Mehmet Akif ve İstiklâl Marşı / Yrd. Doç. Dr. Fazıl Gökçek [s.161-165]
Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Osmanlı Devleti’nin, kuruluşundan itibaren fetihçi bir anlayışla sürekli sınırlarını genişlettiği ve bu sınırlar içinde yaşayan millet ve topluluklardan gayrimüslim olanları zimmet hukuku çerçevesinde, Müslüman olanları ise aralarında kavim farkı gözetmeksizin “İslâm milleti” kimliği altında yönettiği bilinmektedir. Batı karşısında yüzyıllar boyunca tartışmasız bir askerî, siyasî ve ekonomik güç olarak varlığını sürdüren bu devlet, burada üzerinde durmaya gerek duymadığımız çeşitli sebeplerle on yedinci yüzyılın sonlarından itibaren her alanda zayıflamaya başlamış ve nihayet on dokuzuncu yüzyılda Batı medeniyetine katılma kararı vermek zorunda kalmıştır. Ancak Batılı devletlerin ve Rusya’nın amacı temelde bir Türk imparatorluğu olan Osmanlı Devleti’ni bütünüyle ortadan kaldırmak ve bu devletin sınırları içinde yaşayan farklı etnik ve dinî kökenlere mensup Müslüman ve gayrimüslim milletleri Batı’nın askerî ve ekonomik nüfuzu altında siyaseten “bağımsız” devletler olarak yapılandırmaktı. Bu milletler içerisinde elbette Türklerin bağımsızlığı söz konusu değildi ve Türk milletiyle ilgili asıl amaç, bin yıl önce geldiği bu topraklardan bütünüyle çıkarılmak veya en azından eski tebaası olan milletlerden birinin yönetimi altında bırakılmaktı. Özellikle İngiltere ve Rusya’nın öncülüğünü yaptığı bu plân, yirminci yüzyılın başlarına gelindiğinde büyük ölçüde başarıya ulaşmış bulunuyordu. İlk olarak Yunanistan, ardından Bulgaristan bağımsızlığını ilân etmiş, Trablusgarp, İtalya’nın egemenliğine geçmiş, Mısır bir süre kâğıt üzerinde Osmanlı’ya bağlı görünmekle birlikte büyük ölçüde İngiltere’nin nüfuzuna girmiş ve ardından da tamamen Osmanlı Devleti’nden koparılmış, nihayet Birinci Dünya Savaşı içerisinde gerçekleşen Arap isyanıyla Arabistan’ın da Osmanlı Devleti’yle bağları kopmuştur. Bu süreç içerisinde, Osmanlı Devleti’nin hakim unsuru olarak bürokrasiyi elinde bulunduran Türkler, devletin sahibi sıfatıyla milliyetçilik fikrinden uzun süre uzak durmaya çalışmıştır. 1860’lı yıllardan itibaren, Osmanlı Devleti’ndeki bütün unsurları bir arada tutmayı amaçlayan Osmanlıcılık1 fikri Türk aydınları tarafından geliştirilmiş, Müslümanlarla gayrimüslimler arasındaki eşitsizlikler ilk olarak Tanzimat Fermanı ve ardından -biraz da Batılı büyük devletlerin ve Rusya’nın zorlaması sonucunda- Islahat Fermanı ile ortadan kaldırılmaya ve bir “Osmanlı milleti” projesi gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. 1908’de II. Meşrutiyetin ilânından sonra iktidara gelen İttihat ve Terakkî Cemiyeti tarafından da başlangıçta benimsenen bu proje, Balkan Savaşı’nın sonunda hemen bütün gayrimüslim unsurların bu bir arada yaşama projesine katılma arzusunda bulunmadığının fiilen anlaşılması üzerine uygulama alanı bulamamıştır. Bunun üzerine İttihat ve Terakki Fırkası, en azından Müslüman milletlerin Osmanlı’ya bağlılığını korumak amacıyla İslâmcı2 politikalara yönelmiştir. Esasen İslâmcılık ideolojisinin fikrî temelleri 1860’lı yıllarda Yeni Osmanlılar tarafından atılmış3 ve II. Abdülhamit tarafından kısmen ve biraz da üstü örtülü olarak uygulanmıştı. Yukarıda belirttiğimiz gibi Balkan Savaşı’ndan sonra İttihat ve Terakki fırkası yöneticilerince de benimsenen bu projeye, bu kez, imparatorluğun gayri Türk unsurlarının katılımı sağlanamamıştır. Kültürel ve fikrî temelleri on dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar götürülebilecek olan, fakat siyasî ve pragmatik endişelerle Türk aydınlarının fazla itibar etmediği Türkçülük ideolojisi4, başlangıçta ne kadar uzak durulmaya çalışılsa da, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra devlet adamları ve aydınlar arasında kuvvet kazanmaya başlamıştır.
Mehmet Akif, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı ve yirminci yüzyılın başlarında Osmanlı devlet adamları ve aydınları arasında etkili olan bu ideolojiler içerisinde, II. Meşrutiyet’ten sonra yayımlamaya başladığı şiirleri, İslâm dünyasından çeşitli fikir adamlarından yaptığı çeviriler ve diğer yazılarıyla İslâmcılık ideolojisinin ısrarlı takipçi ve savunucuları arasında görünmektedir. Ancak bu idealin gerçekleşme imkânının ortadan kalkması, Mehmet Akif’i, kendisini “Müslüman Türk” olarak tanımlayan ve Batılı emperyalist devletlerin saldırılarına bu tanımın kazandırdığı motivasyonla karşı koyan Türk milletinin sözcüsü olma konumuna getirmiştir. Başka bir deyişle, II. Meşrutiyet Dönemi’nde İslâmcı ideolojinin önemli temsilcilerinden biri olan Mehmet Akif, Milli Mücadele sürecinde, büyük ölçüde Türkçülük fikrinin temel yaklaşımlarını benimsemiştir. İstiklâl Marşı bu yeni yaklaşımın önemli belgelerinden biridir. Ancak bu yeni yaklaşımın Mehmet Akif’in İslâmcılık ideolojisinin savunuculuğunu yaparken aldığı tavra aykırı bulunmadığını belirtmek gerekir. Çünkü bir ideoloji olarak Türkçülük, en azından önemli temsilcilerinin -örneğin Ziya Gökalp’ın- tanımladığı çerçevede İslâm’ı dışlayan bir ideoloji değildir. Milli Mücadele süresince İslâmî duyarlık bu mücadelenin önderlerince sürekli diri tutulmaya çalışılmıştır. Ancak siyasî anlamıyla “İslâmcılık”ın artık yürürlükte tutulma imkânı kalmamıştır. Millî Mücadele’ye fiilen katılan Mehmet Akif, bu mücadele sonucunda kurulacak yeni rejimin Türk unsurunu temel alan bir millî devlet yapılanmasına gideceğinin bilincindedir. Millet iradesini yönetim anlayışının temeli kabul eden bu yeni yapılanmaya gönüllü olarak katılan Mehmet Akif, bu bilinçle İstiklâl Marşı’nı kaleme almıştır.
Türk İstiklâl Marşı’nın hangi şartlarda ve nasıl yazıldığı, Mehmet Akif’in bu marşı yazma görevini nasıl üstlendiği, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından marşın nasıl kabul edildiği konusunda kaynaklarda yeterince bilgi bulunmaktadır.5 Maarif Vekâleti’nin, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından bir millî marş yazdırılması konusunda görevlendirildiği, vekâletçe açılan müsabakaya Mehmet Akif’in katılmadığı bilinmektedir. Aslında böyle bir marşın en iyi şekilde onun tarafından yazılacağı hususunda hemen herkes hemfikirdir. Çünkü o güne kadar verdiği eserlerle edebiyat dünyasına kendisini “millî şair” olarak kabul ettirmiştir. Ancak söz konusu marşın yazılması için bir yarışma düzenlenmesi ve birinci seçilen esere nakdî mükâfat verileceğinin duyurulması Mehmet Akif’in konuya uzak durmasına sebep olmuştur. Maarif Vekili Hamdullah Suphi Beyin bir mektupla Mehmet Akif’ten hususî olarak ricası ve nakdî mükâfat konusunun istediği şekilde halledileceği şeklindeki vaadi üzerine Mehmet Akif, İstiklal Marşı’nı yazmaya karar vermiş ve birkaç gün içerisinde tamamlamıştır. Bu şiirin Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde hemen hiçbir muhalefetle karşılaşmadan ittifakla kabul edildiğini de biliyoruz. Bu yüzden biz yazımızda bu hususların ayrıntısına girmeyecek, Mehmet Akif’in bütün şiirlerini kronolojik olarak takip ederek İstiklâl Marşı’nda özellikle vurgulanan “millet” kavramı ve bununla bağlantılı olarak “istiklâl” ve “hürriyet” kavramları çerçevesinde İstiklâl Marşı’nı açıklamaya çalışacağız.
İstiklâl Marşı’ndan önceki şiirlerinde Mehmet Akif’in “millet” sözüyle sadece Türk milletini kastetmediği, bu kavramı, Türklerin de içinde bulunduğu bütün dünya Müslümanlarını kapsayacak şekilde kullandığı kuşkusuzdur.6
Bu tanım çerçevesinde Akif’in “millet”in hâli ve istikbali konusunda karamsar bir tavır içerisinde olduğu ve birçok şiirinde “millet”ten tahkir ve tezyif edici ifadelerle söz ettiği görülmektedir. Örneğin Süleymaniye Kürsüsü’nde adlı, bir vaizin kürsüden verdiği bir vaaz biçiminde kurguladığı eserinde, İslâm dünyasının çeşitli bölgelerini dolaştıktan sonra İstanbul’a gelen söz konusu vaiz, milleti oluşturan unsurları, yani din adamları, aydınlar, başka bir deyişle askerî ve sivil bürokrasi ve geniş halk kitlelerini olumsuz bir bakışla tasvir eder. “Kışla yok, daire yok, medrese yok, mektep yok;/Ne kılıç var ne kalem… Her ne sorarsan hep yok!”tur. Askerde “terbiye kalmamış”tır. İlmiye sınıfı “bayağıdan da aşağı”dır. Siyasetçiler “curnalcı, müzevvir, âdî… bir sürü hırsız çetesi”, halk (avam) ise “vurdumduymaz”dır:7
Öyle dalgın ki, meğer sûrunu İsrafil’in,
İşitip, yattığı yerden azıcık silkinsin!
Yürüyor, altı çürük toprağa gelmiş, seyyar
Bir mezarlık gibi: Her nasiye bir seng-i mezar!
Duymamış kaygı denen duyguyu vicdanında.
Okunur her birinin cebhe-i hüsrânında,
“Ne gelenden haberim var, ne gidenden haberim;
Serseri kevne geleliden beri sersem gezerim!”
Eskiden kalma bu söz, sanki o cansız beyinin,
Dest-i kudretle yazılmış ezelî hatırası!
Yine aynı eserde, İslâm dünyasının çeşitli bölgelerini dolaşan ve Rusya ve Çin’deki Müslümanların vaziyetinden de umutsuzluğa düşen vaiz, Hindistan’da iken İstanbul’da II. Meşrutiyet’in ilân edildiğini haber alır. Fakat padişahın durup dururken bu kararı vermeyeceğini, daha önce “vurdumduymaz” olarak nitelediği milletten ise bu yolda bir baskının gelemeyeceğini düşündüğü için bu habere inanamaz:8
Verdi kanun-ı esasî… Bu, çıkar rüya mı?
Yok canım öyle değil: Milletin istirhamı,
Şekl-i tehdid alıvermiş, o da muztar kalmış…
Hangi millet acaba? Her ne işitsen yanlış.
Millet hakkındaki bu karamsarlık, Mehmet Akif’in 1915’ten önceki şiirlerinin çoğunda bulunmaktadır. Çanakkale Savaşı’ndan önceki tarihlere ait şiirlerinin birçoğunda onun, içinde bulunduğu feci durumu kavrama ve geleceği düşünerek endişelenme yetisinden mahrum bulunduğunu düşündüğü milleti “yığın”, “cenaze”, “leş”, “dilenci”, “meyyit” ve “yüreksiz” gibi sıfat ve imajlarla birlikte andığı görülmektedir. Hakkın Seslerinde yer alan, Yusuf suresinin 87. ayetinin serbest bir yorumu mahiyetindeki şiirde, umutsuzluk içinde bulunduğunu gözlemlediği milleti bu olumsuz sıfatlarla tasvir eden mısralar vardır:9
Ey dipdiri meyyit! “İki el bir baş içindir”
Davransana… Eller de senin baş da senindir!
His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana… Sen böyle değildir.
Kurtulmaya azmin niye bilmem ki süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa, ümidin mi yüreksiz?
(…)
Evler tünek olmuş, ötüyor bir sürü baykuş…
Sesler de: “Vatan tehlikedeymiş… Batıyormuş!”
Lâkin hani milyonları örten şu yığından,
Tek kol da “Yapışsam…” demiyor bir tarafından!
Aynı kitapta yer alan, Zümer suresinin 9. ayetinin yorumu şeklindeki şiirde de “leş” imajıyla karşılaşırız:10
Ey millet, uyan! Cehline kurban gidiyorsun!
İslâm’ı da “Batsın!” diye tutmuş, yediyorsun!
Allah’tan utan! Bari bırak dini elinden…
Gir leş gibi topraklara kendin, gireceksen!
Fatih Kürsüsü’nde adlı eserde şair, millet için yine “leş” ve “cenaze” imajını kullanır. Söz konusu eserin anlatıcısı durumundaki vaiz, İslâm dünyasını oluşturan milletleri “Cenazeden o kadar farkı olmayan canlar” hâlinde görür. Yine bu milletler “esaretiyle mübahî”dirler. “Damarlarındaki kan adeta irinleşmiş”tir ve bütünüyle İslâm dünyası “bir yığın leş”ten ibarettir. Milletlerin içindeki yeri “dilenci mevkii”dir. Sadece günü kurtarmak için “şeref, şan, şehamet, din, iman, vatan, hiss-i hamiyet, hak, vicdan…” gibi bütün mukaddeslerini terk etmiştir.11
Mehmet Akif’in Asım adlı eserinde, geleceğe umutla bakan Hocazade ile umudunu büyük ölçüde yitirmiş olan Köse İmam çatışma hâlindedirler.12 Bu şiirde de, Akif’in karamsar tarafını temsil eden Köse İmam, milleti “leş”e benzetir. Fakat Akif’teki iyimser ruh halini yansıtan Hocazade buna itiraz eder. Ona göre millet “dipdiri”dir. Sadece biraz “dalgın”dır, elinden tutan ve yol gösteren olduğu takdirde kurtuluşunu gerçekleştirecektir.13 1919 yılında Sebilü’r-reşat’ta neşrine başladığı14 ve 1924 yılında tamamladığı Asım, Mehmet Akif’in millete bakışındaki değişimin izlenebileceği bir eserdir. Çanakkale şehitleriyle ilgili abidevî mısraların da bulunduğu Asım’da Akif’in millet konusundaki olumsuz ve karamsar tavrının yukarıda bazı örneklerini verdiğimiz Hakkın Sesleri ve Hatıralar adlı kitaplarında yer alan şiirlerle karşılaştırıldığında değişmeye başladığını görüyoruz. Bu değişimin ve umudun zirvesi İstiklâl Marşı’dır. Artık millet leş, dilenci, meyyit, cenaze vb. değil, “istiklâl”i hak eden kahraman bir “ırk”tır. Ve İstiklâl Marşı’nda artık “millet”le “ırk” aynı anlama gelecek şekilde kullanılmıştır. Çünkü Millî Mücadele’yi veren Türk milletidir ve savunduğu yurt da Türk milletinin vatanı olan Anadolu’dur. Dolayısıyla İstiklâl Marşı’yla Akif, İslâmî duyarlığını korumaya devam etmekle birlikte, artık İslâm dünyasının değil Türk milletinin sözcüsü durumundadır.
Mehmet Akif’in şiir ve düşünce dünyasında “ordu” ve “millet” birbirinin içinde ve birbirini tamamlayan kavramlar olarak yer almaktadır. Bu yüzden onun şiirlerindeki, orduyla ilgili değinmeleri milletten bağımsız olarak düşünmek mümkün değildir. Örneğin Hatıraların ilk manzumesi olan, Bakara suresinin 286. ayetinin yorumunda şair, milletinin yüzyıllar boyunca İslâm’ın koruyuculuğunu yaptığını hatırlatarak, Allah’ın “bir emrine ecdadı da ahfadı da kurban” olduğu hâlde bugün felâketten felâkete sürüklenmesinden duyduğu acıyı anlatır ve “Balkan’daki yangın daha kül bağlamamışken” yeni bir savaşla karşı karşıya kalmasının bir bakıma bu milletin hak etmediği bir sonuç olduğunu söyler. Fakat -Birinci Dünya Savaşı’nı kastederek- “bu cehennem”in bile onu yıldıramadığını, “kum dalgalarından”, “çöller”den, “kar kütlelerinden” “bir çağlayan gibi” geçmekte olduğunu belirtir. Böylece milletten söz edilen mısralarla başlayan şiir, milletin orduya dönüşmesiyle, Allah yolunda korkusuzca ölüme atılan ordunun zaferi hak ettiğini belirten mısralarla sona erer:15
Bir böyle şehidin ki mükâfatı zaferdir,
Vermezsen İlâhî dökülen hûnu hederdir!
Şiirin bu ikinci kısmı, daha sonra Asım’da göreceğimiz, Çanakkale şehitlerine hitap eden parça ve İstiklâl Marşı ile benzerlik göstermektedir. Süleymaniye Kürsüsü’nde, Fatih Kürsüsü’nde ve Hakkın Seslerindeki manzumelerde görülen karamsarlık, böylece tedricen dağılarak yerini umut ve iyimserlikle değiştirir.
Berlin Hatıralarındaki, Çanakkale’yi savunan ordudan söz eden mısralar da Akif’teki bu dönüşümü çarpıcı bir şekilde yansıtır. Yine karamsarlıkla başlayan ve İslâm dünyasının özellikle son yüzyılda çektiği acıları terennüm eden mısralarla süren şiir, Çanakkale savunmasının yarattığı umut ve iyimserlikle sona erer. Şiirin sonunda, Çanakkale’de geri çekilmeyen “Muazzam ordumuzun en muazzam evlâdı”, şaire, “Korkma!” Cehennem olsa gelen göğsümüzde söndürürüz” şeklinde seslenir. Askerin bu hitabı “Yakında kurtulacaktır bu cephe” mısrasıyla sona erer ve şair bu hitabı, inanılması güç bir müjde olarak değerlendirerek şiiri şu mısralarla tamamlar:16
-Kurtulacak?.
Demek yıkılmayacak kıblegâh-ı âmâlim…
Demek ki ölmüyoruz…
Haydi arkadaş gidelim!
Bu şiirde, ordunun şaire ve şairin şahsında millete seslenerek söylediği “Korkma!” haykırışı, İstiklâl Marşı’nda şairin orduya -şiirin orduya ithaf edildiğini hatır-
layalım- ve millete seslenişine dönüşecek ve böylece şair, ordu ve millet birleşecektir.
Üzerinde duracağımız kavramlardan ikincisi “istiklâl”dir. Mehmet Akif bu kavramı çoğunlukla “izmihlâl” kavramıyla birlikte kullanmıştır. Bunların hemen yanı başında, istiklâlle aynı anlam dairesinde bulunan “hürriyet” ve anlamı izmihlâle yakın olan “istibdad” kavramları vardır. Bu kavramlar çerçevesinde de Mehmet Akif’i, Safahat’taki birçok şiirinde önceleri karamsar bir yaklaşım içinde görüyoruz. İstiklâl Marşı’na takaddüm eden şiirlerde bu karamsarlık dağılmaya başlar ve şairimizin iyimser ve umutlu ruh hâli galip gelir.
Birinci Safahat’taki, ilk kısmı Mithat Cemal’e ait olan Acem Şahı başlıklı şiirde izmihlâl, istibdadın bir sonucu olarak gösterilmiştir. Şiirin bütününden çıkan anlam, hürriyetin yokluğunun bir toplumun da felâketi olacağıdır. Bu yüzden İstiklâl Marşı’ndaki “Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım/Hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım” mısraları ile “Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl” ve “Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklâl” mısralarını birlikte düşünmek gerekir.
Süleymaniye Kürsüsü’nde adlı eserde şairin konuşturduğu vaiz, II. Meşrutiyet’ten sonra istiklâl ve hürriyetin değerini anlamayan toplumu eleştirir ve onlara özgürlüğün değerini bilmelerini, bunun için esaret altındaki milletlerin hayatına, izmihlâlin “çehre-i meş’umuna” bakmalarını salık verir:17
Azıcık bilmek için kadrini istiklâlin,
Bakınız çehre-i meş’umuna izmihlâlin
Mehmet Akif, Hatıralardaki, Âl-i İmran suresinin 102. ayetinin yorumlandığı şiirde18 toplumu ahlâkî bir izmihlâl içinde görür ve “en müthiş izmihlâl” olarak gördüğü bu düşüşün “milliyet” ve “istiklâl”i de ortadan kaldıracağını belirtir. Yine aynı kitaptaki, “Müslümanlık nerede! Bizden geçmiş insanlık bile…” mısrasıyla başlayan şiirde19, toplumun “his denen devletliden” nasibi kalmadığını söyleyen şair, bunun doğuracağı sonucun topyekûn bir felaket olacağını belirterek “Davranın haykırmadan nâkûs-ı izmihlâliniz…” der. Aynı kitaptaki, “Müslümanlık huyun güzelliğinden ibarettir” hadis-i şerifinin yorumu mahiyetindeki şiirde de20 milleti “tek bir dalganın pâmâl-i izmihlâli” ve “mahkûmiyetin timsali” olarak niteler. El-Uksur’da21 şiirinde ise İslam dünyasını “içinden bir gün heva-yı istiklâl” esmemiş bir kitle olarak görür. Daha da çoğaltabileceğimiz bu örneklerde görüldüğü gibi Mehmet Akif’in 1915’ten önceki şiirlerinde istiklâl ve hürriyet, İslâm dünyasının eskiden sahip olup sonradan kaybettiği değerler arasında yer almaktadır. Şairin bu dönemde “millet”e bakışında olduğu gibi hürriyet ve istiklâl konusunda da karamsar ve hattâ umutsuz olduğu görülmektedir. Bu karamsar ruh hâli Çanakkale ve Milli Mücadele ile dağılmıştır. Millet için artık izmihlâl yoktur ve millet ortaya koyduğu mücadele ile hürriyet ve istiklâli hak etmiştir: “Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl.”
Mehmet Akif’in ilk şiirlerinden itibaren üzerinde ısrarla durduğu istiklâl kavramının millî marşımızın yazıldığı dönemde adeta büyülü bir kavram haline geldiğini de belirtmek gerekir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin şairlerimizden yazılmasını istediği marşın adı adeta toplumsal bir mutabakatla “İstiklâl Marşı” olarak belirlenmiştir. Maarif Vekâleti’nin açtığı müsabakaya katılan ve ilk elemeden sonra mecliste görüşülmek üzere tespit edilen altı şiirden birinin adı İstiklâl Türküsü, bir diğerininki İstiklâl Marşı’dır.
Başlığı bulunmayan dördüncü şiir “Ey Müslüman, Ey Türk oğlu/Açıldı istiklâl yolu” mısralarıyla başlamaktadır. Beşinci şiirin bir mısrası “Atıl, ez, vur senindir istiklâl” şeklindedir.22 Gazi Mustafa Kemal’in de, İstiklâl Marşı’nın ilk kez meclis kürsüsünde okunduğu gün yaptığı konuşmada istiklâl ve izmihlâl kavramlarına vurgu yapmış olması, İstiklâl Marşı’nın yazıldığı dönemin ruh hâli hakkında bir fikir vermektedir:23
“Muhterem arkadaşlarım, bütün bir millet ölümle göz göze baktığımız mütareke günlerinden başlayarak bugüne kadar kat’ ettiğimiz mesafeleri, atladığımız sayısız müşkülâtı bir defa daha beraber tahattur edelim. Ne vakit başladığı bilinmeyen zamanlardan beri şeref-i istiklâl ile yaşayan milletimiz en feci bir izmihlâl ile nihayet buluyor gibi görünmüş iken kayd-ı esarete karşı evlâdını kıyama davet eden ecdad sesi kalplerimiz içinde yükseldi ve bizi son halâs mücadelesine davet etti.”
Yine aynı şiirlerde “millet” ve “Türklük” kavramlarının da -İstiklâl Marşı’nda olduğu gibi- öne çıkması dikkat çekicidir. İlk elemede seçilen şiirlerden Hüseyin Suad’a ait olanı “Türkün evvelce büyük bir pederi/Çekti sancağa hilâl-i seheri” mısralarıyla başlamaktadır ve nakarat mısraları “Yürü ey milletin efradı yürü/Ak süt emmiş vatan evlâdı yürü” şeklindedir. A. S. İmzalı şiir “Millet aşkı, din aşkı, vatan aşkı uyansın” mısrasıyla başlar. Aynı şiirin nakarat kıtası “Türk oğludur bu millet/Türkündür bu memleket/Türk oğludur bu millet/Türkündür bu memleket” şeklindedir. Kemalettin Kâmi’nin şiirinde Türkün kolunun bükülemezliğine, Türk milletinin “her milletten ulu” olduğuna vurgu yapılmaktadır. İskender Hakî’nin şiiri “Ey Müslüman, Ey
Türk oğlu” mısrasıyla başlar, “Türk ordusu”na duyulan güveni, “Türk vatanı”nın güzelliğini anlatan mısralarla devam eder. M. İmzalı şiirde de “Kahraman Türk”, “Ey büyük ünlü milletim” gibi ifadeler vardır. Son olarak Mehmet Muhsin’in şiirinde de aynı şekilde Türk ordusu ve milleti yüceltilmektedir. Bu şiirin nakarat mısraları “Ey kahramanlar ordusu, ey yıldırım-şitab/Göster cihan-ı mağribe bin şanlı inkılâb” şeklindedir. Bu şiirlerden hiçbiri elbette edebî ve estetik bakımdan Mehmet Akif’in şiiriyle karşılaştırılacak düzeyde değildir. Fakat İstiklâl Marşı’nda öne çıkan kavramların bu şiirlerde de hemen hemen aynı bakış açısını yansıtacak şekilde yer almış olmaları devre hakim olan ruh hâlini göstermesi bakımından dikkate değer.
Elbette devir bir istiklâl mücadelesinin verildiği devirdir ve dolayısıyla Mehmet Akif’in şiiriyle birlikte millî marş olmak üzere kaleme alınan bu şiirlerde de millî bağımsızlıkla ilgili kavramların öne çıkması da tabiîdir. Fakat -yukarıda göstermeye çalıştığımız üzere- Mehmet Akif’in şiirine bu kavramlar yeni girmiş değildir. 1908’de yayımlamaya başladığı ilk şiirlerinden itibaren millet, istiklâl ve hürriyetin yokluğunun yasını tutan Mehmet Akif, milletin dirilişi ve hürriyet ve istiklâline sahip çıkışının coşkusunu da milletinin en yetkin bir kalemi olarak dile getirmiştir.
Türk edebiyatında Mehmet Akif kadar yaşadığı dönemde toplumu derinden etkileyen ve sarsan olaylarla ilişkili olan az şair vardır. İstiklâl Savaşı öncesinde ülkenin yaşadığı facialar Akif’i büyük ölçüde umutsuzluğa düşürmüş, fakat kuvvetli bir imana sahip olduğundan, bir bakıma Allah’a isyan anlamına geldiğini bildiği bu umutsuzluğu imanıyla yenmeye çalışmıştır. Birinci Safahat’ta yer alan Tevhid Yahud Feryad ve İnsan manzumeleri, Akif’te esasen insanın varoluşuna dair iki farklı ruh hâli veya düşüncenin bir arada bulunduğunu göstermektedir. İlk şiirdeki, içinde bulunduğu evrenle ilgili hiçbir tasarruf hak ve yeteneğine sahip bulunmayan bir insan anlayışına karşılık ikinci şiirde insan, azim ve iradesiyle dünyayı hatta evreni değiştirme iradesine sahip bir varlık olarak tanımlanır. İstiklâl Marşı’na kadar yazdığı şiirlerin birçoğunda bu iki farklı ruh hâli çatışma hâlindedir. Sözgelişi, Birinci Safahat’taki Azim ve Geçinme Belâsı şiirleri, Safahat’ın ikinci kitabı olan Süleymaniye Kürsüsü’nde adlı eser, Hakkın Sesleri’ndeki şiirlerin hemen tamamı, Hatıralardaki manzumelerin çoğu bu çatışan ruh hâlini yansıtır. Akif’in şaheseri olan, Hocazade ve Köse İmam adlı iki kişinin karşılıklı konuşmaları şeklinde düzenlenmiş Asım da söz konusu iki şahsiyet şairimizin içindeki çatışmanın iki farklı kişi hâlinde dışa vuruluşudur.
Bu çatışmanın, Akif’in şiirinin, -yukarıda belirttiğimiz gibi- döneminin olaylarına bağlı oluşundan kaynaklandığı kuşkusuzdur. Çanakkale Savaşı’ndan itibaren karamsarlığını büyük ölçüde yenen ve bu iyimserlik ve umutla Milli Mücadele’ye katılan Akif, önceden yazdığı şiirleri ile bir bakıma İstiklâl Marşı’nı yazması gereken şair olduğunu kabul ettirmişti.
O, istiklâlin milletinin hakkı olduğunu söyledi. Türkiye Büyük Millet Meclisi de, temsilcisi olduğu millet adına, ona İstiklâl Marşı şairi olma hak ve onurunu verdi.
1 Osmanlıcılık ideolojisinin tanımı ve çerçevesi için bkz. Şükrü Hanioğlu, “Osmanlıcılık”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, c. 5, s. 1389-1393.
2 İslâmcılık ideolojisi konusunda bkz. Şerif Mardin, “İslâmcılık”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, c. 5, s. 1400-1404; İsmail Kara, “Tanzimat’tan Cumhuriyete İslâmcılık Tartışmaları”, a.g.e., s. 1405-1420.
3 İslâmcı ideolojinin Yeni Osmanlılarla ilişkisi konusunda bkz. Mümtaz’er Türköne, Siyasî İdeoloji Olarak İslâmcılığın Doğuşu, İstanbul, 1991, özellikle bkz. s. 93-143.
4 Türkçülük konusunda bkz. Şükrü Hanioğlu, “Türkçülük”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, c. 5, s. 1394-1399.
5 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Hasan Basri Çantay, “Millî İstiklâl Marşı Nasıl Yazıldı? Nasıl Kabul Edildi?”, Akifnâme, İstanbul, 1966, s. 62-73.
6 Esasen kelimenin o dönemin yazı dilindeki kullanımının da dinî aidiyeti ifade edecek şekilde olduğu belirtilmelidir. 1900 yılında yayımlanan Kamus-ı Türkî’nin millet kavramı için yaptığı tanım bunu doğrulamakta, fakat kelimenin anlam değişmesine uğramaya başladığını da göstermektedir: “Millet: 1. Din, mezhep, kîş: Millet-i İbrahim; din ve millet ikisi birdir. 2. Bir din ve mezhepte bulunan cemaat: Millet-i İslâm; milel-i muhtelife rüesası (Lisanımızda bu lügat sehven ümmet ve ümmet lügati millet yerine kullanılıp meselâ “milel-i İslâmiye” ve “Türk milleti” ve bilakis “ümmet-i İslâmiye” diyenler vardır. Halbuki doğrusu “millet-i İslâmiye” ve “ümem-i İslâmiye” ve “Türk ümmeti” demektir. Zira millet-i İslâmiye bir ve ümem-i İslâmiye yani din-i İslâm’a tâbi akvam ise çoktur. Tashihen istimali elzemdir.)”.
7 Safahat, Eski ve Yeni Harfli Metinler ile Tenkidli Neşir (Edisyon Kritik) Bir Arada, (Hz. M. Ertuğrul Düzdağ), İz Yayıncılık, İstanbul, 1991.
8 Safahat, s. 160.
9 Safahat, s. 192-193.
10 Safahat, s. 197.
11 Safahat, s. 236-237.
12 Orhan Okay’ın da isabetle belirttiği gibi bu eserde “Köse İmam, Akif’in Çanakkale Savaşlarına kadar bedbin olan ruh halidir. Köse İmam’ı tenkit eden, onu haddinden fazla karamsar bulan, onun mensup olduğu medrese takımını da zaman zaman suçlayan, yer yer milletimizin şanlı mazisinden ve ecdadından bahsederek yeniden o günlerin geleceği ümidini veren Hocazade ise Akif’in, Çanakkale Savaşlarını görerek ümitsizlikleri imanla değiştiren ruh halidir.” Orhan Okay, “Şehitlikte Bir Şair: Mehmet Akif”, Sanat ve Edebiyat Yazıları, İstanbul, 1990, s. 168.
13 Safahat, s. 394.
14 Sebilü’r-reşat, c. 17, nr. 441, 22 Zilhicce 1337/18 Eylül 1919, s. 201.
15 Safahat, ss. 277-279.
16 Safahat, s. 325.
17 Safahat, s. 165.
18 Safahat, ss. 282-283.
19 Safahat, ss. 284-285.
20 Safahat, ss. 288-289.
21 Safahat, ss. 292-297.
22 Söz konusu şiirlerin metinleri için bkz. M. Ertuğrul Düzdağ, Mehmed Akif Hakkında Araştırmalar I, 2. bs., İstanbul, 1989, ss. 126-131.
23 Aktaran; Eşref Edib, Mehmed Akif, C. 1, İstanbul, 1962, s. 160.
Dostları ilə paylaş: |