Abdülkâdir Bedrân'ın bu basılmış eserlerinden başka diğer başlıca eserleri de şunlardır: Mevridül-efhâm min selsebîli c ömdeti 1-ahkâm; Haşiye calû Şerhil-Müntehâ; el-cUküdü"d-dürriyye fi'I-fetâva'l-kevniyye; Şerhu Şülâşiyyâti Müsnedi'1-İmâm Ahmed; Şerhu'l-Erbacme hadisen; Şerhu'n-Nûniyye (İbn Kayyim'in eserine yapılan şerhtir); Haşiye calâ Şerhi'z-Zâd-, Haşiye 'alâ Ahşari 1-muhtaşarât; Ta'lîk calâ Muhtaşari'l-İfâdât; îzâhu'l-mezâlim min Şerhi'l-Elfiyye H İbni'n-Nâ-zım; Telhîşü'1-Ferâ * idi 's-seniyye fi 1-fevâ3idi'n-nahviyye; Şerhu'I-Kâfî fi'l-Qarûz ve'1-kavâfi; Telhîşü'd-Dâris fi'l-
medâris; TesIiyetü'I-ke*îb can zikrâ habîb (şiirlerini topladığı divanı); el-Âşö-rü'd-Dımaşkiyye ve'î-me 'âhidü'l-'il-miyye. Ayrıca tamamlanmamış Taba-kâtü'l-Hanâbile ile Şerhu Süneni'n-Afesd'i adlı eserleri de vardır.
BİBLİYOGRAFYA:
Serkîs, Mufcem, 1, 182, 541; Brockelmann, GAL SuppL, I, 567, 689; Zeki Mücâhid, el-tflA-mü'ş-Şarkiyye, Kahire 1950, s. 128-130; Keh-hâle. Mu'cemü'l-mü'elliftn, Dımaşk 1376-78/ 1957-61 — Beyrut, ts. (Dâru İhyâi't-türâsi'l-Arabî), V, 283-284; a.mlf.. et-Müstedrek, Beyrut 1406/1985, s. 395; a.mlf., Mu'cemü mu-şannifi'l-kütübi'i-'Arabiyye, Beyrut 1406/1986, s. 279; Selâhaddin el-Müneccid. Mu'cemü'l-mü'errihîn ed-Dımaşkiyyîn ve âsârühümü't-mahtûta oe't-matbû'a, Beyrut 1398/1978, s, 414-415; Ziriklî, el-A'lam (nşr. Züheyr Fethul-lah), Beyrut 1984, IV, 37-38; Abdurrahman Ut-be. Ma'a'l-mektebeti'l-'Arabiyye, Beyrut 1404/ 1984, s. 109; Abdülkâdir Ayyaş. Mu'cemü'l-mü 'elliftn es-Sûriyyîn fi'l-karni't- cişrîn, Dımaşk 1405/1985, s. 57. r-1
İMİ Ahmft Özeı.
ABDÜLKÂDİR-İ BELHİ
(1839-1923) Nakşibendî ve Melâmt-Hamzavî şeyhi.
Belh yakınlarındaki Kunduz'da doğdu. Özkent Hükümdarı Burhâneddin Kı-lıç'ın soyundan gelen Nakşibendî-Mü-ceddidî şeyhi Şeyyid Süleyman Efendi'-nin oğludur. 18S5'te Belh'te meydana gelen karışıklıklar yüzünden, üç yüz kadar müridiyle ülkesinden hicret etmek zorunda kalan babasıyla birlikte İran ve İrak yoluyla Anadolu'ya geçip Konya'ya geldi (1859). Dinî ilimleri, Arapça ve Farsça'yı babasından öğrendi. Konya'da yirmi yaşlarında iken İbnü'l-Arabrnin el-Fütûhâtü'l-Mekkiyye'siri\ okuyup bitirdi. Dört yıl kadar Konya'da kaldıktan sonra Bursa'ya giden aile, Sultan Abdül-aziz'in Şeyh Süleyman Efendi'yi davet etmesi üzerine İstanbul'a ulaştı. Şeyh Süleyman Efendi 1867'de Eyüp Nişan-casfndaki Şeyh Murad Buhârî Dergâhı meşihatine tayin edildi. Abdülkâdir, babasının ölümünden sonra bu tekkenin şeyhliğine getirildi (1887). Kırk altı yıl bu görevde kaldı. 17 Mart 1923'te vefat etti. Cenaze namazı Eyüp Camii'nde kılındı ve Şeyh Murad Dergâhının hazî-resinde babasının yanına defnedildi.
Seyyid Abdülkâdir-i Belhî, Nakşibendî- Müceddidî icazetini babasından aldı. İstanbul'a geldiği ilk yıllarda, Hamza Bâlfnin ölümünden sonra Hamzaviyye
231
ABDÜLKÂDİR-İ BELHÎ
adını alan Bayramı Melâmîliği'ni temsil eden Bekir Reşad Efendi'ye (ö. 1875) intisap etti. Zahiren Nakşibendî-Müced-didî olarak görünmekte birlikte Hamza-vlliğin prensiplerine sıkı sıkıya bağlı kaldı. Bekir Reşad Efendi'den sonra uzun yıllar İstanbul'da Hamzavî kutb'u olarak tanındı. Üçüncü devre Melâmîliği adı verilen Nakşibendî Melâmîliği'nin kurucusu Muhammed Nûrü'l-Arabî İstanbul'a geldiğinde kendisini sık sık ziyaret ederek tarikatını Abdülkâdir-i Bel-hrye tasdik ettirmek istediyse de münasebetleri dostluk çerçevesinde kaldı. Hamzavilik Cumhuriyet döneminde oğlu Ahmed Muhtar1 da (o. 1933] kesintiye uğradı. Aralarında Bahariye Mevlevlha-nesi şeyhi Hüseyin Fahreddin Dede, Fer-ruh Çelebi ve çelebilik makamını temsil eden Abdülhalim Çelebi gibi ileri gelen kişiler bulunmasına rağmen, Mevlevî-ler'in çoğu Abdülkâdir-i Belhfyi kutub kabul etmişlerdir.
Eserleri. 1. Esrârü't-tevhîd. Mesnevi tarzında yazılmış 223 beyitlik Farsça bir eserdir. İhvan'ından Selanik Valisi Mehmed Nâzım Paşa tarafından naz-men tercüme edilmiştir (İstanbul 1331). Müellif hattı nüsha Sefînetü'l-evliyâ'-
Abdulkâdir-i Belhî'nın Sûnûhât-ı İtahiyye
ue HhSmStı Rabbâniyye adlı eserinin son sayfası
(İU Kip., İbnülemin, nr. 3360)
nın içinde yer almaktadır. 2. Divan. Şiirlerinde Gulâm-ı Kadir ve Belhî mahlaslarını kullanan Abdülkâdir-i Belhfnin Farsça, Çağatayca ve Anadolu Türkçe-si'yle yazdığı şiirlerden meydana gelen büyük bir divanı vardır. Ancak bu şiirler edebiyat açısından değil, daha çok tasavuf bakımından önemlidir. Divanı dışındaki eserlerinde bulunan beyit sayısı ise otuz beş binin üzerindedir. 3. Yenâbîcu'l-hikem. On bir bin beyitten meydana gelen bu tasavvufî eserin yazılışı 19O2'de tamamlanmıştır. 4. Kü-nûzü'l- 'arifin. Tasavvufî hal ve makamları açıklayan 5453 beyitlik Farsça mesnevi tarzında bir eser oiup 1905te yazılmıştır. 5. Güişen-i Esrûr. 6876 beyitlik bir eserdir. A. Gölpınarlı'nın, Abdülkâdir-i BelhFnin oğlu Ahmed Muhtarda gördüğünü söylediği yukarıda adı geçen dört eserin bugün nerede olduğu bilinmemektedir (bu eserler için bk. A. Gölpınarh, s. 183-187). 6. Sünûhût-ı İlâhiyye ve İlhâmât-i Rabbânîyye. 2260 beyitten meydana gelen eserin Abdülkâdir-i Belhfnin kendi hattıyla olan nüshası İstanbul Üniversitesi Kü-tüphanesi'ndedir (İbnülemin, nr. 3360). İbnülemin, adı geçen bu eserlerin dışında Şems-i Rahşan ve Şümûs-i Esrar adlı iki eseri daha olduğunu söyler. Abdülkâdir-i Belhrnin eserlerinin hepsi manzumdur.
BİBLİYOGRAFYA:
Hüseyin Vassâf. Sefîne, II, 227-230; İbnülemin,' Son Asır Türk Şairleri, s. 7-8; Abdülbâki Gölpınarlı, Melâmlfiik ve Melâmiler, İstanbul 1931, s. 182-187; S. Nüzhet Ergun, Türk Şairleri, İstanbul 1936-45, I, 229-233; Muharrem Hilmi $enalp, "Eyüpsultan'da Şeyh Murad Külliyesi", Lâle, sy. 1, İstanbul 1982, s. 22-26; T. Yazıcı, "cAbd-al-Qâder Balkı", Ek., I, 131-132. i-,
Iffli NİHAT AZAMAT
ABDÜLKÂDİR el-CEZÂİRÎ
(1808-1883)
İslâm mücahidi ve Cezayir emîri (1832-1847).
6 Eylül 1808'de Batı Cezayir'de Ma-asker şehri civarındaki bir zaviyede doğdu. Babası Muhyiddin, Hz. Hasan soyundan olup Kâdirî şeyhlerindendi. Çocukluğunda ve gençliğinde sağlam bir din eğitimi gördüğü gibi silâh kullanmayı ve ata binmeyi de öğrendi. 1827'de babasıyla birlikte Mekke'ye giderek hacı oldu. Yurda dönüşünden az
sonra, 1830 Temmuzunda Fransızlar Cezayir'i işgal ettiler ve ülkedeki üç yüz yıllık Türk idaresine son verdiler. Yerli Arap ve Berberi kabileleri, yabancı hâkimiyetine karşı koymak maksadıyla Şeyh Muhyiddin'i sultan ilân etmek istediler: fakat o yaşlılığını ileri sürdü ve bu vazifeden oğlu lehine feragat etti. Abdülkâdir, Fas sultanının hükümdarlık hakkını tanıyarak, 22 Kasım 1832'de "emîrü'l-mü'minîn" unvanını aldı. Fas Sultanı Abdurrahman'ın halifesi sıfatıyla Fransızlar'a ve onlarla iş birliğinde bulunanlara karşı mücadeleye başladı. Kahramanlığı ve zekası sayesinde yerli kabileleri etrafına topladı, nüfuzunu Batı ve Orta Cezayir'e kadar genişletti. Büyük Sahra'nın bazı şeyhleri de ona tâbi oldular. Ocak 1831'de Fransız işgaline geçen Vahran'daki (Oran) kumandan Bugeaud ile 30 Mayıs 1837'de Taf-na Antlaşması'nı imzalaması, onu memleketin üçte ikisine hâkim kıldı. Daha önce Maasker'de olan idare merkezini Tagdempt'e naklettikten sonra, İslâm esaslarına dayalı bir devlet kurmak için faaliyet gösterdi. Türkler zamanında birtakım mükellefiyetler karşılığında vergiden muaf tutulan Mehâzin kabilelerinin imtiyazlarını kaldırdı ve herkesten zekât topladı. Fas yoluyla İngiltere'den sağladığı top ve tüfeklerle düzenli bir ordu kurdu. Bu arada Fransızlar doğuda Osmanlı tâbiiyetini sürdüren ve kendilerine karşı direnen Ahmed Bey'i yenerek 1837 Ekiminde Kostanti-ne şehrini zaptettiler. 1839 sonbaharında da Kabiliye bölgesine kadar genişlettiği nüfuzunu sınırlandırmak için Abdülkâdir'le görüşmek istediler. Red cevabı alınca da kuvvet göndererek Cezayir'i Kostantine'ye bağlayan Bîbân Ge-çidi'ni ele geçirdiler. Buna karşı, 19 Kasımda "cihâd-ı mukaddes" ilân eden Abdülkâdir, küçük fakat hareket kabiliyeti yüksek birliklerini Fransızlar üze-
Abdulkadır el-Cezai rî
232
ABDÜLKADİR EFENDİ, Topçular kâtibi
rine şevketti. Ancak, 1840 Aralığında Cezayir umumi valiliğine tayin edilen Bugeaud, sayısı arttırılmış kuvvetlerini hasmının harp taktiğine uygun şekilde hazırladıktan sonra Abdülkâdir ile savaşa girişti. Fransızlar Tagdempt, Ma-asker ve Tlemsen şehirlerini işgal ettiler. 16 Mayıs 1843'te emîrin seyyar ordugâhını bile bastılar. Abdülkâdir Fas'a sığınmak zorunda kaldı. Peşini bırakmayan Bugeaud. 1844 Ağustosunda Isly'de Fas ordusunu yendi: 1844 Ekiminde imzalanan Tanca Antlaşması'y-la Fas Sultanı Abdurrahman'ı, Abdül-kâdir'i desteklemekten vazgeçirdi. Bunun üzerine emir Cezayir topraklarına döndü ve bir Fransız birliğini 1845 Ekiminde Şîdî-Brâhîm'de bozguna uğrat-tıysa da, gittikçe artan Fransız baskısı karşısında yerli kabilelerin kendisinden uzaklaştıklarını gördü. 1846 yazında çaresizlik içinde tekrar Fas'a sığındı. Sultanın kuvvetlerinin yenilmesi üzerine, 23 Aralık 1847'de Fransızlara teslim oldu. İskenderiye veya Akkâ'ya götürüleceğine dair verilen söze rağmen Fransa'da beş yıl esir olarak kaldı. 1852 Ekiminde serbest bırakılınca Osmanlı ülkesine giderek önce Bursa'da, 1855'-ten itibaren de Şam'da oturdu. Siyasetle ilgisini kesmiş olduğundan vaktini ibadet ve ilimle geçirdi. Cebelilübnan'-da patlak veren ve 1860 Temmuzunda Şam'a yayılan Dürzî İsyanı sırasında bizzat müdahalede bulunarak birçok hıris-tiyanı katliamdan kurtardı. 26 Mayıs 1883'te Şam'da öldü.
Abdülkâdir cesur, akıllı ve dindar bir idareciydi. Fransızlarla mücadelesinde askerlik kabiliyeti yanında siyasî maharetini de ispat etmiştir. Gerektiğinde sert davranmakla beraber, adaleti gözetirdi ve mizaç itibariyle merhametliydi. 0 aynı zamanda iyi bir şair. değerli bir fikir adamıydı. Şiirleri Nüzhetü'l-hâtıi fî kanii'l-emîr cAbdüIkâdir adı ile Kahire'de basılmış, felsefî mahiyette Zikrü'l-'âkil ve tenbîhü'I-ğâiil adlı kitabının da Arapça aslı Beyrut'ta, Fransızca tercümesi 1858'de Paris'te neşredilmiştir.
İbnü'l-Arabî tasavvufunun tesiri altında kalan Abdülkâdir'i Cezayirliler millî kahraman tanırlar. Cezayir istiklâline kavuştuktan sonra kemikleri Cezayir'e nakledilerek şehidler kabristanına gömülmüştür. Ölümünün 100. yılı münasebetiyle kendisine ayrılan Mecelletü't-Târîh'm özel sayısında {Centenaire de la Mort de l'Emir Abdelkader 1883-1983; Al-ger 1983) hayatına, siyasî faaliyetlerine,
eserlerine ve hakkında yazılanlara dair çeşitli makaleler bulunmaktadır.
BİBLİYOGRAFYA:
BA. Îrâde-Hâriciye, nr. 4481, 4487, 4749, sene 1269; Ph. d'Estailleur-Chanteraine. Abdel-Kader, İEurope et i'tslam an XIX' siecle, Paris 1847; C. Zeydan. Meşâhtrü'ş-şark, Kahire 1902, i, 172-181; M. Emerit. LAİgerie â l'epoque dAbd-el-Hader, Paris 1951; Bassam Asalf, el-Emîr 'Abdülkâdir el-Cezâ 'in, Beyrut 1986; Pessah Shinar, "cAbd al-Qadir and cAbd al-Karim Reügious Influences on Their Thought and Action", AASt., I (19651, s. 139-174; A. Temimi, "L'Emir Abd el-kader a Damas, 1855-1861", RHM, VI (1979), s. 107-115; G. Yver, "Abdülkadir", İA, I, 85-87; Ph. De Cosse-Brissac. "cAbd al-Kadir b. Muhyi al-Din", El? (ing.), I, 67-68; C. R. A., "'Abd el-Kader", Eün.,\, 12-13. |-ı
İmi Hrcumf.nt Kuran
ABDÜLKÂDİR ed-DİHLEVÎ
(bk. DİHLEVİ, Abdülkâdir b. Ahmed).
ABDÜLKADİR EFENDİ, Topçular kâtibi
(ö. 1054/1644 [?])
Osmanlı tarihçisi.
Hayatı hakkında, eserinde kendisiyle ilgili olarak yazdıkları dışında fazla bilgi yoktur. Kâtip Çelebi FezM/te'sinde adını Abdülkadir olarak zikretmiş ve bu adla tanınmış olmakla beraber, kendisi Târih'inde dolaylı olarak Kadri adını kullanmakta, arşiv vesikalarında da adı Kadri olarak geçmektedir (BA, MAD, nr, 2307, 2514). Tdri/ı'inden anlaşıldığına göre, 1595'te topçular kâtibi, ertesi yıl topçu bölükbaşısı oldu. Eğri'nin fethi, Kanije müdafaası ve İstolni-Belgrad'ın geri alınışında bulundu. 1607'de sol ulûfeciler (bk. ulûfeciyânj kâtibi, daha sonra arpa kâtibi (bk. arpa emini) oldu. 1621'de Hotin Muharebesi'ne katıldı; dönüşte cephanenin İsakça İskelesi'ne
233
ABDÜLKADİR EFENDİ, Topçular kâtibi
naklinde görev aldı. 1627'de Veziriazam Halil Paşa'nın emriyle nüzul* emini tayin edildi; aynı yıl top arabalarının tamiri ile görevlendirildi. Yine eserinden öğrenildiğine göre, 1593-1630 yılları arasında yapılan Avusturya, Eflak, Macar, Eğri, Estergon, Celâli, Şark, Leh ve Bağdat seferlerine katıldı. Muhtemelen 1644'te İstanbul'da öldü.
Abdülkadir Efendi, daha çok. Cemâzi-yelevvel 1000-Muharrem 1054 (Şubat 1592-Mart 1644) tarihleri arasında cereyan eden olayları ihtiva eden Târih'ı ile tanınmıştır. Esere müellifin verdiği özel bir isim yoktur. Ancak eser sonraki müelliflerce Târîh-i Âî-i Osman, Ve-kâyi-i Târihİyye ve Tevârîh-i Âl-i Osman adlarıyla anılmıştır. Sade bir dille yazılan eser, belli bazı yanlışlara, gereksiz ayrıntı ve tekrarlara rağmen, özellikle müellifinin bizzat bulunduğu seferlerle ilgili bilgiler açısından önem taşımaktadır. Ayrıca devlet teşkilâtı, toplar ve topçuluğa dair bilgiler, ordunun cephane durumu, devlet idaresinde görev alanların en küçük rütbeliye kadar ismen belirtilmesi, devrin diğer tarihlerinden farklı özellikler olarak dikkati çekmektedir. Yer yer bazı yerleşim bölgeleriyle buralarda çıkan madenleri tanıtması, deprem ve yangınlarla birlikte İstanbul'un iktisadî ve sosyal durumu hakkında bilgiler vermesi bakımından da önemlidir.
Abdülkadir Efendi eserini, muhtemelen IV. Murad devrinin sonlarına doğru, padişaha takdim etmek niyetiyle yazmaya başlamış ve bu işi vefatına kadar sürdürmüştür. Kâtip Çelebi ve onun vasıtasıyla Naîmâ'nın da faydalandığı eserin, biri Süleymaniye (Esad Efendi, nr. 2151), diğeri Viyana Millî Kütüphanesi'n-de (nr. Mxt. 130; fotokopisi Türkiyat Enstitüsü, nr. 1956/208) olmak üzere iki nüs-
hası vardır. Müellifin el yazısıyla olduğu tahmin edilen Esad Efendi nüshasının başından 25-30 varak eksiktir.
BİBLİYOGRAFYA:
BA, MAD, nr. 2307, 2514; Kâtip Çelebi. Fezleke, İstanbul 1286, I, 151; Naîmâ. Târih, İstanbul 1280, I, 101, 227, 258; G. Flügel. Die arabischen persischen und türkischen Hand-schriften, Wien 1865, II, 260; Babinger (Üçok). s. 206; Bekir Kütühoğlu. Kâtip Çelebi Fezte-ke'sinin Kaynaklan, İstanbul 1974, s. 17, 23, 29, 33-35; M. Köhbach. "Der Osmanische Historiker Topçular Kâtibi 'Abdül-Qâdir Efendi, Leben und Werk", Osman/i Araştırmaları, II, İstanbul 1981, s. 75-96.
imi Ziya Yılmazer
ABDÜLKADİR el-FÂSİ
~l
(bit FASI, Abdülkadir b. Ali).
ABDÜLKADİR el-FEYYÛMl
(bk. FEYYÛMİ, Abdülkadir b. Muhammed).
ABDÜLKADİR GEDİKZADE
(bk. GEDİKZADE, Abdülkadir).
abdülkAdir-i geylAni
~l
r
Muhyiddîn Ebû Muhammed Abdülkadir b. Ebî Salih Mûsâ Zengîdost
el-Geylânî (ö. 561/1165-66)
Kadİriyye tarikatının kurucusu.
470'te (1077) Hazar denizinin güneybatısındaki Gîlân eyalet merkezine bağlı Neyf köyünde doğdu. Arapça'da "el-Cîlî, el-Cîlânr, Farsça"da "Gîlî. Gîlânî",
Türkçe'de ise "Geylânî" şeklinde telaffuz edilen nisbesiyle şöhret buldu. Babası Ebû Salih Musa'nın dindar bir kimse olduğu bilinmekte, ancak hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Hz. Ali'ye ulaşan soy şeceresi kaynaklarda şöyle verilmektedir: Abdülkâdir-i Geylânî b. Mûsâ b. Abdullah b. Yahya b. Muhammed b. Mûsâ el-Cevn b. Abdullah el-Kâmil b. Hasan el-Müsennâ b. Hasan b. Ali. Hz. Hasan soyundan gelen şerifler İdrîsfler, Sa'dîler (Filâniyyûn) ve Kadiriler adı verilen üç kola ayrılırlar. Babasının "Zengî-dost" (zenci dostu) unvanıyla anılması ve kendisinin Bağdat'ta, a'cemî (Arap olmayan, yabancı) olarak tanınması gibi hususlar bahis konusu edilerek, Hz. Hasan'a varan soy şeceresinin sonradan ortaya konulmuş olduğu da ileri sürülmüştür. Devrin tanınmış zâhid ve sofilerinden Ebû Abdullah es-SavmaFnin kızı olan annesi Ümmü'l-Hayr Emetü'l-Cebbâr Fâtıma'nın da kadın velîlerden olduğu kabul edilir.
Küçük yaşta babasını kaybeden Abdülkadir, annesinin yanında ve dedesi SavmaFnin himayesinde büyüdü. Kendisi on yaşında mektebe gidip gelirken melekler tarafından korunduğuna inanırdı. Bütün gayesi tahsiline devrin en önemli İlim ve kültür merkezi olan Bağdat'ta devam etmekti. On sekiz yaşına gelince annesinden izin alarak bir kafileye katılıp Bağdat'a gitti (1095). Orada Ebû Gâlib b. Bâkıllânî, Ca'fer es-Serrâc, Ebü Bekir Sûsen ve Ebû Tâlib b. Yûsuf gibi âlimlerden hadis: Ebû Saîd el-Mu-harrimî (Mahzûmî), Ebû Hattâb ve Kâdî Ebû Hüseyin gibi hukukçulardan fıkıh; Zekeriyyâ-yı Tebrîzî gibi dilcilerden de edebiyat okudu. Kısa zamanda usul*, fürû* ve mezhepler konusunda geniş bilgi sahibi oldu. Bağdat mutasavvıfla-nyla yakın dostluklar kurduğu bu yıllarda Ebül-Hayr Muhammed b. Müslim ed-Debbâs (ö. 525/1131) vasıtasıyla tasavvufa intisap etti. Kaynaklar tarikat hırkasını Debbâs'tan giydiğini (bk. ilbAs-i hırka) ve onun damadı olduğunu bildirirler. Hocası Ebû Saîd'in kendisine tahsis ettiği Bâbülerec'deki medresede hadis, tefsir, kıraat, fıkıh ve nahiv gibi ilimleri okuttu ve vaaz vermeye başladı. Ancak bir süre sonra bütün bunları bırakarak inzivaya çekildi. Menkıbeye göre, yirmi beş yıl kadar süren inziva döneminin sonunda, başka biri yedirmedikçe kendi eliyle hiçbir şey yememeye ahdetmiş, aradan kırk gün geçtiği ve içinden "açım, açım" sesleri geldiği halde olağan üstü bir dayanma
234
ABDÜLKÂDİR-İ CEYLÂNI
gücü göstererek direnmiş, nihayet bu hali Ebü Saîd el-Muharrimrye malum olmuş, o da bunu alıp evine götürerek eliyle doyurmuş ve daha sonra da kendisine şeyhlik hırkasını giydirmiştir. Cü-neyd-i Bağdadîye ulaşan tarikat silsilesi şöyledir: Ebû Saîd Mübarek el-Mu-harrimî, Ebü'l-Hasan el-Hekkârî, Ebü'l-Ferec et-Tarsûsî, Abdülvâhid et-Temî-mî. Şiblî. Cüneyd-i Bağdadî. Muhtemelen inziva döneminin sonunda oğlu ile birlikte hacca gitti. Mekke'de tanıştığı birçok sOfiye hırka giydirdi. Sa'dî, Gü-listâriin ikinci bölümünde Abdülkâdir'i Kabe'nin örtüsüne yapışmış dua ederken gördüğünden bahsederse de tarih itibariyle onu görmüş olması mümkün değildir. Sühreverdî, onun dört kadınla evli olduğunu söyler. Ancak ne zaman evlendiği bilinmemektedir. Herhalde halvete çekildiği zaman evli ve çocuk sahibi idi. Bağdat'ta vefat etti.
Din! ve Tasavvuf! Düşünceleri. Abdül-kâdir-i Geylânî, Bağdat'a gittiği zaman mensup olduğu Şâfıî mezhebini bırakarak mizacına daha uygun gelen Hanbelî mezhebine girmiş, bununla birlikte hayatının sonuna kadar her iki mezhebe göre fetva vermiştir. Rivayete göre rüyasında Ahmed b. Hanbel Abdülkâdir'-den, o sırada zayıf durumda bulunan Hanbelîliği canlandırmasını istemiş, o da Hanbelî mezhebine girerek bütün gücüyle bu mezhebi ihya etmeye çalışmıştır. Yaşadığı dönemde Hanbelîler'in imamı olmuş ve bundan dolayı kendisine "Muhyiddin" (dini ihya eden) unvanı verilmiştir. Abdülkâdir-i Geylânî Hanbelî mezhebine sarsılmaz bir şekilde bağlıdır. Bütün eserlerinde, özellikle ei-Gunye'de bu mezhebe bağlılığı açıkça görülür. "Mezheplerin en iyisi İmam Ahmed'in mezhebidir" diyerek amel ve itikadda Ahmed b. Hanbel'i hararetli bir şekilde savunur. Müteşâbihat* ı te'vile kalkışmaz. Diğer Hanbelîler gibi te'vili tahrif sayar. İstivâ'ya tereddütsüz inanır ve bu konuda başta Mu'tezi-le olmak üzere öbür mezhepleri şiddetle tenkit eder. İmâm-ı Âzam'ın el-Fık-hü'i-ekber'deki fikirleri de bu tenkitlerin dışında kalmaz. Diğer Hanbelîler gibi o da Kur'an"daki harflerin dahi mahlûk olmadığını söyler. Müşebbihe veya Mücessime'den olmamakla birlikte bu konudaki görüşü onlarınkine oldukça yakındır. Hanbelîliği, "İmam Ahmed'in akîdesi üzere bulunmayan evliya var mıdır?" sorusuna, "Ne şimdiye kadar olmuştur, ne de bundan sonra olacak-
tır" diye cevap verecek kadar çok yüceltir. Kelâmdan ve kelâm âlimlerinden nefret eder. Nitekim Sühreverdfye, "Bu ilim âhiret azığı değildir" diyerek onun kelâm okumasını caiz görmemiştir. Ab-dülkâdir'in Hanbelî mezhebine bağlı olması, başta İbn Teymiyye olmak üzere pek çok tasavvuf tenkitçisinin takdirini kazanmasına sebep olmuştur. Şathiye-leri (bk. şathiyyAt) sebebiyle mutasavvıfları tenkit eden İbn Teymiyye onun bu tür sözleri karşısında ya susmak veya bunları te'vil etmek zorunda kalmıştır. Meselâ, "Bizim için bir şeyi terkede-ne. Allah terkettiğinden çok fazlasını verir" ifadesini çeşitli şekillerde yorumlayarak şeriata uygun olduğunu ispat etmeye çalışır. Şerhu kelimât min Fütûhi'1-ğayb adlı eserinde sathiye türünden daha başka örnekler veren İbn Teymiyye, onun Cüneyd-i Bağdadî ve Muhasibi gibi şer'î hükümlere hassasiyetle bağlı, büyük ve saygı değer bir şeyh olduğunu söyler; hatta İbn Akilin hücumuna uğrayan şeyhi Debbâs'ı da savunur. Kerametlerinin tevatürle sabit olduğunu iddia eder ve bunların doğruluğuna inanır. İzzeddin b. Abdüsselâm da bu konuda aynı fikirdedir. Meşhur Hanbelî âlimi İbn Kudâme 1166'da Bağdat'a geldiği zaman Abdülkâdir-i Geylânî ile görüşerek ona hayran olmuş, meziyetlerini öve öve bitireme-mişti. Nevevî, Süyûtî ve İbn Hacer gibi âlimler de onu takdir edenlerdendir.
Abdülkâdir-i Geylânî'nin tasavvufu, şeriata ve dinin zahiri hükümlerine titizlikle bağlı kalma esasına dayanır. O, her an Kur'an ve hadislere uygun hareket etmeyi şart koşar. Ona göre bir zahidin hayatında görülebilecek derunî haller dinî ölçülerin dışına taşmamalı-dır. Müridlerine hep. "Uyun, uydurmayın; itaat edin, muhalefet etmeyin, yakınmayın; temizlenin, kirlenmeyin" şeklinde tavsiyelerde bulunurdu. Dinin zahirî hükümlerine uymadığı için Sehl et-Tüsterfnin "sır" nazariyesini reddetmiş, kendi tarikatının şeriata uygun olduğu İbn Teymiyye gibi bir münekkit tarafından bile kabu! edilmiştir. Se-mâ*a karşı değildir. Kur'an'ın telhin ve teganni ile değil, tertil ve tecvid üzere okunmasını ister, aksine hareket etmeyi yasaklardı. Gazzâirnin geliştirdiği Sünnî tasavvuf, onun tarafından devam ettirilmiştir denebilir.
Abdülkâdir-i Geylânî, 1127'de ilk defa vaaz vermeye başladığı zaman ancak birkaç kişiye hitap ediyordu. Fakat da-
ha sonra cemaati giderek arttığı ve medrese dar gelmeye başladığı için vaaz meclisini Bâbülhalbe'deki bir camiye nakletti. Açık havada verdiği vaazlarını dinlemek için yetmiş bin kişinin Bağdat'a geldiği, arka saflarda bulunanların Ön saflardakiler kadar sesini rahatlıkla işittikleri rivayet edilir. Karşılaştığı kimseleri hemen tesiri altına aldığı için "Bâzullah" (Allah'ın şahini) ve "el-Bâzü'l-eşheb" (avını" kaçırmayan şahin) unvanıyla da anılan Abdülkâdir'e bu unvan, De-mîrî'ye göre şeyhi Debbâs'ın meclisinde verilmiştir. Vaazlarında dinleyicilerine kurtuluşu ve cenneti vaad ettiğini, bu konuda onlara teminat verecek kadar inançlı ve kesin konuştuğunu, hitabetinin son derece etkili olduğunu kaynaklar görüş birliği içinde zikrederler.
Daha sağlığından itibaren kendisinden birçok keramet nakledilerek kişiliği tam manasıyla menkıbeleştirilmiş, gerçek kimliği ise önemini yitirmiş ve unutulmuştur. İbnül-Arabî, "kün" ilâhî kelimesine mazhar olduğu için Abdülkâ-dir'den çok keramet zuhur ettiğini söyler. Tasarruf ve kerametlerinin ölümünden sonra da devam ettiğine inanıldığı
Abdülkadir-i Geylânî Kulliyesı'nin doğu tackapısı
235
ABDÜLKÂDİR-İ GEYLÂNÎ
için, müridlerinin darda kaldıkları zaman söyledikleri. "Medet, yâ Abdülkâ-dir!" sözü bir tarikat geleneği olmuş, özellikle kadınlar, çaresiz kalanlara imdat ettiğine inandıkları Abdülkâdir'in ruhaniyetine samimi bir bağlılık göstermişlerdir. Veysel Karanı ve İbrahim b. Edhem gibi Abdülkâdir-i Geylânî de Türk halk edebiyatı ve folklorunda önemli bir yer tutmuştur. Yunus Em-re'ye nisbet edilen, "Seyyah olup şu âlemi araşan/Abdülkâdir gibi bir er bulunmaz" mısralarıyla başlayan şiir ile Eşrefoğlu Rûmî'nin, "Arısının balıyım bahçesinin gülüyüm/Çayırının bülbülüyüm yâ şeyh Abdülkâdir!" gibi şiirlerinde ona karşı duyulan derin hayranlık terennüm edilmiştir.
Abdülkâdir-i Geylânî hakkında Dü~ rerül'Cevâhir adlı bir eser yazan İb-nü'1-Cevzî onu ciddi surette tenkit etmiş. İbn Kesîr de hakkında söylenenlerin çoğunun hayal mahsulü olduğunu, el-Gunye ve Fütûhu'l-ğayb'üa mevzu hadisler bulunduğunu söylemiştir. Sem'ânrnin, "Konuşmasını dinledim, bir şey anlamadım" demesi, onun tasav-vufî hayata yabancı olduğunu gösterir. İbn Receb, Kitâbü'z-Zeyl calâ Tabakâ-fi7-Han rîbiie'sinde Behcetü'l-esrâr ve benzeri menâkıbnâmelerin hurafe ve saçma sözlerle dolu olduğunu, bunların Abdülkâdir'e ait olamayacağına dikkat çeker; Zehebî de bu görüşe katılır. İbnü'l-Arabî, Abdülkâdir-i Geylânrnin karşılaştığı kimseleri kokusundan tanıdığını, zira "ricâlü'r-revâih'ten olduğunu iddia eder ve onu Melâmetî sayar. Ancak İbnü'l-Arabfye göre kendisinden hiçbir keramet zuhur etmeyen Abdülkâdir'in müridi Ebü's-Suûd'un makamı, şeyhinin makamından daha üstündür. Zira şeyhi tasarrufta bulunduğu halde müridi, dilediği gibi tasarrufta bulunması için Hak Teâlâ'yı kendine vekil kılmıştır, Sühreverdî, şathiyelerinden söz ederek bunların sekr* halinde söylenmiş sözler olduğuna dikkati çeker. Re-şîd Rızâ da uydurma bir eser olan Gavşiyye risalesini hayranlarının ona nisbet ettiklerini, bilhassa Hintliler'in kendisine kutsiyet atfederek ona taparcasına saygı gösterdiklerini söyler.
Dostları ilə paylaş: |