İSLÂMIN BEŞ ŞARTININ HAKÎKATTEKİ İDRÂKİ NEDİR
Şeriat-ı ahkâmda islâmîyetin ispatı için evvelâ “La ilâhe illallah Muhammederresûlullah” kelime-i şehâdeti gelirse de hakîkat-ı Muhammediyyede önce oruç gelmektedir. Bunun ispatı, Arabi ifadedeki savm, salât, hac, zekât ve kelime-i şehâdet ifadesidir.
1-Oruç,uruc etmektir. Yani yükselmektir. İkilik olan kulluktan Hakk’a vuslat olarak,her türlü şirk ve kula ait bütün günahlardan ihtiyarî olarak kurtulmak diyebiliriz. Sabahtan akşama kadar aç ve susuz bedenimizin ihtiyaçlarını vermemek değil, doğduğumuz günden, öleceğimiz güne kadar,ihtiyarî olarak “Mutu kable ente mutu” (Ölmezden evvel ölünüz) hadisinin ışığında,bizim ve gördüğümüz varlıkların kendilerine ait hiçbir varlığının olmadığını, varlık sahibinin Allah olduğunu,bu varlıkların O’nun bu mukayyed âlemde, lâtif varlıkların birer gölgesi olduğunu bilmektir.
2-Namaz, mü’minin mi’racıdır. Mi’rac ise,Cenâb-ı Hakk’la beraber olmak, O’nunla konuşmaktır. Bir kişi kendi varlığının olmadığını,varlık sahibinin Cenâb-ı Hakk olduğunu idrâk ettikten sonra, kul dediğimiz mazhardan tecellî edenin O olduğunu zevk edince, kendi mazharında ve bütün mazharlarda O’nun her an ayrı şe’nde tecellî edişini seyredip zevk etmesi,o kişinin Hakk’la beraber olup konuşmasıdır.Kıyam,rükû ve secde halinin dışında O’nunla konuşma olmaz. Çünkü bu üç tecellî dışında onun zuhûru yoktur.
3-Hac ziyâret demektir. Her ne kadar Allah’ın Zâtını remzetmesi nedeniyle bizler Kâbe’yi ziyâret ediyorsak da,âfâkta bütün sâliklerin Kâbe’si durumunda olan Efendilerini ziyâret etmeleri ve Rablerinden merâtib-i İlâhiyenin tahsilidir. Kâinattaki bütün sıfatların, kendilerinde tecellî eden Zât-ı İlâhiyye’yi idrâk ederek,gönüllerini ona açmış bir vaziyette, “Ya Rabbi Sen bizlerden tecellî etmesen bizler olmazdık ve şu halimizi sana muhtacız. Samadaniyetinle bizlere verdiğin bu lütuflara hamd ediyoruz” demeleri yani bütün sıfatların Zâtın samedâniyyet tecellîlerini idrâk etmesi hactır.
4-Zekât vermek zengin olanın fakir olanlara zenginliğinden kırkta birini vermesidir. Bir kişi mülkünde Allah’tan başka bir varlık görmüyor ve gördüğü sıfatların da O’nun ‘kün’ emrinin bir sonucu olarak O’na muhtaç durumda olduğunu görüyorsa zengin olan Allah’tır. Nasıl bir vücûdda rûhun bütün sıfatlara tecellîsini lûtfetmesiyle; kulak duymasıyla, göz görmesiyle, dil konuşmasıyla zekâtını alıyorsa, bu kâinatta da, Cenâb-ı Hakk’ın zerreden küreye kadar bütün varlıklara lütfu O’nun zekâtı olmaktadır. Varlıkların isti’dâd ve kabiliyetlerine göre bütün varlıklar Hakk’ın zenginliğinden zekâtlarını almaktadırlar. Cenâb-ı Hakk’ın bu âlemdeki dört tecellîsinin duyguları ile birliğinin idrâkinde olanlar, dâima zekâtı alan ve verenin, seyir zevkini yapmaktadırlar. Sakın hakîkatteki bu zekât zevkini söylediğim için şerîattaki zekâtı inkâr ettiğimi zannetmeyiniz. Şerîatta şerîat zekâtı, hakîkatte de hakîkat zekâtı mutlaka verilmelidir.
5-Kelime-i şehâdet “La ilâhe illallah Muhammederresûlullah” dır.Bir kişi, “Lâ ilâhe” demekle bu âlemdeki varlıkların hiçbirinin, zanlarında hayâllerinde bir ilâhın da bulunmadığını bilmektir. “İllallah” demek de zerreden küreye kadar bu gördüğümüz varlıkların kendilerine ait bir varlıklarının olmadığını, Cenâb-ı Hakk’ın varlığı ile var olduklarını, Cenâb-ı Hakk’ın sıfat olan Muhammed aynasından görüntüsünden ibaret olduğunu idrâk etmektir. “Muhammederresûlullah” Muhammed (A.S.) Allah’ın kulu ve Resulüdür. Kul demek köle demektir. Kölenin de hiçbir varlığı yoktur.
Dolayısıyla bir kişi, oruç tutarak,kendi varlığını ihtiyarî olarak Allah’ın varlığında yok eder, letâfet vücûda bürünerek lâtif olan Hakk’ın kendi mazharında Hakk’la konuşarak namazının zevkine ererse, kendinde ve âlemdeki bütün sıfatların da Zâta muhtaç olmalarının idrâki olarak hac yaparsa, Hakk’ın Zâtının zenginliğini idrâk ederek bütün sıfatlara isti’dâdları nisbetinde tecellî ile zekâtını verdiğini zevk edebilirse,işte o zaman kelime-i şehâdeti getirmiş olur.Yoksa getirilen kelime-i şehâdet sözde kelime-i şehâdet olur. Görüldüğü gibi,Tevhîddeki merâtib-i İlâhinin tümü bizlere beş madde halinde, islâmın şartı olarak sunulmuştur.
İSLÂMİYET KUR’ÂN-I KERÎM’DEKİ DÖRT İLMİ BİLMEKLE ANLAŞILIR
1 - Şerîat ilmi(Kur’ân-ı Kerîm’deki emredilen emir ve yasaklardır)
2 - Tarîkat ilmi (Ahlâk ve edep güzelliği)
3 - Hakîkat ilmi(İbâdet ve âyetlerin hakîkatine vâkıf olmak)
4 - Mârifet ilmi (Esmâ ve sıfat ilmi olarak uygulamak)
ABDEST :
Bir kişi evvelâ temizlenerek,yani abdest alarak Hakk yoluna çıkar. Abdestin tam olabilmesi için :
1-Abdest, su ile emredilen a’zaların yıkanması,su yoksa pak toprakla teyemmüm edilmesidir. Bu, şerîatın uygulanması ile ilgili bedensel, dış temizliğimizdir.
2-Abdestin tarîkat seviyesinde idrâki: Madem ki göz, kulak gibi sıfat ve a’zalarımız yıkanarak temizlenmiştir, kulağımızla gıybet dinlemememiz, gözümüzle harama bakmamamız, dilimizle yalan söylemememiz gerekir. Bunlardan her hangi birisi ihlâl edilirse o sıfat ve azamızın abdesti bozulmuş demektir.
3-Abdestin hakîkat seviyesinde idraki: Abdest, ‘abîd’olan kulun‘ dest’olan yıkayıcıdan, yani bir Mürşid-i Kâmilden, cehâlet, nisbîyet ve şirk kirlerinden yıkanarak temizlenmesi demektir. Kâmilin bir sâliki temizlemesi demek, sâlikin Tevhîd tahsilindeki nefs terbiyesi, cehâlet, gayriyet ve nisbîyet şirklerinden sohbet ve telkînleriyle kurtulması, kendisinin varlığının olmadığı, varlık sahibinin Cenâb-ı Hakk olduğunun idrâkine varmasıdır. İşte o zaman, kişinin,her nereye bakarsa Hakk’ın yüzünü orada görmesi, Hakk’ın sesini oradan duyması ve orada Hakk’la konuşması zuhûr edecektir.
4-Abdestin mârifet idrâki ise bu saydığımız üç mertebe zevkini,kendimizde cem ederek dâimî bir yaşam halinde devam ettirmek olacaktır. Biz buna uygulama ve icraat diyoruz.
ORUÇ :
1-Şerîat seviyesindeki oruç bedenle ilgili olduğu için, evvelini, ahîrini ve ikisi arasında geçen zamanda, yemekten içmekten ve nefsânî isteklerden uzak kalmaktır diye tanımlanmıştır.
2-Tarîkat seviyesinde oruç, hem bedenle hem de rûhla ilgili olduğu için, şerîat seviyesindeki bedenle ilgili emirleri uyguladığı gibi aynı zamanda, sıfat ve a’zalarının Hakk’tan gayrı şeylerle meşgul olmaması için zikir ve fikir halinde bulunması,ona ahlâk güzelliği,edeb güzelliği gibi hasletler kazandıracaktır. Zâten orucun gâyesi ahlâk güzelliğidir.
3-Hakîkat seviyesinde oruç, ikilikten birliğe uruc etmektir. Yani kişi ayrı Allah ayrı iken, yaptığı Tevhîd tahsilinde kendisi diye bildiği varlığın kendisinin olmadığını öğrenip, varlık sahibinin Cenâb-ı Hakk olduğunu anlaması demektir. Yani Fenâfillâh olmak demektir.
4-Mârifet seviyesindeki oruç,şerîat, tarîkat ve hakîkat seviyesindeki oruç idrâkini bizzât, yaşama geçirip, eksiksiz uygulamasıdır.Kişi saydıklarımızdan hangisini uygulayabiliyorsa onun orucu o seviyededir.
NAMAZ :
1-Şerîat seviyesindeki namaz,fıkıhî şekilde tarif edildiği gibi, vakitlerle ilgili olarak bedenle uygulanan bir emr-i İlâhidir. Bu namazı kılan kişiler, ta’dîl-i erkâna ve bütün fıkıh kâidelerine uysalar bile “Ben nasıl namaz kılıyorsam siz de öyle namaz kılınız” (H.Ş.) gereğince Resûlullah efendimizi taklîd etmektedirler. Ne kıyam, rükû, secdenin remzettiği mânâyı, ne de namazın mü’minin mi’racı oluşunu, mi’racın ise Allah’la beraber olmak,konuşmak olduğunu bilemezler. Yalnız emr-i İlâhi olduğu için, görerek değil de görüyormuş gibi bu ibâdeti yaptıklarını söylerler.Maddî isteklerinin yanında, Cennet arzusu ve Cehennem’den kurtulmak için namaz kılarlar.
2-Tarîkat seviyesinde,her ne kadar Cehennem korkusu ve Cennet arzusu olmadan, Allah rızası için namaz kıldıklarını söyleseler de, kendileri ayrı Allah ayrı olduğu için ikilik içersindedirler. Kendilerinden tecellî eden Hakk’ın zuhûrunu bilirler, fakat zevk edemezler. İlim ve amelleriyle huzu, hudû ve huşû haliyle namazlarını kılarlar. Ankebut Sûresi 45. “Sana vahyedilen Kitabı güzel güzel oku ve namazı kıl!Muhakkak sahih namaz edepsizlikten ve uygunsuzluktan alıkoyar. Muhakkak Allah'ı anmak en büyük zikirdir ve Allah, her ne işlerseniz bilir” âyetine mazhar oldukları için ahlâk ve edepleri şerîat erkanına göre çok farklıdır. Tevhîdde bunların kıldıkları namaza, Yunus (A.S.)'ın taht-ı serada,yani balığın karnında kıldığı namaz denilmektedir.
3-Hakîkat seviyesindeki namaz nedir?Namaz mü’minin mi’racıdır. Mi’rac nedir? Mi’rac, Allah’la beraber olmak ve konuşmaktır. Bir kişi kendi varlığının olmadığını, varlık sahibinin Cenâb-ı Hakk olduğunu anladığı zaman, Allah’ın Vahdâniyyetini kendinde zevk edecektir. Necm Sûresi 8 ve 9.âyetlerde “8. Sümme dena fe tedella. Fe kane Kâbe kavseyni ev edna”) “sümmedena” ifadesiyle kişinin kendisinde Hakk’ın Vahdâniyyet tecellîsini zevk etmesi, "fetedalla” ifadesiyle bütün sıfatlarından zuhûrâtı (kulağının Hakk’ı duyması, gözünün Hakk’ı görmesi. gibi), “Vekane Kâbe kavseyn” ifadesiyle (Allah’ın Vahdâniyyeti; bütün sıfatlarından zuhûra gelmesiyle, iki yayın birleşmesi gibi Allah’ın Vahdetini ve kesretini gönül evinde görmesi ve zevk etmesi) “Evedna” ifadesiyle de Bir’le Bir olma hâli anlatılmaktadır. Hakîkat seviyesinde, kulun mazharından tecellî eden yani namazı kılan Hakk olduğu için, kul diye vasıflandırdığımız kul sıfatından, kıyamda ef’âl-i İlâhisiyle âyet tecellîlerinin zuhûru, rükû’da sıfat tecellîlerinin zuhûru, secdede vücûdunun Vücûdullah tecellîleriyle, kul diye bildiğimiz sıfat dilinden,bazı kul diliyle bazı Hakk diliyle, karşılıklı yüce âyetlerinin tecellîlerine namaz denmiştir. Hakîkatte rûh bedenin emrinde değil, beden rûhun emrine girmiştir. Rûhun gönül evindeki görüşme zevkini zâhir vücûddan şerh ettiğini görürüz.Hakîkatte namaz kişinin gönlünde,kul ile Hakk’ın konuşmasıdır. Zâtın, sıfatlarından tecellî idrâkidir.Hakikî sâlikin Mürşidi ile kendi gönül evinde sohbetidir.
4-Mârifet seviyesinde namaz, şerîat, tarîkat ve hakîkat seviyesindeki namaz zevklerini kendi şemsiyesi altında toplayarak, hiçbirinden ayrılmayarak yaşam halinde bunların uygulanmasına, Peygamber efendimizin buyurdukları gibi, taht-ı istivâda yani Arş-ı Âlâ’da Mi’rac yapmış olurlar.Kişinin Muhammedi aynasından, tecellî edenin kendisi,tecellî kendisi, tecellî olunanın kendisi olduğunun idrâk ve zevki Mi’rac olacaktır.
HAC :
1-Şerîat seviyesindeki hac için sağlığı yerinde olma, bir sene yiyeceği olup hac farzını yapmak için gidip gelecek kadar yeterince maddî imkâna sahip olma, yolculuğa engel bir durum olmama şartları aranır. Bundan başka sayılı günlerde bedenen ihrâma girmek, Arafat’ta vakfeye durmak ve Kâbe’yi yedi defa tavâf etmek kişinin hacı olması için yeterlidir.
2-Tarîkat seviyesindeki hacda,ihrâma girmenin, Arafat’ta vakfeye durmanın ve Kâbe’yi tavâf etmenin ilim ve irfâniyetleriyle her türlü ziyâretin mânâları bilinmekte ve bu minval üzere hac farzı yerine getirilmektedir. Kâbe’yi ziyâretin taştan bir binayı ziyâret değil Allah’ın Zâtının ziyâreti olduğunu, Hacer-ül Esved taşını öpmenin İnsan-ı Kâmilin elini öpme olduğunu,Kâbe’nin yedi tavâfının Kâmilde yedi merâtibin tahsili olduğunu bilirler.Fakat ilimle bildikleri için müşâhedeleri yoktur.
3-Hac ziyâret demektir. Hakîkat seviyesinde Allah’ın Zâtını remzeden Kâbe’yi, Allah’ın sıfatları durumunda olan kullarının ziyâreti anlamına gelmektedir. Rabbinin irfâniyet ve kemâlâtını sohbetleriyle irşâd olmak isteyen sâliklerin de, Mürşîdlerini ziyâret etmeleri onların haccı olmuş olur.Bunun için evvelâ ihrâma girmelidir. İhrâma girmenin remzettiği mânâ Fenâfillâh olmaktır. Ondan sonra Hakk’a ârifiyeti elde eden kişinin, Allah’ın Vahdâniyyet tecellîsi ile Arafat’ta vakfeye durması, yani kendisinde tecellî eden Allah’ın Vahdâniyyetinin bütün sıfatlarından kemâlâtıyla tecellîsini istemesidir. Kâbe yedi defa tavâf edilmektedir. İlk üç tavâf çalımlı,ko şarak yapılmaktadır. Burada amaç insanın kendi varlığından bir an önce kurtulma isteğidir.Kendi varlığından kurtulduktan sonra dört sakin tavâfın da Hakk’ın varlığı ile varlıklandığında,Hakk’ın duyması, Hakk’ın görmesi, Hakk’ın kelâmı ve Hakk’ın kudreti ile bu dört sıfatından kemâlâtını sergilemesi olduğunu zevk etmesidir.
4-Mârifet seviyesinde hac Zâhir ve bâtın Cenâb-ı Hakk’ın zerreden küreye kadar saydığım bu tecellî zevkine sahip olanlar, zâhirini emr-i ilâhi olduğu için,bâtınını da,her an ayrı bir tecellîde oluş zevki ile, bütün kâinattaki sıfatların zâtına muhtaç ve tavâf ettiklerini görürler.
ZEKÂT :
1-Şerîat seviyesinde zekât maddiyatla mütalaa edildiği için malın kırkta birini fakirlere vermektir denilmiştir. Mal denilince yalnız madde olan zâhir maldan başka bâtın mal yok mudur? Maddî fakirden başka manevî fakirler de yok mudur? Bunlar kimlerdir? Bunlar hakkında fazla bir bilgileri olmadığı için, yalnız emr-i İlâhiye’ye uyarak zâhir ifadeye göre hareket ederler.
2-Tarîkat seviyesinde zekât verenler zâhir zekâtlarını verdikleri gibi bâtın olan zekâtlarını da verirler. Kâmilin tahsilinde kendilerinin varlık sahibi olmadıklarını, varlık sahibinin Cenâb-ı Hakk olduğunu anladıklarında cehâletten, nisbîyetten, şirkten kurtulmakla zekâtlarını vermiş olurlar.
3-Hakîkat seviyesinde,zâhir ve bâtın olan zekâtını tamamen veren bir kişi, kulluğunu, fakirliğini, köleliğini, hiçbir varlığının olmadığını idrâk ettiğinde zengin olan Cenâb-ı Allah, kulundan kemâlâtıyla tecellî ederek zekâtını vermektedir. Çünkü zengin olan Allah, fakir olan kuldur. Böylece Allah’ın her an kullarına nasıl zekâtını verdiği seyredilir.
4-Mârifet seviyesinde zekâtta ise bütün mertebelerdeki zekât idrâkini bildiği için hepsinin yerli yerinde olduğunu tasdik ederek, irfâniyet ve kemâlâtı ile her şeyi yerinde kullanır. Varlık sahibi olan kullar zengin oldukları için zekât vermek mecburiyetindedirler. Kendi varlıklarının olmadığını anlayıp “Zengin olan Cenâb-ı Allah’tır.” diyebilirlerse, o zaman Allah kullarına zenginliğinin zekâtını verecektir.
KELİME-İ ŞEHÂDET :
1-Şerîat seviyesinde kelime-i şehâdet: İsmi üzerinde şehadet kelimesi demektir.Bu da “Lâ ilâhe illallah Muhammederresûlullah” dır. Allah’tan başka ilâh olmadığına, Hz. Muhammed’in O’nun kulu ve Resulü olduğuna şahitlik etmek anlamına gelen şehadet kelimesini Müslüman olmak isteyenlerin dilleriyle ikrar, kalbleriyle tasdik etmeleri yeterli olmaktadır. Ancak, Allah neden birdir? Neden ondan başka ilâh yoktur? Hz. Muhammed hangi yönden onun Resulüdür? gibi detaylı bilgilere sahip değillerdir.
2-Tarîkat seviyesinde şehadet: “Lâ ilâhe” demekle, hiçbir şeyin kendisine ait bir varlığının olmadığını, zannımızda, hayâlimizde yarattığımız böyle bir ilâhın bulunmadığını, zerreden küreye kadar her şeyde tecellî ettiği halde bu tecellî ettiklerine benzemeyen bir Allah olduğunu ilmen bilirler. “İllallah” demekle de mülkünde O’ndan başkası olmayınca, bütün sıfatlarından cemalullahını sergileyenin illâ Allah olduğunu da ilmel bilirler. “Muhammederresûlullah” demekle de, Hz.Muhammed’in, Allah’ın Vahdet ve kesret olan iki cihanda da en kemâlâtlı sıfat aynası olduğunu, her an bu kemâlâtı bütün kâinat aynasında göstererek, Resûlullahlığı olan tebligatının yapıldığını yine ilmel bilir ve uygulamaya özen gösterirler.
3-Hakîkat seviyesinde şehadet: Hakîkatte şehadet, şahitlikten gelmektedir. Görünmeyen bir şey şeyin şahitliği olmaz. Rahmân Sûresi 26.ve 27.âyetlerde “Yeryüzünde bulunan her şey fânîdir; Yüce ve iyilik sahibi Rabbinin yüzü bâkidir” buyrulmaktadır. Âdem ve âleme nazar ettiklerinde, Allah’ın bütün sıfatlarından zâtının kemâlâtıyla zuhûra geldiğini ve bütün sıfatların isti’dâd ve kaabiliyetlerine göre Muhammed aynalarından şerhinin ilân edilişini seyrederler. Seyreden de seyredilen de kendisidir. Allah’ın, Ahadiyet deryasından bu mukayyed âlemdeki Vahdâniyyet tecellîsiyle,Muhammed aynalarından yüce âyetlerinin şühûd ve müşâhedesini zevk ederler ve dâima kâl ve hâl lisaniyle “Lailâhe illallah Muhammederresûlullah” derler.
4-Mârifet seviyesinde şehâdet: “Lâ ilâhe illalah Muhammederresûlullah” sözünü yalnız ifade etmekle kalmayıp, taşıdığı sırrı tenzih, teşbih ve Tevhîd yaparak, müşâhede halindeki bir yaşam biçimidir.Onun için şehâdet ifadesi her türlü îmân ve ibâdetten sonra söylenmiştir.
KABİR EHLİNDEN YARDIM İSTEMEK NE DEMEKTİR
“İşlerinizde şaşırırsanız kabir ehlinden yardım isteyiniz” Hadis-i Şerifi çoklarının bildiği gibi izdirarî bir ölümle ölüp, toprak altında yatan kabir ehlinden yardım istemek anlamına gelmiyor. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz bir İnsan-ı Kâmil’den tahsil yaparak ihtiyarî bir ölümle ölmüş, Hakk’ın varlığı ile dirilip bu ten kabirlerinde dâimî ölümsüzlüğe erişmiş, yaşayan, yiyen, içen, sohbet yapan İnsan-ı Kâmillerden yardım istememizi tavsiye etmektedir.
Bir Hadis-i Kudsîde “Ben hiçbir yere sığmadım, mü’min kulumun kalbine sığdım.” buyrulmuştur. Şu halde kendi varlığını Hakk’ın varlığında yok etmiş, kalbini cehâlet ve nisbîyet pisliklerinden temizlemiş bir kişi elbette Hakk’ı gönlünde tecellî ettirerek misafir etmiş olacaktır. İşte orada dâimî misafir olan Hakk’ın irfâniyet ve kemâlâtından istimdat istemek, müşküllerimizin hallolması için o vücûd kabristanlarında dâimî diri ve kemâlâtıyla bizlerin isteklerini karşılayan kabir ehlinden yardım istemek gereklidir. Bizler kabir ehli deyince hemen toprak altındakileri aklımıza getirmekteyiz. Yardım istenecek kabir ehli deyince aklımıza İnsan-ı Kâmiller, Mürşid-i Kâmiller gelmeli, onlardan istifade edilmelidir.Yoksa toprak altında yatanlardan velevki bir evliya da olsa herhangi bir isteğimizi arz ettiğimizde ondan herhangi bir söz veya müşkülümüzü halleden sonuç almak mümkün değildir.
Mevlana Hazretleri “Bizleri kabirlerimizde değil, âriflerin gönlünde arayınız” buyurmuşlardır. Ayrıca bir Hadiste “Hakk Teala her canlıda tamam fakat ölüde nâtamamdır.” buyurarak izdirari bir ölümle ölmüş olanlarda cemâdî rûhtan başka rûh mevcûdunun olmadığını vurgulamıştır. Rûh birdir, parçalanma kabul etmez. Yalnız tecellî ettiği mazharlarda esmâ alır. Toprak, madenler vs. bu cinstendir. Nebâtâtta tecellî ettiğinde iki rûh olarak nebati rûh adını alır.Çünkü nebâtâtta hem cemadi rûh,hem de nebati rûh vardır. Bütün bitkiler bu cinstendir. Hayvânâtta tecellî ettiğinde üç rûh olarak hayvânî rûh adını alır. Çünkü hayvânâtta hem cemâdî, hem nebâtî, hem de hayvânî rûh vardır. Bütün hayvanlar buna dahildir.İnsanlarda tecellî ettiğinde ise dört rûh olarak insânî rûh adını alır. İnsanlarda hem cemâdî, hem nebâtî, hem hayvânî hem de insânî rûh vardır. Onun için insanlar bütün varlıklardan üstün yaratılmışlardır. Onlara verilen akıl, fikir, ilim gibi nimetler diğer varlıklarda eksiktir.
Rûhun saydığımız bu dört yerdeki tecellîlerini Tevhîd mertebelerinde de şu şekilde bulabiliriz:
Zikir sâliki manevîyatta cemâdî rûha sahiptir. Çünkü râbıta ve şühûdu yoktur. Her yer onun için Hakk’ın yüzüdür. Dâima ‘Allah’der. Tevhîd-i Ef’âl sâliki nebâtî rûha sahiptir. Çünkü râbıta ve şühûd verilmiştir.Bu hadisâtta ona ef’âl penceresi açıldığı için onda yeşermeler başlar. Tevhîd-i sıfat sâliki ise hayvânî rûha sahip olmuştur. Zira “Hay” diri demektir. “Van” ise varlık demektir. Diri varlık demektir. Fiil ve sıfatlarının sahibinin Allah olduğunu idrâk edince elbette diri varlık olacaktır. Hakk’ın diriliğiyle dirilmiş olanlar mü’minlerdir. Tevhîd-i Zâttaki bir sâlik de kendisinin Kâmili olması nedeniyle insanî rûha sahip olur.
İşte bizler insanî rûha sahip olan İnsan-ı Kâmillerden yardım talep edeceğiz. Her insan insanî rûha sahip değildir. Onlar her ne kadar sûrette insan ise de henüz“ Rûhumdan bir rûh üfledim” âyetine mazhar olamadıkları için sîrette hayvandırlar. Burada bahsedilen insanî rûh sûret ve sîrette insanlığını bulmuş olanlardaki rûhtur. İnşâallah cümle ümmet-i Muhammed’e kabir ehli olan sûret ve sîrette insanlığını bulmuş olanlardan istifade ettirilir.
KADİR GECESİ
Kadir gecesi Ramazan ayının 27. gününe tekabül eden mübarek bir gece olarak kutlanmaktadır. Bakara Sûresinin 185. âyetinden Kur’ân’ın Ramazan ayında, Kadir gecesinin de Ramazan ayı içinde olduğu için Kadir gecesinde inzal olduğunu anlamaktayız. Kadir Sûresinde “1.Doğrusu Biz onu (Kur’ân'ı) Kadir gecesinde indirdik. 2.Kadir gecesinin ne olduğunu ne bildirdi ki sana? 3.Bin aydan hayırlıdır o Kadir gecesi. 4.Onda melekler ve Rûh, Rablerinin izniyle (yapılacak) her iş için peyderpey inerler. 5 Bir selam (güvenlik) dir o gece, ta tan atana kadar” buyrulmuştur. Bin ay seksen küsur sene yapar. İnsanoğlunun ömrü seksen küsur sene olsa bu ömür müddetince içerisinde kadir gecesi olmayan bir ömürden hayırlı demektir.
Evvelâ şunu iyi bilmek lâzımdır ki bu gece dünya gecelerinden bir gece değildir. Yoksa bin aydan hayırlı olan bu gecede sabaha kadar uyumayıp ibâdet etmekle o gecenin ihyâsını yapıp ömrümüz boyunca elde edeceğimiz ecirden fazla ecir elde edebiliriz diye düşünürdük.Bu bir zevk-i İlâhidir. Bir sâlik Receb ayında fenâ-i ef’âli,Şaban ayında fenâ-i sıfatı, Ramazan ayında fenâ-i Zâtı zevk edebilirse Cenâb-ı Hakk’ın Tecellî-i Zâtına mazhar olmasıyla Kadir gecesine erişir. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz bir hadislerinde “Receb Allah’ın ay’ı, Şaban benim ay’ım, Ramazan ümmetimin ay’ıdır.” buyurmuşlardır. Receb neden Allah’ın ayıdır? Çünkü onsekizbin âlem Allah’ın fiilleriyle zuhûra gelmiştir. Saffat Sûresi 96.âyetinde “Halbuki sizi ve yaptıklarınızı Allah yarattı” buyrulmaktadır. Onun için bir sâlik kendine nisbet ettiği fiilleri Cenâb-ı Hakk’a verirse Receb ayını idrâk etmiş demektir. Şaban ayı da sıfatları remzetmektedir. Bir kişi sıfatların mevsûfunun Allah olduğunu bilirse Şaban ayını idrâk etmiş demektir. Fiiller sıfatlardan, sıfatlar da vücûddan tecellî ettiği için vücûdun Vücûdullah olduğunu bilen bir kişi Ramazan ayını da idrâk etmiş olacaktır.
İşte fenâ-i ef’âl, fenâ-i sıfat ve fenâ-i Zâtı zevk ettikten sonra o kişiye melekler vasıtasıyla bütün vücûddaki kuvvelerine rûh nazil olacaktır. Kulağa inen rûh kulağı canlandıracak, göze inen rûh gözü mâsivâyı göremez hale getirip Hakk’ı görmeye, dili başka kelâm söylemeyip Hakk’ı konuşmaya başlayacaktır. Bu zuhûrât tecellî-i Zât zevki olarak belirtilmekte ve zevk edilmektedir. Bu tecellîler fecr zamanına kadar devam eder. Fecr, kişinin bütün kuvvelerinden tecellî eden Hakk’ın o vücûd ülkesinin aydınlığa çıkma zamanıdır. Artık Vahdette olan rûh bütün sıfat ve kuvvelerden o sıfat ve kuvveleri aydınlatıncaya kadar bu meleklerin rûh ve selam getirmeleri devam eder. Nasıl güneş doğmadan her taraf aydınlanmaya başlarsa aynen onun gibi rûh da bütün kuvvelerinden aydınlığa çıkar.
İşte Rablerinden melekler vasıtasıyla rûh ve selamın bütün sıfat ve kuvvelerimize inmesi o vücûd ülkemizi aydınlığa çıkarmış olacaktır. Bu aydınlık ise her sıfattan Cemalullahın görünmesi demektir ki hakîkatten sonra gelen şerîat-ı sânî dediğimiz Şerîat-ı Muhammediyye budur.Bu yüzden Kadir gecesini dışarıda, dünya gecelerinde bulmamız mümkün değildir. Onu enfüsümüzde ararsak Rabbimiz bize onu bulduracaktır. İşte bu vücûd minarelerinde fenâ-i ef’âli yaptığımızda gönlümüzde bir ışık parlar. Fenâ-i sıfatta yine gönlümüzde bir ışık parlar. Fenâ-i Zât sonunda da gönlümüzde bir ışık parladığında kandillerimizi yakmış oluruz.Tecellî-i Zât zuhûr edince de Kadir gecesinin kandili yanmış olacaktır.Geceler Vahdeti remzettiği için Kadir gecesini de gecelerde aramaktayız.Bir kişi Allah’ın ef’âlini,sıfatını,Zâtını kendi vücûd ülkesinde Vahdâniyyetiyle birleyebilirse kadere ereceği için kadir gecesini kutlamış olur. Bu bir zevk-i İlâhidir. Cenâb-ı Hakk bütün ihvân kardeşlerimize ihsân etsin. Âmin.
3. BÖLÜM
1 - KÂİNATTA TEK İRŞAD EDEN HZ. MUHAMMED'DİR
2 - KALB TEMİZLİĞİ
3 - KAZA VE KADER
4 - KERAMET NEDİR
5 - KEVSER SÛRESİ
6 - KUR'ÂN-I YAŞAMAK NEDİR
7 - KUR'ÂN-I KERÎMDEKİ SÛRELERİN NÜZÜL SIRASININ HİKMETİ
8 - KUR'ÂN-I KERÎM'E VARİS OLANLAR
9 - KURBAN BAYRAMI
10 - KURBAN BAYRAMINDA GETİRİLEN TEŞRİK TEKBİRLERİNİN MÂNÂ VE MÂHİYETİ
11 - LUT (A.S) KISSASI
12 - MAİDE SOFRASI NEDİR
13 - MELAMÎLER NAMAZ KILMAZ MI
14 - MELAMÎYİZ
15 - MESCİDLERDE KILINAN NAMAZIN ECRİ
16 - MEVLÎD KANDİLİ
17 - MÎ'RÂC
18 - MUHARREM AYININ TAŞIDIĞI MÂNÂ
19 - MUHKEM, MÜTEŞÂBİH ÂYETLERİN ZUHÛRU
20 - MUSA (A.S) VE ASA MUCİZESİ
21 - MUSA (A.S) VE HIZIR KISSASI
22 - (A.S)'IN KAVMİNİ SAMİRÎ'NİN SAPTIRMASI
23 - MUSA (A.S)'IN ŞUAYB (A.S)'DAN TAHSİLİ
24 - MÜ'MİN KİMDİR
25 - MÜRŞÎD-İ KÂMİL KİMDİR
26 - MÜRŞİD-İ KAMİLLERİN SALİKLERDEN İSTEDİKLERİ
27 - NAMAZ RİSÂLESİ VAKİT NAMAZLARININ SIRLARI
Dostları ilə paylaş: |