Dünyada “yeni DÜzen” ve ortadoğU


KÖRFEZDE SAVAŞ TEHLİKESİ ZONGULDAK’TA MADENCİ FIRTINASI



Yüklə 371,06 Kb.
səhifə4/7
tarix12.08.2018
ölçüsü371,06 Kb.
#70153
növüYazı
1   2   3   4   5   6   7

KÖRFEZDE SAVAŞ TEHLİKESİ ZONGULDAK’TA MADENCİ FIRTINASI

Körfez krizini yaratan ve ağırlaştıran temel faktörlerde bir değişiklik sözkonusu değildir. Tersine başta ABD emperyalist ülkelerin bölgeye askeri yığınağı sürmektedir ve daha bugünden muazzam boyutlara ulaşmış bulunmaktadır. Öte yandan, emperyalist dünyanın tüm tehditlerine ve emperyalist politikaların basit bir aracı haline gelmiş BM Güvenlik Konseyi’nin son kararına rağmen, Irak rejimi de geri adım atmamakta, kararlılığını korumaktadır.

Değişiklik yalnızca tarafların karmaşık hesaplarla son haftalarda bir dizi manevraya girmiş olmalarından ibarettir. Doğrudan diyalog ve bazı göstermelik “iyi niyet” jestlerinden oluşan bu manevralar, karşılıklı belli tavizlere dayalı bir uzlaşmayla sonuçlanabileceği gibi, savaş tehlikesini büsbütün artıran ve yakınlaştıran bir gerilimle de sonuçlanabilir. Tarafların ilke, kural ve ahlaktan yoksun, kaba ve gerici çıkarlara dayalı politikalarının nasıl bir seyir izleyeceğini, hangi sonuçlara varacağını kestirmek güçtür.(52)

Fakat bir şey kesindir; ABD-Irak ilişkilerinin muhtemel seyri ne olursa olsun, Körfez krizi sürecektir. Zira olay, üstelik daha başından itibaren, Kuveyt sorununu ve ABD-Irak çatışmasını aşan bir karaktere sahiptir. Kuveyt yalnızca bir vesile olmuştur; asıl sorun emperyalizmin petrol ve devrimci kaynaşmalar bölgesi Ortadoğu’ya dolaysız olarak ve muazzam bir askeri güçle yerleşmiş olmasıdır. Bugün Ortadoğu denizden kuşatılmış, karadan işgal edilmiştir. ABD, bölgenin askeri bakımdan en güçlü ülkelerinkine eşit bir askeri güçle Ortadoğu’ya yerleşmiştir ve bu fiili durumu kalıcı hale getirmek, meşrulaştırmak amacı ve çabası içindedir. ABD emperyalizminin bu girişimi başından itibaren Irak’tan çok bölgeye, güncel sorunlardan çok geleceğe, taktik ihtiyaçlardan çok stratejik amaçlara yönelikti. Birinci faktörler ikinciler için yalnızca bulunmaz fırsatlar olarak değerlendirildi. Dolayısıyla Kuveyt sorunu belli bir uzlaşmayla geride kalsa bile, köklü sorunlara dayalı Ortadoğu krizine eklenmiş yeni bir boyut olarak Körfez krizi sürecektir. Krizin kökenindeki asıl çelişki emperyalist dünyanın çıkarlarıyla bölgedeki devrimci süreçler arasındadır.

ABD-Irak gerilimiyle karartılmak istenen canalıcı gerçek budur. Zonguldak madencileri eylemine anında ve özel bir ilgi gösteren ABD elçiliğinin ve CIA görevlilerinin bu anlamlı davranışlarında dile gelen gerçek de bir bakıma budur.

Kesin olan bir başka gerçek daha var. Türk burjuvazisinin Körfez krizine ilişkin politika ve hesapları, iç ve dış boyutlarıyla şimdiden iflas etmiş, boşa çıkmıştır. Dışa dönük hesaplar arasında Irak’ın olası bir paylaşımı durumunda Musul-Kerkük’ü kapmak bir olasılık sayılıyordu. Gelişmeler ve gerçekler bunun yalnızca sonu gelmeyen bir tatlı hayal olduğunu gösterdi. Amerikan emperyalizmi Musul-Kerkük’ü bölgede bekçi köpeği saydığı Türk burjuvazisine bir kemik gibi koklattı, bu kadarı onu kendi çıkar ve politikalarının basit bir uzantısına dönüştürmeye yetti. Bölgede emperyalist dünya için sadık bir bekçi köpeği olabileceğini bu vesileyle yeniden kanıtlamış olmak bir başarıysa, Türk burjuvazisi Körfez politikasının dışa dönük boyutunda yalnızca bu başarıyı elde elmiş oldu. Ama bu, izlediği dış politikanın, Irak ye bölgenin diğer bazı ülkeleriyle ilişkilerde yarattığı sorunlar bir yana, iç siyasal yaşamda krizi artıran bir faturaya dönüşmesiyle sonuçlandı. Buna iktisadi ve mali fatura da eklenirse izlenen(53)politikanın dış bilançosu çıkar ortaya.

Körfez politikasının içe dönük cephesinde de sonuç farklı olmadı. Yaratılacak savaş atmosferi altında işçi sınıfı ve emekçi kitleler dizginlenecek, yeni ekonomik ve politik saldırılar kolayca gündeme sokulabilecek, savaş hazırlıklarıyla kamufle edilerek Kürdistan’a yeni yığınaklar yapılacak ve bu karmaşa içinde Kürt ulusal direnişi de ezilmiş olacaktı. Yapılan hesap ve umulan sonuç kabaca buydu. Gelişmeler, bu hesabın da boşa çıkmış olduğunu gösteriyor. Dahası bu hesap ters tepmiştir. Körfez politikasının içe dönük boyutları işçi hareketine yeni bir ivme kazandırdı. İşçiler istemlerinde gerilemedikleri gibi, kendilerine yönelen yeni politik ve ekonomik saldırılarla bağını da görerek savaşa karşı açık bir tutuma yöneldiler. İşçi direnişleri ve mitingleri savaş karşıtı sloganlarla çınlıyor. Savaş karşıtlığı işçi hareketinin politikleşmesi için son derece elverişli bir olanağa dönüştü. İşçi hareketinin de etkisiyle toplumun alt tabakalarında savaşa karşı güçlü bir eğilim oluştu. Öğrenciler eğitim sistemine karşı protestolarını savaşa karşı protestoyla birleştirdiler. Tüm bunların da etkisiyle Körfez politikası konusunda düzen cephesi kendi içinden bölündü. Burjuva muhalefet çatlağına hükümet içi çatlaklar eklenmekle kalmadı, bunlara bir de kendini her zaman içe dönük bir içsavaş ordusu olarak görmüş, içe karşı ölçüsüz ve pervasızken, dışa karşı korkak, genellikle temkinli ve “gerçekçi” olmuş ordu içi çatlak eklendi. Bu durumda, Körfez politikasının içe dönük boyutunda Türk burjuvazisinin elde edebildiği tek yarar, Kürdistan’a yapılan yeni yığmak ve bazı direniş bölgelerini insansızlaştırmak için nispeten rahatça uygulama olanağı bulduğu vahşet oldu. Ama bu bile çok geçmeden geri tepecektir.

Sonuç olarak, içe ve dışa dönük sonuçlarıyla Körfez politikası, düzenin yaşamakta olduğu krizi derinleştiren, boyutlandıran bir rol oynamıştır. Türk burjuvazisi siyasal bakımdan en güçsüz dönemlerinden birini yaşamaktadır. Yürürlükteki politikalar sorunları çözememekte, alternatif politikalar ise üretilememektedir. Sorunların köklü ve yapısal olduğunun göstergesidir bu. Burjuva düzen genel bir kriz manzarası sergilemektedir. Cumhurbaşkanıyla, hükümetiyle, muhalefetiyle, meclisiyle düzen siyasal cephede bir bütün olarak dökülüyor. Ciddiyet, inandırıcılık, saygınlık, manevi -otorite sözü geçen kişi ve kuramlarda bunlardan eser kalmamıştır. İşler burjuva muhalefetin(54)kendi Cumhurbaşkanına arkanda Amerika var, onun sayesinde ayaktasın deme noktasına varmıştır.

Tüm bunlara rağmen yine de düzen hüküm sürüyorsa, bunu kendi özgücünden çok devrimin güçsüzlüğüne borçludur. Düzen kendi iradesi dışında devrimci gelişmeyi kolaylaştırıcı ve hızlandırıcı her türlü nesnel olanağı devrimcilere sunuyor. Yazık ki Türkiye’de bunu değerlendirecek nitelikte ve düzeyde bir devrimci mihrak henüz yok. Son derece yetersiz ve zayıf güçlerle işe başlayan, fakat kısa sürede ve elbette kendi toplumsal tabanını, Kürt köylülüğünü harekete geçirebilme üstünlüğü sayesinde sömürgeci burjuvaziyi tarihinin en büyük sorunuyla yüzyüze bırakan Kürt ulusal devrimci hareketinin sergilediği örneği, düzenin güçsüzlüğü ile devrimin gücü arasındaki ilişki ve diyalektiğin en özlü ve anlamlı anlatımı olarak bir kez daha hatırlatıyoruz.

Türkiye işçi sınıfnın genel bir kaynaşma yaşadığı bir dönemde bunu hatırlatmak özellikle gereklidir. Kürt devrimcilerinin köylülüğü eksen alarak sömürgeci burjuvaziye karşı gerçekleştirdiği başarıyı, biz Türkiyeli komünistler işçi sınıfını eksen alarak sömürücü burjuvaziye karşı gerçekleştirebiliriz, gerçekleştirmeliyiz.



***

"Yeni dönem işçi hareketi hep her yenisi bir öncekini aşan kesikli dalgalar halinde gelişti. Şu günlerde yeni bir eylem dalgasının habercisi bir kaynaşma var. Tüm bilgiler ve belirtiler, bu yeni dalganın da kendinden öncekileri aşacağına, dahası işçi hareketinde yeni bir evreyi başlatacağına işaret ediyor. Bu yeni evrenin en belirgin özelliği, işçi hareketinin politik bir mecraya girmesi, buna uygun istem ve eylem biçimlerinin ön plana çıkması olacaktır. Bu kez kaynaşmayı yaşayanların içinde metal ve maden gibi Türkiye işçi sınıfının en deneyimli ve militan kesimlerinin ön safı tutuyor olması, bu ihtimali güçlendiriyor. Aslında Zonguldak bölgesinde 36 bin maden işçisinin anlamlı bir şekilde faşist askeri darbenin yıldönümüne denk getirdiği iki günlük bölgesel genel grev, bu evreyi başlatmıştır bile."

Bu değerlendirme, Ekim’in geçen sayısının “İşçi Hareketi ve Genel Grev” başlıklı başyazısında yer aldı. (Sayı: 38, Kasım 1990) Muhte(55)melen pek çok kimse bunu anlamakta ya da buna inanmakta güçlük çekti, hiç değilse biraz fazla iyimser buldu. Oysa bugün, yalnızca bir ay sonra, bu değerlendirme artık bir öngörü değil somut bir gerçekliktir. İşçi sınıfı devrimcileri olmak iddiasındaki pek çok çevreyi hazırlıksız yakalayan Zonguldak madencilerinin militan siyasal eylemleri ve bunun işçi hareketindeki yankıları bu gerçekliği çıplak gözle görülebilir hala getirmiştir.

Zonguldak madencilerinin günlerdir süren ve daha da sürecek olan eylem fırtınası, işçi hareketinde yeni bir durum, yeni bir aşamadır. İki açıdan; hem muhteva ve nitelik, hem de büründüğü eylem biçimleri bakımından. İşçi hareketi nihayet belirgin bir şekilde iktisadi istemlerden politik istemlere, kendi dar sorunlarından toplumun genel sorunlarına genişliyor. İktisadi grevlerden politik yürüyüş ve gösterilere, yasaların temkinli bir aşılmasından bir kenti günlerce militan siyasal gösteriler alanına çevrirecek düzeyde yasaların cüretli bir çiğnenişine geçiyor. Kendi dışındaki halk tabakalarının edilgen sempatisini almaktan onları kendi siyasal protesto gösterilerine doğrudan çekme gücüne ve aşamasına ulaşıyor. Ortaya koyduğu militan etkinlik, işçi sınıfı dayanışmasını bir kentin sınırlarından ülkeye, ülkeden henüz kendini edilgen sempati biçiminde ortaya koyuyor olsa bile uluslararası alana yayıyor.

Girdiği coşkulu eylemli kaynaşma içinde Zonguldak madencileri ücret artırımı ve öteki iktisadi istemleri unutmuş bulunuyorlar. Yürüyüş ve gösterilerin temel sloganları Cumhurbaşkanını, Hükümeti ve burjuvazinin savaş kışkırtıcısı politikasını hedef alıyor. Bunlar Cumhurbaşkanına hakaretten sayısız kişinin yargılandığı, “Savaşa hayır” dediği için 16 yaşındaki lise öğrencilerinin tutuklandığı, “güzide” yazar ve sanatçılarına bir yasal sessiz yürüyüş izni bile verilmediği bir ülkede oluyor.

Zonguldak madenci eylemi kesin olarak işçi hareketinde yeni bir aşamanın ifadesidir. Bu işçi hareketinin politik bir mecraya girişidir. Bu açıdan, bu eylemin deneyi ve dersleri, belirginleştirdiği gerçekler, işçi hareketi ve toplumun tüm sınıfları ve politik güçleri üzerindeki etkileri ve yankıları üzerinde dikkatle düşünmek ve sonuçlar çıkarmak, bu yeni safhasında işçi hareketi karşısında görevlerimizi anlamak bakımından olduğu kadar, bugünkü potansiyel ve birikimiyle devrimci(56)politik bir savaşta işçi hareketinin taşıdığı olanakları tüm boyutlarıyla kavramak bakımından da önemlidir.

Öte yandan, madenci eylemi bugünkü düzeyiyle işçi hareketinin sınırlarını, daha açık bir ifadeyle yetersizliklerini de belirginleştirmiştir. Önderlik ve örgütlenme zaafı bütün açıklığıyla ortaya çıkmıştır. Her şey bir yana, eylemin havasına, akışına, coşkusuna uyarak olsa bile, neticede eylemi demagog sendika bürokratları yönetmiştir. O sendika bürokratları ki, iki yıl önce grevi engelledikleri için hain ve satılmış ilan edilmelerini geçelim, daha iki ay önce iki günlük direnişin karşısına dikildikleri için işçilerce aynı şekilde suçlanmışlardı.Şimdi bu aynı “hainler” ve “satılmışlar”, coşkulu işçi kitlelerince “Başkan nerede biz orada” sloganıyla onurlandırılabiliyor. Bu sendika demagogları bir yandan eylemin büründüğü siyasal biçimlere sahip çıkarlarken, öte yandan bu devrimci işçi eylemini “Özal gidecek dertler bitecek” sloganıyla burjuva muhalefetin düzen içi kanalına akıtmakta hayli başarılı olabiliyorlar. Eylem düzeyindeki büyük ilerlemeye rağmen işçi hareketinin bilinç, önderlik ve örgütlenme düzeyindeki büyük geriliğin göstergesi bu olguya son Zonguldak direnişinden bir dizi başka örnek de verilebilir. Örneğin Zonguldak eylemini her yol ve yöntemi kullanarak kuşatmaya ve kontrol altında tutmaya çalışan burjuva muhalefet partilerinin siyasal toplantılarına gösterilen belli bir ilgi bunun çok önemli bir başka göstergesidir.

İşçi hareketini bekleyen ve altı hep çizilen tuzağın ne olduğu, madenci eylemiyle bir kez daha görülmüştür. İşçi hareketini kaba terörcü yöntemlerle ezmeyi henüz göze alamadığı sürece, onu kontrol altında tutmak, sınırlamak ve düzen içi kanallara akıtmak için burjuvazinin hala etkili olabilen iki önemli aracı var: sendika bürokrasisi ve burjuva muhalefet partileri, özellikle de sosyal-demokrasi. Madenci eylemi, burjuva muhalefet partilerinin gerektiğinde demagojik manevralara kendilerini belli bir düzeyde ve biçimde işçi hareketinin havasına uydururarak işçi kitlelerini aldatıp etki altına alabildiklerini de göstermiştir. Bu aynı zamanda, işçi hareketinde son on yılın birikimi olan ve bugün güncelleşen, pratik olarak gerçekleşme olasılığı hayli artan genel grev eylemini bekleyen en ciddi tehlikenin de ifadesidir. Madencilerin siyasal eylem fırtınası, işçi hareketi üzerinde genel grev doğrultusunda muazzam bir ajitasyon etkisi yapmış, işçi sınıfına genel(57)grev için somut bir çağrı olmuştur. Zaten bizzat Zonguldak madencileri bunu böyle ifade etmekte, sloganlaştırmakta, başta İstanbul işçileri olmak üzere, SEKA işçilerinden Ege linyit işçilerine kadar sınıfın önemli kesimleri de bunu böyle algılamaktadırlar. Bu durumda işçi hareketini ve onun genel grev eylemini sendika bürokrasisinin ve burjuva muhalefetinin tuzaklarından korumak, komünistlerin ve devrimcilerin en can alıcı güncel görevi haline gelmiştir. Devrimci öncü işçi kuşağını bu alanda büyük bir sorumluluk bekliyor.

Düzenin siyasal sıkışmışlığı, Körfez politikasının iflası, işçi hareketinin bu ağır baskısıyla birleşince, faturayı Özal’a ve partisine çıkaracak bir erken seçim burjuvazi için tek çıkış yolu olarak gündeme gelmektedir. Bu manevra siyasal krizi hafifletmek, işçi hareketinin hızını kesmek ve hiç değilse onu bir süre için oyalamak başarısı sağlayabilir. Bu oyunu boşa çıkarmak devrimci hareketin en acil görevidir. Genel grevle erken seçim arasında bağ kuran, erken seçimi genel grevin bir istemi olarak sunan her çaba gericidir, düzenin ve burjuvazinin hizmetindedir. SP de içinde tüm sosyal reformistlerin konumu ve misyonu budur. Bu, içinde yaşadığımız koşullarda burjuvazinin manevralarına karşı mücadele ile sosyal reformizme karşı mücadelenin yakıcı biçimde birbirine bağlandığını ifade eder. İşçi hareketinin normal seyri bu gerici politikayı boşa çıkarmaya müsaittir. Zira işçiler parlamento ve burjuva partilerinden çok kendi mücadelelerine güveniyorlar. Hükümet değişikliği değil, sermayenin iktisadi ve politik saldırılarını püskürtmek, siyasal ve iktisadi haklar elde etmek istiyorlar. Bunu bizzat kendi güçleriyle, kendi çabalarıyla elde etmek istediklerinin en özlü göstergesi, coşkulu ve militan genel grev sloganı ve istemidir. Bu istemi ve engelleyemedikleri bir durumda bu eylemi erken seçime ve hükümet değişikliğine kanalize etmek bugün Demirel’lerin ve İnönü’lerin politikasıdır.



***

Zonguldak madenci direnişi devrimci hareketin güçsüzlüğünü, yetersizliğini ve perspektifsizliğini de bütün açıklığıyla göstermiştir. Tüm kesimleriyle işçi sınıfı hareketinin politik temsilcisi ve öncüsü olmak iddiasındaki devrimci hareket, bu önemli işçi çıkışına hazırlıksız(58)yakalanmıştır. Bu yalnızca bir örgütsel hazırlıksızlık olsaydı, bir ölçüde anlaşılır sayılabilirdi. Nedir ki bir çok çevre perspektif olarak da hazırlıksız yakalanmıştır. Zonguldak eyleminin kapsamı ve biçimi, devrimci hareketin özellikle en “teorik” kesimleri için tatlı bir sürpriz olmuştur. Pratiğe bağlanmayan, hareketle bağ kuramayan, onu beslemeyen ve ondan beslenmeyen bir teorinin kofluğu ve işlevsizliği bir kez daha açığa çıkmıştır.

Madenci direnişiyle yeni bir ivme kazanan işçi hareketi üzerinde tüm komünistler ve devrimciler dikkatle düşünmek, görev ve sorumluluklarını gözden geçirmek zorundadırlar. İşçi sınıfının bugünkü hareketliliğinde yansıyan son 30 yılın birikimi ve deneyimi, son on yılın birikmiş öfkesidir. Birikmiş, yoğunlaşmış, kızışmış biçimiyle bugün kendini son derece umut verici biçimlerde ortaya koyuyor. Nedir ki devrimci bir teori, devrimci bir program, devrimci bir taktik ve tüm bunlarla yoğrulmuş devrimci bir örgüt (ihtilalci bir sınıf partisi) olmadan, hareketin kendi iç dinamizmi ve olanaklarıyla bir sonuca varamayacağı, ya aldatılarak ya da ezilerek her halükarda denetim altına alınacağı, tarihin de teorinin de basit bir gerçeğidir.

Kürt ulusal sorunu ve direnişi de dahil Türkiye’deki tüm toplumsal-siyasal sorunların ve mücadelelerin kaderi dolaysız olarak işçi hareketinin kaderine bağlıdır. Türkiye işçi sınıfının Türk burjuvazisine karşı mücadelede toplumun tüm ezilen ve sömürülen kesimlerine karşı tarihsel sorumluluğunu yerine getirebilmesi, bunun için gerçek bir iktidar alternatifi olabilmesi, işçi sınıfı devrimcilerinin, komünistlerin, bu sınıfa, onun gelişmekte olan hareketine karşı sorumluluklarını yerine getirebilmesine sıkı sıkıya ve belirleyici biçimde bağlıdır.

Aralık 1990(59)

*******************************************************



KÖRFEZDE EMPERYALİST SAVAŞ

Körfezdeki savaş haftalardır bütün şiddetiyle sürüyor. ABD ve Batılı emperyalist müttefikleri bugüne dek Irak topraklarına 70 bin hava saldırısı düzenlediklerini ve 80 bin ton bomba yağdırdıklarını övünçle açıklıyorlar. Kullanılan bombanın daha şimdiden II. Dünya Savaşında kullanılan toplam miktarı aştığı ve bu muazzam yıkıcı gücün yalnızca 17 milyonluk küçük bir ülkeyi hedef aldığı düşünülürse, sürmekte olan savaşın dehşeti daha iyi anlaşılır. “Kuveyt’in kurtarılması”nı başından itibaren yalnızca bir bahane olarak kullanan Batılı emperyalist koalisyon, savaşı Irak’ın askeri gücünü kırmaktan da öteye Irak halkına karşı barbarca yürütülen bir toplu cezalandırma eylemine dönüştürmüş bulunuyor.

Körfez savaşı çağdaş kapitalizmin militarist, saldırgan ve savaşçı doğasını yeniden ve en çıplak biçimiyle gözler önüne serdi. Bu, son bir kaç yıldır Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki değişimlere eşlik eden “barışçı”, “uygar”, “demokratik” kapitalizme dair gerici burjuva(60)propagandasına büyük bir darbedir. Tonlarca bomba yalnızca Iraklı sivil halkın, kadınların ve çocukların tepesine değil, bu propaganda temalarının da üzerine yağıyor. Kapitalist emperyalizmin yüzyıllık çirkinliği bir kez daha bütün açıklığı ile ortaya çıkıyor. Bu gerçeği bilimsel ve tarihsel kanıtlarla hep vurgulayan, ama Doğu Avrupa’daki gelişmeler kullanılarak gerici ve revizyonist burjuva propaganda tarafından günümüzde artık eskidiği iddia edilen Marksizm-Leninizmin gücü, canlılığı ve geçerliliği her adımda olaylarla yeniden yeniden kanıtlanıyor.

Sürmekte olan savaş tümüyle haksız, gerici ve emperyalist bir nitelik taşımaktadır. Savaşa varan olayların Irak rejiminin Kuveyt’i işgal ve ilhak eylemiyle başlamış olması olgusunu, emperyalist hükümetler ve destekçileri, yürütülen savaşın bu niteliğini ve gerçek amaçlarını gizlemek için kullanmaya çalıştılar bugüne dek. Muazzam gücü, olanakları ve etkisi son savaş vesilesiyle bir kez daha açığa çıkan tekellerin denetimindeki kitle iletişim araçları, dünya işçilerine ve halklarına sürekli olarak “Kuveyt’in kurtarılması” yalanını yaydılar. Olayların seyri ve emperyalistlerin bizzat kendilerince açıkça tartışılmaya başlanan gerçek planları karşısında inandırıcılığı gitgide azalan bu kaba yalanın gerisinde, ABD önderliğindeki emperyalist dünyanın petrol bölgesi Ortadoğu’ya ilişkin hesapları durmaktadır. Savaş bu hesapların üzerine oturan politikaların bir uzantısıdır. Irak’ın askeri gücünü kırmak, Irak rejimine boyun eğdirmek, kapsamlı ve çok boyutlu bu hesapların unsurlarından yalnızca biridir ve hiç de esas olanı değildir.

Emperyalist devletler koalisyonu için esas sorun, stratejik ve “yaşamsal” bir çıkar bölgesi saydıkları Ortadoğu’ya dünyanın “yeni düzen”i çerçevesinde yeni bir “düzen” vermektir. Daha Körfez olaylarının ilk anından itibaren, sıradan insanı aldatmaya yönelik “Kuveyt’in kurtarılması” propagandasına, en yetkili ve etkili emperyalist sözcüler, ideologlar, stratejistler, yazarlar tarafından sürdürülen Ortadoğu’nun “yeni düzeni” tartışmaları eşlik etti. (Savaş öncesinde ve savaş boyunca tüm diplomasi de bu sorun ekseninde yürüdü). Bu ihtiyacın “Saddam gibi diktatörlerin hırsı”nı gemlemenin ötesinde nedenlerden kaynaklandığını açıkça ifade etmede bir sakınca görmediler bu tartışmayı yürütenler. Körfez olayları, emperyalist dünyanın(61)Ortadoğu’yu yalnızca bir petrol bölgesi değil, aynı zamanda bir devrimci kaynaşmalar alanı, bir potansiyel devrim kuşağı olarak algıladığını, bunun önünü alacak politika ve planlarla hareket ettiğini gösterdi. Savaştan kısa bir süre önce NATO Genel Sekreteri, Kuzey Afrika da içinde Ortadoğu’yu “bir istikrarsızlık kuşağı” olarak niteledi. Bunun toplumsal ve iktisadi sorunlardan kaynaklandığını da açıkça belirtti. Bunu NATO Başkomutanının şu açıklaması izledi: "İstikrarsızlık bölgesi barındırdığı stratejik kaynaklar bakımından NATO’nun güvenliğini tehdit edebilecek özellik gösteriyor. NATO üyeleri bu kaynaklara can damarlarından bağlıdır."

Sorun yeterince açıktır. Somut görünümüyle Batılı emperyalistler ile Irak rejimi arasındaki gerici çıkar çelişkilerinden doğmuş bulunan bu savaş, gerçekte emperyalizmin bölgedeki ortak çıkar ve kaygılarının ifadesi politikaların bir ürünüdür. Emperyalistler Irak’ı bahane ederek Ortadoğu’yu askeri abluka altına aldılar, bir kısım ülkeyi fiilen işgal ettiler. Irak’a karşı elde edecekleri bir zaferi ise, bölgedeki egemenliklerini yeni düzenlemelerle pekiştirmenin dayanağı yapmak istemektedirler. Emperyalist koalisyon Kuveyt’i bir fırsat sayarak ve Irak üzerinden, gerçekte bölge halklarına karşı savaşmaktadır. Bu savaş, petrol kaynaklarını elde tutma ve daha sıkı bir güvenceye alma savaşıdır; bu amaç çerçevesinde emperyalizmin bölgedeki askeri varlığını kalıcı ve meşru hale getirme savaşıdır. Bu savaş, emperyalizmin Ortadoğu’daki dayanaklarını, tüm işbirlikçi rejimleri (siyonizmi, krallık ve şeyhlikleri, gerici ve faşist rejimleri) ayakta tutma, güçlendirme savaşıdır; bu rejimleri gerici siyasal-askeri paktlar içinde birleştirme savaşıdır. Bu savaş, muazzam bir güç gösterisiyle bölge halklarına gözdağı verme, yıldırma, emperyalist çıkarları tehdit eden devrimci gelişmelerin önünü kesme, devrim süreçlerini durdurma ve felç etme savaşıdır; devrimci çözümleri bölgedeki ilişkileri dünya devrim süreci lehine kökten değiştirme potansiyeline sahip Filistin ve Kürt sorunlarını emperyalist çıkarlar çerçevesinde bloke etme savaşıdır.

Kısaca bu savaş, emperyalizmin Ortadoğu’daki iktisadi, siyasal ve askeri varlığını koruma, yeni düzenlemelerle pekiştirme savaşıdır. Tüm bunların bir ifadesi olarak Körfez savaşı emperyalist, gerici, karşı-devrimci bir savaştır. Klasik yöntemlerle sürdürülen bir tür sömürge savaşıdır.(62)

Bu savaşın kendine özgü bir görünümü, ortak emperyalist çıkarlar temelinde bir emperyalist koalisyon tarafından yürütülüyor olmasıdır. Fakat bu görünüm emperyalist dünyanın kendi iç ilişkilerinde yaşamakta olduğu derin değişiklikleri görmemizi engellememelidir. Emperyalist dünya cephesi dönülmez bir biçimde bölünmüştür ve başlıca güç odaklarının kendine özgü çıkarları hızla farklılaşmaktadır. Olayların daha başından itibaren ABD’nin gösterdiği aşırı insiyatif, öteki emperyalist odakları emrivakilerle yüzyüze bırakma ve kendi politikalarının eklentileri haline getirme gayreti, düne kadar tartışmasız olan kendi liderliğini tehdit eden bu iç bölünmeye ve çıkar farklılaşmasına bir karşı tepki olarak değerlendirilmelidir. Görüntünün tersine, Körfez krizi ve onu izleyen savaş, bu çıkar farklılaşması üzerinde yükselen emperyalist rekabeti de ortaya çıkarmıştır. Tam da Ortadoğu’da nüfuz savaşı tüm emperyalistleri Irak’a karşı ortak harekete zorlamıştır. Müdahalenin ve savaşın dışında kalmak, Ortadoğu’da nüfuz kurma ve petrol kaynaklarını denetleme çabası dışında kalmak olurdu. Dolayısıyla ve ilginç bir durum olarak, mevcut savaş, emperyalist rekabetin aynı safta çarpışma şeklinde yaşanan bir biçimine sahne oluyor. Ortadoğu halklarına ve bölgedeki devrimci süreçlere karşı ortak çıkarlara sahip olan emperyalist cephe, bölge üzerinde siyasal ve iktisadi nüfuz kurma konusunda şiddetlenen bir rekabet içindedir. Savaş sonrası dönem ve düzenlemelerde farklılaşacak politikalar bu gerçeği daha belirgin hale getirecektir.

Sorunun tüm karmaşıklığına rağmen Irak rejimi de kendi cephesinden gerici ve haksız bir konumdadır. Bugün karşı karşıya kaldığı yıkıcı savaş bölgede izlediği militarist ve yayılmacı politikanın kaçınamadığı bir bedeli olmuştur. Bugünkü savaşı bizzat istememiş, dahası bu savaştan kaçınmak da istemiştir. Fakat kendi gerici yayılmacı politikası emperyalizmin yerleşik çıkarlarını zedelediği ölçüde, emperyalist cepheyi karşısında bulmuş, bugünkü yıkıcı savaşla yüzyüze kalmıştır. Başta ABD, tüm Batılı emperyalistlerin kışkırtma ve desteği ile İran’a karşı tam 8 yıl haksız bir yıkım savaşı yürüten gerici-sömürgeci Saddam rejiminin bugün, emperyalizme karşı Arap ve bölge halklarının çıkarları için bir savaş verdiğini iddia etmesi inandırıcılıktan ve dayanaktan yoksundur. Marksist-leninistler için emperyalist haydutlar koalisyonunun Irak’a karşı yürüttüğü yıkım ve kitlesel kırım savaşına(63)karşı her yolla mücadele etmek görevi ile Irak rejimini haklı bulmak ve desteklemek farklı şeylerdir.

Körfez savaşı vesilesiyle Sovyetler Birliği ve Çin’in, hala “sosyalist” olma iddiasındaki bu iki gerici devletin, durumuna değinmek özellikle gereklidir. Bilindiği gibi bu iki ülke, ABD emperyalizminin Körfez krizi boyunca izlediği tüm politikalara ve giriştiği tüm uygulamalara “uluslararası hukuk” kılıfı giydiren Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesinden ikisidir. Sahip oldukları veto haklarını kullanmamışlar, tersine belli iktisadi ve siyasi tavizler karşılığında Ortadoğu halklarını ABD ve öteki Batılı emperyalistlerin haydutça girişimleriyle yüzyüze bırakmışlardır. Sürmekte olan kanlı savaşa da onay vermişler, ek olarak Gorbaçov yönetimi, bu savaşı kendi iç sorunlarını kolayca çözmenin, Baltık ülkelerine kanlı askeri müdahalelerin uygun ortamı olarak değerlendirmiştir.

Körfez krizi ve onu izleyen savaş, dünya ölçüsündeki güç ilişkilerini, gerçek güçleri ve konumlarını kendi çapında somut bir sınamadan geçirmekle kalmamış, Ortadoğu devletlerinin konumlarında, bu devletlerin birbirleriyle ve kendi halklarıyla ilişkilerinde de köklü bir sarsıntıya ve değişime yolaçmıştır. Dün Sovyetler Birliği'nin yanında ve ABD’nin karşısında görünen “ilerici” Suriye rejimi emperyalist koalisyon ile aynı cephededir; Irak’ın yıkımına onay ve destek vermektedir. Karşı karşıya kaldığı saldırı sonucunda Irak’la kanlı bir boğazlaşmaya giren, bu savaşın acılarını ve yıkımını tam 8 yıl yaşayan İran ise, kuşkusuz kendi halkının da baskısıyla, daha dünkü düşmanı Irak’ın aç bırakılmasına ve barbarca yıkımına karşı belli sınırlar içinde anlamlı bir tepki gösteren en önemli bölge ülkesi olmuştur. Mısır, Suriye, Fas, Türkiye, Pakistan başta olmak üzere bir kısım Arap ve İslam ülkeleri emperyalistlerle aynı cephede saf tutmak yoluyla kendi halkları nezdinde destek ve itibarlarını yitirmiş, utanç verici bir konuma düşmüşlerdir. Savaş sonrası dönemde girişecekleri manevralar ne olursa olsun, bu ülke rejimleri kendi halkları ve öteki bölge halkları nezdinde eski konumlarını yeniden elde edemeyeceklerdir. Özellikle Türk burjuva rejimi izlediği saldırgan ve uşakça politikayla Arap ve İslam halklarının yoğun nefretini kazanmıştır. Tüm bu ülkelerin Körfez krizi ve savaşı karşısındaki politika ve uygulamaları, tersten etkisini zaman geçtikçe daha açık gösterecek, bu ülkelerdeki devrimci süreçleri(64)hızlandırıcı bir rol oynayacaktır.

Körfez krizi ve onu izleyen savaş, bölgedeki tüm gerici rejimleri sarsıp zayıflatırken, bölge halklarında uzun vadede önemli sonuçları görülecek bir anti-emperyalist uyanışa ve politizasyona neden olmuştur. Milyonlarca insan haftalarca emperyalistlerin Ortadoğu’daki varlığına ve Irak’ın barbarca yıkımına karşı protesto gösterileri gerçekleştirmiştir. Bu protestoların bugün için İslami ya da milliyetçi motifler taşıması, onların haklı ve devrimci özünü karartmaz. Dünya burjuvazisinin bu tepkilerden büyük rahatsızlık duyması, Batılı burjuva yazarların bu tepkileri faşist-ırkçı yorumlara konu etmesi rastlantı değil. Emperyalizmin Ortadoğu’daki egemenliğini kısa vadede pekiştirecek gibi görünen son Körfez olayları, öte yandan bu egemenliği tasfiye edecek gerçek güçleri uyararak ve hareketlendirerek, tam da bu yolla ve paradoksal bir biçimde, önünü kesmeyi amaçladığı devrimci süreçleri beslemiş ve hızlandırmıştır. Birleşmiş Milletler şemsiyesi ABD’nin işgalci ve saldırgan emperyalist yüzünü Arap halkları nezdinde gizleyememiştir.

Ortadoğu’yu askeri işgal ve abluka altına alarak bugünkü savaşı yürüten emperyalist ülke halklarının durumu farklıdır. Savaşın özellikle başlangıç döneminde ve özellikle Almanya’da başgösteren büyük savaş karşıtı gösterilere rağmen, Batı halklarının büyük bir bölümü utanç verici bir biçimde kendi burjuvazilerinin yürüttüğü bu açıkça haksız, saldırgan ve emperyalist savaşa destek vermişlerdir. Körfez savaşı Avrupa işçi hareketinin hala ölü olduğunu, geniş kitleleriyle işçi sınıfının bugün hala emperyalist burjuvazinin kaba bir eklentisi olmaktan kurtulamadığı gerçeğini bir kez daha göstermiştir. Savaş karşıtı gösteriler daha çok ilerici küçük-burjuva kitlelerin ve öğrencilerin eseri olmuş, fakat bu hareketler de hedefleri ve şiarlarıyla yüzeysel ve bulanık bir kimlik sergilemişler, geleneksel burjuva pasifist konumu aşamamışlardır. Cephe gerisinde bugün için bu kadar rahat olmak emperyalist koalisyonun işini doğal olarak kolaylaştırmış, pervasızlığını artırmıştır. Zira bugünkü koşullarda onu dizginleyebilecek en önemli güç, kendi işçi sınıfı ve emekçilerinden gelecek kuvvetli bir tepki olabilirdi. Tekellerin denetimindeki iletişim araçlarının başarıyla işlediği “diktatör Saddam”, “Kuveyt’in kurtarılması”, “uluslararası hukuk”, “Birleşmiş Milletler kararları”(65)gibi temalar, emperyalist hükümetlerin kendi işçi sınıfı ve halklarının desteğini elde etmesini önemli ölçüde kolaylaştırdı. Yine de, Almanya başta olmak üzere, ABD, İspanya, Avusturalya ve Japonya gibi ülkelerde, toplumun azınlık kesimlerine dayanıyor ve henüz savaş karşıtlığını aşamıyor olsa da, ortaya çıkan kitlesel siyasal tepkiler anlamlıdır, gelecek için umut vericidir.


Yüklə 371,06 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin