Dünya edebiyatının en büyük yazarlarından biri olan Fyodor Mi-hayloviç Dostoyevski 30 Ekim 1821 günü Moskova'da bir doktor ailesinin çocuğu olarak dünyaya geldi



Yüklə 2,26 Mb.
səhifə49/51
tarix28.10.2017
ölçüsü2,26 Mb.
#17481
1   ...   43   44   45   46   47   48   49   50   51

Kendinde değil gibiydi. Durduğu yerde duramıyor, dikkatini bir şey üzerinde toplayamıyordu. Sözleri birbirini tutmuyor, ordan oraya atlıyordu. Elleri de hafifçe titriyordu.

Sonya sessizce bir kutudan haçları çıkardı: Biri serviden, biri bakırdandı haçların, kendi üzerinde ve Raskolnikov üzerinde sessizce haç çıkardı, servi ağacından olan haçı Raskolnikov'un boynuna taktı.

624

"Benim için de çarmıha gerilişin simgesi olacak bu haç, hah-hah-ha! Şimdiye dek çektiğim acılar azdı sanki! Servi ağacından olanı halk için, bakırdan olanıysa Lizavetagibiler için... Demek kendine onu alıyorsun? Göster bakayım! Demek... o sırada da bu vardı üzerinde... Buna benzer iki şey daha görmüştüm sanırım, gümüş bir haçla bir tasvir... Kocakarının göğsüne fırlatıp atmıştım. Oysa şimdi... oysa şimdi benim asıl onları, taşımam gerek... Neler söyleyip duruyorum ben böyle? Asıl isimi unutuyorum... Nedense çok dalgınım!.. Buraya gelmemin nedeni, Sonya, sana haber vermek için... bilesin diye... Eh, hepsi bu kadar... Yalnız bunun için gelmiştim. (Hımm! Hay Allah, ben daha fazla birşeyler söyleyeceğimi sanıyordum.) Gitmemi sen istemiştin. Işte ben de gidiyorum... Ben hapiste yatacağım, senin de isteğin yerine gelecek... Ne ağlıyorsun? Sen de mi? Yeter artık. Sonya, kes! Ah, nasıl da ağır geliyor bütün bunlar bana!"



Ama yine de içinde bir şeyler kımıldadığını duydu: Sonya'ya baktıkça yüreği sızlıyordu. "Ne bu?" diye düşündü kendi kendine. "Ne oluyor bu kıza? Ben nesi oluyorum ki onun? Ne diye ağlıyor? Annem mi, Dünya mı ki, bana kol kanat geriyor?"

Sonya ürkek ürkek:

"Haç çıkar, hiç olmazsa bir kez dua et!" diye yalvardı, sesi titriyordu.

"O, tabii, hem de ne kadar istersen, Sonya! Yüreğimin derinlerinden koparak üstelik!.."

Oysa bambaşka bir şey söylemek niyetindeydi.

Üstüste birkaç kez haç çıkardı. Sonya şalını alıp başını örttü. Bu, besbelli, Marmeladov'un "aile yedigarı" diye sözünü ettiği şu yeşil drap saldı. Raskolnikov'un aklından bunlar geçti, ama bir şey sormadı. Gerçekten de çok dalgın ve oldukça telaşlı olduğunu kendisi de fark etmeye başlamıştı. Bu durum onu korkuttu. Sonya'nın da kendisiyle birlikte gelmeye hazırlandığını görünce ise iyice şaşırdı.

"Ne oluyorsun?" diye bağırdı öfkeyle. "Nereye böyle? Sen burada kalacaksın! Ben tek başıma gideceğim!" Ürkek adımlarla kapıya doğru yürüdü, tam çıkarken: "Maiyetiyle birlikte gelmiş mi dedirteceksin?" diye homurdandı.

625


Sonya odanın ortasında kalakaldı. Bir tek ayrılık sözü bile söylemeden çıkıp gitti Raskolnikov, sanki Sonya'yı unutmuştu; yakıcı bir kuşku kabarıyordu ruhunda.

"Bütün bunlar böyle mi olacaktı?" diye düşündü merdivenlerden inerken. "Her şeyi değiştirmek... düzeltmek ve... gitmemek mümkün değil mi?"

Ama yine de gidiyordu. Birden, kendi kendisine sorular sorup durmasının artık hiçbir önemi olmadığını hissetmişti. Sokağa çıkınca Sonya'yla vedalaşmadığını, bağırışından kızcağızın kımıldamaya bile cesaret edemeyerek, odanın ortasında yeşil salıyla kalakaldığını hatırladı, ve bir an duraladı. Tam bu sırada, sanki onu kesin olarak yıkmak için bu anı bekliyormuşcasına kafasına bir düşüncenin saldırdığını hissetti.

"Şimdi niçin, niçin uğradım ben bu kıza? Kendisine, iş için, dedim. İyi ama, ne işi için?Iş falan yok ki ortada! Gidiyorum demek için mi geldim yoksa? Pek gerekiyordu sanki! Yoksa seviyor muyum onu? Hayır! Hayır, değil mi? Daha demin bir köpek gibi kovmadım mı kendisini? Yoksa onun haçları mı gerekti bana? Ah, nasıl alçalmışım ben! Ama, hayır! Onun gözyaşları' gerekti bana, nasıl korktuğunu, yüreğinin nasıl parça parça olduğunu görmem gerekti! Bir şeylere tutunmam, gidişimi biraz olsun geciktirmem, bir insana bakmam gerekti! Kendi üzerime bunca umutlar beslemeye, bunca hayaller kurmaya cesaret ettim bir de! Oysa sefil, beş para etmez, aşağılık, aşağılık bir adamım ben!"

Kanal boyunca yürüyordu ve gideceği yer buradan uzak değildi. Ama köprüye varınca durakladı... ve birden köprüye sapıp Samanpazarı'na doğru yürümeye başladı.

Gözlerini dört bir yana çeviriyor, tutkuyla, doymamacasına bakınıyordu çevresine; ama her şey sanki gözleri önünden kayıp gidiyordu, dikkatini bir şey üzerinde toplayamıyordu. "Bir hafta sonra, bir ay sonra beni bir hapishane arabası içinde bu köprüden geçirip götürecekler" diye düşündü. "Acaba bu kanala nasıl bakacağım o zaman? Şimdi böyle düşündüğümü hatırlayacak mıyım? Örneğin şu tabelayı... o zaman nasıl okuyacağım?

626

"Ortaklık" yazıyor burada... Şu a'yı, a harfini unutmamalı... bir ay sonra yine bakmalıyım bu a'ya... Acaba o zaman, da şimdi gördüğüm gibi mi göreceğim? Ve neler düşüneceğim, neler duyacağım?.. Aman Tanrım, şu düşündüğüm, kaygılandığım şeye bak: Ne bayağı şeyler düşünüyorum böyle! Ama bunların da kendine özgü ilginç bir yanı yok değil doğrusu!.. (Hah-hah-ha! Neler düşünüyorum!) Çocuklaşıyorum... Kendi kendime yalancı pehlivanlık yapıyorum! Iyi ama kendimden utanacak ne var sanki! Tuh! Nasıl da itişip kakışıyorlar! Işte, şu şişko beni iten... Herhalde bir Alman? Kimi ittiğini biliyor mu acaba? Şu kadın da kucağında çocukla dileniyor... Beni kendisinden daha mutlu sayması çok ilginç doğrusu... Sırf komiklik olsun diye bir sadaka vermeli şuna... Aa, bir beş kapiklik!.. Nerden girmiş bu cebime? Al, al bakalım analık!.."



Dilenci kadın ağlamaklı bir sesle:

"Tanrı seni korusun!" dedi.

Artık Samanpazarı'ndaydı. Kalabalık, itişip kakışma hiç hoşuna gitmediği halde, özellikle en kalabalık yerlere doğru yürüyordu. Yalnız kalabilmek için varını yoğunu verebilirdi, ama bir dakika bile yalnız kalamayacağını hissediyordu. Kalabalık içinde bir sarhoş gördü: Adam boyuna dansetmeye çalışıyor, ama bir türlü ayakta duramıyor ve ayağa her kalkışında yeniden yere yıkılıyordu. Etrafını sarmışlardı. Raskolnikov kalabalığı yararak halkanın önüne geçti, sarhoşu birkaç dakika seyretti, sonra kısa, kesik kahkahalarla gülmeye başladı. Bir dakika sonra sarhoşu unutmuştu bile: bakıyor, ama görmüyordu. Sonunda oradan ayrıldı. Az önce nerede bulunduğunu sorsalar, söyleyemezdi. Ama tam Samanpazarı alanının ortasına geldiğinde birden içinde bir şeyler duydu: Ruhuyla, bedeniyle tüm varlığını bir duygu sarmıştı.

Birden Sonya'nın sözlerini hatırladı: "Bir dörtyol ağzına git, insanları selamla, yere kapan, toprağı öp, çünkü sen ona karşı da suç işledin... ve bütün dünyaya karşı 'Ben katilim!' diye bağır". Birden bütün vücudunun tir tir titrediğini duydu. Şu son günlerde, özellikle de son birkaç saattir öylesine umarsızdı, öylesine

627

derin acılarla sarsılmıştı ki, içinde duyduğu bu yepyeni, katışıksız, dolu dolu duyguya dört elle sarıldı. Bir nöbet gelir gibi birdenbire duymuştu içinde bu duyguyu. Önce ruhunda bir kıvılcım gibi çakmış, sonra bütün varlığını sarmıştı. Birden içinde bir yumuşama, bir hafifleme duydu... Gözlerinden yaşlar boşanıyordu... Olduğu yere çöktü. Alanın tam ortasındaydı. Yere kapanıp çamurlu toprağı büyük bir tadla, mutlulukla öptü. Doğruldu, ikinci kez yere kapandı.



"Of, amma kafayı çekmiş, ha!" diye söylendi hemen yanı başında duran bir delikanlı.

Gülüşmeler oldu. Çakırkeyf bir adam:

. "Kudüs'e gidiyor bu, kardeşler" dedi, "çoluk çocuğuyla, yurduyla vedalaşıyor, bütün dünyayı selamlıyor, başkent Sen Petersburg'un topraklarını öpüyor!"

"Çok da gençmiş!"

"Ve soylu bir aileden!"

"Bu zamanda kim soylu, kim değil, belli mi ki!"

Bütün bu sesler, konuşmalar Raskolnikov'u söylemeye hazırlandığı sözleri söylemekten alıkoyuyordu; "Ben öldürdüm!" sözleri dönüp kalmış gibiydi dudakları arasında. Ama yine de bütün bu çığlıklara sessizce katlandı, hiçbir yere bakmaksızın doğruca karakola giden yola saptı. Yolda bir ara hayal gibi bir şeyin gözünün önünden kayar gibi olduğunu gördü, ama buna şaşmadı: o da bunun böyle olması gerektiğini seziyordu. Samanpazarı'nda, yere ikinci kapanışı sırasında, sol yanında, kendisinden' elli adım kadar ötede Sonya'yı görmüştü. Tahta barakalardan birinin ardına gizlenmiş, ona bakıyordu. Demek ki, acılı yürüyüşü boyunca hep peşinden gelmişti! Raskolnikov birden, yazgısı kendisini nereye sürüklerse sülüklesin, Sonya'nın hiç ayrılmamacasına peşinden geleceğini anladı. Dünyanın öteki ucuna da gitse, ardından gelecekti! Içi bir tuhaf oldu... Ama işte o uğursuz yere gelmişti artık.

Oldukça kararlı, kendine güvenen adımlarla girdi avluya. Üçüncü kata çıkması gerekiyordu. "Hele bir çıkalım bakalım"

628

diye düşündü. O uğursuz anın henüz gelmediğini, buna daha çok zaman olduğunu, bu arada pek çok şeyi yeniden düşünebileceğini sanıyordu.



Merdivenlerde yine aynı yumurta kabukları, aynı çöpler vardı, evlerin kapıları yine ardına kadar açıktı ve mutfaklardan yine kömür kokusuna karışmış pis birtakım kokular geliyordu. Raskolnikov o zamandan beri hiç gelmemişti buraya; bacakları uyuşmuş gibiydi, bükülü bükülüveriyordu; ama o yine de çıkmaya devam ediyordu. Bir ara soluk almak, kendine bir çeki düzen vermek ve içeri insan gibi girmek için durdu. Sonra bu davranışına bir anlam veremeyerek. "Ama niçin?" diye düşündü. "Neden? Madem ki bu acı ilacı içmem gerekiyor, öyleyse ne fark eder? Ne kadar iğrenç olursa, o kadar iyi! "Bu sırada İlya Petroviç Poroh'un yüzü canlanmıştı gözünün önünde, "iyi ama neden ille de ona gitmeliyim? Bir başkası olmaz mı? Nikodim Fomiç, örneğin? Dönsem ve doğruca Nikodim Fomiç'in evine gitsem? Hiç değilse bir ev havası içinde teslim olmuş olurdum? Ama, hayır, hayır! Poroh'a Poroh'a! Madem içeceğim bu acı ilacı, bari bir dikişte içip bitireyim!"

Büronun kapısını acarken kendinde değil gibiydi, bütün vücudu buz gibi olmuştu. Bu kez kalabalık değildi içerisi, halktan bir adamla, bir kapıcıdan başka kimseler yoktu. Orada, bir bölmenin ardında duran nöbetçi gözlerini kaldırıp kendisine bakmamıştı bile... Raskolnikov bitişik odaya geçti. "Belki de... hâlâ konuşmayabilirim" diye bir düşünce parlayıp söndü kafasında. Üzerinde sivil bir çekel bulunan yazıcılardan biri masa başında bir şeyler yazmaya hazırlanıyordu. Köşede bir başka yazıcı daha vardı. Zamyotov görünürlerde yoktu. Tabi Nikodim Fomiç de yoktu.

Raskolnikov masa başındaki yazıcıya dönerek:

"Kimse yok mu?" diye sordu.

"Kimi istemiştiniz?"

Raskolnikov birden bildik bir sesle irkildi:

629

"Vay, vay, vay! Hani su masalda denildiği gibi: Ne duydum, ne de gördüm, ama onu Rus ruhundan bildim... Nasıldı, unutmuşum! Saygılar sunarım, efendim!"



Raskolnikov titredi. Karsısında Poroh duruyordu. Birden yandaki, üçüncü odadan çıkıvermişti. "Kaderin tâ kendisi!" diye düşündü Raskolnikov. "Neden burada bu?"

"Bize mi geldiniz? Nasıl bir iş için?" diye sordu İlya Petroviç. Son derece keyifli, hatta hafifçe de heyecanlı gibiydi: "Eğer iş için geldiyseniz, erken teşrif etmişsiniz. Ben de bir rastlantı sonucu burdayım... Ama yine de yardım edebileceğim bir şey varsa... Itiraf ederim ki, size... Bağışlayın, adınız nasıldı?"

"Raskolnikov."

"Ha, evet Raskolnikov! Sakın unutmuş olduğumu sanmayın! Beni o tür kişilerden bilmenizi istemem... Rodion Ro... Ro... Ro-dioniç... Böyleydi galiba?"

"Rodion Romanoviç:

"Ah, evet, evet! Rodion Romanoviç! Ben de aslında böyle diyecektim, ağzımdan yanlış çıktı. Hatta sizi kaç kez sordum... İtiraf ederim ki, size o gün öyle davrandığım için... davrandığımız için çok, çok üzgünüm... Daha sonra söylediler, öğrendim ki, bir edebiyatçı, hatta bir bilginmişsiniz... Yani, bu alanda ilk adımlarınızı atıyormuşsunuz... Tanrım!.. Meslek hayatının ilk adımlarını atarken orjinal birşeyler yapmayan edebiyatçı ve bilgin olur mu hiç! Ben de, karım da edebiyata bayılırız. Hele karım!.. Bir tutkudur onda edebiyat! Edebiyat ve sanat! İnsan soylu olmaya görsün, gerisi yetenekle, bilgiyle, akılla, dehayla kendiliğinden geliyor! Şapka, örneğin... Ne demektir şapka? Ben gidip şapkayı Zimmerman'dan satın alabilirim, değil mi? Ama, ya şapkanın altında duran şeyi? İste onu hiçbir yerden satın alamam! Ne yalan söyleyeyim, gelip size açıklamada bulunmak bile istemiştim, ama sonra düşündüm ki, siz belki de... Hay Allah, hâlâ ziyaretinizin nedenini sormuş değilim: gerçekten, bir yardımım dokunursa, söyleyin! Duyduğuma göre, yakınlarınız gelmiş?"

"Evet, annemle kızkardeşim."

630


"Kızkardeşinizi görmek şeref ve mutluluğuna erdim: Güzel, kültürlü bir hanımefendi. Doğrusu, sizinle o gün sinirli konuştuğumuza çok yazıklandım. Tuhaf bir olaydı! O gün bayıldığınız için sizden kuşkulanmıştık, ama daha sonra olay çok parlak bir biçimde çözümlendi! Yobazlık ve fanatizm! Öfkenizi anlıyorum... Yoksa, ailenizin gelişiyle ilgili olarak evinizi mi değiştiriyorsunuz?"

"Hayır, ben öylece... şey için... Zamyotov'u burada bulacağımı sanıyordum."

"Ah evet! Öyle ya, onunla dost olduğunuzu söylemişlerdi... Yok, Zamyotov... Geç kaldınız.:. Aleksandr Grigoryeviç bizi kendisinden yoksun bıraktı: Dünden beri kadromuzda değil, başka bir yere geçti... Hatta giderken de herkesle -hem de pek kaba bir biçimde- kavga etti. Aklı havada bir çocuk, oysa bir ara epey umut vermişti! Hadi bakalım, şimdi siz gelin de bizim parlak bir gençliğimiz olduğundan söz edin! Sözde bir sınav verecekmiş, ama sanıyorum bize hava atmak için söylüyor bunu, sınav falan vereceği yok! Size ya da arkadaşınız Razumihin'e benzeyen birisi değil o!.. Sizin işiniz bilim, hiçbir başarısızlık sizi yıldıramaz! Sizin için hayatın bütün güzellikleri bir nihil est*dir. Siz bir çilekeş hayatı yaşıyorsunuz, tıpkı bir keşiş gibi... kabuğunuza çekilmişsiniz! Elinizde kitap, kulağınızın arkasında kalem, bilimsel araştırmalar yapıyorsunuz; sizin ruhunuza dinginlik veren şey bu! Ben de bir parça sizin gibiyimdir... Livingston'un** kitabını okudunuz mu?

"Hayır."


"Ben okudum. Bu sıralar nihilistler iyice çoğaldı; ama bunda anlaşılmaz bir yan yok! Hangi zamanda yaşıyoruz! Öte yandan, size sormak isterdim... herhalde bir nihilist değilsiniz? Açık, apaçık söyleyin bana!"

Nihil est (Aslında da Latince) : Hiç (Çev.)

David Livingston (1813-1873): İngiliz gezgin, Afrika araştırmacısı, misyoner, Afrika üzerine yazdığı bir kitap 1867 yılında Rusçaya çevrilmiş ve geniş yankı uyandırmıştı.

631


"Hayır."

"Biliyor musunuz, benimle açıkça, hiç sıkılmadan, sanki kendi kendinizeymisçesine konuşabilirsiniz. Iş başka... dostluk başka diyeceğim sandınız, değil mi? Ama, bilemediniz! Dostluk değil, yurttaşlık ve insanlık duygusu, insan ve Tanrı sevgisi başka... Ben görevi başında, resmi bir insan olabilirim, ama kendimi her zaman bir insan, bir yurttaş olarak duymak ve bu konuda kendime hesap vermek zorundayım... Demin Zamyotov'dan söz etmiştiniz, değil mi?.. Uygunsuz yerlerde bir kadeh şampanya ya da Don şarabı içip Fransız usulü skandallar çıkaran bir adamdır o, böyle bir adamdır işte sizin Zamyotov'unuz! Bana gelince, ne bileyim, yurduna bağlılık ve yüce birtakım duygularla yanıp tutuşan bir insan olabilirim, üstelik bir önemim, yüksek bir mevkim, toplum içinde bir yerim var! Evliyim, çocuklarım var. Bir insanın, bir yurttaşın yapmak zorunda olduğu şeyleri yapıyorum! Sormama izin verin, ya Zamyotov kimdir? Sizi eğitimin soylulaştırdığı bir insan olarak görüyor ve öyle davranıyorum. Bilmem farkında mısınız, şu ebanımlar* da iyice çoğalmaya başladılar..."

Raskolnikov sorar gibi kaşlarını kaldırdı. Az önce yemek masasından kalktığı anlaşılan İlya Petroviç'in sözleri, kulağına anlamsız, bomboş sesler olarak geliyordu. Ama yine de adamın söylediklerinden bir kısmını az da olsa anlamıştı, soran gözlerle Poroh'a bakıyor ve bütün bunların nasıl sona ereceğini merak ediyordu.

İlya Petroviç konuşmayı çok seviyordu.

"Şu kesik saçlı kızlar var ya, onlardan söz ediyorum" diye sürdürdü sözlerini. "Ben ebanım adını taktım onlara ve bu

Poroh'un sözlerinde, 1860'larda kızların da yüksek öğrenim yapabilme hakları için mücadele eden ilerici kızları küçümseme var. "Ebammlar" diyerek onlarla alay ediyor Poroh, 60'lı yıllarda Rusya'da kızlar için yüksek öğrenim, ebelik ve öğretmenlikle sınırlıydı. Kızlar mücadeleleri sonucu ilk kez Petersburg Tıp Fakültesi'ne de girme hakkını elde etmişlerdi (Çev.)

632

yakıştırmamı da, doğrusu, çok uygun buluyorum. Hah-hah-ha! Tıp fakültesine gidiyor ve anatomi Öğreniyorlar! Söyleyin Allah aşkına; hastalanacak olsam hiç bu kızları çağırır mıyım kendime baktırmak için? Hah-ha!"



Esprisi çok hoşuna giden İlya Petroviç kahkahalarla gülmeye başladı.

"Hadi diyelim bu durum bilgiye olan sonsuz susuzluklarından kaynaklanıyor... Bilgilendin, dursana orada! Niçin bu bilgiyi kötüye kullanıyorsun? Niçin soylu kişileri aşağılıyorsun? Tıpkı şu alçak Zamyotov'un yaptığı gibi... Sorarım, size: Niçin, niçin hakaret etti bu adam bana?.. Bu sıralarda da kendini öldüren öldürene... Öyle yaygınlaştı ki intiharlar, aklınız durur! Paralarını son kuruşlarına kadar yiyip bitiriyorlar, sonra da kendi işlerini bitiriyorlar! Genç kızlar , çocuklar, yaşlılar... Bu sabah da yeni bir olay bildirdiler: Petersburg'a yeni gelmiş bir beyefendi... Nil Pavliç! Hey, Nil Pavliç! Az önce bildirdikleri, hani şu Petersburgskaya'da kafasına bir kursun sıkan centilmenin adı neydi?"

Öteki odadan kısık, ilgisiz bir ses duyuldu:

"Svidrigaylov!,"

Raskolnikov titredi.

"Svidrigaylov mu!" diye bağırdı. "Svidrigaylov kendini mi vurmuş!"

"Tanıyor musunuz yoksa onu?"

"Evet... tanırım... Yeni gelmişti Petersburg'a..."

"Evet, yeni gelmiş, karısını kaybetmiş, dolu dizgin eğlence hayatı yaşayan, uçarı bir adammış... Ve işte, beynine bir kursun sıkıvermiş... Üstelik bunu öyle rezilce yapmış ki, aklınız durur! Bu işi aklı başında olarak yaptığını, ölümünden kimsenin sorumlu olmadığını bildiren kısa bir de not bırakmış. Dediklerine göre para pul da varmış adamda... Siz nerden tanırdınız kendisini?"

"Benim tanımam... kız kardeşim evlerinde mürebbiye olarak çalışmıştı..." .

633

"Demeyin! O zaman onun hakkında bize bir şeyler söyleyebilir misiniz? Böyle bir şey yapacağından kuşkulanmış mıydınız?"



"Kendisini dün gördüm... şampanya içiyordu... Böyle bir şey yapacak gibi değildi."

Ağır bir şeyin altında ezilmiş gibiydi Raskolnikov.

"Yine sararır gibi oldunuz. Çok ağır bir havası var buranın."

"Evet..." diye kekeledi Raskolnikov. Gitmem gerek benim... Özür dilerim, rahatsız ettim..."

"O, rica ederim, nasıl isterseniz! Çok sevindirdiniz bizi..."

İlya Petroviç bunları söylerken Raskolnikov'a elini de uzattı.

"Ben yalnızca... Zamyotov'u görmek..."

"Anlıyorum, anlıyorum... Bizi çok sevindirdiniz."

Raskolnikov gülümsedi:

"Ben de çok sevindim... Hoşçakalın..."

Dışarı çıktı. Sallanıyordu. Ayakta ölüp olmadığının bile farkında değildi; başı dönüyordu. Sağ eliyle duvara dayanarak merdivenlerden inmeye başladı. Elinde dosya, yukarı çıkmakta olan bir kapıcının kendisini ittiğini; aşağı katta bir köpeğin ağlar gibi havladığını, kadının birinin bağırarak köpeğe bir oklava fırlattığını belli belirsiz fark etti. Aşağı indi. Avluda, kapıya yakın bir yerde Sonya duruyordu; ölü gibiydi, yüzü bembeyaz, yabanıl bakışlarla onu süzüyordu. Raskolnikov gidip tam onun önünde durdu. Kızın yüzünde hastalıklı, umutsuz, acılı bir şeyler belirdi. Elllerini çırptı. Raskolnikov'un dudakları şaşkın, umutsuz bir gülümsemeyle kıvrıldı. Bir an öylece durdu, gülümsedi, sonra dönüp yeniden büroya çıkan merdivenleri tırmanmaya başladı.

İlya Petroviç oturmuş, birtakım kâğıtları karıştırıyordu. Karşısında, az önce merdivenlerde Raskolnikov'a çarpan adam vardı,

"Aa ! Siz misiniz! Ne oldu, bir şey mi unuttunuz? Ama, neyiniz var sizin?"

634


Raskolnikov dudakları bembeyaz, bakışları hareketsiz, donuk, hiçbir şey söylemeden ona yaklaştı, masanın önüne gelince, bir eliyle masaya dayandı, bir şeyler söylemek istiyor, ama söyleyemiyordu; anlaşılmaz, kopuk kopuk birtakım sesler çıkıyordu ağzından.

"Iyi değilsiniz siz... Bir sandalye getirin!.. Oturun, oturun şu sandalyeye! Su getirin!"

Raskolnikov kendini sandalyeye bıraktı, ama gözlerini müthiş bir şaşkınlık içinde olan İlya Petroviç'ten ayırmıyordu. İkisi de bir dakika kadar birbirine bakıp öylece durdular.

Su getirdiler. "

"Ben..." diye başladı Raskolnikov.

"Suyunuzu için."

Raskolnikov eliyle bardağı itti ve ağır ağır, dura dura, ama açık ve anlaşılır bir sesle:

"Kocakarıyla kızkardeşi Lizaveta'yı baltayla öldüren ve soyan benim" dedi.

İlya Petroviç ağzını açtı ve öylece kaldı. Dört yandan koşuşup geldiler.

Raskolnikov sözlerini tekrarladı.

Sibirya, geniş ve ıssız bir ırmağın kıyısında, Rusya'nın il merkezlerinden bir kent. Kentte bir kale, kalede bir zindan var. Rodion Raskolnikov, ikinci dereceden kürek mahkûmu olarak dokuz aydır bu zindanda. Cinayetinin üzerinden bir buçuk yıla yakın bir zaman geçti.

Yargılanması sırasında fazla güçlük çıkmadı. Suçlu, olayları karıştırmadan, bunları kendi yararına değiştirmeye kalkışmadan, gerçekleri çarpıtmadan ve en küçük bir ayrıntıyı bile unutmadan, kararlı bir tutumla ve açık, anlaşılır bir şekilde tek tek anlattı. Cinayeti nasıl işlediğini en küçük noktasına varana dek

635

açıkladı. Cinayetten sonra kocakarının elinde bulunan rehinin (üzerinde madeni bir levha bulunan kâğıda sarılı tahta parçası) gizini açıkladı; maktulden anahtarları nasıl aldığını anlattı, anahtarları tarif etti, çekmeceyi, hatta çekmecenin içinde nelerin bulunduğunu anlattı: Lizaveta'nın öldürülmesi bilmecesini açıkladı: Koh'un onun ardından da üniversite öğrencisinin gelip nasıl kapıyı çaldıklarını, hatta bunların aralarındaki konuşmaları anlattı. Cinayetten sonra merdivenlerden inişini, bu sırada Mikolka'yla Mitka'nın bağrışmalarını duyarak boş daireye gizlenişini, evine dönüşünü anlattı, en sonra da Voznesenski Caddesi'nde bir avluda, hemen kapıya yakın bir yerde bulunan taşı gösterdi. Çaldığı şeylerle para çantası gerçekten de taşın altında bulundu. Kısacası, olay tümüyle aydınlandı. Yalnız, savcıyla yargıçlar, katilin çaldığı şeyleri bir taşın altına gizleyip bunlardan yararlanmayışına, bundan da önemlisi çaldıklarını ayrıntılı olarak hatırlayamaması bir yana, bunların sayısında bile yanılmasına çok şaşırdılar. Özellikle de, para çantasını bir kez olsun açmamış olması, içinde kaç para bulunduğunu bilmemesi onlara pek inandırıcı görünmedi (çantadan üçyüz onyedi gümüş rubleyle, üç tane yirmi kapiklik çıktı; en üstteki birkaç banknot, uzun süre toprak altında kalmaktan bozulmuştu). Sanığın bütün öteki konularda, hem de kendiliğinden, gerçeği olduğu gibi açıklamasına karşılık, bu konuda neden ısrarla yalan söylediğini anlayabilmek için çok uğraştılar. Sonunda yargıçlardan bazısı (özellikle de ruhbilimci olanlar) sanığın çantayı açmadan, dolayısıyla da içinde ne bulunduğunu bilmeden taşın altına gizlenmesinin mümkün olabileceğini kabul ettiler. Buradan yola çıkarak da, cinayetin geçici bir delilik nöbetiyle, yani, başkaca hiçbir amaç taşımaksızın, hiçbir yarar gözetmeksizin, yalnızca öldürme ve soyma monomanisiyle islendiği sonucuna vardılar. Günümüzde kimi suçlar için sık sık uygulanılmasına çalışılan yeni moda "geçici delilik nöbeti teorisi" tam zamanında yetişmişti. Öte yandan, Raskolnikov'un cinayetten önce de hipokondrik bir durum gösterdiği, doktor Zosimov, eski arkadaşları, ev sahibesi



636

ve hizmetçi kız gibi pek çok tanıkça doğrulandı. Bütün bunların, Raskolnikov'un sıradan bir katil, bir haydut, bir soyguncu değil, daha değişik bir şey olduğu sonucuna varılmasında büyük payı oldu. Bu görüşü savunanlar, katilin kendini hemen hemen hiç savunmaya çalışmadığını üzülerek izlediler; onu cinayete ve soyguna yönelten şeyin ne olduğu şeklindeki sorulara, açıkça ve gerçeğe kaba bir bağlılıkla, bütün bunların nedeninin, içinde bulunduğu, iğrenç koşullar, yoksulluk, umarsızlık, maktulden almayı umduğu üç bin rubleyle hayat yolunda hiç değilse ilk adımlarını atabilmek arzusu olduğunu söyledi. Korkak ve alçak bir insan olması ve içinde bulunduğu yoksullukla, uğradığı başarısızlıkların da bu durumunu kışkırtmasıyla karar vermişti cinayete. Gelip suçunu itiraf etmesinin özellikle hangi etkilerle olduğu sorusuna da, duyduğu içten pişmanlık olarak cevap verdi. Neredeyse kaba denebilecek cevaplardı bütün bunlar.,.

Ancak işlenen Suça göre, verilen ceza, beklenenden çok hafif oldu. Katilin kendini haklı çıkarmaya çalışmaması bir yana, adeta kendini suçlamak isteğinde olmasının bir payı olabilirdi bunda. Olayın bütün özel yanları, cinayetin islenişindeki tuhaflık, dikkatlerden uzak tutulmamıştı. Katilin cinayetten önceki hastalıklı durumu, içinde bulunduğu yoksulluk, en küçük bir kuşkuya yer bırakmaksızın ortadaydı. Çaldığı şeylerden yararlanmamış olması, kısmen içinde uyanan pişmanlık duygusuna, kısmen de, cinayet sırasında akli dengesinin yerinde olmayışına verildi. Talihsiz Lizaveta'nın öldürülüşü, bu son varsayımı güçlendiren bir olguydu, îki kişiyi öldürürken kapıyı açık unutan bir adam vardı ortada! Son olarak da, ruhsal bir çöküntü içinde bulunan bir fanatiğin (Nikolay) suçu üzerine alarak olayı tam anlamıyla Arap saçına döndürdüğü bir sırada, üstelik ortada kendisi aleyhinde hiçbir delil, en ufak bir şüphe yokken (Porfiriy Petroviç sözünü tümüyle tutmuştu) kendiliğinden gelip itirafta bulunması cezanın hafifletilmesinde belirleyici etkenler oldu.


Yüklə 2,26 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   43   44   45   46   47   48   49   50   51




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin