*dipnotlar yazıda nerede kullanılmışsa oraya parantez içinde yapıştırılmıştır



Yüklə 1,45 Mb.
səhifə18/25
tarix26.07.2018
ölçüsü1,45 Mb.
#58651
növüYazı
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   ...   25
Parti National Europeen kuruldu.
* World Union of National Socialist (Dünya Ulusal Sosyalist Birliği): Mosley’in girişimiyle rekabet etmek için 1962 yılında İngiliz Colin Jordan önderliğinde oluşturuldu. 1963’te Amerika neo-Nazi partisi önderi Lincoln Rockwell’in aracılığıyla faşizmin Atlantik ötesi kolunun kontrolüne girdi.

Faşist parti ve gruplar Avrupa düzeyinde ortak bir platform oluşturmak için yıllardır çaba sarfettiler, somut adımlar attılar. Ancak bu güne kadar girişimleri hep kısa ömürlü oldu ve başarısızlıkla sonuçlandı. Bunun en son örneği Avrupa Parlamentosu’nda yaşanan deneyimdir.

1984’te Avrupa Parlamentosu üyesi Fransız, Alman, İtalyan, Belçika ve Yunan faşist milletvekilleri tarafından Avrupa Sağcıları parlamento grubu oluşturuldu. Bu grup her ne kadar uluslararası bir resmi kurumun üyesi ise de, pratikte bir dönem Fransız faşistlerinin enternasyonalist anteni misyonunu yürütmüştür. Avrupa parlamentosunda bir kaç yıl ortak hareket eden bir gruplaşma sonradan dağıldı. Aralarındaki tekke savaşı, şef rekabeti, nüans düzeyindeki ideolojik farklılıklarına rağmen, Avrupa’nın değişik faşist partileri işbirliği içinde çalışma koşulları yaratmaya çalışıyorlar. Yıllardır sürdürülen bu girişimler ve atılmaya çalışılan somut adımlar bugüne kadar hep başarısızlıkla sonuçlandılar.

Bu bağlamda, harcanan tüm çabalara rağmen, faşist partiler arasındaki bazen önemli çoğu kez tali bazı anlaşmazlıklar giderilmekten uzak görünüyorlar. Bunun nedeni aslında açıktır; en temel gıdalarından birisi ırkçılık olan bir ideolojinin enternasyonalizmi yoktur ve olamaz.

Avusturyalılarla İtalyanlar arasında Güney Tyrol’un çıbanbaşı olduğu toprak ve sınır çekişmesi var. Almanlar, sanki kendileri farklıymış gibi, Fransızları ırkçılığın dozunu kaçırmakla suçluyorlar. İtalyan MSI faşist etiketi esas anlamıyla kendisinin hak ettiğini iddia ediyor. Belçikalılar kendi aralarında Wallon-Flaman çekişmesini yaşıyorlar vb.

Yabancılara bakışın dünü ve bugünü

Faşist dirilişin en güçlü bir biçimde ilkin Fransa’da yaşandığını, faşizmin ideolojik ve örgütsel birliğinin en erken bu ülkede gerçekleştirildiğini belirttik. Aynı şekilde, faşizmin Avrupa’nın bütün ülkelerinde olduğu gibi Fransa’da da ırkçılık, yabancı düşmanlığı temelinde geliştiğini ve onu büyük bir maharetle(200)basamak edinerek gelişip güçlendiğini belirtmiştik. Bu bağlamda, Fransız burjuvazisinin yabancılarla olan ilişkileri hakkında kısa tarihsel bir hatırlatma yapmanın gerekli, isabetli ve yararlı olacağını düşünüyoruz. Kaldı ki, son yıllarda, yabancılar sorunu ve yabancı düşmanlığı, faşistlerin truva atı olmasının yanı sıra, bu ülkenin iç politikasının ana eksenini oluşturuyor ve gündemini belirliyor. Dolayısıyla faşizmin gelişme koşullarının temel vektörü rolünü görüyor.

İktisadi krizin "Yahudileri" olarak gösterilen, Front National’in politik programının temel maddesini oluşturan, eski Cumhurbaşkanı Giscard’ın "yeni işgal güçleri" olarak nitelendirdiği, eski Başbakan Chirac’ın "pis koktuklarını" iddia ettiği, kısacası Fransız burjuvazisinin irili ufaklı tüm silahşörleri için bir nişan tahtası olan, eski “sosyalist” Başbakan Michel Rocard’ın "dünyanın sefaletini barındıracak değiliz” diyerek koroya katılıp suçladığı yabancı işçiler ile; "demokrasinin beşiği" diye anılan, "sığınma toprağı" diye övülen bu ülkenin burjuvazisi arasındaki ilişkiler nelerdir ve neye dayanıyorlar?

Kuşkusuz bu sorunu burada, ayrıntılı bir biçimde ele alıp irdelemenin olanağı yoktur. Emperyalizm geri kalmış ülkelerin maddi/manevi tüm zenginliklerini gaspettiği gibi, bu ülkelerdeki emek gücünü ihtiyacı oranında metropollere taşıyıp ayrıca sömürmektedir. İkinci emperyalist savaş sonrası dönemde, İngiltere’de Hitler’in tahrip ettiklerini onarmak için gerekli olan emek gücü eski sömürgelerden getirilmiştir. Fransa Araplara ve zencilere, Paris metrosunun inşası ve temizliğinden çok daha fazla şey borçludur. Türkiyeli işçilerin Alman ekonomisine katkılarının yıllık tutarının 50 milyar markı aşkın olduğunu devletin resmi kurumları itiraf ediyorlar.

Yabancı düşmanlığı, emperyalist burjuvazinin sömürmek için Avrupa’ya getirttiği emek gücünü, işçileri hedefliyor. Nice, Monaco ve Deauville gazinolarına valizlerle dolar taşıyıp bir gecede tüketen petrol zengini Araplar var. Afrika’da her devrilen diktatör Fransa’ya iltica talebinde bulunuyor ve görkemli şatolarda yaşam sürdürüyorlar. Bu kesimler burjuvazinin başlatıp kışkırttığı yabancı düşmanlığına hedef değiller. Dahası yabancı bile sayılmıyorlar. Bu nedenle sorunun sadece bir yönünü seçerek, oldukça sınırlı örneklerle kabataslak bir tasvir yapmaya çalışacağız. Seçtiğimiz boyut sorunun ilginç, ama aynı zamanda en trajik boyutudur; Fransız tarihinin, üzerine sünger çekilmiş, Fransız halkından özenle gizlenen en kara sayfalarından biridir.

Çünkü aşağıda sıralayacağımız bir dizi gerçek ve tarihi olgu, yabancı düşmanlığı konusunda toplumun önemli bir kesiminin hafızasında kökleşmiş ikiyüzlü geleneğin perde arkasına ışık tutacak, "sırtımızdan geçiniyorlar, kambur gibi taşıyoruz, dert babası mıyız?." vb. türünden vulger teranelere değişik bir açıdan bakılmasını kolaylaştıracak, dahası zorunlu kılacaktır.

XVII. yüzyılda Fransız ordusunun çoğu kez yarısını, bazen de 2/3’ünü o dönemin yabancıları sayılan İsviçre köylüleri oluşturuyorlardı. 1831’de kötü ünlü yabancı Lejyonu, 1841’de Cezayirli Avcılar Birliği, 1845’te Sipahiler Alayı yabancı askerlerin devşirilmesi sonucu, Fransız sömürgeciliğinin vurucu gücü, talan ordusu olarak oluşturulmuşlardı. O dönem Fransa-Prusya dalaşmasında(201)Fransa’nın nüfus farkından doğan asker açığı, sömürgelerden zorla silah altına alınan kölelerle karşılanıyordu. Bu pratik sonucu 1914 Ağustosu’nda Senegallılar, Araplar, Malgaşlılar, Antiyliler, Somalililer, Kanaklar, Kreollar "anavatan savunması" için bölük bölük Marsilya, Sete ve Bordeau limanlarına aktarıldılar.

"Pis kokan bu yeni işgal güçleri!" gemilerden indikten bir kaç hafta sonra, Eylül ayında, Marne Nehri kıyılarında Prusya askerleriyle boğazlaştırıldılar. Ama 1915’te ihtiyaç daha da arttı. Afrika’nın değişik sömürgelerinde, teorik olarak gönüllük temelinde ama pratikte dipçik kuvvetiyle ve kelle başına her köy ağasına verilen 10 frank rüşvet karşılığında "anavatan" için seferberlik ilan edildi. Zencilerin somut olarak nasıl kandırıldıkları, devşirilip askere alındıkları ve Avrupa’da kılıçtan geçirildikleri konusunda yapılmış epey araştırma mevcut. Konu bazı yapımcılar tarafından ekrana dahi taşındı. Konuya ilişkin verilen somut bilgiler tarihsel bağlamından soyutlandığı ve bir o kadar kaba oldukları için insana gerçeküstü ve gülünç gelebilirler. Dünyadan haberi olmayan bu masum ve zavallı insanlara Avrupa’daki savaşlar öyle tanıtılmıştı ki, sanki bir panayırdaki şenlikte figüranlık yapmak için getiriliyorlardı.

Bu da yetmedi. Fransız hükümeti Afrika köylerine valileri aracılığıyla sürekli ültimatom yağdırdı, haraç istedi: "Ya adam, ya ürün gönderin!" Bu sonu gelmez talepleri karşılamakta zorlanan Afrika’da görevli bir Fransız Vali’nin cevabı, talanın boyutlarını yeterince açıklayıcı niteliktedir: "Köylerde insan bırakmayınca tarım üretimini nasıl yoğunlaştırıp Fransa’ya 40 bin ton yer fıstığı gönderelim!".

Metropol gücünün ancak % 8’i cepheye sürülürken, Clemenceau daha fazla "kara kuvvet" isteyerek, Senegallı milletvekili Blaise Diagne’yi Afrika’dan bu gücü temin etmekle görevlendirdi. Amaç uğruna zor, tehdit, şantaj, rüşvet vb. gibi tüm araçların kullanımı mübahtır anlayışıyla, sömürgelerden 600 bin masum insan zorla Avrupa’daki insan mezbahanelerine taşındı. Bunlardan birisi, Kojo Tovalou, savaş anılarında, "Avrupa'ya gelince medeniyetin çamurda ve kanda sonuçlanan kocaman bir maskaralık olduğunu anladım" diyor. Ve resmi rakamlara göre 30 bin Senegallı, 26 bin Cezayirli "anavatan" topraklarında gömülü kaldılar.

Aynı vahşet ikinci emperyalist savaş sırasında bir kez daha yaşanmıştır. 1940’ta çil yavrusu gibi dağılan Fransız burjuvazisinin bir bölümü soluğu İngiltere’de ve Kuzey Afrika’da aldı. Öbür kesimi ise işbirlikçi Petain ve Laval hükümeti ile birlikte Nazi akınını sollamak için güneye, Vichy’ye doğru doludizgin kaçtı. Bu sırada cephede Nazi ordusuyla burun buruna çarpışan 100 bin civarında yabancı kökenli asker bulunuyordu. Tarihçiler bunların sadece bir kaç yüz tanesinin gönüllü olduğunu söylüyorlar.

O dönem Tunus’ta milliyetçi güçlerin yayınladığı ve Fransız burjuvazisinin Nazi Almanyası karşısında diz çöküşüne işaret eden bir bildiri bu gerçeği şöyle tanımlar: Tarihinin en utanç verici yenilgisini yaşayan Fransa’nın artık varlığını (Tunus’taki) haklı göstermeye yetkisi yoktur.”

Olayların seyri bozulmadı, sömürgeler "anavatan" savunmasına katılmaya(202)devam ettiler. De Gaulle’ün Haziran 1943’te Cezayir’de kurduğu Fransız Ulusal Kurtuluş Komitesi 230 bin Araptan, 110 bin Zenci, Malgaşlı, Antiyli’den, yani De Gaulle’ün politik misrascısı Chirac’ın bir kaç on yıl sonra “pis kokusundan’ rahatsız olacağı yabancılardan oluşuyordu. General De Lattre ve Leclere birliklerinin yarısını, Giscard’ın "yeni işgal güçleri" diye nitelediği yabancılar oluşturuyordu. Bu yabancılar Fransa’yı Nazi işgalinden kurtarmak için savaşıp öldüler.

8 Mayıs 1945’de Kızıl Ordu Berlin’e girip Hitler faşizmine son darbeyi vurduğunda, faşizmden kurtulan tüm Avrupa halkları gibi Cezayirliler de kendi ülkelerinde, Şetif şehrinde, malları, kanları ve canları pahasına katkıda bulundukları anti-faşist zaferi kutlamak için şenlik düzenlemek istediler. Sömürgeci Fransız ordusuna ve kolonlara "Sizinle eşitiz!" dediler, daha doğrusu demeye yeltendiler.

Bu istemin bedeli Cezayir halkına çok pahalıya mal oldu. Fransız ordusu özellikle Yabancılar Lejyonu’nu, Cezayirli ve Senegalli Avcı Birliklerini kitlelerin üzerine sürerek 50 bin civarında masum insanı Cezayir’in Şetif dağlarında katletti. Cezayir ulusal kurtuluş mücadelesinde bir dönüm noktası teşkil eden Şetif katliamını, Fransız burjuvazisi resmi tarih sayfalarında, "10 yıl süren sükunetin bedeli olarak" değerlendiriyor...

Sömürgeleri tek tek elden çıkan Fransız emperyalizmi, Şetif katliamından 5 ay sonra büyük çoğunluğunu yabancıların oluşturduğu sömürgeci ordusunu. “komünist kırmaya gidiyoruz!” diyen faşist generaller komutasında, komünizme karşı mücadele için Vietnam’a sevketti.

Böylece Marshall planı gereğince aldığı ABD yardımıyla finanse edeceği ve hepsini tek tek kaybedeceği, yeni sömürge savaşları serisini başlatmış oldu. Fransız emperyalizmi Vietnam’da, utanç verici bir yenilgi tattıktan ve ordusunu Dien-bien-pheu pirinç tarlalarına gömdükten sonra, yeniden Kuzey Afrika’ya "sükuneti" bozan Cezayir halkının başına musallat olmaya döndü.

Cezayir halkından da adamakıllı bir şamar yedi Fransız emperyalizmi. De Gaulle’ün Cezayir’de Cezayir halkına hitaben, "Sizi anladım!" itirafından sonra, artık kudreti kalmadığından, muhteşem sömürge savaşları serüvenine nihayet son vermek zorunda kaldı.

Elbette bu Fransız burjuvazisinin iddialarından vazgeçtiği anlamına gelmiyordu. Nitekim bunun faturasını Fransız sömürgeciliğinin elinden halen kurtulamayan. Okyanuslar’daki Yeni Kaledonya, Polinezya vb. gibi ada halkları ödemeye devam ediyorlar.

17 Mart 1992 seçimlerinde, yabancı birikiminin ve özellikle de Arapların yaygın olduğu, dolayısıyla ırkçılığı, Arap düşmanlığını enine boyuna istismar etmeye, "Fransa Fransızlarındır!" narasını atmaya ortamın müsait olduğu, bu sayede Le Pen’in % 25’i aşkın oranda oy aldığı ve Mart 1993’te Front National’in diğer tüm partileri solladığı Marsilya, Fransa’nın bu ünlü kenti, 1944’te tam da "pis kokan Araplar"ca, yani Fas taburları tarafından kurtarılmıştı.

Bazı tarihsel verilerin bu oldukça sınırlı sıralamasını, Mart 1927 tarihli ve Zencilerin Sesi başlıklı bir gazetedeki bir makalede yer alan ve Fransız burjuvazisinin yabancılar ile olan ilişkilerinin özünü oldukça isabetli bir biçimde özetleyen(203)bir alıntı ile bitirelim: " öldürtülmek veya çalıştırılmak için bize ihtiyaç duyulunca biz Fransızız, ama bize bazı haklar tanıma söz konusu olunca, artık Fransız değil Zenciyiz!".



Sonuç

Avrupa’nın belli başlı ülkelerinde şu veya bu şekilde faaliyet gösteren değişik faşist örgütlemelerin geçmişlerini, bugünkü durumlarını ve politik birer oluşum olarak temsil ettikleri gücü, genel düzeyde ve özetle tasvir etmeye çalıştık. Faşist ideolojinin bu ülkelerde yeniden dirilmeye, örgütlü bir yapı kazanmaya, düzenli bir politik güçlenme süreci yaşamaya başladığını, değişik tarihsel olgulara ve somut gelişmelere dayanarak vurgulamaya çalıştık.

Faşist ideolojinin burjuva düzenin marjinal bir ürünü olmadığını, onun sonuçta düzenin krizine, çıkmazına karşı-devrimci bir alternatif oluşturduğunu ve tam da bu nedenle, burjuvazinin olağan durumlarda faşist örgütleri el altından desteklediğini, bunalım dönemlerinde açıkları piyasaya sürdüğünü, güçlenmesinin maddi ve manevi olanaklarını yarattığını, sırası gelince de iktidar kapısını araladığını, yer yer örnekler vererek açıklamaya çalıştık.

Gelişmelere bir yönüyle bakıldığında, kapitalizmin içinde bulunduğu ve giderek ağırlaşan derin bunalımı faşizme iktidar kapısının açılmasını olanaklı kılıyor. Geçen yıl sonunda İtalya’da MSI ve müttefiklerinin belediye seçimlerinde elde ettikleri kitle desteği, bu açıdan en somut ve en yeni göstergeyi oluşturmaktadır.

Diğer taraftan, Rusya’da Jirinovski’nin partisinin seçim performansı, bu ülkeyi Weimar Cumhuriyeti'ni hatırlatan bir konuma getirdi. Rusya’da ansızın kabaran faşist dalga, Batı Avrupa’daki akıma ivme kalıcı, cesaret verici, yeni bir perspektif kazandırıcı bir işlev görecek niteliktedir.

Burjuvazinin günlük politikasını uygulamada kitleler üzerinde bir baskı aracı olarak kullanmak için teşvik ettiği, desteklediği ve güçlendirdiği faşist gruplar, Batı Avrupa’da bugün artık rüştlerini ispatlama sürecini yaşıyorlar. Burjuvazinin devlet eliyle desteklediği, ileri ittiği, şimdilik Fransa’da yaptığı gibi gerektiğinde öteki eliyle dizginlediği veya geriye çekmeye çalıştığı faşist partiler, artık düzenin zinde ve atak bir politik gücü konumunu kazanmış bulunuyorlar.

Burjuvazinin geliştirip yedekte tuttuğu bu mihraklar atağa geçmek için yeşil ışık bekliyorlar. Ortam henüz böyle bir alternatifi gerektirecek, faşizmi devreye sokacak kadar gerginleşmiş ve tüm öteki alternatifleri tüketmiş değildir. Ancak süreç böyle bir ortama doğru hızla ilerliyor. En azından iktisadi göstergeler bu niteliktedirler.

İtalya’da son belediye seçimleri vesilesiyle saflaşmanın ilk belirtilerine tanık olundu. Faşist partileri olağan koşullarda el altından, dolaylı olarak destekleyen tekellerin demokratlık maskeleri tek tek düşmeye başladı. Bunlardan birisi, sadece en tanınmış olanı, "sosyalist" Craxi’nin sadık dostu olan ve aynı zamanda Mitterrand ile yakınlığı ile tanınan Silvio Berlusconi, reformist sol güçlere karşı açıktan MSI’ya oy vermeye ve onlara karşı bir blok oluşturmaya çağırdı.(204)

Bu tavır bir istisna teşkil etmiyor. Alman tekellerinin Hitler’le sürdürdükleri ilişkilerin niteliği ve tarihi biliniyor. Avrupa’nın değişik ülkelerindeki faşist partiler devletin teşvikinin yanısıra, bazı kapitalistlerin gizli mali ve lojistik desteği sayesinde ayakta duruyorlar. Berlusconi desteğini açıkça ifade etmekle bir çok meslektaşına göre sadece biraz erken davranmıştır.

Avrupa’da mevcut faşist tırmanış irdelenirken ister istemez geçmiş benzer tarihsel kesitleri gözönünde bulundurmak gerekiyor. Bunu yaparken, yeni faşist dalganın bir çok açıdan 30’lu yıllarda yaşanan süreci andırdığını belirttik. Devrimci güçler üzerinde estirilen terörden sonra Jirinovski’ye kapının aralanmasının, Rusya’yı Weimar Cumhuriyeti’ne benzettiğine dikkat çektik.

Bu bağlamda, mevcut tarihsel süreç geçmiş örnekleriyle kıyaslandığında dikkati çeken başlıca farklılıklardan birisi, kuşkusuz en önemlisi, komünist ve devrimci güçlerin içinde bulundukları dağınıklık ve zayıflıktır. Bu olgunun yalnız Avrupa ile sınırlı olmayışı, dünya genelinde yaşanır olması, durumu daha da vahimleştirmektedir.

Avrupa ile sınırlı kalarak durumu değerlendirecek olursak, yukarıda da belirttiğimiz gibi, potansiyel devrimci güçler ideolojik açıdan reformizmin etkisi altında bulunuyorlar. Bu nedenle kapitalist bunalım ve çıkmaz mücadeleye objektif olanaklar sunmasına karşın devrimci politik bir alternatif oluşturulamıyor ve harekete geçirilemiyor. Kendisini adeta zorla dayatan mücadeleye perspektif kazandırılamıyor. Cılız kalan girişimler düzen içi kanallarda boğdurularak etkisizleştiriliyorlar.

Burjuvazi devrimci güçler cephesinden gelebilecek bir tehlikeyle henüz yüzyüze gelmediği içindir ki, rahat davranıyor. Her saldırısına zaman kaybetmeden yenisini ekliyor. Toplumun en temel ekonomik ve demokratik taleplerinin ifade platformu olan örgütlülüklerden rahatsız oluyor. Düzen karşıtı dinamikleri harekete geçirebilecek demokratik kitle örgütlerini tasfiye ediyor, toplumu örgütsüz ve paralize durumda tutmaya, yani savunmasız bırakmaya çalışıyor.

Belki de potansiyel konumdaki devrimci güçlerin bu dağınıklığı nedeniyledir ki, burjuvazi doğrudan destekleyerek güçlendirdiği faşist partileri yeri gelince dizginlemek ihtiyacı duyabiliyor. Faşist dalganın gelişimi karşısında, tepki temelinde, devrimci dinamiklerin doğma koşullarının oluşacağından kaygılanıyor ve dolayısıyla sürecin denetimden çıkmamasına özel dikkat gösteriyor.

Dökümünü yaptığımız verilere salt düzen cephesinden bakıldığında, faşizmin yeniden insanlığın ensesinde demoklesin kılıcı gibi sallanmaya başladığı, faşist milislerin sürü halinde harekete geçmelerinin bir an meselesi olmasa da olası bir tehlikeye dönüştüğü izlenimi veriyor. Bu ihtimalin abartmalı olduğu söylenemez, ancak gelişmelerin tek taraflı bir değerlendirmesinin sonucu olduğu da unutulmamalıdır. Dolayısıyla bu gerçek kabul edilirken, diğer taraftan henüz pasif bir konumda da olsa, onu dizginleyebilecek toplumsal güç potansiyelini hesaba kalmak, bir de olasılıkları bu cepheden değerlendirmek gerekiyor.

Anti-faşist devrimci güçlerin ideolojik, politik ve örgütsel anlamda dağınık olduklarının, faşist tırmanış karşısında pasif kaldıklarının altını bir kaç kez çizerek tekrarlıyoruz. Bu durumun nedenleri geride bıraktığımız tarihsel dönemin temel özelliklerinde aranmalıdır. İkinci emperyalist savaştan sonra yaşanan(205)sürece damgasını vuran bir kaç belli başlı faktör mevcuttur. Bunlardan birincisi, savaş sonrası Avrupa'da iktisadi koşullarda görülen hızlı canlanma ve düzelmenin toplumda yarattığı rehavettir. Bunun yanısıra Avrupa’da bir nispi refah ortamının uzun bir dönem hüküm sürmesidir.

Kitlelerin politik duyarlılığını olumsuz yönden etkileyen, onları tüketimle sersemletip oyalayan bu refah ve rehavet ortamına, sosyalist kampta yaşanan sorunlar ve yozlaşma eşlik etmiştir. Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecine girmesiyle doruk noktasına erişen sosyalizmin prestij kaybı, mevcut duyarsızlığın kökleşmesine ve genelleşmesine neden olmuştur.

Bunlara yakın dönemde yeni bir faktör daha eklenmiştir. Bu '80’li yılların başından itibaren kapitalizmin bunalımının eşliğinde ultra-liberalizmin yarattığı tahribattır. Bu faktörlerin ardarda birbirlerini izlemeleri, geniş kitleler ve özellikle de işçi sınıfı üzerinde sersemletici etkiler yaratmıştır. Avrupa toplumu halen bu faktörlerin yarattığı karışıklıkların ve çelişkilerin etkisi altında yaşıyor.

Gelişmelere bu açıdan, geçmiş tarihsel sürecin temel özelliklerini de hesaba katarak bakıldığında, son bir kaç yıldır tarihsel bir dönemeçten geçildiği anlaşılır. İşçi sınıfı hareketinde son dönemde beliren canlılık konjonktürel olmaktan ziyade geleceğin önbelirtileri niteliğini taşıyor. Kesikli dalgalar halinde kendini ifade eden işçi eylemliliği büyük ölçekli bir sıçramanın habercisi olarak değerlendirilebilir. Faşist tırmanışa karşı kitlelerin bugüne kadar gösterdikleri uyuşukluk, duyarsızlık ve pasiflik bu bağlamda irdelendiğinde, bunda geçmiş tarihsel sürecin etkisini ve izlerini görmek mümkün.

Önderlik boşluğu sorunu ile de örtüşen bu yorgun ruh hali, idealsizlik ve edilgenlik, görünüşle meydanın gericiliğe ve faşizme bırakıldığı intibası yaratıyor. Ancak Avrupa’da işçi hareketinde görülen sürekli canlanış, öte yandan, kitlelerde yeniden bir mücadele istek ve azminin yer etmeye başladığını gösteriyor. Bu mücadele şu anda parça parça ve dağınık bir seyir izlemektedir. Henüz bilince çıkmış belirgin bir politik boyutu yoktur.

Düzen cephesindeki gelişmelerin izlediği seyir, işçi sınıfı hareketinin mücadelesini yoğunlaştırmaktan ve genelleştirmekten başka bir seçenek olmadığını gösteriyor. Belçika’da ve İspanya’da ardarda yaşanan genel grevler, böyle bir gelişmenin işaretleridirler. Kapitalizmin iç çelişkileri sistemin dengelerini zayıflatıyor. Sus payı niteliğinde tavizler vererek mücadelenin önünü kesme olanaklarını sınırlıyor. Herhangi bir sektörde verilecek taviz, hemen düzenin dengesini sarsıcı etkiler yaratabilecek gedikleri gündeme getirebiliyor.

Ekonomik temelde gelişen ve giderek yoğunlaşacağına ilişkin somut belirtilerin sık sık gözlemlendiği bu mücadele, ister istemez, politik bir boyut kazanmak durumundadır. Bu mücadeleyi omuzlayacak kitleler ‘30’lu yılların işçilerinden daha zengin bir tarihsel mirasın sahibidirler. Bu mirasa Avrupa’daki yakın geçmişin faşist diktatörlükleri ve bunların topla icraatı da dahildir.

Avrupa’da faşist harekete karşı mücadele, sınıfın ve çalışan kitlelerin mevcut düzenin kendisine, kapitalizme karşı verecekleri mücadelenin yalnızca bir boyutunu oluşturmak durumundadır. Bu mücadele, ancak düzen karşıtı güçlerin, işçi sınıfının ve emekçi halk kitlelerinin devreye girmeleriyle gerçek anlamını bulacak ve esas etkisini gösterecektir.(206)

**************************************************

Kadın sorunu, feminizm, sosyalizm

Pınar ÇAĞLA

Kimdir çağlar boyu tartışılan kadın?

O doğurma yetisiyle üstün bereket tanrıçası mıdır?

Yoksa sezgisel yetilerle donatılmış büyücü mü?

Bekaretini yitirmemiş Meryem Ana'da mı buluşuyoruz

onunla?

Yoksa ruhunu şeytana satan fahişe mi götürüyor bizi

ona?

O penis kıskançlığı çeken bir histerik midir?

Yoksa cinsiyetinin kurtuluşunu "gelecek topluma”

erteleyen “bacı” mıdır?

Yanılgıya düşmeden hiçbiri “kadın” değil

diyebileceğimiz gibi,

herbiri bir parça “kadın” içeriyor da diyebiliriz.

Tümden reddettiğimizde

yerine birşey koyamayacağımız bir hiçlikle

karşılaşacağız;

oysa parçalardan oluşturulmaya çalışılan mozaik,

bu mirası sırtında taşıyan,

yanımızda, içimizde, bizimle yaşayan “reel kadın”la,

onun oluşturduğu toplumsal sorunla bir türlü

bağdaşmayacaktır.

Kadın sorunu etrafında sürdürülen tartışma uzun bir geçmişe sahiptir ve hala netliğe kavuşmuş, kavuşturulabilmiş değildir. Tarihsel, toplumsal ve güncel boyutlarıyla karmaşık bir görünüme sahip olan sorun, birbirinden çok farklı kapsamlarda ele alınmakta, bütünsel bir bakış ise genellikle yakalanamamaktadır.

Kadının ezilen cins kimliği, tarihsel olarak kaynağını özel mülkiyetin şekillendirdiği sınıflı toplumda ve onun mikroskobik yansıması olan ataerkil ailede bulur. Özel mülkiyet, sınıflı toplum ve ataerkil aile düzeni (modern aile) diyalektik bir bütündür. Kadın probleminin tahlilinde, içiçe geçmiş halkaların bütünlüğü kadar, özel mülkiyetin ve onu doğuran üretim tarzının belirleyici rolünün kavranması da özel bir önem taşır.

Olguları tek tek ele alan, özel mülkiyetin rolünü yadsıyan bir yöntem, eninde sonunda tarihsel çelişkiyi tersyüz etmeye mahkumdur. Bir yandan, ataerkil aile olgusunu diğer halkalarından kopartan ve onu bağımsız bir problem olarak(207)inceleyen bir yaklaşım, ister istemez kadının ezilişinde belirleyici rolü "ataerki"ne, diğer deyimiyle “erkek egemenliği”ne yükleyecektir. Öte yandan, kadının çifte sömürüsünü, özel mülkiyet ile birlikte ortadan kalkacak yalın bir çelişkiye indirgeyen mantık ise, kadın sorununun tüm zenginliği ve karmaşıklığı ile kavranmasını engelleyecektir.



Yüklə 1,45 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   14   15   16   17   18   19   20   21   ...   25




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin