İmam Hasan'ın Barışı (1)
Bismillahirrahmanirrahim
İmam Hasan'ın (a.s) barışı hem geçmişte ve hem de sonraki zamanlarda sürekli sorula gelmiştir[1]; özellikle günümüzde İmam Hasan'ın (a.s) Muaviye'yle neden sulh ettiği daha fazla sorulmaktadır. Bilhassa İmam Hasan'ın Muavi-ye'yle sulhu İmam Hüseyin'in Yezid'le savaşı ve onun Yezid ve İbn Ziyad'a teslim olmayışıyla mukayese edildiğinde zihinlerde daha fazla soru oluşturmaktadır. Konunun derinliğine fazla dikkat etmeyen kimseler bu iki tutumun zıt ve birbiriyle çeliştiğini sanırlar. Dolayısıyla bazıları esasen İmam Hasan'la İmam Hüseyin'in birbirinden farklı iki ruh yapısına sahip olduklarını, İmam Hasan'ın tabiatı gereğince sulh ve barış yanlısı, İmam Hüseyin'in ise tam aksine kıyamcı ve savaşçı bir ruha sahip olduğunu söylemişlerdir.
Bizim burada üzerinde durmak istediğimiz konu şudur: Acaba Muaviye ile barış imzalayan İmam Hasan'la hiçbir şekilde barış ve teslim olmaya yanaşmayan İmam Hüseyin birbirinden farklı iki ruha mı sahiptir. İmam Hüseyin İmam Hasan'ın konumunda olsaydı sonuç değişir miydi ve İmam Hüseyin (a.s) yine kanının son damlasına kadar savaşır mıydı? Ve yine eğer Kerbela'da İmam Hüseyin'in yerine İmam Hasan olsaydı savaş yapılmaz ve olay bir şekilde son bulup yatıştırılır mıydı? Yoksa uygulamalar zaman ve mekân koşullarına ve farklı şartlara göre değişiyor mu; İmam Hasan'ın şartları bir şeyi, İmam Hüseyin'in şartları ise farklı bir şeyi mi gerektiriyordu?
Farklı şartlardan bahsetmek için giriş olarak bir konuyu incelememiz gerekiyor. Ve genellikle bu konudan bahsedenler, İmam Hasan'ın (a.s) zamanının şartlarıyla İmam Hüseyin'in (a.s) zamanının şartlarının birbirinden tamamen farklı olduğu konusunu işlemişlerdir ve gerçekten de İmam Hasan'ın zamanında yapılması en uygun olan şey sulhu ve İmam Hüseyin'in (a.s) zamanında ise kıyamı tercih etmekti.
Elbette biz de bunu kabul etmekteyiz ve ileride bundan bahsedeceğiz. Fakat bu konuya girmeden önce İslâm dininin cihat konusundaki kural ve ilkelerini net bir şekilde ortaya koymamız ve cihadı bu boyutuyla ele almamız gerekiyor; çünkü her ikisi de cihat konusuna dönmektedir: İmam Hasan (a.s) cihadı bırakıp barış yaptı; İmam Hüseyin (a.s) ise sulh yapmayarak savaştı. Biz İslâm dininin cihatla ilgili genel kurallarını açıklayıp (Ben İmam Hasan'ın (a.s) barışını inceleyenlerin bu konulara girdiklerini görmedim) daha sonra İmam Hasan'ın (a.s) neden barış yaptığını ve İmam Hüseyin'in (a.s) neden savaştığını inceleyeceğiz.
[1]- İmam Hasan'ın kendi döneminde itiraz ediyorlardı; sonraki Ehlibeyt İmamları döneminde de bu konu sürekli sorulmuştur.
Hz. Resulullah ve Barış
İmam Hasan'ın (a.s) sergilediği uzlaşıcı ve sulhtan yana tavrı sadece ona özgü değildir. Resulullah (s.a.a) da bi'setin ilk yıllarında Mekke'de bulunduğu son anlara kadar ve yine zahiren Medine'ye girişinin ikinci yılına kadar müşriklere karşı uzlaşıcı tavırlar sergilemiştir, müşrikler tarafından her ne kadar eziyet ve işkenceye maruz kaldıysa, hatta birçok Müslüman işkence altında öldüyse ve Müslümanlar savaş için izin isteyip "Bundan kötüsü mü olacak, bundan daha kötü bir şey olamaz." dediyseler de müsaade etmedi. Sadece Hicaz'dan Habeşistan'a hicret etmeleri için izin verdi. Ancak Hz. Resulullah Mekke'den Medine'ye hicret edince şu ayet nazil oluyor:
Zulmedilmelerinden dolayı savaşanlara izin verildi. Allah'ın onlara zafer vermeye gücü yeter.[1]
Kısacası, işkence ve zulme maruz kalanlara savaşmaları için izin ancak koşullar müsait olduğu zaman verilmiştir.
İslâm dini, savaş dini midir, barış dini mi? Eğer barış diniyse sonuna kadar bu metodu sürdürmeleri ve esasen savaşın dinde bir yeri yoktur; dinin işi sadece davet etmektir; ilerleyebildiği kadar böyle ilerlemeli, ilerleyemediği yerde de durmalıdır demeleri gerekirdi. Fakat eğer İslâm savaş diniyse, o hâlde Mekke'de bulundukları on üç yıl boyunca neden Müslümanlara hatta kendilerini savunmaları için bile izin verilmedi. Yoksa İslâm hem barış dini[2] ve hem de savaş dini midir; bazı şartlarda savaşılmaması ve bazı şartlarda ise savaşılması mı gerekiyor?
Yine Resulullah'ın (s.a.a) Medine'de bazı şartlarda müşriklerle veya Yahudi ve Hıristiyanlarla savaştığını ve bazen de müşriklerle barış yaptığını görmekteyiz. Nitekim Hz. Resulullah Hudeybiyye'de (s.a.a) en azılı düşmanı olan Mekke müşrikleriyle neredeyse ashabın tümünün istememesine rağmen barış antlaşması yapmıştır. Yine Medine'de Yahudilerle birbirlerine taarruz etmemek üzere antlaşma imzalamıştır. Bunun nedeni nedir?
[1]- Hac, 39.
[2]- Genel anlamda barış; yani savaşmamak.
Hz. Ali ve Barış
Yine Emirü'l-Müminin Ali'nin (a.s) bir yerde savaştığını, başka bir yerde ise savaşmadığını (ve kendi tabiriyle" Gözde diken, boğazda kemik varmışçasına…" sabrettiğini) görmekteyiz. Resulullah'tan (s.a.a) sonra hilâfet meselesi söz konusu olunca ve hilâfeti başkaları sahiplenince Ali (a.s) savaşmıyor; kılıca sarılmıyor ve ben savaşmamak üzere görevlendirildim; savaşmamam gerekir diyor. Diğerlerinden her ne kadar sertlik ve kabalık da görse yumuşak davranıyor. Öyle ki bir ara Hz. Zehra'nın (s.a) şu itirazıyla karşılaşıyor:
Nedir bu hâlin ey Ebu Talib oğlu?! Neden anne rahmindeki bebek gibi el ve ayağını kucaklayıp bir köşeye çekilmiş, dışarı çıkmaktan mahcubiyet duyan sanıklar gibi evde oturmuşsun?! Savaş meydanlarında aslanlar senin önünden kaçarlardı. Şimdi bu çakallar sana musallat olmuşlar?! Neden?[1]
Bunun üzerine Hz. Ali (a.s), orada o zaman vazifem o idi, şimdi ise budur, şeklinde cevap veriyor.
Yirmi beş sene geçiyor ve bu yirmi beş sene içerisinde Hz. Ali (a.s) sözde barış yanlısı ve uzlaşmacı bir kişidir. Halk Osman'a karşı kıyam edince (nihayet Osman'ın öldürülmesiyle sonuçlanan ayaklanmada) Ali (a.s) şahsen Osman'a karşı ayaklananlar arasında değildir; Osman'ın taraftarları arasında da yer almıyor; ayaklananlarla Osman arasında bir aracıdır. Bir taraftan ayaklananların isteklerinin (ki Osman'ın valileri ve onların halka reva gördükleri zulümlerden şikâyet mahiyetini içeren adilane isteklerdi) yerine gelmesi ve diğer taraftan da Osman'ın öldürülmemesi ve olayın bu şekilde son bulmaması için çaba harcıyordu. Nehcü'l-Belâğa'da böyle geçer ve tarih de kesin olarak böyle söylemektedir. Osman'a şöyle buyuruyor:
Ben senin bu ümmetin öldürülen önderi olmandan endişeleniyorum. Sen öldürülecek olursan bu ümmet üzerine öldürme kapısı açılacak, Müslümanlar arasında asla sönmeyecek bir fitne çıkacaktır.
O hâlde Hz. Ali (a.s) Osman'ın en kötü dönemlerinde (Osman'ın hayatının son anlarında) bile Osman'la ayaklananlar arasında gerçek bir aracı idi. Osman'ın hilâfetinin başında da, Abdurrahman b. Avf'ın hilesi sonucu altı kişiden sadece ikisi hilâfet adayı olarak kaldı. Biri Ali (a.s) ve diğeri ise Osman. (Orada da Hz. Ali aynı davranışı sergiledi. Ömer, yerine geçecek halifeyi seçmek için altı kişilik bir şûra tayin etmişti. Bu şûrada önce) üç kişi kenara çekildi. Bunlardan biri Hz. Ali'nin (a.s) lehine hilâfet adaylığından kenara çekilen Zübeyr, diğeri Osman'ın lehine çekilen Talha ve üçüncüsü ise Abdurrahman'ın lehine çekilen Sa'd b. Vakkas'tı. Geriye üç kişi kaldı. Abdurrahman, o da aday değilim dedi. Böylece iki kişi kaldı ve Abdurrahman'ın görüşü belirleyici oldu. Abdurrahman kime oy verseydi o dört oya sahip olacaktı (çünkü kendisinin iki oyu vardı; diğer iki kişinin de her birinin bir oyu olmak üzere iki oyu vardı) ve o şûraya göre halife sayılırdı.
Önce Ali'ye, "Allah'ın Kitabı, Resulullah'ın sünneti ve iki şeyhin (Ebubekir ve Ömer'in) sünnetine uygun davranmak şartıyla sana biat etmeye hazırım." dedi. Ali ise, "Ben Allah'ın Kitabı, Resulullah'ın sünneti ve kendi teşhisime göre davranmak şartıyla seninle biatleşirim." buyurdu.
Bunun üzerine Abdurrahman, Osman'ın yanına giderek, "Ben Allah'ın Kitabı, Resulullah'ın sünneti ve iki şeyhin (Ebubekir ve Ömer'in) sünnetlerine uygun davranman şartıyla sana biat ediyorum." dedi. Osman, "Pekiyi, kabul ediyorum." dedi. Oysa Osman, Ebubekir ve Ömer'in sünnetlerinden bile saptı. Her halükarda, orada gelip Hz. Ali'ye, neden böyle oldu diye itiraz ettiler. Bu durumda sen ne yapacaksın dediler. (Nehcü'l-Belâğa'da şöyle geçer:) Buyurdu ki:
Allah'a andolsun ki ben Müslümanların işleri düzenli yürüdüğü müddetçe ve özellikle benden başkasına zulmedilmedikçe teslim olacağım.[2]
Yani; vallahi Müslümanların işi doğru dürüst yürüdükçe, işler doğru bir şekilde idare edildiği ve zulüm sadece şahsıma yapılıp diğerlerine bir zarar gelmediği sürece; benim yerime oturan kişi haksız yere oturmuş olsa bile, muhalefet etmeyip teslim olacağım.
Osman'dan sonra, Muaviye'nin döneminde insanlar Hz. Ali'ye biat edince o Cemel, Sıffin ve Nehrevan ashabını oluşturan Nakisin, Kasitin, Marikin ordusuyla savaşıyor, kanlı bir savaşa imza atıyor. Yine Siffin Savaşı'ndan sonra, Haricîlerin başkaldırması, Amr-ı As ve Muaviye'nin hileye başvurup Kur'ân'ları mızraklara takarak, "Gelin aramızda Kur'ân hükmetsin." demeleri üzerine ordudan bir grup doğru söylüyorlar dedi ve böylece Hz. Ali'nin (a.s) ordusunda ikilik çıktı; artık Emirü'l-Müminin Ali (a.s) için başka seçenek kalmadı; istemediği hâlde teslim oldu ve nihayet hakemiyet olayını kabul etti. Bu da barışa benzer bir işti; yani hakemler gidip Kur'ân ve İslâm'ın emirlerine uygun bir karara varsınlar dedi.
Fakat Amr-ı As olayı öyle bir şekle soktu ki hatta Mua-viye için bile bir değeri yoktu. Yani olayı düzenbazlıkla bitirdi. Ebu Musa'yı aldattı. Fakat aldatması Ali'yi hilâfetten alıp Muaviye'yi bırakmakla sonuçlanacak şekilde değildi. Aksine, öyle bir şekilde hareket etti ki herkes onların anlaşmadığını, birinin diğerini aldattığını anladı. Çünkü biri, ben ikisini de hilâfetten alıyorum deyince, diğeri, biri konusunda doğrudur, ama ötekinde yalan söylüyor; ötekini ben kabul etmiyorum dedi. Daha minberden aşağı inmeden, neden beni aldattın diye kavga edip birbirlerine küfretmeye başladılar. Böylece olayın boş olduğu anlaşıldı.
Her halükârda, hakemiyet olayı da böyledir. Hz. Ali ne-den hakemiyete rıza gösterdi ve savaşı sürdürmedi? Haricîler kendisine baskı yaptılarsa bile neden savaşa devam etmedi? En kötüsü, oğlu İmam Hüseyin gibi öldürülürdü?!
Nitekim Resulullah'ın (s.a.a) hakkında da aynı şeyi söylüyoruz: Neden Resulullah (s.a.a) ilk başta savaşmadı; bilahare İmam Hüseyin gibi öldürülürdü?! Neden Hudeybiyye'de barış yaptı. En fazla İmam Hüseyin gibi öldürülürdü?!
Veya diyoruz ki: Resulullah'tan (s.a.a) sonra Emirü'l-Müminin Ali (a.s) neden önce savaşmadı; en kötüsü öldürülecekti; varsın olsun; İmam Hüseyin (a.s) gibi öldürülseydi?! Bu doğru bir söz müdür?
Daha sonra İmam Hasan ve İmam Hüseyin'in dönemine geliyoruz. Diğer Ehlibeyt İmamları (a.s) da İmam Hasan'ın barışı gibi bir yaşam sürmüşlerdir.
İşte bu nedenle mesele, sadece İmam Hasan'ın barışı ve İmam Hüseyin'in savaşı meselesi değildir; meseleyi daha geniş incelemek gerekir. Ben bir takım külliyata varmak için size fıkıh ilminin "cihad kitabı"nın bazı bölümlerini sunacağım. Bu külliyattan sonra ayrıntılara gireceğim.
[1]- İhticac-i Tabersi, c. 1, s. 107.
[2]- Nehcü'l-Belâğa, 74. hutbe.
Dostları ilə paylaş: |