Dedesinin adının Mustafa olduğu belir­tildiğinden, kaynaklarda Abdülbâki Arif b. Mehmed b. Mustafa seklinde anıl­maktadır. Şiirlerinde Arif mahlasını kul­landığından Arif Abdülbâki olarak da tanınmıştır



Yüklə 1,08 Mb.
səhifə10/25
tarix12.01.2019
ölçüsü1,08 Mb.
#94858
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   25

Abdülkâdir Bedrân'ın bu basılmış eserlerinden başka diğer başlıca eser­leri de şunlardır: Mevridül-efhâm min selsebîli c ömdeti 1-ahkâm; Haşiye calû Şerhil-Müntehâ; el-cUküdü"d-dürriyye fi'I-fetâva'l-kevniyye; Şerhu Şülâşiyyâti Müsnedi'1-İmâm Ahmed; Şerhu'l-Erbacme hadisen; Şerhu'n-Nûniyye (İbn Kayyim'in eserine yapılan şerhtir); Haşiye calâ Şerhi'z-Zâd-, Ha­şiye 'alâ Ahşari 1-muhtaşarât; Ta'lîk calâ Muhtaşari'l-İfâdât; îzâhu'l-mezâ­lim min Şerhi'l-Elfiyye H İbni'n-Nâ-zım; Telhîşü'1-Ferâ * idi 's-seniyye fi 1-fevâ3idi'n-nahviyye; Şerhu'I-Kâfî fi'l-Qarûz ve'1-kavâfi; Telhîşü'd-Dâris fi'l-

medâris; TesIiyetü'I-ke*îb can zikrâ habîb (şiirlerini topladığı divanı); el-Âşö-rü'd-Dımaşkiyye ve'î-me 'âhidü'l-'il-miyye. Ayrıca tamamlanmamış Taba-kâtü'l-Hanâbile ile Şerhu Süneni'n-Afesd'i adlı eserleri de vardır.

BİBLİYOGRAFYA:

Serkîs, Mufcem, 1, 182, 541; Brockelmann, GAL SuppL, I, 567, 689; Zeki Mücâhid, el-tflA-mü'ş-Şarkiyye, Kahire 1950, s. 128-130; Keh-hâle. Mu'cemü'l-mü'elliftn, Dımaşk 1376-78/ 1957-61 — Beyrut, ts. (Dâru İhyâi't-türâsi'l-Arabî), V, 283-284; a.mlf.. et-Müstedrek, Bey­rut 1406/1985, s. 395; a.mlf., Mu'cemü mu-şannifi'l-kütübi'i-'Arabiyye, Beyrut 1406/1986, s. 279; Selâhaddin el-Müneccid. Mu'cemü'l-mü'errihîn ed-Dımaşkiyyîn ve âsârühümü't-mahtûta oe't-matbû'a, Beyrut 1398/1978, s, 414-415; Ziriklî, el-A'lam (nşr. Züheyr Fethul-lah), Beyrut 1984, IV, 37-38; Abdurrahman Ut-be. Ma'a'l-mektebeti'l-'Arabiyye, Beyrut 1404/ 1984, s. 109; Abdülkâdir Ayyaş. Mu'cemü'l-mü 'elliftn es-Sûriyyîn fi'l-karni't- cişrîn, Dı­maşk 1405/1985, s. 57. r-1

İMİ Ahmft Özeı.

ABDÜLKÂDİR-İ BELHİ

(1839-1923) Nakşibendî ve Melâmt-Hamzavî şeyhi.

Belh yakınlarındaki Kunduz'da doğ­du. Özkent Hükümdarı Burhâneddin Kı-lıç'ın soyundan gelen Nakşibendî-Mü-ceddidî şeyhi Şeyyid Süleyman Efendi'-nin oğludur. 18S5'te Belh'te meydana gelen karışıklıklar yüzünden, üç yüz ka­dar müridiyle ülkesinden hicret etmek zorunda kalan babasıyla birlikte İran ve İrak yoluyla Anadolu'ya geçip Konya'ya geldi (1859). Dinî ilimleri, Arapça ve Farsça'yı babasından öğrendi. Konya'da yirmi yaşlarında iken İbnü'l-Arabrnin el-Fütûhâtü'l-Mekkiyye'siri\ okuyup bi­tirdi. Dört yıl kadar Konya'da kaldıktan sonra Bursa'ya giden aile, Sultan Abdül-aziz'in Şeyh Süleyman Efendi'yi davet etmesi üzerine İstanbul'a ulaştı. Şeyh Süleyman Efendi 1867'de Eyüp Nişan-casfndaki Şeyh Murad Buhârî Dergâhı meşihatine tayin edildi. Abdülkâdir, ba­basının ölümünden sonra bu tekkenin şeyhliğine getirildi (1887). Kırk altı yıl bu görevde kaldı. 17 Mart 1923'te ve­fat etti. Cenaze namazı Eyüp Camii'nde kılındı ve Şeyh Murad Dergâhının hazî-resinde babasının yanına defnedildi.

Seyyid Abdülkâdir-i Belhî, Nakşiben­dî- Müceddidî icazetini babasından al­dı. İstanbul'a geldiği ilk yıllarda, Hamza Bâlfnin ölümünden sonra Hamzaviyye

231


ABDÜLKÂDİR-İ BELHÎ

adını alan Bayramı Melâmîliği'ni temsil eden Bekir Reşad Efendi'ye (ö. 1875) intisap etti. Zahiren Nakşibendî-Müced-didî olarak görünmekte birlikte Hamza-vlliğin prensiplerine sıkı sıkıya bağlı kal­dı. Bekir Reşad Efendi'den sonra uzun yıllar İstanbul'da Hamzavî kutb'u ola­rak tanındı. Üçüncü devre Melâmîliği adı verilen Nakşibendî Melâmîliği'nin kuru­cusu Muhammed Nûrü'l-Arabî İstan­bul'a geldiğinde kendisini sık sık ziya­ret ederek tarikatını Abdülkâdir-i Bel-hrye tasdik ettirmek istediyse de mü­nasebetleri dostluk çerçevesinde kaldı. Hamzavilik Cumhuriyet döneminde oğ­lu Ahmed Muhtar1 da (o. 1933] kesintiye uğradı. Aralarında Bahariye Mevlevlha-nesi şeyhi Hüseyin Fahreddin Dede, Fer-ruh Çelebi ve çelebilik makamını temsil eden Abdülhalim Çelebi gibi ileri gelen kişiler bulunmasına rağmen, Mevlevî-ler'in çoğu Abdülkâdir-i Belhfyi kutub kabul etmişlerdir.

Eserleri. 1. Esrârü't-tevhîd. Mesne­vi tarzında yazılmış 223 beyitlik Farsça bir eserdir. İhvan'ından Selanik Valisi Mehmed Nâzım Paşa tarafından naz-men tercüme edilmiştir (İstanbul 1331). Müellif hattı nüsha Sefînetü'l-evliyâ'-

Abdulkâdir-i Belhî'nın Sûnûhât-ı İtahiyye

ue HhSmStı Rabbâniyye adlı eserinin son sayfası

(İU Kip., İbnülemin, nr. 3360)

nın içinde yer almaktadır. 2. Divan. Şi­irlerinde Gulâm-ı Kadir ve Belhî mah­laslarını kullanan Abdülkâdir-i Belhfnin Farsça, Çağatayca ve Anadolu Türkçe-si'yle yazdığı şiirlerden meydana gelen büyük bir divanı vardır. Ancak bu şiir­ler edebiyat açısından değil, daha çok tasavuf bakımından önemlidir. Divanı dışındaki eserlerinde bulunan beyit sa­yısı ise otuz beş binin üzerindedir. 3. Yenâbîcu'l-hikem. On bir bin beyitten meydana gelen bu tasavvufî eserin ya­zılışı 19O2'de tamamlanmıştır. 4. Kü-nûzü'l- 'arifin. Tasavvufî hal ve makam­ları açıklayan 5453 beyitlik Farsça mes­nevi tarzında bir eser oiup 1905te ya­zılmıştır. 5. Güişen-i Esrûr. 6876 beyit­lik bir eserdir. A. Gölpınarlı'nın, Abdül­kâdir-i BelhFnin oğlu Ahmed Muhtar­da gördüğünü söylediği yukarıda adı geçen dört eserin bugün nerede oldu­ğu bilinmemektedir (bu eserler için bk. A. Gölpınarh, s. 183-187). 6. Sünûhût-ı İlâhiyye ve İlhâmât-i Rabbânîyye. 2260 beyitten meydana gelen eserin Abdülkâdir-i Belhfnin kendi hattıyla olan nüshası İstanbul Üniversitesi Kü-tüphanesi'ndedir (İbnülemin, nr. 3360). İbnülemin, adı geçen bu eserlerin dışın­da Şems-i Rahşan ve Şümûs-i Esrar adlı iki eseri daha olduğunu söyler. Ab­dülkâdir-i Belhrnin eserlerinin hepsi manzumdur.

BİBLİYOGRAFYA:

Hüseyin Vassâf. Sefîne, II, 227-230; İbnüle­min,' Son Asır Türk Şairleri, s. 7-8; Abdülbâki Gölpınarlı, Melâmlfiik ve Melâmiler, İstanbul 1931, s. 182-187; S. Nüzhet Ergun, Türk Şair­leri, İstanbul 1936-45, I, 229-233; Muharrem Hilmi $enalp, "Eyüpsultan'da Şeyh Murad Külliyesi", Lâle, sy. 1, İstanbul 1982, s. 22-26; T. Yazıcı, "cAbd-al-Qâder Balkı", Ek., I, 131-132. i-,

Iffli NİHAT AZAMAT

ABDÜLKÂDİR el-CEZÂİRÎ

(1808-1883)

İslâm mücahidi ve Cezayir emîri (1832-1847).

6 Eylül 1808'de Batı Cezayir'de Ma-asker şehri civarındaki bir zaviyede doğdu. Babası Muhyiddin, Hz. Hasan soyundan olup Kâdirî şeyhlerindendi. Çocukluğunda ve gençliğinde sağlam bir din eğitimi gördüğü gibi silâh kul­lanmayı ve ata binmeyi de öğrendi. 1827'de babasıyla birlikte Mekke'ye gi­derek hacı oldu. Yurda dönüşünden az

sonra, 1830 Temmuzunda Fransızlar Cezayir'i işgal ettiler ve ülkedeki üç yüz yıllık Türk idaresine son verdiler. Yerli Arap ve Berberi kabileleri, yabancı hâ­kimiyetine karşı koymak maksadıyla Şeyh Muhyiddin'i sultan ilân etmek is­tediler: fakat o yaşlılığını ileri sürdü ve bu vazifeden oğlu lehine feragat etti. Abdülkâdir, Fas sultanının hükümdarlık hakkını tanıyarak, 22 Kasım 1832'de "emîrü'l-mü'minîn" unvanını aldı. Fas Sultanı Abdurrahman'ın halifesi sıfatıy­la Fransızlar'a ve onlarla iş birliğinde bulunanlara karşı mücadeleye başladı. Kahramanlığı ve zekası sayesinde yerli kabileleri etrafına topladı, nüfuzunu Batı ve Orta Cezayir'e kadar genişletti. Büyük Sahra'nın bazı şeyhleri de ona tâbi oldular. Ocak 1831'de Fransız iş­galine geçen Vahran'daki (Oran) kuman­dan Bugeaud ile 30 Mayıs 1837'de Taf-na Antlaşması'nı imzalaması, onu mem­leketin üçte ikisine hâkim kıldı. Daha önce Maasker'de olan idare merkezini Tagdempt'e naklettikten sonra, İslâm esaslarına dayalı bir devlet kurmak için faaliyet gösterdi. Türkler zamanında birtakım mükellefiyetler karşılığında vergiden muaf tutulan Mehâzin kabi­lelerinin imtiyazlarını kaldırdı ve her­kesten zekât topladı. Fas yoluyla İngil­tere'den sağladığı top ve tüfeklerle dü­zenli bir ordu kurdu. Bu arada Fransız­lar doğuda Osmanlı tâbiiyetini sürdü­ren ve kendilerine karşı direnen Ahmed Bey'i yenerek 1837 Ekiminde Kostanti-ne şehrini zaptettiler. 1839 sonbaharın­da da Kabiliye bölgesine kadar geniş­lettiği nüfuzunu sınırlandırmak için Abdülkâdir'le görüşmek istediler. Red cevabı alınca da kuvvet göndererek Ce­zayir'i Kostantine'ye bağlayan Bîbân Ge-çidi'ni ele geçirdiler. Buna karşı, 19 Ka­sımda "cihâd-ı mukaddes" ilân eden Ab­dülkâdir, küçük fakat hareket kabili­yeti yüksek birliklerini Fransızlar üze-

Abdulkadır el-Cezai rî

232

ABDÜLKADİR EFENDİ, Topçular kâtibi



rine şevketti. Ancak, 1840 Aralığında Cezayir umumi valiliğine tayin edilen Bugeaud, sayısı arttırılmış kuvvetlerini hasmının harp taktiğine uygun şekilde hazırladıktan sonra Abdülkâdir ile sa­vaşa girişti. Fransızlar Tagdempt, Ma-asker ve Tlemsen şehirlerini işgal etti­ler. 16 Mayıs 1843'te emîrin seyyar or­dugâhını bile bastılar. Abdülkâdir Fas'a sığınmak zorunda kaldı. Peşini bırak­mayan Bugeaud. 1844 Ağustosunda Isly'de Fas ordusunu yendi: 1844 Eki­minde imzalanan Tanca Antlaşması'y-la Fas Sultanı Abdurrahman'ı, Abdül-kâdir'i desteklemekten vazgeçirdi. Bu­nun üzerine emir Cezayir topraklarına döndü ve bir Fransız birliğini 1845 Eki­minde Şîdî-Brâhîm'de bozguna uğrat-tıysa da, gittikçe artan Fransız baskısı karşısında yerli kabilelerin kendisinden uzaklaştıklarını gördü. 1846 yazında çaresizlik içinde tekrar Fas'a sığındı. Sultanın kuvvetlerinin yenilmesi üzeri­ne, 23 Aralık 1847'de Fransızlara tes­lim oldu. İskenderiye veya Akkâ'ya gö­türüleceğine dair verilen söze rağmen Fransa'da beş yıl esir olarak kaldı. 1852 Ekiminde serbest bırakılınca Osmanlı ülkesine giderek önce Bursa'da, 1855'-ten itibaren de Şam'da oturdu. Siyaset­le ilgisini kesmiş olduğundan vaktini ibadet ve ilimle geçirdi. Cebelilübnan'-da patlak veren ve 1860 Temmuzunda Şam'a yayılan Dürzî İsyanı sırasında biz­zat müdahalede bulunarak birçok hıris-tiyanı katliamdan kurtardı. 26 Mayıs 1883'te Şam'da öldü.

Abdülkâdir cesur, akıllı ve dindar bir idareciydi. Fransızlarla mücadelesinde askerlik kabiliyeti yanında siyasî ma­haretini de ispat etmiştir. Gerektiğin­de sert davranmakla beraber, adaleti gözetirdi ve mizaç itibariyle merhamet­liydi. 0 aynı zamanda iyi bir şair. değer­li bir fikir adamıydı. Şiirleri Nüzhetü'l-hâtıi fî kanii'l-emîr cAbdüIkâdir adı ile Kahire'de basılmış, felsefî mahiyette Zikrü'l-'âkil ve tenbîhü'I-ğâiil adlı ki­tabının da Arapça aslı Beyrut'ta, Fran­sızca tercümesi 1858'de Paris'te neşre­dilmiştir.

İbnü'l-Arabî tasavvufunun tesiri altın­da kalan Abdülkâdir'i Cezayirliler millî kahraman tanırlar. Cezayir istiklâline kavuştuktan sonra kemikleri Cezayir'e nakledilerek şehidler kabristanına gö­mülmüştür. Ölümünün 100. yılı müna­sebetiyle kendisine ayrılan Mecelletü't-Târîh'm özel sayısında {Centenaire de la Mort de l'Emir Abdelkader 1883-1983; Al-ger 1983) hayatına, siyasî faaliyetlerine,

eserlerine ve hakkında yazılanlara dair çeşitli makaleler bulunmaktadır.

BİBLİYOGRAFYA:

BA. Îrâde-Hâriciye, nr. 4481, 4487, 4749, se­ne 1269; Ph. d'Estailleur-Chanteraine. Abdel-Kader, İEurope et i'tslam an XIX' siecle, Paris 1847; C. Zeydan. Meşâhtrü'ş-şark, Kahire 1902, i, 172-181; M. Emerit. LAİgerie â l'epoque dAbd-el-Hader, Paris 1951; Bassam Asalf, el-Emîr 'Abdülkâdir el-Cezâ 'in, Beyrut 1986; Pessah Shinar, "cAbd al-Qadir and cAbd al-Karim Reügious Influences on Their Thought and Action", AASt., I (19651, s. 139-174; A. Te­mimi, "L'Emir Abd el-kader a Damas, 1855-1861", RHM, VI (1979), s. 107-115; G. Yver, "Abdülkadir", İA, I, 85-87; Ph. De Cosse-Brissac. "cAbd al-Kadir b. Muhyi al-Din", El? (ing.), I, 67-68; C. R. A., "'Abd el-Kader", Eün.,\, 12-13. |-ı

İmi Hrcumf.nt Kuran

ABDÜLKÂDİR ed-DİHLEVÎ

(bk. DİHLEVİ, Abdülkâdir b. Ahmed).

ABDÜLKADİR EFENDİ, Topçular kâtibi

(ö. 1054/1644 [?])

Osmanlı tarihçisi.

Hayatı hakkında, eserinde kendisiyle ilgili olarak yazdıkları dışında fazla bilgi yoktur. Kâtip Çelebi FezM/te'sinde adı­nı Abdülkadir olarak zikretmiş ve bu adla tanınmış olmakla beraber, kendi­si Târih'inde dolaylı olarak Kadri adını kullanmakta, arşiv vesikalarında da adı Kadri olarak geçmektedir (BA, MAD, nr, 2307, 2514). Tdri/ı'inden anlaşıldığına gö­re, 1595'te topçular kâtibi, ertesi yıl topçu bölükbaşısı oldu. Eğri'nin fethi, Kanije müdafaası ve İstolni-Belgrad'ın geri alınışında bulundu. 1607'de sol ulûfeciler (bk. ulûfeciyânj kâtibi, daha sonra arpa kâtibi (bk. arpa emini) oldu. 1621'de Hotin Muharebesi'ne katıldı; dönüşte cephanenin İsakça İskelesi'ne

233


ABDÜLKADİR EFENDİ, Topçular kâtibi

naklinde görev aldı. 1627'de Veziriazam Halil Paşa'nın emriyle nüzul* emini ta­yin edildi; aynı yıl top arabalarının ta­miri ile görevlendirildi. Yine eserinden öğrenildiğine göre, 1593-1630 yılları arasında yapılan Avusturya, Eflak, Ma­car, Eğri, Estergon, Celâli, Şark, Leh ve Bağdat seferlerine katıldı. Muhtemelen 1644'te İstanbul'da öldü.

Abdülkadir Efendi, daha çok. Cemâzi-yelevvel 1000-Muharrem 1054 (Şubat 1592-Mart 1644) tarihleri arasında ce­reyan eden olayları ihtiva eden Târih'ı ile tanınmıştır. Esere müellifin verdiği özel bir isim yoktur. Ancak eser sonraki müelliflerce Târîh-i Âî-i Osman, Ve-kâyi-i Târihİyye ve Tevârîh-i Âl-i Os­man adlarıyla anılmıştır. Sade bir dille yazılan eser, belli bazı yanlışlara, gerek­siz ayrıntı ve tekrarlara rağmen, özel­likle müellifinin bizzat bulunduğu se­ferlerle ilgili bilgiler açısından önem ta­şımaktadır. Ayrıca devlet teşkilâtı, top­lar ve topçuluğa dair bilgiler, ordunun cephane durumu, devlet idaresinde gö­rev alanların en küçük rütbeliye kadar ismen belirtilmesi, devrin diğer tarih­lerinden farklı özellikler olarak dikkati çekmektedir. Yer yer bazı yerleşim böl­geleriyle buralarda çıkan madenleri ta­nıtması, deprem ve yangınlarla birlikte İstanbul'un iktisadî ve sosyal durumu hakkında bilgiler vermesi bakımından da önemlidir.

Abdülkadir Efendi eserini, muhteme­len IV. Murad devrinin sonlarına doğru, padişaha takdim etmek niyetiyle yaz­maya başlamış ve bu işi vefatına kadar sürdürmüştür. Kâtip Çelebi ve onun va­sıtasıyla Naîmâ'nın da faydalandığı ese­rin, biri Süleymaniye (Esad Efendi, nr. 2151), diğeri Viyana Millî Kütüphanesi'n-de (nr. Mxt. 130; fotokopisi Türkiyat Ensti­tüsü, nr. 1956/208) olmak üzere iki nüs-

hası vardır. Müellifin el yazısıyla olduğu tahmin edilen Esad Efendi nüshasının başından 25-30 varak eksiktir.

BİBLİYOGRAFYA:

BA, MAD, nr. 2307, 2514; Kâtip Çelebi. Fez­leke, İstanbul 1286, I, 151; Naîmâ. Târih, İs­tanbul 1280, I, 101, 227, 258; G. Flügel. Die arabischen persischen und türkischen Hand-schriften, Wien 1865, II, 260; Babinger (Üçok). s. 206; Bekir Kütühoğlu. Kâtip Çelebi Fezte-ke'sinin Kaynaklan, İstanbul 1974, s. 17, 23, 29, 33-35; M. Köhbach. "Der Osmanische Historiker Topçular Kâtibi 'Abdül-Qâdir Efendi, Leben und Werk", Osman/i Araştır­maları, II, İstanbul 1981, s. 75-96.

imi Ziya Yılmazer

ABDÜLKADİR el-FÂSİ

~l

(bit FASI, Abdülkadir b. Ali).



ABDÜLKADİR el-FEYYÛMl

(bk. FEYYÛMİ, Abdülkadir b. Muhammed).

ABDÜLKADİR GEDİKZADE

(bk. GEDİKZADE, Abdülkadir).

abdülkAdir-i geylAni

~l

r



Muhyiddîn Ebû Muhammed Abdülkadir b. Ebî Salih Mûsâ Zengîdost

el-Geylânî (ö. 561/1165-66)

Kadİriyye tarikatının kurucusu.

470'te (1077) Hazar denizinin güney­batısındaki Gîlân eyalet merkezine bağ­lı Neyf köyünde doğdu. Arapça'da "el-Cîlî, el-Cîlânr, Farsça"da "Gîlî. Gîlânî",

Türkçe'de ise "Geylânî" şeklinde telaf­fuz edilen nisbesiyle şöhret buldu. Ba­bası Ebû Salih Musa'nın dindar bir kim­se olduğu bilinmekte, ancak hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Hz. Ali'ye ulaşan soy şeceresi kaynaklarda şöyle verilmektedir: Abdülkâdir-i Geylânî b. Mûsâ b. Abdullah b. Yahya b. Muham­med b. Mûsâ el-Cevn b. Abdullah el-Kâmil b. Hasan el-Müsennâ b. Hasan b. Ali. Hz. Hasan soyundan gelen şerifler İdrîsfler, Sa'dîler (Filâniyyûn) ve Kadi­riler adı verilen üç kola ayrılırlar. Baba­sının "Zengî-dost" (zenci dostu) unva­nıyla anılması ve kendisinin Bağdat'ta, a'cemî (Arap olmayan, yabancı) olarak tanınması gibi hususlar bahis konusu edilerek, Hz. Hasan'a varan soy şecere­sinin sonradan ortaya konulmuş olduğu da ileri sürülmüştür. Devrin tanınmış zâhid ve sofilerinden Ebû Abdullah es-SavmaFnin kızı olan annesi Ümmü'l-Hayr Emetü'l-Cebbâr Fâtıma'nın da ka­dın velîlerden olduğu kabul edilir.

Küçük yaşta babasını kaybeden Ab­dülkadir, annesinin yanında ve dedesi SavmaFnin himayesinde büyüdü. Kendi­si on yaşında mektebe gidip gelirken melekler tarafından korunduğuna ina­nırdı. Bütün gayesi tahsiline devrin en önemli İlim ve kültür merkezi olan Bağ­dat'ta devam etmekti. On sekiz yaşına gelince annesinden izin alarak bir kafi­leye katılıp Bağdat'a gitti (1095). Orada Ebû Gâlib b. Bâkıllânî, Ca'fer es-Serrâc, Ebü Bekir Sûsen ve Ebû Tâlib b. Yûsuf gibi âlimlerden hadis: Ebû Saîd el-Mu-harrimî (Mahzûmî), Ebû Hattâb ve Kâdî Ebû Hüseyin gibi hukukçulardan fıkıh; Zekeriyyâ-yı Tebrîzî gibi dilcilerden de edebiyat okudu. Kısa zamanda usul*, fürû* ve mezhepler konusunda geniş bilgi sahibi oldu. Bağdat mutasavvıfla-nyla yakın dostluklar kurduğu bu yıl­larda Ebül-Hayr Muhammed b. Müs­lim ed-Debbâs (ö. 525/1131) vasıtasıyla tasavvufa intisap etti. Kaynaklar tari­kat hırkasını Debbâs'tan giydiğini (bk. ilbAs-i hırka) ve onun damadı olduğu­nu bildirirler. Hocası Ebû Saîd'in kendi­sine tahsis ettiği Bâbülerec'deki med­resede hadis, tefsir, kıraat, fıkıh ve na­hiv gibi ilimleri okuttu ve vaaz vermeye başladı. Ancak bir süre sonra bütün bunları bırakarak inzivaya çekildi. Men­kıbeye göre, yirmi beş yıl kadar süren inziva döneminin sonunda, başka bi­ri yedirmedikçe kendi eliyle hiçbir şey yememeye ahdetmiş, aradan kırk gün geçtiği ve içinden "açım, açım" sesleri geldiği halde olağan üstü bir dayanma

234

ABDÜLKÂDİR-İ CEYLÂNI



gücü göstererek direnmiş, nihayet bu hali Ebü Saîd el-Muharrimrye malum olmuş, o da bunu alıp evine götürerek eliyle doyurmuş ve daha sonra da ken­disine şeyhlik hırkasını giydirmiştir. Cü-neyd-i Bağdadîye ulaşan tarikat silsile­si şöyledir: Ebû Saîd Mübarek el-Mu-harrimî, Ebü'l-Hasan el-Hekkârî, Ebü'l-Ferec et-Tarsûsî, Abdülvâhid et-Temî-mî. Şiblî. Cüneyd-i Bağdadî. Muhteme­len inziva döneminin sonunda oğlu ile birlikte hacca gitti. Mekke'de tanıştığı birçok sOfiye hırka giydirdi. Sa'dî, Gü-listâriin ikinci bölümünde Abdülkâdir'i Kabe'nin örtüsüne yapışmış dua eder­ken gördüğünden bahsederse de tarih itibariyle onu görmüş olması mümkün değildir. Sühreverdî, onun dört kadınla evli olduğunu söyler. Ancak ne zaman evlendiği bilinmemektedir. Herhalde halvete çekildiği zaman evli ve çocuk sahibi idi. Bağdat'ta vefat etti.

Din! ve Tasavvuf! Düşünceleri. Abdül-kâdir-i Geylânî, Bağdat'a gittiği zaman mensup olduğu Şâfıî mezhebini bıraka­rak mizacına daha uygun gelen Hanbelî mezhebine girmiş, bununla birlikte ha­yatının sonuna kadar her iki mezhebe göre fetva vermiştir. Rivayete göre rü­yasında Ahmed b. Hanbel Abdülkâdir'-den, o sırada zayıf durumda bulunan Hanbelîliği canlandırmasını istemiş, o da Hanbelî mezhebine girerek bütün gücüyle bu mezhebi ihya etmeye çalış­mıştır. Yaşadığı dönemde Hanbelîler'in imamı olmuş ve bundan dolayı kendisi­ne "Muhyiddin" (dini ihya eden) unvanı verilmiştir. Abdülkâdir-i Geylânî Han­belî mezhebine sarsılmaz bir şekilde bağlıdır. Bütün eserlerinde, özellikle ei-Gunye'de bu mezhebe bağlılığı açıkça görülür. "Mezheplerin en iyisi İmam Ahmed'in mezhebidir" diyerek amel ve itikadda Ahmed b. Hanbel'i hararetli bir şekilde savunur. Müteşâbihat* ı te'vile kalkışmaz. Diğer Hanbelîler gibi te'vili tahrif sayar. İstivâ'ya tereddüt­süz inanır ve bu konuda başta Mu'tezi-le olmak üzere öbür mezhepleri şiddet­le tenkit eder. İmâm-ı Âzam'ın el-Fık-hü'i-ekber'deki fikirleri de bu tenkitle­rin dışında kalmaz. Diğer Hanbelîler gi­bi o da Kur'an"daki harflerin dahi mah­lûk olmadığını söyler. Müşebbihe veya Mücessime'den olmamakla birlikte bu konudaki görüşü onlarınkine oldukça yakındır. Hanbelîliği, "İmam Ahmed'in akîdesi üzere bulunmayan evliya var mıdır?" sorusuna, "Ne şimdiye kadar olmuştur, ne de bundan sonra olacak-

tır" diye cevap verecek kadar çok yücel­tir. Kelâmdan ve kelâm âlimlerinden nefret eder. Nitekim Sühreverdfye, "Bu ilim âhiret azığı değildir" diyerek onun kelâm okumasını caiz görmemiştir. Ab-dülkâdir'in Hanbelî mezhebine bağlı ol­ması, başta İbn Teymiyye olmak üzere pek çok tasavvuf tenkitçisinin takdirini kazanmasına sebep olmuştur. Şathiye-leri (bk. şathiyyAt) sebebiyle mutasav­vıfları tenkit eden İbn Teymiyye onun bu tür sözleri karşısında ya susmak ve­ya bunları te'vil etmek zorunda kalmış­tır. Meselâ, "Bizim için bir şeyi terkede-ne. Allah terkettiğinden çok fazlasını verir" ifadesini çeşitli şekillerde yorum­layarak şeriata uygun olduğunu ispat etmeye çalışır. Şerhu kelimât min Fütûhi'1-ğayb adlı eserinde sathiye türünden daha başka örnekler veren İbn Teymiyye, onun Cüneyd-i Bağdadî ve Muhasibi gibi şer'î hükümlere hassa­siyetle bağlı, büyük ve saygı değer bir şeyh olduğunu söyler; hatta İbn Akilin hücumuna uğrayan şeyhi Debbâs'ı da savunur. Kerametlerinin tevatürle sabit olduğunu iddia eder ve bunların doğru­luğuna inanır. İzzeddin b. Abdüsselâm da bu konuda aynı fikirdedir. Meşhur Hanbelî âlimi İbn Kudâme 1166'da Bağdat'a geldiği zaman Abdülkâdir-i Geylânî ile görüşerek ona hayran ol­muş, meziyetlerini öve öve bitireme-mişti. Nevevî, Süyûtî ve İbn Hacer gibi âlimler de onu takdir edenlerdendir.

Abdülkâdir-i Geylânî'nin tasavvufu, şeriata ve dinin zahiri hükümlerine ti­tizlikle bağlı kalma esasına dayanır. O, her an Kur'an ve hadislere uygun hare­ket etmeyi şart koşar. Ona göre bir zahidin hayatında görülebilecek derunî haller dinî ölçülerin dışına taşmamalı-dır. Müridlerine hep. "Uyun, uydurma­yın; itaat edin, muhalefet etmeyin, ya­kınmayın; temizlenin, kirlenmeyin" şek­linde tavsiyelerde bulunurdu. Dinin zahirî hükümlerine uymadığı için Sehl et-Tüsterfnin "sır" nazariyesini reddet­miş, kendi tarikatının şeriata uygun ol­duğu İbn Teymiyye gibi bir münekkit tarafından bile kabu! edilmiştir. Se-mâ*a karşı değildir. Kur'an'ın telhin ve teganni ile değil, tertil ve tecvid üze­re okunmasını ister, aksine hareket et­meyi yasaklardı. Gazzâirnin geliştirdiği Sünnî tasavvuf, onun tarafından devam ettirilmiştir denebilir.

Abdülkâdir-i Geylânî, 1127'de ilk de­fa vaaz vermeye başladığı zaman ancak birkaç kişiye hitap ediyordu. Fakat da-

ha sonra cemaati giderek arttığı ve medrese dar gelmeye başladığı için va­az meclisini Bâbülhalbe'deki bir camiye nakletti. Açık havada verdiği vaazlarını dinlemek için yetmiş bin kişinin Bağ­dat'a geldiği, arka saflarda bulunanla­rın Ön saflardakiler kadar sesini rahat­lıkla işittikleri rivayet edilir. Karşılaştığı kimseleri hemen tesiri altına aldığı için "Bâzullah" (Allah'ın şahini) ve "el-Bâzü'l-eşheb" (avını" kaçırmayan şahin) unvanıy­la da anılan Abdülkâdir'e bu unvan, De-mîrî'ye göre şeyhi Debbâs'ın meclisinde verilmiştir. Vaazlarında dinleyicilerine kurtuluşu ve cenneti vaad ettiğini, bu konuda onlara teminat verecek kadar inançlı ve kesin konuştuğunu, hitabeti­nin son derece etkili olduğunu kaynak­lar görüş birliği içinde zikrederler.

Daha sağlığından itibaren kendisin­den birçok keramet nakledilerek kişiliği tam manasıyla menkıbeleştirilmiş, ger­çek kimliği ise önemini yitirmiş ve unu­tulmuştur. İbnül-Arabî, "kün" ilâhî keli­mesine mazhar olduğu için Abdülkâ-dir'den çok keramet zuhur ettiğini söy­ler. Tasarruf ve kerametlerinin ölümün­den sonra da devam ettiğine inanıldığı

Abdülkadir-i Geylânî Kulliyesı'nin doğu tackapısı

235

ABDÜLKÂDİR-İ GEYLÂNÎ



için, müridlerinin darda kaldıkları za­man söyledikleri. "Medet, yâ Abdülkâ-dir!" sözü bir tarikat geleneği olmuş, özellikle kadınlar, çaresiz kalanlara im­dat ettiğine inandıkları Abdülkâdir'in ruhaniyetine samimi bir bağlılık gös­termişlerdir. Veysel Karanı ve İbrahim b. Edhem gibi Abdülkâdir-i Geylânî de Türk halk edebiyatı ve folklorunda önemli bir yer tutmuştur. Yunus Em-re'ye nisbet edilen, "Seyyah olup şu âle­mi araşan/Abdülkâdir gibi bir er bu­lunmaz" mısralarıyla başlayan şiir ile Eşrefoğlu Rûmî'nin, "Arısının balıyım bahçesinin gülüyüm/Çayırının bülbülü­yüm yâ şeyh Abdülkâdir!" gibi şiirlerin­de ona karşı duyulan derin hayranlık terennüm edilmiştir.

Abdülkâdir-i Geylânî hakkında Dü~ rerül'Cevâhir adlı bir eser yazan İb-nü'1-Cevzî onu ciddi surette tenkit et­miş. İbn Kesîr de hakkında söylenenle­rin çoğunun hayal mahsulü olduğunu, el-Gunye ve Fütûhu'l-ğayb'üa mev­zu hadisler bulunduğunu söylemiştir. Sem'ânrnin, "Konuşmasını dinledim, bir şey anlamadım" demesi, onun tasav-vufî hayata yabancı olduğunu gösterir. İbn Receb, Kitâbü'z-Zeyl calâ Tabakâ-fi7-Han rîbiie'sinde Behcetü'l-esrâr ve benzeri menâkıbnâmelerin hurafe ve saçma sözlerle dolu olduğunu, bunların Abdülkâdir'e ait olamayacağına dikkat çeker; Zehebî de bu görüşe katılır. İbnü'l-Arabî, Abdülkâdir-i Geylânrnin karşılaştığı kimseleri kokusundan tanı­dığını, zira "ricâlü'r-revâih'ten olduğu­nu iddia eder ve onu Melâmetî sayar. Ancak İbnü'l-Arabfye göre kendisinden hiçbir keramet zuhur etmeyen Abdül­kâdir'in müridi Ebü's-Suûd'un makamı, şeyhinin makamından daha üstündür. Zira şeyhi tasarrufta bulunduğu halde müridi, dilediği gibi tasarrufta bulun­ması için Hak Teâlâ'yı kendine vekil kıl­mıştır, Sühreverdî, şathiyelerinden söz ederek bunların sekr* halinde söylen­miş sözler olduğuna dikkati çeker. Re-şîd Rızâ da uydurma bir eser olan Gavşiyye risalesini hayranlarının ona nisbet ettiklerini, bilhassa Hintliler'in kendisine kutsiyet atfederek ona ta­parcasına saygı gösterdiklerini söyler.


Yüklə 1,08 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   6   7   8   9   10   11   12   13   ...   25




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin