1 - Vücûdumuzla Hakk’a taatımızın yaklaşımı
2 - Ef’alde fenâ yaklaşımı
3 - Sıfatta fenâ yaklaşımı
4 - Zâtta fenâ yaklaşımı yaptığımıza bakmalıyız.
Taatımız, Hakk’a boyun büküp teslimiyetimizi, teslimiyet ve kurbiyetimiz, kalbimizdeki huzur ve mutluluğumuzu, kalbimizdeki huzur da, rûhumuzdaki her tecellînin şuhûd zevkini meydana getirecektir. yoksa, süflîyyât tecellîsi olan gaflet, kişiyi vehim ve hayâl şeytanlarına dost yaparak nefsânî isteklerine tabi kılacaktır.
Halbuki böyle kişiler kendilerini hidâyet bulmuş kişiler olarak zannederler. Ne yazık ki yanlıştır. Zira vehim ve hayâlin vücûd ülkesindeki sultanı “zan” iledir. Zan ise iki türlüdür:
1 - Su-i zann (kötü zan)
2 - Hüsn-ü zan (iyi zan)
Bu iyi ve kötü zanların her ikisine de itibar edilmez.
Âdem(A.S.)’e Araf Sûresi 24.âyette “Bir kısmınız bir kısmınıza düşman olarak oradan ininiz. Yerde sizin için, bir zamana kadar yerleşip kalmak ve yaşamak var.” buyruldu. Âdem Serendip adasına, Havva da Cidde’ye indirildi. Âdem 70 sene Rabbine yalvarıp tevbe etti. Çünkü Bakara Sûresi âyet 37“ Âdem Rabbinden bir takım kelimeler aldı. O’na yalvarıp tevbe etti. O da tevbesini kabul buyurdu. Çünkü tevbeyi çok çok kabul eden asıl esirgeyici odur.” buyrulmuştur. 70 sene sonunda, Cenâb-ı Hakk yalvarmalarını kabul ederek, Âdem ile Havva’yı Arafat’ta birleştirdi. Sonra Müzdelife'de mânen nikahları Hz. Muhammed (A.S.) tarafından kıyılmıştır.
İşte günümüzde de, nefs terbiyesi görenlerin, kendi diye bildiği varlıklarının Hakk’ın varlığı olduğunu idrâk ettikten sonra, rûhullah mertebesinde Âdem’in yaratılmasını zevk edecektir. Hakk’ın zâhir, halkın bâtın olduğu bu mertebede, kişi Havva’ya, yani, nefsine uyarsa Cennet’ten çıkarılır. Çünkü nefs yönünden “benim” demiş olmaktadır. Bu sözü Âdem mazharından “Benim” diyen Cenâb-ı Hakk ise, o yasak meyve yemiş olmaz. Onun bu sözü kabul gördüğü için,daha üst mertebeye ancak vuslatı olabilir. Âyet-i kerîmedeki yasak meyveyi yemek olarak vasıflandırıldığına göre, Âdem’in bu sözü kendisinin söylediği anlaşılmaktadır. İşte o zaman vehim, hayâl gibi gaflet perdeleri kişinin şuhûdlarını yok edeceği için, o Cemalullah seyrini ona göstermeyecektir.
Âdem’le Havva’nın senelerce tövbe etmeleri, bu hicâbların kaldırılması için, canla başla Hakk yolunda çalışıp Muhammedîliğini idrâk etmelerine kadar devam eder. Yedi sıfat-ı subûtiyesinden Hakk ve hakîkati şuhûd ettiğinde, bu Âdem’in Muhammed yüzü suyu hürmetine affedilmiş olur.
İşte Hakk’a ârifiyet mertebesi olan Arafat’ta, Âdem ile Havva birleşerek Müzdelife'ye geldiler.Kesret âlemindeki sıfatlardan, rûhun tecellî etmesiyle, Muhammedîlik zuhûr eder. Böylece Âdem ile Havva’nın nikahları da Hz. Muhammed tarafından manen kıyılmış olunur. Bir kişide, rûh ve sıfatlar vücûdda birleşip zuhûra gelince,nasıl bir Muhammedî meydana gelirse, aynen onun gibi, rûh olan Âdem ile sıfat olan Havva da, bir vücûdda kemâlâtıyla zuhûr ederse, o da Muhammedî olmuş olur. Her ikisinin birleşmesine, o vücûd vesîle olduğu için,ona Muhammed bunların nikahını kıydı denilir. yoksa Hz. Muhammed’in yaşadığı devir ile Âdem’in yaşadığı devir, zâhirde farklı zamanlarda olduğu için bu yönü ile değildir.
Araf Sûresi âyet 31 “Ey Âdem oğulları, her namazınızda, süslü elbiselerinizi giyinin. Yiyin için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” buyrulmakla, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşırken, amellerde ihlas, kurbiyette tam teslimiyet ve Cenâb-ı Hakk’ın rızasından başka, hiçbir şeyle kâim olmamak sûretiyle, şeriat elbisesini giyip, Hakk ve hakîkati müşâhede ederek yaşamamızı istiyor.Çünkü bu zevkler,kalbimizle tenzih,hissimizle teşbih yapılarak zevkimizde Tevhîd olarak yaşama halidir. İşte Âdemiyet budur.Cenâb-ı Allah’ın Hüviyyet ve Eniyyet yüzlerini kendi mazharında açığa çıkarıp,şerh edenler,Âdemiyetini kazanmış olurlar.
Mısrî Niyazi Hz. leri bir ilâhîsinde şöyle diyor :
Hakk yüzü insan yüzünden görünür
Zâtını Rahmân, şeklini insan eylemiş
İşte Âdemiyetini bulan bunlardır. Yoksa, nefsânî sıfatlardan geçmeden, yalnız ilim ile Âdemiyetin sırlarına vâkıf olanlar, Âdemiyeti bulmuş değillerdir. Zira onlar zanlarınca, Tevhîdin fenâ mertebelerinde ilm-el yok olmuşlar, bekâ mertebelerinde de, Hakk’ın sıfatlarını kendi süflî sıfatlarında gizleyerek, kendilerinin hidâyet bulduklarını zannederler. Zan ise vehmin başbakanıdır. Onun için Cenâb-ı Hakk cümlemize, kulluğumuzu idrâk etmek ve yaşamak için,aşk versin,güç versin.Âdemiyet sırrını temkin halinde yaşatmak nasîb ve müyesser etsin. Âmin.
ÂDEM’İN YARATILMASI
Âdem’in yaradılışı iki bölümden meydana gelmiştir:
1 - Et ve kemikten meydana gelmiş olan fiziksel vücûdunun yaradılışı
2 - Rûhsal vücûdu olan sîret vücûdunun yaratılması
1 - Et ve kemikten meydana gelen vücûdu topraktan meydana gelmiştir. Yani, teşri devresiyle,cemâdâttan nebâtâta, nebâtâttan hayvânâta, hayvânâttan da insan vücûduna geçerek insan vücûdu haline gelmiştir. Ten, rûhun taşıyıcısıdır. Fânidir. Bu gün var, yarın yok olacaktır.Rûhun taşıyıcısı olarak,çocukluk devri, delikanlılık devri, olgunluk devri, dolgunluk devri ve ölgünlük devirlerinde,ızdırari ölüm tecellî edesiye kadar görevini yapacaktır.
2 - Rûhsal vücûdumuz olan sîret yönümüz,bezm-i elest olan Hakk Mürşîdinin dizinin dibinde,Hicr Sûresi 29.âyeti “Rûhumuzdan bir rûh üfledim” gereğince, Rabbinin evvelâ zikir rûhunu üfürdüğünde, o sâlikte ne kadar Rabbine sevgi ve teslimiyeti varsa, o kadar onda zikir rûhu tecellî etmiş olacaktır.Hakk Mürşîdi tarafından atılan bu Muhammedî zikir tohumu,ona her yerde ve işinde,Rabbi ile dâima beraber olma zevkini verecek ve kendisinden zikredenin de,Rabbi olduğunu anlayacaktır. O sâlik Rabbini can-ı gönülden seviyorsa, Rabbinden ayrılmamak için saat gibi gönlünde zikreden Rabbini yakın takibe alarak, O’nu dinleyecek ve O’nunla dâima zikirde beraber olma zevki ile dirilmiş olacaktır. Bu zikir rûhundan sonra,onun Hakk Mürşîdi, ef’al-i İlâhiye rûhunu,sıfat-ı İlâhiye ve Zât-ı İlâhiye rûhlarını üfürerek, Muhammedî tohumunu sâlikin gönül tarlasına ekmiş olur. Sâlikler bu Muhammedî tohumunu, zikir, şuhûd ve râbıtalarla sulayıp, çapalarsa, o sâlikin Muhammedî vücûd ağacının, yeşerip dal ve yaprakların arasında çiçek açtığını görürüz. Artık, “Nefsini bilen Rabbini bilir.” Hadis-i Şerifi gereğince,k endisinin diye bildiği vücûdunun Rabbinin vücûdu olduğunu anlamıştır. Rabbinin ise, Kaf Sûresi 16. “Biz kulumuza şah damarından daha yakınız” âyeti gereğince, gönlünde tahtını kurduğunu, o kulundan duyan, o kulundan gören ve o kulundan her türlü icraatı yapanın Rabbi olduğunu anlamış olur.
Zikir rûhundan başlayarak ef’al-i İlâhiye rûhu, sıfat-ı İlâhiye rûhu ve Zât-ı İlâhiye rûhuna hamile kalan sâlik, manevî sîret vücûdunu bir anne karnındaki çocuğun birinci 40 günde kan pıhtısı, ikinci 40 günde et parçası, üçüncü 40 günde kol ve bacakları teşekkül ederek hareket ettiği gibi, hareket edecektir. Biz bu devreye Âdem’in Fenâfillâh olan uruc seferi diyoruz. Âdem rûh sahibi olarak yaratılmış, fakat henüz sıfatlarından zuhûr etmediği için, kendisini ispat edememektedir. Kadir Sûresi 4. “O gecede melekler ve rûh Rabbinin izniyle fecrin doğuşuna kadar inerler” âyetinde de belirtildiği gibi,Cenâb-ı Hakk’ın Vahdâniyyeti olan gecede, bütün sıfatlarından kemâlâtıyla zuhûr edesiye kadar, rûhun, melek olan kuvveleriyle, Rabbinin o kişideki kabullenişi kadar sıfatlardan tecellî etmiş olur. İşte, rûhun zuhûruna kadar Âdem’in urucu ve sıfatlardan tecellîsiyle nüzûl devresini bitirdikten sonra, vücûdun vücûdullah olmasının Tevhîd idrâki ile Âdem yaratılmış olacaktır. Yoksa bu gördüğümüz bütün insanlar Âdem değillerdir. Onun için Âdem üç nev’idir.
1 - Sûrette Âdem sîrette hayvan
2 - Sûrette Âdem sîrette nâkıs
3 - Sûrette Âdem sîrette de Âdem
Sûrette Âdem sîrette hayvan olanlar “hay”diri demektir. “van” varlık anlamına gelir. Yani “hayvan” diri olan canlı varlıklar demektir. Yiyen, içen, nefsânî bütün istek ve arzularını yerine getiren anlamındadır.
Sîrette nâkıs olanlar da, Âdemiyet tahsilinde olup, henüz kemâlâtı elde edememiş kişilerdir.
Sûret ve sîretinde Âdemiyetini bulanlar ise, Hakk Mürşîdinden rûh üfürülmüş ve Âdemiyetinin idrâk kemâlâtına vâkıf olanlardır. Âdem’in bütün varlığı Hakk’ın varlığı olduğunu zevk etmiş, Hakk’ın yeryüzündeki halifesidir. Cenâb-ı Hakk, Âdem yüzünden Zâtını ilânetmiştir. Onun sûreti Âdem sîreti Hakk’tır. Yalnız ona Hakk denilmez. Âdem’in başındaki “A” Harfi Allah’ı remzeder “dem” de zaman demektir. O dem, bu demdir. Anlayan anladı. Anlamayanlar da yalnız dinledi.
ALLAH BÜTÜN İNSANLARI ZÂTINA DAVET EDİYOR
Cenâb-ı Allah Kur’ân-ı Kerîm’in Hac Sûresi 27. âyetinde “Bütün insanlar içinde haccı ilânet ki, gerek yaya olarak ve gerek uzak yoldan develer üzerinde sana gelsinler” buyrulmaktadır. Hac ziyâret etmek demektir. Neyi ziyâret etmemizi Cenâb-ı Allah istemektedir? Kâbe’yi ziyâret etmemizi istemektedir. Kâbe Allah’ın zâtını remzeder.
Kâbe, zâhir ve bâtın olarak iki şekilde mütalaa edilir. Biri zâhir Kâbe’dir ki, zâhiri Kur’ân-ı Kerîm’de emredildiği gibi, Suudi Arabistan’daki Mekke şehrinde, Kâbe’yi ziyâret etmek, bütün Allah’a ve Resûl’üne inanan, en üstün sadakat ve teslimiyetle, ehl-i sünnet vel cemâat kardeşlerimizin, bedenen o beldeye giderek, haccın farzları olan: 1-İhrâma girmek 2-Arafat’ta vakfeye durmak 3- Kâbe’yi yedi defa tavâf etmek, Allah’ın kulları üzerindeki hakkıdır. İster yaya, isterse bineklerle, o mübarek Kâbe’yi ziyâret etmek, hayatında bir defa her inançlı kardeşimizin, istek ve arzusudur.
Biri de, bâtın olan Kâbe’dir ki o da Allah’ın Hüviyyet ve Eniyyetini kendisinde, kemâlâtıyla cem eden, Kâbe kavseyn sahibi olan İnsan-ı Kâmillerdir. Allah’ın Kâbe olarak davet ettiği bu kâmiller, bizlerin gönüllerinde Hakk’ın Cennet ve cemâlinin, kemâlât tecellîsini zuhûra getirmesi nedeniyle bizleri onlardan kendi insan-ı asliyemizi ta’lîm ve terbiye ederek öğrenmemizi istemektedir. Kuran-ı Kerîm’in Müzzemmil Suresinin başında bizlerin cehâlet uykusundan uyanarak İnsan-ı Kâmilde Tevhîd tahsili yapmamızı istemektedir. Yine Kur’ân-ı Kerîm’in Müddessir Sûresi 1 ve 2.âyetlerinde “Ey örtüsüne bürünen, kalk artık uyar” buyrulmaktadır. Rûhullah olanların kemâlât sıfatlarında tecellîsiyle onları uyarmamızı istiyor. Bu da günümüzde Mürşid-i Kâmillerin Îsâ nefesli olmaları nedeniyle bizlerin uyarılmasıdır. İşte Cenâb-ı Allah’ın emri üzerine, hem zâhirini hem de bâtınını idrâk ederek bu davete icabet edenler, Kâbe’nin sahibiyle görüşme lütfuna mazhar oldukları için, hacc-ı ekber (büyük hac) olurlar. Bunların diğer zâhir davete icabet edenlerden farkı, zâhir ve bâtın yönüyle Kâbe’ye ziyâret ibâdetlerini yapmalarıdır. Gâye taştan yapılmış bir binayı ziyâret değildir.O ziyâretin sırrını idrâk etmektir.Resûlullah efendimiz “Kim ki Kâbe’yi taştan ibaret görürse o hac yapmamıştır” buyurmuşlardır.
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin hocası Fakrullah Hazretleri hüccacın önüne geçerek, nereye gittiklerini sormuş onlar da hacca gittiklerini söylemeleri üzerine “Kâbe Kâbe olalı o taştan yapılmış binaya Allah hiçbir zaman girmedi, fakat bu fakirin gönlünden de hiçbir zaman çıkmadı” diyerek, Cenâb-ı Hakk’ın tahsil tavâfının kendisinde olduğunu söylemiştir. Şu halde, taştan yapılmış bir bina, bizlere Allah’ın Zâtın tecellîsi olan, tavâfların mânâsını ve bu kâinattaki tecellî-i İlâhisinin îzâhını yapamaz. Kâbe’ye gitmeden bir İnsan-ı Kâmilden, Kâbe’nin Allah’ın zâtının remzedildiğini, onun tavâfının ondan merâtib-i İlâhinin tahsili yapıldıktan sonra, o mübarek yerlerde, bizzât yaşamak gerektiği vurgulanmıştır. işte bu İnsan-ı Kâmili ziyâret ederek, Zâtının sıfatlarından, esmâ alarak fiilleriyle eserlerinin sırlarını öğrenmemizi Cenâb-ı Allah istemektedir. Zâhirde bütün inanan kardeşlerimizin kıblesi nasıl Kâbe ise, onun remzettiği mânâ da, canlı Kur’ân olan, Kâbe kavseyn sahibi İnsan-ı Kâmillerdir. Zira Allah’ın Hüviyyet ve Eniyyet tecellîleri, onlarda kemâlâtiyle açığa çıkar.
İster yaya olan fiillerimizle, isterse binekler olan sıfatlarımızla, Allah’ın zâtını ziyâret etmemiz bizlerin üzerinde Allah’ın bir hakkıdır. Zira Harem-i Şerîf’e girmek, bedeni arzu ve isteklerimiz olan, bütün nefsani haram lezzetlerden geçmedikçe, kendi nisbîyetlerimizden kurtulmadıkça mümkün değildir. Zan ve sûretlerden geçtikten sonra ancak hakîkatin zevkine ulaşılır. Bu da İnsan-ı Kâmilleri ziyâret tahsili ile mümkündür. Çünkü Cenâb-ı Hakk kullarının şirkle,günahkar olarak huzuruna gelmelerini istemiyor. Zâten şirk ve günahkar olarak ikilikle Harem-i Şerîf olan Kâbe’ye girmek mümkün değildir. Dikkat edilecek olursa, hacılar Hacer-ül Esved taşını öperek, tavâfa başlamaktadırlar. Aynen bunun gibi, Hacer-ül Esved rumuzâtı da, kendi insan-i asliyyesini öğrenmek isteyen inanan kardeşlerimizin bir İnsan-ı Kâmile gelerek, elini öpmesidir. El ele, el Hakk’a denmiştir. Gâye, et ve kemikten meydana gelen İnsan-ı Kâmilin gölge elini öpmek değil, tende canı,canda cananı bulmak olup teslimiyeti izhar etmektir. Ondan sonra hacdaki gibi,kişinin kendisindeki Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerini yedi sıfat-ı subûtiyesinden zuhûra getirmektir. Kur’ân eşittir İnsan-ı Kâmile. Fatiha-i Şerîf yedi âyettir.
İnsan-ı Kâmildeki Cenâb-ı Hakk’ın 3 fenâ, 4 bekâ tecellîleriyle o da canlı bir Kur’ân’dır. Fatiha Sûresi 7 âyet olup, üçü Cenâb-ı Hakk’a ait bâtın, dördü de kula ait ifadeler taşıdığı için, zâhir olması nedeniyle İnsan-ı Kâmiller bizlere bu tahsili yaptırmaktadırlar.3’ü çalımlı ve 4’ü sakin olarak tavâfımız, insanlardan tecellî eden üç bâtın olan Allah’ın sıfatlarının (hayat, ilim, irâde) mutmain nefs olarak zuhûra gelmesi içindir. Kişi bir an evvel şirkten kurtulmak ve buna kavuşması için koşmalıdır. Dört sakin olan tavâflar da kulun mazharından açıkta olan Allah’ın (duymak, görmek, kelâm, kudret) sıfatlarının, sakin olarak zuhûrunu istemekten ibarettir.İnsan-ı Kâmilde, üç fenâ mertebesi ve dört bekâ mertebelerindeki tahsili sonunda, kendisinde Cenâb-ı Hakk’ın vahdet ve kesret tecellîlerini kemâlâtıyla görmek istediği için, insanlar üzerinde bu Kâbe’ye daveti Allah’ın insanlar üzerindeki hakkı olmuş oluyor.Niyazi-i Mısrî Hazretleri bir ilâhisinde :
Halkı bunca evliya ki geldi davet eyledi
Vahdetin sırrı bilinmektir o davetten garaz
Sanii gör günde yüzbin sanat gösterir
Kendini göstermek içindir o sanattan garaz
Buyurmakla, zâtının bütün sıfatlarındaki ef’âl tecellîlerini bilmek ve görmek için olduğu anlaşılmış olunur.
İşte İnsan-ı Kâmilde bu tahsil yapıldıktan sonra, emr-i İlâhi olduğu için, o mübarek beldeye giderek, her türlü ziyâret ibâdetlerimizin,taşıdığı rumuzâtlarıyla tekrar zevk etmek elbette güzeldir. Zâten hac ziyâretini tetkik ettiğimizde, birinci farzı olan, evvelâ ihrâma girmenin, kişinin kendi varlığından kurtulması olan Fenâfillâh olduğunu görürüz. Yunus Emre’nin bir ilâhisinde:
“Aşkın bahrına dalmayan, canını feda kılmayan
Senin cemâlini görmeyen meydana gelmez Allah’ım
Aşık yunus seni ister, lütfunla cemâlini göster
Cemâlini gören aşıklar, ebedî ölmez Allah’ım.”
Dediğini görüyoruz. İkinci farz,Arafat’ta vakfeye durmaktır. Arafat Hakk’a ârif olmaktır. Hakk’a vâkıf olanlar Bakara Sûresi 115.âyetin “Bununla beraber, doğu da Allah'ın batı da! Nerede yönelseniz, orada Allah'a durulacak yön vardır.Şüphe yok ki Allah'ın rahmeti geniştir ve O, her şeyi bilendir” idrâkinde oldukları için, Allah’ın Vahdâniyyet tecellîsini zevk ederler.
Niyazi-i Mısrî Hazretleri:
“Her neye baksa gözün bil sırrı Sübhan ondadır
Her ne işitse kulağın mahzı Kur’ân ondadır
Her şeye mahlûk gözüyle baksan o mahlûk olur
Hakk gözüyle baki bi şek nûr-u Yezdan ondadır.”
Buyurmakla zerreden küreye kadar her varlıktaki Cenâb-ı Hakk’ın Vahdâniyyetinin tecellîsini söylemişlerdir. Ayrıca:
“Hakk’ı istersen yürü insana bak
Şemsü zâtı yüzünde Rahşan eylemiş
Hakk yüzü insan yüzünden görünür
Zâtı Rahmân şeklin insan eylemiş”
Demekle de, İnsan-ı Kâmillerin Allah’ın kemâlât sıfatı olan Rahmân’ın İnsan-ı Kâmil’den göründüğünü söylemiştir. İnsan-ı Kâmiller Allah’ın Rahmân sıfatlarıdırlar.
Üçüncü farziyette, Kâbe’yi yedi defa tavâf etmek olan, üçü bâtın sıfatların zuhûru, dördü zâhir olan sıfatlardan mutmain nefs olarak yedi subût sıfatlar olarak yaşamayı istemek değil midir? Onun için hac ziyâreti, zâhirde de bâtında da kişilerin insan-ı asliyyelerini öğrenerek, kul mazharından Cenâb-ı Hakk’ın zuhûrunu seyirden ibaret olduğu anlaşılmış olunur. Bu da İnsan-ı Kâmilden merâtib-i İlâhiyeyi tahsil etmekle mümkündür. Allah bizleri de bu davete icabet edenlerden eylesin.
ALLAH VE MUHAMMED’İ NASIL GÖREBİLİRİZ
Cenâb-ı Allah zât ve mutlakiyet yönüyle, ne bu âlemde ne de âlem-i Âhirette görünmesi imkânsızdır. Zira zâtının yanında başka bir zât lâzım ki onu bilsin ve görmüş olsun. Onun mülkünde, ondan başkası olmadığı için onu bilmek ve görmek zât ve mutlakiyet yönüyle imkânsızdır diyoruz. Onun için zât ve mutlakiyet yönüyle, bizler Allah’a îmân eder ve teslim oluruz. Nerededir, nasıldır.gibi kesafetle bağlı düşünüşler, bizleri ondan uzaklaştırdığı için düşünmeyiz. Zâten Resûlullah efendimiz, “Allah’ın zâtını düşünmeyiniz.” demiştir. Fakat Allah’ın Rubûbîyyet yönünü, yani zerreden küreye kadar bütün sıfatlarındaki kemâlât tecellîlerini bilmek ve görmek, bizlerin yaratılma gâyemizdir.Onun için sıfatlar yönüyle O’nu görürüz, O’nunla konuşur, sohbet ederiz. O’nunla dâima beraber oluruz. Allah’ın Zâtı sıfatlarını sayarken, “kıyam bi nefsihi” deriz. Allah’ın nefsi ise sıfatlarıdır. Âfâkta kemâlât sıfatları nasıl İnsan-ı Kâmiller ise,kendi vücûd ülkemizde de, zâtımızın kemâlât tecellîleri elbette,mutmain olmuş nefsimizdir. Onun için, Cenâb-ı Allah’ı kemâlât sıfatlarında görmemiz mümkündür. Zâten Âdem ve âlemde, zâtının sıfatlarında, esmâ alarak fiilleriyle eserini zuhûra getirmesi, bilinmesi ve görülmesi gerekli tek yoldur.Esmâ ve sıfatlara vücûd verdiğimiz müddetçe onu hayâlden ötede bilip göremeyiz.
Musa (A.S.)’ın “Görün bana bakayım sana” dediğinde, “Lenterani ya Musa, sen beni göremezsin” hitabına muhatap olduğu gibi, kesafet vücûd varlığımız olduğu müddetçe görmemiz de mümkün olmayacaktır.Ne zaman Musa’nın, karşıki dağa bakarak ateş sûretindeki Cenâb-ı Hakk’ın tecellîsiyle, kendinden geçmesi, yani kendi varlık dağının aşk ateşinde yok olmasıyla, O’nu görmeye başlamıştır.yoksa Musa’nın kesafet bakışıyla görmek istediği için, ya rabbi seni benim zannım gibi görmek isteyenlerin ilk tövbecisi ben olayım diyerek,öyle görünemeyeceğini de bizlere bildirmiştir. İşte bizler de bu zannımızdaki gibi görmek istersek elbette dâima “lenterani” sen beni göremezsin hitabına muhatap oluruz. Cenâb-ı Hakk’ı zât yönüyle değil, zâtının kemâlât sıfatlarından, esmâ ve fiilleriyle dâima şühûd etmemiz mümkündür. Niyazi-i Mısrî Hazretleri bir ilâhisinde bakın ne buyuruyor:
“Zâtı Hakk’ı anla zâtındır senin
Hem sıfatı hep sıfatındır senin
Sen seni bilmek necatındır senin
Gayre bakma sende iste sende bul
Sûreti terk eyle mânâ bulagör
Ko sıfatı bahri Zâta dalagör
Ey Niyazi şark ve garba dolagör
Gayre bakma sende iste sende bul”
Kul mazharından 4 türlü görüş vardır:
1 - Hakk’ın Hakk’ı görmesi, özden öze
2 - Hakk’ın kulunu görmesi, özden göze
3 - Kulun Hakk’ı görmesi, gözden öze
4 - Kulun kulunu görmesi, gözden gözedir.
Kuldaki kemâlât derecesi nisbetinde bu görüşlere sahip olunmaktadır. Allah’ın görünmezlik keyfiyeti Ahadiyet âlemine ait olup, Vahdâniyyet âleminde mazharlardan hep görünmektedir. Yeter ki Hakk Mürşidinden bu şühûd ve müşâhedemizi tahsil edelim.
Niyazi-i Mısrî Hazretleri bir ilâhisinde de şöyle buyurmuşlardır:
“Hüsnünü izhar eder bunca sıfat
Zâtına insanı bürhan eylemiş
Hakk’ı istersen yürü insana bak
Şemsü zâtı yüzünde Rahşan eylemiş
Hakk yüzü insan yüzünden görünür
Zâtı Rahmân şeklin insan eylemiş”
Hz. Muhammedi de her an görmek mümkündür. O’nun zâhir unsur vücûdunu görmek O’nu görmek değildir. O’nun beşer vücûdunu 14 asır evvel Ebucehil de gördü. O’nun hakîkat-i Muhammediyyesini, Nûr-i Muhammediyyesini maalesef göremedi. Görmüş olsa idi,ona îmân ederdi. Şu halde O’nun nûr ve hakîkat-i Muhammediyyesi, taptaze olarak bilinip görülmektedir. “Levlake levlak vema halaktül eflak” “Sen olmasaydın, sen olmasaydın bu âlemi yaratmazdım. ”Hadîs-i Kudsîsinden de anlaşıldığı gibi zâhir ve bâtında Allah’ın Muhammed aynaları olmasa, Cenâb-ı Hakk’ın kendisini seyretmesi mümkün olmayacaktır. Onun için“Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliğimi murâd ettim. Bu halkı halk ettim” ifadesinde, kendisini görmek ve seyretmek için, Muhammed aynasını yarattığını bildirmişlerdir. Peygamberimizin “evvelâ ma halakallahu Nuru” (Allah evvelâ benim Nurumu yarattı) “evvelâ ma halakallahu rûhu” (Allah evvelâ benim rûhumu yarattı) “evvelâ ma halakallahu Akli” (Allah evvelâ benim Aklımı yarattı) sözleriyle, küll-i nûr güneşinin, rûh güneşinin ve akıl güneşinin,evvelâ Resûlullah efendimizin güneşi olarak yaratıldığını görmekteyiz. Aslında, nûr da,rûh da,akıl da parçalanma kabul etmez. Fakat tecellî ettiği mazharlarda esmâlar almışlardır. Tafsilât-ı Nûr-i Muhammediyye diye tarif edilen cemâdâtta, nebâtâtta, hayvânâtta ve insanlarda ayrı ayrı bu nûr,rûh ve akıl gibi tecellîlerin, Tafsilât-ı Nûr-i Muhammediyye aynalarından da, her varlığın isti’dâd ve kabiliyetine göre, bu tecellîsinin görünmesi zuhûr etmiştir.
Tin Sûresi 4.âyetindeki “Biz insanı en güzel biçimde yarattık” ifadesinden de anlaşılacağı gibi,Cenâb-ı Allah’ın bu âlemde Âdem diye yarattığı bu yüce varlık, Resûlullah efendimizin aynalarından birer cüz olduğuna göre,Allah’ın kemâlât sıfatlarıdır. Bunlarda kemâlâtıyla tecellî eden Cenâb-ı Hakk, tecellî mazharları da Muhammed’i olmuş olur.Muhammedî olan kardeşlerimiz,kendi gönüllerini yakın takibe aldıklarında, dört yerde Muhammed’i göreceklerdir:
1 - Enfüste Muhammed
2 - Âfâkta Muhammed
3 - Vahdette Muhammed
4 - Kesrette Muhammed
Enfüste Muhammed’in görünmesi kişinin bütün sıfatlarından mutmain olmuş nefs halinde, rûhun sıfatlarından tecellîsini zevk etmesidir.
Afakta Muhammed’in görünmesi; Hakk Mürşidinin sâliklerinde kendisini kemâlâtıyla nasıl görüyorsa, aynen onun gibi, Tafsilât-ı Nûr-i Muhammediyye olan bu âlemde de, her varlığın farkıyla, şühûd ve müşâhede edilmesidir.
Vahdette Muhammed’in görülmesi Ahadiyet zevkiyle zevklenen kardeşlerimizin,6 merâtib-i İlâhiye'den Cenâb-ı Hakk’ın tecellîlerini fark gözlüğü ile seyretmesidir. Çünkü bir âyet-i kerîmede Cenâb-ı Allah, bu âlemi 6 günde yarattım buyurmaktadır. İnsan da bir âlem-i kübradır. İşte 6 mertebede Hakk’ın tecellîlerini seyredenler Vahdette de Muhammedi bilir ve görürler.
Kesrette Muhammed’in görünmesi Hadid Sûresi 3. âyette “O, ilk ve sondur;görünen ve görünmeyendir. Hem O her şeyi bilendir!” buyrulduğu gibi,Muhammed aynalarından Cenâb-ı Hakk’ın tecellî ettiğine göre elbette, cemâdât, nebâtât, hayvânât ve insanlar gibi bu yerlerde de onu görmemiz tabiidir.Hasan Fehmi Hazretleri bir ilâhisinde :
“Bu âlem mebdeyi sensin Evvelsin ya Resûlullah
Nübüvvet hatemi sensin Ahirsin ya Resûlullah
Cemi kurb-i ferâizde Bâtınsın Hakk olur zâhir
Nevafil kurb-i hazrette Zâhirsin ya Resûlullah”
Demek sûretiyle, gördüklerini bizlere bildirmişlerdir. Onun için kendimizdeki,Cenâb-ı Hakk’ın tenzih ve teşbih tecellîlerini Tevhîd yaptığımız zaman, Allah ve Muhammed’siz hiçbir yerin olmadığını görmüş olacağız. Dâima onunla beraber olmak, bu âlemde de,âlem-i âhirette de bizleri, her iki Cennet’te de yaşatmış olacaktır.Allah bütün inanan kardeşlerimi, Muhammed’i bilerek ve görerek yaşamak nasîb etsin.
Dostları ilə paylaş: |