DAVUD (A.S.) VE SÜLEYMAN (A.S.)’ IN HÜKÜMLERİ
Kur’ân-ı Kerîm’in Enbiya Sûresi 78 ve 79.âyetleri iki kişinin, Davud(A.S.)a gelerek şikâyette bulunmalarıyla zuhûr etmiştir. Tarla sahibi,“Benim üçyüz dönüm tarlamı, bu kişinin üçyüz koyunu harâb etmiştir” diyerek şikâyette bulundu.Davud (A.S.)'da “Madem ki tarla ile koyunlar eşittir, koyunlar tarla sahibinin, tarla da koyunların sahibinin olsun.”diye hüküm verdi. Bu kişilerin her ikisi de dışarıya çıktıklarında, Davud (A.S.)'ın oğlu Süleyman (A.S.)'la karşılaştılar. Süleyman (A.S.) bu kişilere babası Davud (A.S.)'ın nasıl bir hüküm verdiğini sordu. Onlar da, tarlayı koyun sahibine, koyunları da tarla sahibine verdiğini söylediler. Süleyman (A.S.)'da “Bu hüküm yerinde ama, her iki taraf için de daha hayırlı bir hüküm verilebilirdi. ”dedi. Hz. Davud bunu işitti. Süleyman'ı çağırarak “İki taraf hakkında hayırlı olan hüküm nedir? Bunu bana söyler misin?” dedi. Süleyman (A.S.) “Bir zamana kadar, tarla sahibinin koyunların sütünden, yününden yararlanması için, koyun sahibinin koyunlarını tarla sahibine vermesini, tarlayı da evvelki haline getirip biçilecek hale gelinceye kadar, koyun sahibine vermesini, ekinler kemâlâta gelince, tarlayı kendi sahibine, koyunları da kendi sahibine vermeyi uygun görürdüm.” dedi.
İşte bu âyet-i kerimedeki hüküm, insanın kendi vücûd ülkesinde, uygulaması gerekli bir olaydır. Cenâb-ı Allah, böyle vak’aları, Kur’ân-ı Kerîm’inde anlatarak bizlere yaşama biçimini öğütlemiş oluyor.
Vücûd ülkemizde tarla sahibi rûhtur. Koyunların sahibi ise nefistir. Bu vücûdu ayakta tutan ve her türlü vuslatını sağlayan rûh olduğu halde, nefsin sıfatları olan koyunlar, nefis doğrultusunda bu rûh tarlasını istila eder. İşte rûh sahipleri de,İnsan-ı Kâmil olan Davudlara müracaat ederek hakkını arar. Mürşîd-i Kâmil de, tarlanın rûha ait olduğunu, yani kişinin kendine nisbet ettiği ef'alinin,sıfatının ve vücûdunun Hakk’a ait olduğunu bildirir.Kişi kendine nisbet ettiği tarlanın yok olduğunu idrâk edince, rûhun açığa çıkması zuhûr eder.Zâten Mürşîd-i Kâmillerin de asıl görevleri budur. Bütün sıfatlarından tecellînin kendisinin olduğu hükmünü verirken, Davud'un hükmüyle, her tecellîyi Hakk’a nisbet etmeye başlayacaktır. Fakat her tecellîyi Hakk’a nisbet etmek, farksız olduğu için eksiktir. Onun için o iki kişi için de hayırlı olan Süleyman (A.S.)'ın hükmüdür. Süleyman (A.S.) kavseyn mertebesinin sahibi olduğu için, babası olan Davud'un hükmü yerinde güzeldir. Fakat, kemâle gelesiye kadar nefis koyunlarının, süt ve yününden istifade ettikten sonra, ekinlerin başak vermesi zuhûr edince koyunları koyun sahibine, tarlayı da tarla sahibine, tekrar verirdim diyor. Yani nefis mutmain olasıya kadar, koyun olan sıfatların, sütünden ve yününden istifade eder. Yani ilim ve amelle kemâlât sahibi olur. Bu kemâlâta sahip olunca, kişi her şeyi yerli yerinde göreceği için, celâl ve cemâl tecellîleri, farkıyla zevk edecektir. Süleyman (A.S.) kalp sahibi bir İnsan-ı Kâmildir. Kalp radar gibi dönücü demektir. Gerektiğinde yüzünü celâle döndürür. Gerektiğinde yüzünü cemale döndürür. Onun için Tevhidde Davud (A.S.)’un hükmü, celâl ve cemâl tecellîlerinin ayrı ayrı hükmünden ibarettir. Süleyman (A.S.)’ın hükmü ise,her ikisini de Tevhîd yaparak, kemâlât zevkinden ibarettir. Aslında Davud ayrı Süleyman ayrı değildir.
Kur’ân-ı Kerîm bizlere Davud'un mertebesinde, Davud'un hükmünü, Süleyman Makâmı olan kalp mertebesinde de Süleyman'ın hükmünü bildirmektedir. Bizler de bir zamanlar,her şeyi nefsimize nisbet ediyor ve‘ben’diyorduk.İnsan-ı Kâmildeki Tevhîd tahsilinden sonra anladık ki,bunlar bizim değil Cenâb-ı Hakk’ınmış. Zâhir ve bâtınımız Hakk olunca,esmâmızın bile bizlere verilen, halkiyet esmâsı olduğunu idrâk ettik.Görenin,bilenin, duyanın O olduğu zevki zuhûr etti. İşte bu kemâlâta vuslat için, Cenâb-ı Hakk bizlere Kur’ân-ı Kerîm’inde bir Tevhîd eğlencesi sunmuştur. Rabbim arzu edenlere ihsân etsin.
DERVİŞ OLMAK
Derviş olabilmek için,Niyazi-i Mısrî Hazretleri bakın ne buyuruyor:
“Derviş olan âşık gerek hem yolunda sâdık gerek
Bağrı onun yanık gerek, can gözleri açık gerek”
Bir kişi, Allah’ın Vahdâniyyetinin zerreden küreye kadar her bir tecellîsini görmek ve bunu zevk etmek istiyorsa, evvelâ Allahü teâlâ’ya aşık olması lâzımdır. Sonra, bir İnsan-ı Kâmile sıddıkiyetle teslim olup, onun tâlimatlarını aynen, eksiksiz uygulayarak, gassaldaki ölü gibi olması gereklidir. İşte o zaman kişinin gönlü sevgilisi için,gece ve gündüz, durmadan bülbül gibi öterek ah u figân etmeye başlar. İşte o zaman onun sevgilisine olan bu aşkından,gönül kapıları açılarak, Cenâb-ı Hakk’ın Âdem’de ve âlemdeki tecellîlerini görmeye başlar. Bir hadiste: “Mü’minin ferâsetinden sakınınız, zira o Allah’ın nuruyla bakar” buyrulmuştur. Allah’ın nuru, mukayyed olan varlıklardaki üç tecellîsinin yerli yerindeki zuhûrunun, mü’minler tarafından müşâhede edilmesinden ibarettir.
“Alçaktan alçak yürüye toprak içinde çürüye
Aşk ateşinde eriye altın gibi sızmak gerek”
Toprak altındaki madenler,altın binlerce sene sonra illete uğrayarak demir, demirden binlerce sene illete uğrayarak gümüş, ondan bakır,bakırdan kurşun, kurşundan kalay olduğu gibi,insan da öldükten sonra tekrar, insanlığını bulması elli bin yıl gibi bir zaman geçirerek, bir çok ibtilâlardan sonra, cemâdât, nebâtât, hayvânâttan geçerek teşriyesini tamamlayıp insan olabilir. Bu kâinatta bütün varlıkların en üstünü altın durumunda olan insandır. Altın 500 santigratta erir. Eriyiğin içindeki altından gayri yabancı maddelerden temizlenerek %100 som altın olur. Aynen bunun gibi insan da, alçakgönüllülük içinde, hiçliğini hiçbir zaman unutmadan, dâima kendi varlığının olmadığını, varlık sahibinin Hakk olduğunu idrâk etmesi, altın gibi sızması demektir.
“Zikri Hakk’a meşgul ola yana yana taa kül ola
Her kim diler makbul ola Tevhîde boyanmak gerek.”
Bir kişi, kendisinden zikredenin Allahü teâlâ olduğunu bilirse,Bakara Sûresinin 115.âyeti “Bununla beraber, doğu da Allah'ın batı da! Nerede yönelseniz, orada Allah'a durulacak yön vardır! Şüphe yok ki Allah'ın rahmeti geniştir ve O, her şeyi bilendir” gereğince, Allah’ın bütün sıfatlarından da,fiilleriyle zikrettiğini zevk edecektir. İşte bu kişinin kendi varlığı,Allah’a olan gönlündeki aşk ateşinde yanıp kül oldu demektir.Kulun yokluğunda,Hakk’ın varlığının zuhûr etmesi,Tevhîd boyasıyla boyanmakla olur.Tevhîd boyası ise, Cenâb-ı Allah’ın Âdemdeki, Zât tecellîsinin kemâlât sıfatlarından esmâ alarak fiilleriyle açığa çıkmasının zevkinden ibarettir.
“Eyvan kişi yol alamaz maksudunu tez bulamaz
Yok olmayan var olamaz varını dağıtmak gerek”
Bencil ve kendisini dâima büyük gören varlık sahibi mütekebbir kişiler,bu yolda mesafe kat edemezler. Sevgilisi olan Rablerine de,ömürleri bittiği halde kavuşamazlar. Rablerine kavuşmak isteyenler, evvelâ kendi varlıklarının olmadığını bilmelidirler. Ezelden varlık sahibinin Cenâb-ı Allah olduğunu anlayanlar maksûduna varabilirler.
“Dervişlerin en alçağı buğday içinde burçağı
Bu Niyazi-i Mısrî gibi balçığı her bir ayak basmak gerek.”
Tevhîd tahsilindeki sâliklerden en alçak seviyede olanları zikir sahipleridir. Bir çuval buğdayın içinde tek tük burçak da vardır.Bu bir çuval buğday değirmene gittiğinde bu içindeki burçaklar da diğer buğdaylarla birlikte un olur. Pazarda satıldığında diğer buğdaylarla birlikte aynı para eder. İşte bunun gibi zikir sâlikleri de ister bu âlemde, isterse âlem-i Âhirette, kemâl sahipleri gibi, ister kâmilleri vasıtasıyla,isterse Tevhîd babası olan İbrahim (A.S.)tarafından mutlaka kemâle erdirilirler.
DÖRT MELEĞİN GÖREVLERİ NELERDİR
Melek Arapça’da kuvve, kudret demektir. Lâtif oldukları için sıfatlardan tecellîsi ile bilinmektedir. Meleklerin en büyükleri:
Cebrail, Mikail, İsrafil ve Azrail isimlerindeki meleklerdir.
Bunlar âfâkta nasıl Cebrail peygamberlere vahiy getirmekle, Mikail bütün canlı varlıkların rızıklarının teminiyle, İsrafil sûr üfürmekle, Azrail de canlıların rûhlarını kabzetmekle görevliyse enfüste yani kişinin kendisinde de bunlar mevcuttur. Cebrail,akl-ı Resûl, Mikail, manevî rızıkları ayarlayan idrâk, İsrafil, sûr üfüren ilim ve irfâniyet, Azrail, ölüm meleği olan şühûd ve kalbin tasdikidir.
Bu dört melek İnsan-ı Kâmil’lerde her an görev yapmaktadırlar. Kâmil dört meleği emrinde çalıştırmaktadır. İlhamlarıyla akıl sahiplerine sohbet etmekle Cebrailliğini, sâliklerine Tevhîd telkînâtı ile teveccühde sur üfürmesiyle İsrafilliğini, sohbetler ve ahlâk güzelliğini sergilemesiyle Mikailliğini ve sâliklerin şirk ve gayriyetlerini öldürmesiyle de Azrailliğini yapıp durmaktadır.
Âfâkta melekler Kâmilin etrafında Tevhîd tahsili yapan sâliklerdir. Henüz Âdemiyet sırrını bilmeyen bütün sâlikler melek sınıfındadır. Bakara Sûresi 34.âyetinde “Ve o vakit meleklere: "Âdem için secde edin"dedik,derhal secde ettiler. Ancak İblis dayattı, kibrine yediremedi, zaten o kafirlerden idi” buyrulmaktadır. Bir Mürşid-i Kâmilin halife tayin ettiğinde bazı sâliklerin onu tanımaması dahi ona secde etmeme anlamına gelmektedir.Zira bir Kâmil kendisini halifesinde görmemiş olsa idi, ona halifelik vermezdi.
Melekler nefisten münezzehtirler,yalnız emre tâbi olurlar. Kendimize soralım nefsimizle mi hareket ediyoruz, yoksa (nefisten kurtulmuş) mutmain olan nefs haliyle mi emre tâbiyiz. Ayrıca namazlarda Sübhanekeyi okuyarak nasıl nisbet varlığımızdan geçip Hakk’la konuşma hasletine sahip oluyorsak, bu dört Melek bizi hem şirklerden kurtarmakta, hem de manevî kuvvelerimiz olan bu meleklerin Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerini mazharlarımızdan bizlere seyrettirmekle Hakk’ta Hakk olmanın zevkini vermektedirler.
DUHA SÛRESİNİN TE’VİLÂTI
1-Vedduha 2-Velleyli iza seca “Andolsun ki kuşluk vaktine ve karanlığı çöküp de sükûn bulduğu geceye” İnsanın iki yönü vardır:
1 - Zulmet yönü
2 - Nûrânîye yönü
Bir insanın iki cihanın câmisi olması nedeniyle, nûr ve zulmet yönlerine yemin edilerek, cehâlet karanlığından kurtulup aydınlığa çıkması için, bir Mürşid-i Kâmilin himmetiyle, her nefeste zikir yapmak sûretiyle kalbinin gayriyet ve her türlü fitne fücurluktan kurtulması lâzımdır. İnsanın bedensel olan dünya arzu ve istek yönü zulmanî, rûhâni letâfet vücûd yönü nurânîdir. İşte, Cenâb-ı Hakk da“Rabbin hiçbir zaman seni terk etmedi, darılmadı da” diyor. Çünkü senin diye bildiğin varlık benim varlığım. Senin gibi en üstün yarattığım kulumun aynasından kendimi seyretmek istediğim için seni yarattım. Senden hiçbir zaman,sıfatından zât tecellîmle ayrı olmadım. Cehâlet ve gayriyet halinde iken,nefs Makâmında ef’âl ve sıfatlarından habersiz olduğun halde yine de seni terk etmedim. “Âhiret senin için dünyadan daha hayırlıdır.” Dünya gaflet ve ikilik yeri olduğu için, dünyada huzur ve rahatlık bulmak mümkün değildir.Nefs âlemine göre,nûr âlemi elbette, huzur ve mutluluk yeridir. Nûr âlemi huzur ve mutluluğun membaı olduğu için, insanlar dâima nûr âlemine davet edilmektedirler.
Yunus Sûresi 25.âyette “Allah selâm yurduna‘ Cennet’e’ çağırıyor ve dilediğine de bir doğru yola hidayet buyuruyor” buyrulmaktadır. Çünkü nûr âlemi nefs âleminden hayırlıdır. “İleride Rabbinin sana vereceklerinden memnun olacaksın” Bir kişinin kendi varlığını Hakk’ın varlığında yok ettikten sonra, hakk’ın elbisesini giymesi ve O’nun varlığı ile varlıklanması, kul için en büyük mükâfat ve memnuniyet ifadesidir. Artık üzüntü ve kederlerden uzak olarak Vahdet deryasında zevkle yaşamaktadır.Bütün üzüntü ve kederler ikilikteki nefs âlemi olan dünyadadır. “O seni bir yetim iken barındırmadı mı” Seni nefs âleminde, yetim iken, bir Mürşid-i Kâmil mazharından Rabbin, “Mutu kable ente mutu” ölmezden evvel ölüp, kendi terbiyesi ile dirilterek, nûr âleminde kucaklayıp,O’nun mazharından zât tecellîsi ile seni yetimlikten kurtardı. Bir insanın rûhanîyet yönü, süflî nefs ülkesinde yetimdir.Hz.Muhammed bile bu dünya âleminde yetim idi. “Seni bilmediğin yolda ilerletmedi mi” Şerîat-ı evvelde sıfat ve Zâttan habersiz olduğun halde,şerîat-ı sâni olan hakîkatten sonra gelen şerîatta, hiçbir şeyden mahcub olmayarak, şerîat-ı ahkâmiye olan fark ile her şeyi yerli yerinde görmeni sağladı.
Zerreden kürreye kadar, Tafsilât-ı Nûr-i Muhammediyye’den, Cenâb-ı Hakk’ın zâtının şerh edilişini gösterdi. “Seni bir yoksul iken zengin etmedi mi” Sen bir zamanlar, cehâlet ve gayriyet içinde yaşarken, ihtiyarî bir hâl ile, süflî nefs vâdisinden alıp, kalb temizliği ile Hakk’ın elbisesini giydin.Kendi varlığını fenâ edip Hakk’ın nuru ile sıfatlanarak, her türlü nimetlerimi yerinde görerek ahlâk güzelliği ile zenginleştirdiği için şükretmelisin. “Öyle ise yetime gelince zulüm etme” Sen de gayriyet ve cehâlet halindeki nefsine tâbi olanları,tatlı bir dille Hakk ve hakîkata davet et. Onları hâkir görme, elinden geldiğince yardımcı olmağa bak. Çünkü, Allah’ın indinde en makbul insan, insanlığa faydalı olandır. “Dilenciyi de azarlama” Hakk ve hakîkati öğrenmek isteyen sâlikler dilencidirler. Sen de Hakk ve hakîkati öğrenmek isteyen, Cenâb-ı Hakk’ın cemalini görmek isteyenlere, elinden geldiğince hidâyet yolunu göstermelisin. “Rabbinin nimetini söyleyip anlat” İşte, bekâ zevkleriyle zevklendiğin zaman, sen de aynen benim gibi onlara Hakk ve hakîkati dâima anlatmakta devam et buyrulmaktadır. bu sûre bir insanın tevhid mertebelerindeki aşamaları, mertebeleri Şuhût ve zevk etmeyi, gerekli her türlü ikaz ve açıklamaları bizlere yapmaktadır. bir kişi başka hiçbir sûreyi bilmesede yalnız bu sûrenin sırlarına vakıf olsa, onun için insan-ı asliyesini bulmasına ve Cenab-ı Hakkın murâdı olan kulluk görevini yapmasına yeterli olacaktır. Allah bu sûrenin idrakı doğrultusunda bütün kardeşlerime yaşamak nasip etsin. Amin.
DÜNYA DERTLERİNDEN NASIL KURTULUNUR
Dünyaya gelen her kişi mutlaka bir derde ibtilâ olmuştur. Dünyaya gelip de dertsiz hiçbir kimse olmamıştır. Peygamberler bile bir çok ibtilâlar geçirmişlerdir. Dünyadaki üzüntü ve kederlerden kurtulmak için, islâmiyette bazı formüller önerilmiştir. Bu formül ve tavsiyeleri uygulayanlar, Cehennem içinde Cennet’te yaşamak imkânını bulmuşlardır.
Elimize bir meyve çekirdeği alalım. Bu çekirdeğin toprağın altında, rüzgârdan, tipiden, sıcaktan veya diğer etkenlerden etkilenmesi düşünülemez. Çünkü dış etkenlerden korunmuş durumdadır. Toprağın altındaki bu çekirdek filizlenerek ağaç haline dönüştüğünde, yaprak ve meyveleri, her türlü soğuk ve sıcaktan, tipi ve kardan etkilenmektedir. Bir ağacın çekirdek hali hiçbir dış etkenden etkilenmez. Çekirdek ancak ağaç haline geldiğinde dış etkenlerden etkilenir.
İnsan da bir îmân ağacı gibidir. Çocukken hiçbir mes’uliyeti ve derdi yoktu. Büyüyünce okul devresinde okuma derdi,evlenince idare derdi, evlatları olunca onların istikbâl derdi, torunlar olunca, hem torun derdi hem de kendilerinin ve aile efrâdının hastalık vb. gibi bir çok sıkıntı ve ibtilâlar, kişileri, yaşamdan nefret ettirecek bir hale getirmektedir.
Bu sıkıntılardan kurtulmanın yolu,dünya dediğimiz kesret âlemindeki ayrılıklardan, zıtlıklardan Tevhîd akîdesiyle,birlik ve Vahdâniyyet idrâkine sahip olmaktır.Çünkü orada ihtilaf yoktur. Cenâb-ı Allah’ın Vahdâniyyeti bir ağacın çekirdeği,kesret olan Tafsilât-ı Nûr-i Muhammediyyesi de o çekirdeğin ağaç halinde, Tafsilât-ı Nûr-i Muhammediyyesiyle görünmesidir. Cenâb-ı Allah, Âl-i İmrân Sûresi 191.âyette “Ben abes hiçbir şey yaratmadım” buyuruyor. Şu halde her şeyi yerinde görmek ve farkıyla ona göre hareket ederek, Allah’ın müsaadesi olmadan bir sinek bile kanadını kıpırdatamaz diyerek, her olayın onun müsaadesiyle olduğunu bilmek gerekir. Bizler ma’lûmuz Allah ise Âlim’dir.Allah ma’lûmiyet nisbetinde tecellîsini göstermektedir. Şu halde bizim mazharlarımızda eksiklikler var ki, Allah ona göre bizde o ibtilâyı zuhûr ettiriyor. Hem bütün fiillerin fâilinin Allah olduğunu bilmek,hem de kendimizdeki eksikliğin gözden geçirilmesi, bizlerin Vahdâniyyet idrâkine girmemizi sağlayacak, böylece üzüntü ve kederimiz uzun sürmeyecektir. Kardeşlerim, kulları Allah’a şikâyet etmeyiniz, zira Allah o şikâyet ettiğiniz kula sizden daha yakındır. Kulları kullara da şikâyet etmeyiniz. Zira o şikâyet ettiğiniz kullar da sizin gibi âcizdir.Onun elinden hiçbir şey gelmez. Bütün dertlerinizi, gönlünüzü merkez üssü olarak kullanan Rabbinize arz ediniz. Kendi şikâyetlerinizi Rabbinize arz etmeniz şikâyet değildir. Başkalarını başkalarına şikâyet veya başkalarını Allah’a şikâyet, şikâyettir.
İşte, çekirdek misalinde olduğu gibi, Vahdâniyyet deryasında ihtilaf olmadığı için,huzur ve mutluluk oraya girenleredir. Onlar sabırla koruğu helva yapmışlardır. Onlar da bu esfel olan debdebelerle dolu dünyada yaşadıkları halde, dünyanın olumsuz etkilerinden Vahdâniyyet deryasında yaşadıkları için emîn kişilerdir. “Emîn beldeye ayak basanlara, korku ve hüzün yoktur” buyrulmuştur. Cenâb-ı Allah bütün kardeşlerimi bu ayrılıklar beldesi olan dünya Cehennem’inden kurtararak Vahdâniyyet beldesi olan dünyadaki Cennet vâdisine ulaşmalarını nasîb etsin. Âmin.
EHL-İ BEYT
Beyt ev demektir. Ehl-i Beyt ise ev ahâlisi anlamına gelir. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz bir hadislerinde Hz.Ali’yi,Hz. Fatımat-üz Zehra validemizi (kızı olur) ve torunları Hz.Hasan ve Hz. Hüseyin Efendilerimizi yanına alarak“ Bunlar benim Ehl-i Beytimdir” buyurmuşlardır. Dikkat edilirse ev ahâlisi olarak eşi Ayşe validemiz veya diğer eşleri için “Ehl-i Beytimdendir” dememişlerdir. Bu da gösteriyor ki bu sözlerde çok sırlar mevcuttur. Ayrıca Ahzab Sûresi 33.âyette “Hem vakarınızla evlerinizde durun da önceki cahiliyet devri çıkışı gibi süslenip çıkmayın, namaz kılın, zekât verin, Allah'a ve peygamberine itaat edin! Ey Ehl-i Beyt (peygamberin ev halkı) Allah yalnızca sizden kiri uzaklaştırıp tertemiz pampak etmek istiyor” buyrulmaktadır. Peygamber Efendimiz bizlere iki emanet bırakmıştır. Biri Kur’ân-ı Kerîm, biri de Ehl-i Beyttir.
Kur’ân-ı Kerîm yalnız lafzî mushaf-ı şerif değil ‘Elif, Lâm, Mim’olan canlı, şüphe götürmeyen İnsan-ı Kâmillerdir, Hakk Mürşîdleridir. İlmiyle âmil olan muvahhidlerdir.
Ehl-i Beyte gelince: 1 - Hafi, 2 - Sıddıkiyet, 3 - Karabet, 4 - Nübüvvet, 5 - Velâyet hallerine vâkıf olanlar günümüzde Ehl-i Beyttirler.
İnsan vücûdu dört anasır-ı unsurîyeden meydana gelmiştir. Bunlar: 1-Toprak, 2-Su, 3-Hava, 4-Ateştir. Toprak gibi Fatımat-üz Zehra,su gibi yani ilim ve kemâlâtla Hz.Ali, hava ve ateş gibi de Hasan ve Hüseyin Efendilerimizi vücûd ülkesinde zevk etmeyen, Hz.Muhammed gibi Muhammedliğini idrâk edemez.
Şu halde Muhammed olan bizler Ehl-i Beytimiz olan vücûd ülkesindeki dört anasır-ı unsuriyemizi zevk edemezsek Muhammed olmamız mümkün değildir. Dolayısıyla da Ehl-i Beyt’i tanımayan,Ehl-i Beyt’i sevmeyen kendi özünü sevmemiş demektir. Ehl-i Beyt’i sevmeyen ne Muhammed’i ne Allah’ı sevebilir. Zira kendi teşekkülü Ehl-i Beyt'ten meydana gelmiştir. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî Hazretleri bunu daha da genişleterek insanlardaki Muhammediliği şöyle anlatır: “Sağ elin baş parmağı Hz.Ali’yi remzetmektedir. İşaret parmağı Resûlullah efendimizi ve diğer 3 parmak da 3 halifesini remzediyor. Sol elin 5 parmağı da yine Resûlullah (S.A.V.) Efendimizi ve Ehl-i Beytini remzetmektedir. Bunlara inanmayan ve bilmeyenler bütün elleriyle işledikleri işler, onlarsız yapılamadığı için kendilerini de inkâr etmektedirler. Sağ elin baş parmağı Hz.Ali, işaret parmağı Hz.Muhammed, orta parmak ve diğerleri Hz.Ebubekir, Hz.Ömer ve Hz.Osman’ı remzetmektedir. Sol eldeki baş parmak Hz.Ali, işaret parmağı Hz.Muhammed, orta parmak Hz.Fatma,diğer iki parmak da Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin efendilerimizi remzetmektedir.”
Bütün yaşam müddetince fiilerini elleriyle yaptıklarına göre bunları idrâk etmemek ve dolayısıyla da tanımadığı için sevmemek kişinin kendisini tanımaması ve sevmemesi demektir. Kendisini tanıyıp sevmeyen, Muhammed (S.A.V.)'i de tanıyıp sevmiyor demektir. Dolayısıyla da Allah Muhammed’den tecellî eden olduğuna göre Allah’ı da tanımıyor ve sevmiyor demek olur. Seviyorum dese bile zannındaki, hayâlindeki bir Allah’ı ve 14 asır evvel geçmiş bir Muhammed’i ilm’el tanımış ve sevmiş olur ki hakîkatte, ne zanda bir Allah mevcûd ne de günümüzde unsuriyet yönüyle Muhammed mevcûddur.
Her an ayrı bir şe’nde tecellîsini gösteren,taptaze âyetleriyle her an ayrı bir değişiklikle bizlere hitap eden âlemlerin Rabbi olan Allah’ı tanıyamamış ve sevememişse, günümüzde Hüviyyet ve Eniyyeti ile bütün kemâlâtını Rahmâniyyetiyle izhar eden o Hz.Muhammed’i göremiyorsa O’nu da tanımış ve sevmiş olamayacaktır. Allah’ını ve Muhammed’i tanıyamayan kendini de tanımamıştır. Buna tasavvufta insan veya Âdem değil sûrette insan ama sîrette hayvan denilmektedir. Hayvanlar için de bilmek mecburiyeti yoktur. Onlara hayvan olarak bir yaşam biçimi yeterli azâb değil midir?Onun için Ehl-i Beyti sevelim, tanıyalım. Çünkü tanıyıp sevmemek kendi özünü tanıyıp sevmemek demektir. Sûrette de sîrette de aynıdır. Hiç değişmez. Ehl-i Beyt üç türlüdür:
1-Şecere yönüyle Ehl-i Beyt; Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin sulbünden gelen
2-Rûhânî yönüyle Ehl-i Beyt; Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin Tevhîd ilim ve irfâniyetine vâris olanlar
3-Hem şecere yönüyle hem de rûhânîyyet yönüyle Ehl-i Beyt; Her ikisinin de bir kişide birleşmesidir ki bunlardan kutuplar zuhûr eder.
Görüldüğü gibi Resûlullah yolunda Allah’a gönül vermiş ve ilmiyle âmil İnsan-ı Kâmillerin, Mürşid-i Kâmillerin ve âriflerin hepsinin günümüzün Ehl-i Beyt’i olduğu anlaşılmış olur. Zira Kur’ân-ı Kerîm’i en güzel idrâk edip yaşamaya gayret gösteren, Peygamber Efendimizin bütün güzelliklerini bizzât icraata koymak ve koydurmak için gece ve gündüz hiç durmadan çalışanlar onlardır. İlhamlarıyla sohbet ve insan yetiştirmek, onların tek gâyesidir.Elhamdülillah bu şekildeki bütün Tevhîd ehillerinin rûhâniyyet yönüyle de Ehl-i Beyt'ten oldukları anlaşılmaktadır.
“EVVEL, ÂHİR, ZÂHİR, BÂTIN BENİM” ÂYETİNİN ŞÜHÛDLARI
Hadid Sûresi 3.âyette "O, ilk ve sondur; görünen ve görünmeyendir. Hem O her şeyi bilendir!” buyrulmuştur. Bizler buna elbette ilm-el inanıyor ve îmân ediyoruz. Fakat nerede evvelliğini tecellîsiyle ilân etmiş, bunu görüyor muyuz? Görmüyorsak, bu inancımız yalnız ilimden ibaret değil midir? Ayne’l-yakînliği nasıl şühûd etmeliyiz? Tevhîd tahsilinde bu şühûdlara sahip olamayanlar da aynen zandaki ve hayâldeki bir Allah’a inanmış insanlar gibidir.
Bir sâlikin evveli zikir hali,bâtını kendi varlığını Hakk’ın varlığında yok ederek Rûhullah hâli,zâhiri mutmain olmuş nefsin zuhûru, âhiri de kalb sahibi olarak evvelliğini, batınlığını, zâhirliğini,ahirliğini Tevhîd yapma hâlidir. Meratib-i İlâhiye tahsili yapan kardeşlerim bunu dâima zevk etmektedirler. Bedensel amellerimiz gönül âlemine inmediği için ibâdetlerde zevksizliğimiz zuhûr etmektedir. Bir kişi her şeyi zâhir görüyor ve öyle kabulleniyorsa, o zâhir amellerinden başka bir amelden zevk alamaz. Niyazi-i Mısrî Hazretleri :
“Bir şeye mahlûk gözüyle bakarsan o mahlûk olur.
Hakk gözüyle bak ki bî şek nûr-u Yezdan ondadır.”
Buyurmuşlardır.
Kendi varlığını ihtiyarî olarak yok edip Hakk’ın varlığı ile varlıklanarak her tecellîye öyle nazar ediyorsa, o zaman gören ve görünen kendisi olduğu için,evvelinde Ahadiyet tecellîsi olarak, zâhir ve bâtınında temkin zikrini küllî olarak görecektir. Ahir tecellîsini de, Tafsilât-ı Nûr-i Muhammediyye meyveleri olan, ister İnsan-ı Kâmil mazharlarında isterse dönücü diye vasıflandırdığımız kalb sahiplerinde, celâl ve cemâl yüzlerini kavseyn zevkiyle göreceklerdir.
Bu kardeşlerimiz, ormandaki bir ağaç nasıl hizarhanede kereste, marangozhanede kapı pencere, mobilyacıda sehpa koltuk olması onun ağaçlığını bozmaz, dâima aslını muhafaza eder ve bulunduğu hâl üzere isimlendirilirse aynen bunun gibi,Cenâb-ı Hakk’ın da tecellî ettiği mazharlarda her ne şekilde görülürse görülsün, kişiyi yanıltmaz, O olduğunu bilir, şerîat terazisiyle tartarak her şeyi yerinde kullanır ve ona göre hareket eder. Cenâb-ı Hakk’ın zâhirdeki tecellîsi de bu âlemde Muhammed mazharları olan Allah’ın kemâlât sıfatlarından, Rahmâniyyetiyle zuhûrunu seyretmektir. Yalnız zâhir sûretleri görmek, onun zâhirini görmek değildir. O cemâl, Hakk’ın Vahdâniyyet tecellîlerinin görünen gölgelerden zuhûra gelmesidir diyerek bu irfâniyetle bakıyor ve görüyorsa doğrudur. Yoksa eşyaya eşya gözüyle bakmak mahlûkluktur. Bunu her hayvan da o gözle görmektedir. Bir Hadîs-i Kudsî’de “Kulum bana nevâfille yaklaştığında ben onun görmesine göz, duymasına kulak konuşmasına dil olurum” buyruluyor. Onun için, sîret gözlüğünü takmadan bu eşyadaki tecellîlere Hakk demek ahmaklık olur. Fehmi Hazretleri bir ilâhisinde şöyle buyuruyorlar :
“Her kime açılsa hicâb, hep gördüğü dîdar olur
Gözüne olmaz serâb, hep gördüğü dîdar olur
Dünya ve ukbâdan geçer,Vahdet ile kanat açar
Şer ve sevabından geçer hep gördüğü dîdar olur
Söyler kelâm bakar sana, gözü görmez hiç mâsivâ
Vermiş gönlünü Hakk’tan yana,hep gördüğü didar olur”
Bâtın tecellîsi de Cenâb-ı Hakk’ın bu âlemde Vahdâniyyet tecellîlerinden ibarettir. Zira, zerreden küreye kadar bu kesret âlemindeki tecellîlerin hepsi Cenâb-ı Hakk’ın Vahdâniyyetinin Tafsilât-ı Nûr-i Muhammediyyede tecellîsinin gereğidir.Bir meyve bahçesindeki bütün meyvelerin kemâlâta gelerek tadı, kokusu ve rengi hep su ile mümkünse,aynen onun gibi her varlığın hayat kaynağı da Hakk’ın Vahdâniyyetinin hayat verişi ile mümkündür. Görünmediği için biz ona bâtın diyoruz.Yoksa ehl-i ârif için evveldeki tecellîleri de, âhirdeki tecellîleri de,zâhirdeki tecellîleri de, bâtındaki tecellîleri de apaçık görülmektedir. Ârifler şühûd sahibidirler.İşte İslâmiyet bir ağaç gibidir. Bir ağacın çekirdeği o ağacın evveli,âhiri ise meyvesidir. Bahçıvanlar bunu çok iyi bilir ve görür.Gönül bahçıvanları olan ârifler de görür ve bilirler. İşte onun için, çekirdeğin, toprak altındaki hâline nasıl bâtın diyorsak, Cenâb-ı Hakk’ın sûretlerden tecellî etmezden evvelki Vahdâniyyetine de bâtın demekteyiz. Çünkü bizlere göre görülmeyen olduğu için böyle denmektedir. İnsanlar gözlerini görmekte fakat gözlerinden göreni görememektedirler. Kulaklarını görmekte fakat kulaklarından duyanı görmemektedir. Dilimizden konuşmayı duyuyoruz.peki dilimizden bu kelâmların meydana gelişini görüyor muyuz? İşte onun için bâtın deriz.Meyve ağacının bütün vücûdunu gördüğümüz için de buna zâhir deriz. Zira görünene zâhir denir.Âhir de meyve ağacının dallarındaki gelişmiş meyvesidir. Ağacın dalındaki meyvenin içindeki çekirdeği çıkarsak, aynen evveldeki toprak altındaki ilk çekirdeğin aynısı olduğunu görürüz. Onu toprağa diksek aynen diğeri gibi bir meyve verdiğini görmek mümkündür. Bu çekirdek tam mânâsıyla kemâlâta gelmemişse toprağa dikildiğinde ağaç meydana getiremez. İşte evvelinde zuhûrâta gelerek bâtınında gelişip zâhir ve âhiriyle, bütün tecellîlerini sergileyendir.Evvel ve bâtın celâl, zâhir ve âhir cemâldir.Ârifler her ne kadar ilimle bunları ayrı ayrı îzâh ederlerse de, aslında Niyazi-i Mısrî Hazretlerinin;
“Anla hemen bir söz durur yokuş değildir düz durur
Âlem kamu bir yüz durur onu gören hayran imiş.
İşit Niyazi’nin sözün bir nesne örtmez Hakk yüzün
Hak’tan ayan bir nesne yok gözsüzlere pinhân imiş”
İfadesinde kendisini bulur. Onun için sîret ve sûret âlemlerindeki bu İslâmî Tûba ağacının, evvelini, âhirini, zâhirini ve bâtınını şühûd eden bu kardeşlerimiz “lâ” dan geçip “illa”yı zevk ettikleri için (zikirden Cem’ul-Cem mertebesine kadar olan süreç) ondan başkasını görmezler. Her tecellînin Hakk’ın tecellîsi olduğunu seyrettikleri için Âl-i İmrân Sûresi âyet 191 deki “Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. Ve ‘Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın,Sen yücesin, bizi ateşin azâbından koru derler” “Rabbena ma halakte haza bâtıla” “sen bâtıl bir şey yaratmamışsın” derler. Çünkü her şeyi yerli yerinde görenlerden olmuşlardır.Allah bütün kardeşlerime Âdem ve âlemde bu şühûdları nasîb etsin. Âmin.
Dostları ilə paylaş: |