DüŞÜNDÜren, EĞİTİCİ, DİnlendiRİCİ HİKÂyeler (derslerimde öĞrencilerime okuduğum hiKÂyeler) 4 mahalleli kasaba


*A.B.D.'nin 3.Başkanı SUYU TAŞIRMAYAN BİR GÜL YAPRAĞI



Yüklə 354,03 Kb.
səhifə4/5
tarix21.11.2017
ölçüsü354,03 Kb.
#32445
1   2   3   4   5

*A.B.D.'nin 3.Başkanı


SUYU TAŞIRMAYAN BİR GÜL YAPRAĞI
Uzakdoğu'da bir Budist tapınağı, bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu.

Burada geçerli olan incelik, anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti.

Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı geldi. Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi.

Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden kapıda herhangi bir tokmak veya çan, zil yoktu.

Bir süre sonra kapı açıldı, içerdeki Budist, kapıda duran yabancıya baktı.

Bir selamlaşmadan sonra sözsüz konuşmaları başladı.

Gelen yabancı, tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu.

Budist bir süre kayboldu, sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı.

Bu, yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz demekti.

Yabancı tapınağın bahçesine döndü, aldığı bir gül yaprağını kabın içindeki suyun üstüne bıraktı.

Gül yaprağı suyun üstünde yüzüyordu ve su taşmamıştı.

İçerideki Budist saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı.

Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı.

GÜLÜMSEME
Genç kız üzgün görünen yabancıya gülümsedi. Adam kendini daha iyi hissetti.

Geçmişte bir arkadaşının yaptığı bir iyiliği hatırladı ve ona bir teşekkür mektubu yazdı.

Bu mektup arkadaşının öyle hoşuna gitti ki yemek yediği lokantada iyi bir bahşiş verdi.

Bu bahşişin miktarına şaşıran garson, paranın bir kısmını yolda gördüğü fakire verdi.

Fakir adam çok sevindi çünkü iki gündür ağzına bir lokma koymamıştı. Yemeği bittikten sonra kaldığı izbe odaya gitmek üzere yola koyuldu. Yolda soğuktan titreyen bir köpek yavrusuna rastladı ve onu alıp eve götürdü. Soğuktan kurtulup başını sokacak yer bulduğu için köpekçik çok mutluydu. Gece evde yangın çıktı. Köpek yavrusu havlamaya başladı Bütün ev halkını uyandırana dek havladı ve böylece bütün ev halkı kurtuldu. Kurtulan çocuklardan birisi büyüdü ve cumhurbaşkanı oldu.

Bunların olmasını sağlayan ise bir kuruşa bile mal olmayan masum, sıcak ve içten bir 'GÜLÜMSEME' idi.



YEŞİL ELBİSE
Yolda karşılaştığımızda, ezan okunuyordu.

- Gel seni câmiye götüreyim, dedim. Bugün cuma biliyorsun.

Daha önceki tekliflerimi de reddettiği için:

- Sen de benim câmiye gitmediğimi biliyorsun, dedi.

- Biliyorum ama dedim. Sebebini de merak ediyorum.

- Ne bileyim olmuyor işte, diye karşılık verdi. Belki çevrenin de tesiri

var. Hem pantolonumun ütüsü bozulup dizleri aşınır diye endişe ediyorum.

İster istemez gülerek:

- Herhalde saka yapıyorsun, dedim. Bunun için câmi terkedilir mi hiç?

- Ciddî söylüyorum, dedi. Giyimime ve özellikle "yeşile” çok düşkün olduğumu bilirsin.

Gerçekten de öyleydi. Giydiği birbirinden güzel elbiseleri mutlaka yeşilin bir başka tonundan seçer ve her zaman ütülü tutardı.

- Peki, dedim. Hayatında hiç câmiye gitmedin mi?

- Çocukken dedemle birkaç kere gitmiştim, diye cevap verdi. Fakat artık

gidebileceğimi zannetmiyorum.

Söyledikleri beni son derece şaşırtmıştı ve bu konuyu açtığıma pişman

etmişti. Daha sonra el sıkışıp ayrıldık.

Onunla konuşmamızdan iki ay sonra, kendisinin câmide olduğunu söylediler.

Hemen gittim. Bahçedeki namaz saflarının en önünde duruyordu ve üzerinde yine yeşiller vardı.

Yavaşça yanına yaklaştım ve kısık bir sesle:

- Hani, dedim. Câmiye gelmeyecektin?

Hiç sesini çıkartmadı. Çünkü musalla taşının üzerinde, yeşil örtülü bir



tabut içinde yatıyordu.

ÇINAR
Çınar ağacı, üzerine yuva yapan kumrularla sohbet ederken:

- Ben Fatih´i ve onun mübarek askerlerini görmüşüm, diyordu. Belki de bu yüzden zorluk çekiyorum.

Çınar ağacına zor gelen şey, birkaç asırdan beri kucaklayıp bağrına bastığı tarihî köşkün yıktırılıp, yerine içkili bir gazinonun yapılmış olmasıydı. Dantel gibi işlenen o ahşap mimarînin yerine kondurulan ruhsuz beton kütlesi, daha temel safhasındayken ağacın en güçlü köklerini parçalamış ve onu can evinden vurmuştu. Yaşlı ağaç buna rağmen dayanabileceğini tahmin ediyor ve gençlik günlerinin hatıralarıyla kuvvet bulmaya çalışıyordu. O zamanlar bir kalemi andıran ince dalları, İstanbul’un yedi tepesini aşarak semâya yükselen mehter nağmeleriyle serpilmiş ve burçlara tırmanan yiğitlerin pazuları gibi sertleşmişti. Çınar ağacı geceleri o marşlar mırıldanıyor, fakat öğlene doğru gazinodan yükselen pop müziğinin gürültüsüyle serseme dönüyordu. Bu sesler yüzünden çevre câmilerden yükselen ezanları duyamamak da, ağacı büsbütün çökertmişti. Lâkin çınarı kahreden şey, hemen yanıbaşında açılan fosseptik çukuruydu.

Mutfakta yıkanan içki bardaklarından süzülen iğrenç sular, yaralı köklerinin en ince damarlarını dahi kavuruyordu.


Yaşlı ağaç bu acıyla kıvrandığı zamanlar yine eskiye döner ve köşkün son sahibini hatırlardı.

Doğduğu günden beri o köşkte oturan ve bir Osmanlı parçasının oğlu olan adam, yakındaki câmiye gitmeden önce işlemeli bir bakır ibrikle gelir ve onun dibinde abdest alırdı. Çınar ağacı, bu suların "okunmuş" olduğu için köklerine kuvvet verdiğine inanır ve namaz vakitlerini dört gözle beklerdi.

Çınar ağacına hatıralar yetmedi. Yuvaların, son kumruların da o çevreyi tek etmesinden üç beş gün sonra, kıbleye doğru yatarak devrildi.

Gazeteler bu haberi verirken:

- "Dün gece yıkılan tarihî çınar, meşhur gazinoyu ezerek yerle bir etti."

diyordu. "Bilindiği gibi bu ağaç, Fatih zamanından kalmaydı."




DOKTOR
Yataktaki adam, başucunda bekleyen genç doktora:

- Allah senden razı olsun evladım, dedi. Benim için yurtdışından zahmet edip buraya kadar gelmeni, yasadığım sürece unutmayacağım.

Ameliyat edilen kişi, büyük bir hastanenin başhekimiydi. Tedavisi ancak yurtdışında mümkün görülen hastalığı aniden artınca, doktor arkadaşları onun böyle bir yolculuğa dayanamayacağını anlamış ve kurtarma umudunun azlığına rağmen ameliyatı üstlenmeye karar vermişlerdi. Fakat o konuda sayılı bir uzman olan bu genç doktor nereden haber almışsa almış ve Hızır gibi yetişip onu kurtarmıştı.

Yaşlı doktor, kendisine yapılan bu iyiliğe nasıl mukabele edeceğini

bilemiyor ve hemen yanında oturan genç adamın ellerinden sıkarcasına

tutuyordu. Hayata yeniden dönmenin sevinciyle hiç durmadan konuşurken:

- Ameliyat için beni bayılttığınızda, her ne dense gençlik yıllarıma döndüm, diye devam etti.

Henüz toy bir asistanken, anne karnındaki bir bebeğin sakat olduğunu anlamış ve onu bu şekilde yaşatmaktansa öldürmeyi düşünürken, kalp atışlarını duyup kıyamamıştım. "Plânlama" bahanesiyle sapasağlam yavruları bile katleden canavarlara rağmen o yavrunun yaşamasını istediğim için, Allah seni imdadıma göndermiş olmalı.

Genç doktor, ancak bir babanın evladına karşı gösterebileceği sıcaklıkla kavranan ellerini kurtarıp biraz geriye çekildi ve dizlerinden aşağısı "takma" olan bacaklarını gösterirken;

- Allah, hiçbir iyiliği unutmaz efendim, diye gülümsedi. Kurtardığınız o çocuk bendim.

TİK TİK
Çok sevdiğim halde uzun yıllardır göremediğim bir arkadaşımdı. Evimizin eskiyen koltuklarını tamir ettirmek için gittiğim marangozda karşılaşınca, büyük bir sevinçle

kucaklaştık.

Hâl hatır sorduktan sonra:

- Nerelerdesin yahu? diye çıkıştım. Seni öldü zannettim.

Şaka yollu söylediğim bu sözler karşısında birden ciddileşti. Rengi limon gibi sararmış, canı da iyiden iyiye sıkılmıştı.

Hemen yanıbaşında duran biçilmemiş vaziyette ahşaba elinin tersiyle vurup:

- Şeytan kulağına kurşun, dedi. Bu ne biçim lâf birader? Daha altmışına

varmadan ölümden bahsetmek de ne oluyor?

Ben, olup bitenleri anlamaya çalışırken, o da işi garantiye almak istemiş

olacak ki, aynı işlemi tekrarladı:

- Tik, tik, tik. Şeytan kulağına kurşun.

Dükkân sahibi olan marangoz bizden hayli uzakta bulunduğu için konuşulanlardan habersizdi.

Çalıştığı makineyi bir ara durdurdu ve yanımızdaki çırağına:

- “Dursuun!..” diye seslendi. Beyefendinin parmağıyla vurduğu ahşabı getir de,

bugün trafik kazasında ölen o gencin tabutunu hazırlayalım.

HASRET
Ona, teravih namazına giderken rastladım. Sevinçten âdeta uçar

gibiydi. Aceleyle koşuşturup dururken:

- Hayrola Ömer, dedim. Bu ne telaş böyle?

Nefes nefese:

- Babam geliyormuş, diye gülümsedi. Bayramı burada geçirecekmiş.

Duyduğuma göre anne ve babası, Ömer henüz bebekken ayrılmıştı. Yavrucağızın yüzünü bile hatırlayamadığı babası

kısa süre sonra Almanya´ya yerleşmiş, annesi ise çocuğuna bakmak için bir işe girmek zorunda kalmıştı. Şimdi beş altı yaşlarında olan Ömer, yıllar boyu süren hasretini unutmuş görünürken:

- Babam geliyor, diye tekrarladı. Herkes onun dönmesini bekliyor. Şimdiden hazırlığa başlamışlar. Tüy gibi vücudunu eğilip kucakladım. Kalbi, yerinden fırlayacak gibi çarpıyordu. Bir öpücükten sonra:

- Anlayamadım, dedim. Kimler bekliyormuş bakalım onu?

- Herkeees, diye cevap verdi. Sağa sola birçok yazı yazmışlar. Bir tanesi de ilerde duruyor.

Meraka kapılmıştım. Saatime bir göz atıp:

- Daha namaza çok var, dedim. Eğer uzak değilse, bana gösterir misin? Böyle bir teklifi beklediği için nazlanmadı. Küçücük avucunu

avucuma saklayıp ilerlemeye, biraz sonra da onun zoruyla koşuşmaya

başladık. İki sokak aşıp caddeye çıktığımızda, büyük bir gururla

parmağını uzatarak:

- Bak işte! dedi. Hem de ne kadar kocaman yazmışlar.

Ömer’in gösterdiği yere baktığımda, o âna kadar yaşamadığım, belki de

yaşadığım halde unuttuğum duygularla sarsıldım. Gözlerini ayıramadığı yazıda babasının adı geçen Ömer, karşımızdaki muhteşem câminin minâreleri arasına gerilmiş olan mahyayı

gösteriyordu.

Işıklı yazıları birlikte heceledik:



- "Hoş geldin Ramazan" yazıyordu.

HALA ARAMIZDA BÖYLELERİNİN OLMASI NE KADAR GÜZEL
     Soğuk bir kış  gecesinde eve dönerken, kaldırımın ortalık yerinde duran genç bir adama rastladım. Derin derin soluk alıyor ve düşmemek için yanındaki elektrik direğine sarılıyordu. Bir vitrine bakıyormuş gibi yaparak göz ucuyla onu seyrettim.
Otuz beş kırk yaşlarında olmalıydı ve üstü başı da bir sarhoştan beklenmeyecek kadar temizdi. Yanından geçenlerden bazıları yüksek sesle konuşarak içki içmenin kötülüğünden bahsediyor, bazıları da sadece alaylı gülümsemelerle yetiniyordu. Yolun boşalmasını kolladıktan sonra yavaşça yanına sokularak:
-İyi misiniz? diye sordum. Bir ihtiyacınız var mı?
Zorlukla arayabildiği dudaklarından iniltiye benzeyen tek bir kelime çıkabildi:
-Hastayım...
Düşmemesi için bir kolunu beline dolayarak taksi beklemeye koyuldum. Akşam vakitlerinde kesilen kar yağışı tekrar başlamış, yavaş yavaş beyazlanmaya başlayan yollarda birbiriyle yarışan sokak köpeklerinin dışında bir  hayat emaresi kalmamıştı.

Gece yarısını geçtiğimiz için araba bulmaktan ümidimi kestiğim sırada, yanımda bir taksi duruverdi. Şoföre durumu anlatarak acele etmemiz gerektiğini söyledim. Hastamızı zor da olsa arka koltuğa yatırarak hastahanenin yolunu tuttuk ve verilen  serum tamamlanana kadar iki saate yakın bir süre başucunda bekledik.

Nöbetçi doktor, hastayı en azından donmaktan kurtardığımızı ifade ediyor, kendine gelmekte olan genç adam ise henüz konuşamadığı için, sadece gözlerimizin içine bakıp gülümsemekle yetiniyordu. Daha sonra onu şoförle birlikte tekrar arabaya bindirip evine götürdük. Hastamızın eşi, onun sık sık şeker komasına girdiğini bildiğinden müthiş bir paniğe kapılmış ve 5-6 yaşlarındaki yavrusunu da alıp sokağa fırlamıştı.

     Bizi görünce koşarak yanımıza geldiler ve büyük bir sevinçle kucaklaştılar. Saatler süren yorgunluğumuz bir anda kaybolmuş, bize nasıl teşekkür edeceğini şaşıran o ailenin mutluluğu karsışında gözlerimiz dolu dolu olmuştu. Ellerimize sarılarak bizi uğurladıklarında, şoföre borcumun ne kadar olduğunu sordum. Bana fark ettirmeden gözyaşlarını silmeye çalışırken:

-Borçlu değil alacaklısın dostum, dedi. Böyle bir iyiliğe beni de ortak etmekle borcunu zaten ödemiştin. Ama belki de yirmi yıldır ağlamayı unutan bu adama bu güzel duyguyu hatırlattığın için alacaklı duruma düştün. O mert adamla kucaklaşıp helalleşirken, artık gecenin ayazını duymuyor ve evime yürüyerek gitmek istiyordum. Kim bilir? Belki de yolumun üzerinde yardımımı bekleyen bir insan daha bulabilirdim. (Cüneyd Suavi)
HİÇ HAYALLERİNİZDEN SIFIR ALDINIZ MI?


Bu öykü, çiftlikten çiftliğe, yarıştan yarışa koşarak atları terbiye etmeye çalışan bir gezgin at terbiyecisinin genç oğluna kadar uzanır. Babasının işi nedeniyle çocuğun orta öğretimi kesintilere uğramıştı.

Orta ikideyken, büyüdüğü zaman ne olmak ve yapmak istediği konusunda bir kompozisyon yazmasını istedi hocası.

Çocuk bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine sahip olmayı hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir kompozisyon yazdı. Hayalini en ince ayrıntılarıyla anlattı. Hatta hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini de çizdi. Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterdi. Krokiye, 200 dönümlük arazinin üzerine oturacak 1000 metrekarelik evin ayrıntılı planını da ekledi.

Ertesi gün hocasına sunduğu 7 sayfalık ödev, tam kalbinin sesiydi... İki gün sonra ödevi geri aldı. Kâğıdın üzerinde kırmızı kalemle yazılmış kocaman bir "0" ve "Dersten sonra beni gör." uyarısı vardı.

"Neden "0" aldım?" diye merakla sordu hocasına, çocuk..

"Bu senin yaşında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal." dedi, hocası..

"Paran yok. Gezginci bir aileden geliyorsun. Kaynağınız yok. At çiftliği kurmak büyük para gerektirir. Önce araziyi satın alman lazım. Damızlık hayvanlar da alman gerekiyor. Bunu başarman imkânsız" ve ekledi:



"Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm." çocuk evine döndü ve uzun uzun düşündü. Babasına danıştı.

"Oğlum" dedi babası "Bu konuda kararını kendin vermelisin.



Bu senin hayatın için oldukça önemli bir seçim!."

Çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini hiçbir değişiklik yapmadan geri götürdü hocasına.



"Siz verdiğiniz notunuzu değiştirmeyin." dedi."Ben de hayallerimi.."

O, orta iki öğrencisi, bugün 200 dönümlük arazi üzerindeki 1000 metrekarelik evinde oturuyor. Yıllar önce yazdığı ödev şöminenin üzerinde çerçevelenmiş olarak asılı.



Öykünün en can alıcı yanı şu:

Aynı öğretmen, geçen yaz 30 öğrencisini bu çiftliğe kamp kurmaya getirdi. Çiftlikten ayrılırken eski öğrencisine "Bak" dedi,



"Sana şimdi söyleyebilirim. Ben senin öğretmeninken, hayal hırsızıydım. O yıllarda öğrencilerimden pek çok hayal çaldım.

Allah' tan ki, sen, hayalinden vazgeçmeyecek kadar inatçıydın."
HEDİYE
Adam üç yaşındaki kızını, pahalı bir hediyelik kaplama kâğıdını ziyan ettiği için azarlamıştı. Küçük kız, koskoca bir paket altın yaldızlı kâğıdı bir kutuyu eğri büğrü sarmak için kullanmıştı.

Yılbaşı sabahı küçük kızı, paketi getirip "Bu senin babacığım." dediğinde üzüldü. Acaba gereğinden fazla mı tepki göstermişti kızına... Bir gece önce yaptığından utandı... Ne var ki paketi açınca yeniden öfkelendi. Kutunun içi boştu... Kızına gene bağırdı.



"Birisine bir hediye verdiğinde, kutunun içinde bir şey olması lazım. Bunu da mı bilmiyorsun küçük hanım?" Küçük kız gözlerinde yaşlarla babasına baktı, "O kutu boş değil ki baba" dedi... "İçini öpücüklerimle doldurmuştum!..." Adam öyle fena oldu ki... Koştu... Kızına sarıldı... Beraberce ağladılar.

Adam o altın kutuyu ömrünün sonuna kadar yatağının başucunda sakladı. Ne zaman keyfi kaçsa, ne zaman morali bozulsa, ne zaman kendini kötü hissetse, kutuya koşar, içinden minik kızının sevgi ile doldurduğu hayali öpücüklerinden birini çıkarırdı.

Aslında bütün anne ve babalara böyle bir altın kutuyu çocukları hiçbir karşılık beklemeden, sevgi ve öpücüklerle doldurup vermişlerdir. Hiç kimsenin hayatında bundan daha değerli bir armağana sahip olması mümkün değildir.
HUZUR

Bir gün bir kral, ama halkı tarafından sevilen bir kral, huzuru en güzel resmedecek sanatçıya büyük bir ödül vereceğini ilan eder.


Yarışmaya çok sayıda sanatçı katılır. Günlerce çalışırlar birbirinden güzel resimler yaparlar.
Sonunda eserleri saraya teslim ederler. Tablolara bakan kral sadece ikisinden hoşlanır. Ama birinciyi seçmesi için karar vermesi gereklidir.
Resimlerden birisinde sükûnetli bir göl vardır. Göl bir ayna gibi etrafında yükselen dağların görüntüsünü yansıtmaktadır. Üst tarafta pamuk beyazı bulutlar gökyüzünü süslüyorlardı.
Resme kim baktı ise onun mükemmel bir huzur resmi olduğunu düşünüyordu.
Diğer resimde de dağlar vardı. Ama engebeli ve çıplak dağlar. Üst tarafta öfkeli bir gökyüzünden yağmurlar boşanıyor ve şimşek çakıyordu. Dağın eteklerinde ise köpüklü bir şelale çağıldıyordu. Kısaca resim hiç de huzurlu gözükmüyordu.
Fakat kral resme bakınca, şelalenin ardında kayalıklardaki çatlaktan çıkan mini minnacık bir çalılık gördü. Çalılığın üstünde ise anne bir kuşun örttüğü bir kuş yuvası görünüyordu.
Sertçe akan suyun orta yerinde anne kuş yuvasını kuruyordu.
...harika bir huzur ve sükun örneği.
Ödülü kim kazandı dersiniz.
Tabi ki ikinci resim. Kralın açıklaması şöyle idi:
-Huzur hiçbir gürültünün sıkıntının ya da zorluğun bulunmaması ve sıkıntının olmadığı yer demek değildir. Huzur bütün bunların içinde bile yüreğimizin sükûn bulabilmesidir.



İKİ KARDEŞ (HALİL İBRAHİM BEREKETİ)
Erkek kardeşlerin ikisi de babalarından kalma çiftlikte çalışırlardı. Birinin adı Halil, diğerinin adı İbrahim’di. Kardeşlerden biri evliydi ve çok çocuğu vardı. Diğeri ise bekârdı. Her günün sonunda iki erkek kardeş ürünlerini ve kârlarını eşit olarak bölüşürlerdi.

Günün birinde bekâr kardeş kendi kendine:



"Ürünümüzü ve kârımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça değil." dedi, "Ben yalnızım ve pek fazla ihtiyacım yok." Böylelikle, her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin evindeki tahıl deposuna götürmeye başladı. Bu arada evli olan kardeş, kendi kendine:

"Ürünümüzü ve kârımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça değil, üstelik ben evliyim, bir eşim ve çocuklarım var ve yaşlandığım zaman onlar bana bakabilirler. Oysa kardeşimin kimsesi yok, yaşlandığı zaman hiç kimsesi yok bakacak." diyordu.

Böylece evli olan kardeş her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin tahıl deposuna götürmeye başladı. İki kardeş de yıllarca ne olup bittiğini bir türlü anlayamadılar, çünkü her ikisinin de deposundaki tahılın miktarı değişmiyordu. Sonra, bir gece iki kardeş gizlice birbirlerinin deposuna tahıl taşırken çarpışıverdiler. O anda olan biteni anladılar.



Çuvallarını yere bırakıp birbirlerini kucakladılar. Hayattaki en yüce mutluluk, sevildiğimize inanmaktır.

İLAN-I AŞK
Genç bir delikanlı saatlerdir genç kızın peşinden geliyordu. Genç kız dayanamayıp arkasını döndü:

- Neden saatlerdir beni takip ediyorsunuz? diye sordu.

Genç erkek:

-Sizi seviyorum hem de canımdan çok seviyorum!

Genç kız:

-Bak benim arkamdan ablam geliyor, o benden daha güzel benden iş çıkmaz sen ona git.

Delikanlı arkasını dönüp bakınca çok çirkin bir kızın geldiğini görüp sinirlenmiş ve genç kıza dönmüş:

-Neden bana yalan söylediniz?



-Asil siz bana neden yalan söylediniz?

Eğer beni gerçekten seviyor olsaydınız dönüp arkanıza bakmazdınız çünkü gözünüz benden başkasını görmezdi.




İLGİNÇ TEZ
Bir lisansüstü öğrencisi bir yaz mevsimi süresince her gün üzerine siyah-beyaz çizgili bir tişört giyerek Harvard futbol sahasına gider. 15 dakika boyunca sahayı bir baştan diğer uca yürüyerek yerlere kuş yemi serper. Bu arada cebinden bir hakem düdüğü çıkartıp öttürür. Yağmur, çamur demeden her gün aynı saatte aynı hareketleri törensel bir ciddiyetle yapar.

Derken sonbahar gelir, futbol mevsimi baslar. Harvard futbol takımının ilk maçı oynanacaktır. Siyah-beyaz tişörtlü hakem başlama düdüğünü çalar ve o anda olanlar olur. Yüzlerce kuş sahaya hücum eder ve doğal olarak maç ertelenir.



Bu arada öğrenci tezini vermiş ve mezun olmuştur.


İNSANLIK DERSİ
Ünlü İtalyan sinema sanatçısı Vittorio de Sica bir TV röportajında anlatıyor:

İtalya' da Napoli'nin kenar mahallelerinden birinde, bir Cafe-Barda, espressolarımızı içiyoruz. İçeri giren müşterilerden biri, barmene "due caffee, un sospeso" (iki kahve, biri askıda) diyor, iki kahve parası veriyor, bir kahve içip gidiyor, barmen de tezgâhın üzerinde asılı duran çiviye bir küçük kâğıt asıyor.

Biraz sonra iki kişi içeri giriyor: "due caffee and un sospeso" (iki kahve ve bir askıda) diyorlar, üç kahve parası verip, iki kahve içip gidiyorlar, barmen gene bir küçük kağıt daha asıyor tezgahın üstündeki çiviye...

Bunun gün boyu böyle sürdüğü anlaşılıyor. Derken üstü başı biraz eski püskü, belli ki fakir biri bardan içeri girdi, barmene "un caffee sospeso" (askıdan bir kahve) dedi, ve barmenin hazırladığı kahveyi içip, para ödemeden çıkıp gitti. Barmen de tezgâhın üzerine asmış olduğu kağıtlardan bir tanesini aşağı indiriverdi...



KÜÇÜK İSTAVRİTİN ÖYKÜSÜ

 

Küçük istavrit, yiyecek bir şey sanıp


hızla atıldı çapariye
önce müthiş bir acı duydu dudağında
gümbür gümbür oldu yüreği
sonra hızla çekildi yukarıya...

Aslında hep merak etmişti


denizlerin üstünü
neye benzerdi acep gökyüzü.
Bir yanda büyük bir merak
bir yanda ölüm korkusu.

"Dudağı yarıklar " denir,
şanslıdır onlar, hani
görüp de gökyüzünü, insanı
oltadan son anda kurtulanlar.

Ne çare balıkçının parmakları


hoyratça kavradı onu
küçük istavrit anladı yolun sonu.
Koca denizlere sığmazdı yüreği.
Oysa şimdi yüzerken
küçücük yeşil leğende,
ansız uzanıvermiş dostlarına
değiyordu minik yüzgeci.

İnsanlar gelip geçtiler önünden


bir kedi yalanarak baktı gözünün içine
yavaşça karardı dünya,
başı da dönüyordu.
Son bir kez düşündü derin maviyi,
beyaz mercanı bir de yeşil yosunu.

İşte tam o anda eğilip aldım onu.


Yürüdüm deniz kenarına

Bir öpücük kondurdum başına,

İki damla gözyaşından ibaret sade
bir törenle, saldım denizin sularına.

Bir an öylece bakakaldı


Sonra sevinçle dibe daldı.
Gitti tüm kederimi söküp atarak,
teşekkürü de ihmal etmemişti.
Bir kaç değerli pulunu
Elime, avuçlarıma bırakarak.

Balıkçı ve kedi şaşkın baktılar yüzüme.
Sorar gibiydiler, neden yaptın bunu niye?
" Bir gün dedim, bulursam kendimi
yeşil leğendeki küçük istavrit kadar çaresiz,
Son ana kadar hep bir umudum olsun diye... "


YAŞLI KIZILDERİLİ REİSİ

Yaşlı adam kulübesinin önünde torunuyla oturmuş, az ötede birbiriyle boğuşup duran iki köpeği izliyorlardı. Köpeklerden biri beyaz, biri siyahtı ve on iki yaşındaki çocuk kendini bildi bileli o köpekler dedesinin kulübesi önünde boğuşup duruyorlardı.


Dedesinin sürekli göz önünde tuttuğu, yanından ayırmadığı iki iri köpekti bunlar. Çocuk, kulübeyi korumak için biri yeterli gözükürken niye ötekinin de olduğunu, hem niye renklerinin illa da siyah ve beyaz olduğunu anlamak istiyordu artık. O merakla sordu dedesine.
Yaşlı reis, bilgece bir gülümsemeyle torununun sırtını sıvazladı. "Onlar" dedi, "Benim için iki simgedir evlat."
"Neyin simgesi"
diye sordu çocuk.
"İyilik ile kötülüğün simgesi. Aynen şu gördüğün köpekler gibi, iyilik ve kötülük içimizde sürekli mücadele eder durur. Onları seyrettikçe ben hep bunu düşünürüm. Onun için yanımda tutarım onları."
Çocuk, sözün burasında, mücadele varsa, kazananı da olmalı diye düşündü ve her çocuğa has bitmeyen sorulara bir yenisini ekledi:
"Peki, sence hangisi kazanır bu mücadeleyi?"
Bilge reis, derin bir gülümsemeyle baktı torununa:
Yüklə 354,03 Kb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin