suretle dinî ve ahlâkî yükümlülük ve sorumluluklar geçerlilik kazanır. Gerçi şeytanın, bencil arzu ve ihtirasların etkisinde kalan kula, iyilik yönünde kesin karara ulaşabilmesi için Allah tarafından hemen her zaman bir yardım söz konusudur, fakat bu yardım asla cebrî bir müdahale anlamına gelmez; dolayısıyla kul için ilâhî bir lütuf olan tevfîkın bulunmaması, onu azm-İ musammemden mahrum bırakmaz; böylece fâsıkların Allah'ın kaza ve kaderini günahlarına mazeret göstermelerinin de anlamı kalmaz (İbnü'i-Hümâm, s. 133).
Dostları ilə paylaş: |