yakınızdır." Demek istiyorlardı ki, bizler kralın çocukları gibiyiz,
geri kalan teba- dan farklıyız. Kralın yakını olmaktan dolayı bir ayrıcalığımız vardır. Bu ayrıcalığımız tebanın tâbi olduğu muameleye
tâbi olmamamızı gerektirir. Bir bakıma kendilerini, insanlara uygulanan
yasaların üstünde görüyorlardı. Çünkü kralın tahtına yakın
oluşları, başkalarının tâbi olduğu yasalarla yargılanmalarını önleyici
bir ayrıcalıktır. Diğer tebayla aynı statüde olamazlar. Başkalarının
aşağılandığı gibi onlar da aşağılanamazlar. Çünkü soylular,
saltanata yakınlıkları oranında sevgi ve saygınlık görürler.
Dolayısıyla ayette sözü edilen "oğul"luktan maksat, has adamı
ve yakını olmaktır. Bu açıdan "sevgilileriyiz" ifadesinin "Allah'ın
ogullarıyız" ifadesine atfedilmiş olması, açıklama amaçlı bir atıftır.
Yoksa bir gerçekliği söz konusu değildir. Onların bu soyluluk ve
sevgililik iddialarının gerisinde şu kaçınılmaz niyet yatıyordu: Biz
azaba uğratılmayacağız, cezalandırılmayacağız. Bizim akıbetimiz
nimet ve saygınlıktan başka bir şey değildir. Güya Allah'ın onları
azaplandırması, soyluluk ayrıcalıklarıyla bahşettiği sevgi ve saygın-
------
1- Luka Incili, Bap 3 : 38.
2- Tevrat, Çıkış Kitabı, Bap 4: 22.
3- Zebur, Mezmurlar, Bap : 7.
4- Irmiya'nın gaybten verdiği haberler, Bap 31: 9.
5- Incil ve eklerinin birçok yerinde bu nitelemeye rastlanır.
6- Diğer Incillerle beraber, Matta Incili, Bap: 5. 9.
Mâide Sûresi 15-19 ................................................. 425
lıkla bağdaşmaz.
Bunun kanıtı ise, onların sözleri reddedilirken kullanılan şu ifadelerdir:
"O diledigini bagışlar, diledigine azap eder." Çünkü eğer
onlar, "Biz Allah'ın ogulları ve sevgilileriyiz." sözüyle, hak mesajına
ilişkin çağrıyı kabul etmeseler bile, azaba uğratılmayacaklarını
kastetmiş ol-masalardı, "bagışlar..." ifadesinin onlara yönelik ret
cevab olarak sunulmasının bir anlamı olmadığı gibi, "Hayır, siz de
O'nun yaratıkların-dan birer insansınız." cümlesini de gerektirecek
iyi bir neden de olmazdı. Şu hâlde onların, "Biz Allah'ın ogulları ve
sevgilileri-yiz." şek-lindeki sözleri, "Biz Allah'ın has adamlarıyız,
O'nun sevilenleriyiz, istediğimizi yapsak, O'nun istemediğini
yapmasak bile O, bize azap etmeyecektir." anlamına gelir. Azaba
uğramama ve her türlü kötülük ve yasak karşısında dokunulmaz
olma, ancak yüksek otoritenin has adamı ve sevgilisi olmakla
mümkün olabilen ayrıcalıklı bir statüdür.
"De ki: O hâlde niçin günahlarınızdan ötürü Allah sürekli size azap
ediyor?" Burada yüce Allah Peygamberine, onlara karşı bir kanıt ileri
sürmesini ve iddialarını kanıtla çürütmesini emrediyor. Bu bağlamda
iki kanıt belirginlik kazanıyor: Birincisi, azaba uğratılmalarını
öne sürerek iddialarını çürütmek. İkincisi, onların sunduğu
kanıtın tersini sonuç verecek bir kanıtla iddialarını çürütmek.
"O hâlde niçin günahlarınızdan ötürü Allah sürekli size azap
ediyor?" ifadesinin kapsadığı birinci kanıtın özeti şudur: Eğer sizin,
Allah'ın oğulları ve sevgilileri olduğunuz, ilâhî azaptan yana güven
içinde bulunduğunuz, dolayısıyla dünyevî veya uhrevî her türlü azaptan
yana güvende olduğunuz şeklindeki iddianız doğruysa, şu
günahlarınızdan dolayı sizi sürekli olarak çepeçevre saran bu pratik
azap nedir?
Nitekim Yahudiler, sürekli olarak günah işlemektedirler; kendi
halkları arasından çıkan peygamberleri ve salihleri öldürmekte,
yüce Allah'a verdikleri sözü çiğnemek suretiyle günah işlemekte,
kutsal kitaplarındaki ifadeleri çarpıtarak asıl maksatlarının dışına
taşımakta, Allah'ın ayetlerini gizlemekte, inkâr etmekte, her türlü
426 ................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
azgınlığı, taşkınlığı ve sınır tanımaz saldırganlığı işlemektedirler.
Bu yaptıklarının vebalini de tepelenerek görmektedirler. Bunların
bir kısmı hayvanlara dönüştürülmüş, insan şeklinde kalan diğer
kısmının üzerine de alçaklık ve pespayelik damgası vurulmuştur.
Üzerlerine acımasız zalimler musallat edilmiştir. Bunlar onları soy
kırımdan geçirmiş, namuslarına tecavüz etmiş, ülkelerini harap
etmiştir. Tarih boyunca düşük bir hayat yaşamışlardır, ne ümit veren
bir dirilik, ne de unutulup gitmelerini sağlayacak bir ölüm görebilmişlerdir.
Hıristiyanlara gelince, onların çeşitli toplulukları arasında yaygın
olan günahlar ve bozgunculukların Yahudilerinkinden geri kalır
tarafı yoktur. Peygamberin (s.a.a) gönderildiği dönemde, ondan
sonra ve günümüze kadar tepelerine inen azaplar ve felâketler,
Yahudilerinkini aratmayacak yoğunluk ve sürekliliktedir. Tarih
bunların tümünün ya da büyük bir kısmının tanığıdır. Kur'ân buna
ilişkin birçok kıssayı anlatır. Bakara, Âl-i Imrân, Nisâ, Mâide, A'râf
ve diğer başka sureleri buna örnek gösterebiliriz.
Bunlar diyemezler ki: Üzerimize yağan musibetler, tepemize
binen belâlar, yakamıza yapışan fitneler, "belâ sevgiden dolayıdır"
türünden şeylerdir. Bunların, ilâhî gazabın sonucu duçar olunan
tepelenme ve cezalandırılma olduğuna ilişkin bir kanıt yoktur. Aynı
şeyler Ibrahim, Yakup, Yûsuf, Zekeriya ve Yahya gibi Allah'ın salih
kulları olan nebi ve resullerin başına da gelmiştir. Siz Müslümanlar
da Uhud ve Mute gibi savaşlarda benzeri musibetlerle yüz yüze
geldiniz. Bu tür olumsuzluklarla biz karşılaşınca adı ilâhî azap, siz
karşılaşınca da nimet ve onurlandırma mı oluyor?
Şöyle ki: Hiç kimse kuşku duymaz ki fizikî olumsuzluklar,
dünyevî musibet ve belâlar, kâfirlerin başına geldiği gibi
müminlerin de başına gelir, salih insanları yakaladığı gibi, yıkıcıbozguncu
insanları da yakalar. Bu, yüce Allah'ın öteden beri
kulların hayatına egemen kıldığı bir yasadır. Ancak bunların
nitelikleri ve etkileri insanın yapıcı veya bozguncu oluşuna, kulun
Rabbinin nezdindeki konumuna göre farklılık arz eder.
Mâide Sûresi 15-19 ...................................................... 427
Hiç kuşkusuz peygamberler ve erdem bakımından onlardan
sonra sıra alan salih kullar gibi nefsinde yapıcılık kök salmış, erdem
ve fazilet özünün, cevherinin ayrılmaz parçası hâline gelmiş
insanlar, dünyevî musibetlerle, sıkıntılarla, mihnetlerle karşılaştıklarında,
bunlar onların nefislerinin derinliklerindeki gizli erdemlerin,
gün yüzüne çıkmasına, pasif faziletlerin aktif hâle gelmesine
neden olurlar. Dolayısıyla o erdemlerden ve güzel sonuçlarından
hem kendileri, hem de başkaları yararlanırlar. Bundan da anlaşılıyor
ki, insan doğasının ilk etapta tepki gösterdiği bu tür musibetler,
ilâhî eğitimin araçlarından başka bir şey değildirler. Dilersen
buna, "terfi ettirme" de diyebilirsin.
Hayatı mutluluk veya mutsuzluk üzere istikrar kazanmamış, izlen-
mesi gereken mutluluk yolunu henüz bulamamış kimselerin
başına bir felâket geldiğinde, bir musibetle burun buruna kaldığında,
hemen akabinde izleyeceği yol belirginlik kazanır, küfür veya
iman, yapıcılık veya bozgunculuk karşısındaki konumu netleşir.
Bu tür musibet veya felâketler ancak sınama amaçlı belâlar olarak
nitelendirilebilir. Allah'ın gönderdiği bu felâketler, kişinin cennetten
ya da cehennemden yana bir çizgi tutturmasına ön ayak
olur.
Bazı kimseler de hayatlarını nefsin azgın hevasına uydururlar.
Yıkıcılıktan, bozgunculuktan, şehvet ve şiddetin girdabında
debelenmekten başka bir şey bilmezler. Bunlar her zaman
alçaklığı erdeme tercih ederler. Allah'a kafa tutarlar, hakka uyma
önerilerine küstahça burun kıvırırlar. Kur'ân-ı Kerim bu tür zalim
toplumların akıbetlerinden çarpıcı tablolar sunar. Nuh, Âd ve
Semud kavimlerini, Firavun Oğullarını, Medyen halkını ve Lut
kavmini buna örnek gösterebiliriz. Bunlar, Allah'ın uyarılarını
dikkate almamakta ayak diretip azgınlık nitelikli yaşamlarında
ısrar edince, ibreti âlem akıbetlere maruz kalmışlardır. Üzerlerine
yağan felâketler ölüm kusmuştu, köklerini kurutup tarih sahnesinden
silip atmıştı. Işte bunlara ilâhî azap, rabbani tepeleme ve
vebal denir, başka değil. Yüce Allah, bir ayette bu anlamların tümünü içeren bir ifade
428 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
kullanmıştır: "Biz günleri insanlar arasında dolaştırırız. Bu, Allah-
'ın kimlerin mümin oldugunu belirlemesi ve aranızda şahitlik edinmesi
içindir. Allah, zalimleri sevmez. Bir de böylece Allah,
müminleri arındırmak ve kâfirleri yok etmek ister." (Âl-i Imrân, 140-
141)
Hz. Musa'nın (a.s) gönderilişinden Hz. Muhammed'in (s.a.a)
gönderilişine kadar -iki bin yıldan fazla- geçen Yahudi tarihi, yine
Hz. İsa'nın (a.s) yeryüzünden kaldırılışından, İsa'nın doğuşuna kadar
-denil-diğine göre yaklaşık altı yüz yıl- geçen Hıristiyanların tarihi,
işledikleri günahlarla ve yaptıkları cürümlerle doludur. Bu alanda
akla gelebilecek her türlü günahı işlemekle kalmayıp, ısrar
da ettiler ve pişmanlık duymaya kesinlikle yanaşmadılar. Bu nedenle
onların tepelerine binen musibetler, ilâhî azap ve tepelendirmeden
başka bir ismi hak etmiyor.
Kuşkusuz, Müslümanlar da bu toplumların uğradıkları
musibetlerin aynısına uğradılar. Söz konusu musibetlere doğanın
sistemi perspektifinden baktığımız zaman, ilâhî plânlama elinin
sevk ve idare ettiği olaylardan başka bir şey değildirler. Bu, öteden
beri yürürlükte olan ilâhî bir yasa, evrensel bir sünnettir. Allah'ın
yasasında değişiklik olmaz.
Buna karşılık, musibetlere duçar olan Müslümanların durumları
perspektifinden baktığımız zaman, hak yol üzere bulundukları
sürece bu musibetler, ilâhî sınamalar olarak belirginleşir; hak yoldan
uzaklaştıklarında ise, ilâhî azap ve cezalandırma amaçlı tepeleme
olarak ön plâna çıkar. Kimsenin Allah katında ayrıcalığı yoktur.
Kendi isteği üzere hükmedenin Allah üzerinde hiçbir hakkı olmaz.
Kur'ân'da Müslümanların Allah katında ayrıcalıklı olduklarına
ilişkin bir ifadeye rastlanmaz. Müslümanlar Allah'ın oğulları veya
sevgilileri olarak nitelendirilmezler. Kimsenin ismine veya lakabına
itibar edilmez.
Yüce Allah, bir ayette Müslümanlara hitaben şöyle buyuruyor:
"Yoksa siz, Allah içinizdeki cihat edenleri ayırt etmeden ve sabırlıları
belirlemeden cennete girebileceginizi mi sandınız?... Mu-
Mâide Sûresi 15-19 ................................................ 429
hammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce daha nice peygamberler
gelip geçmiştir. Şimdi eger o ölür ya da öldürülürse,
topuklarınız üzerinde geri mi döneceksiniz? Kim iki topugu üzerinde
geri dönerse, Allah'a hiçbir zarar vermeyecektir. Şükredenleri
ise Allah ödüllendirecektir." (Âl-i Imrân, 142-144) Diğer bir ayette
de şöyle buyuruyor: "Iş ne sizin kuruntularınızla, ne de Ehlikitab'ın
kuruntularıyla olmaz. Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır
ve kendisi için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı
bulur." (Nisâ, 123)
"De ki: O hâlde niçin günahlarınızdan ötürü Allah sürekli size
azap ediyor?" ifadesinde, başka bir ihtimal de söz konusu olabilir.
Yani, kastedilen azabın uhrevî azap olması da muhtemeldir. Dolayısıyla
"yuazzibukum=azap ediyor" şeklindeki şimdiki zaman kipi,
önceki ihtimalin esası olan süreklilikten çok gelecek zamanı ifade
etmiş olabilir. Çünkü Ehlikitap genel olarak işledikleri günahın
karşılığı bir azabın olduğunu kabul ediyorlar. Kur'ân'da Yahudilerin
bu itirafı şu şekilde ifade edilir: "Sayılı birkaç gün dışında bize ateş
dokunmayacaktır." (Bakara, 80)
Hıristiyanlara gelince; gerçi onlar, İsa'nın kendini kurban edişiyle
günahlarının bağışlandığını ileri sürüyorlar; ancak bu bile bizzat
günahı ve çarmıha gerilme suretiyle İsa'nın gördüğü eziyetlerin
azap olduğunu kabul etme anlamına gelir. Incillerde zina gibi günahlardan
söz edilir. Kilise, günahlardan bağışlanma belgeleri dağıtmakla
fiilen azabın varlığını itiraf ediyor. Bu da bir ihtimaldir;
ancak birinci ihtimal iyi ve uygundur.
"Hayır, siz de O'nun yaratıklarından birer insansınız. O dilediğini
bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında
bulunan her şeyin egemenliği yalnızca Allah'ındır. Dönüş de sadece
O'nadır." Bu ifade onların iddialarına karşı itiraz mahiyetinde
sunulan ikinci kanıttır. Kanıtın özeti şudur: Sizin gerçekliğinize yönelik
bir gözlem, Allah'ın oğulları ve sevgilileri olduğunuza ilişkin
iddianızı çürütmek için yeterlidir. Çünkü siz de Yüce Allah'ın yarattığı
insanlar veya diğer canlı türleri gibi yaratılmışsınız. Allah'ın ya-
430 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
rattığı diğer varlıklara karşı herhangi bir ayrıcalığınız yoktur. Göklerde,
yerde ve bu ikisi arasında bulunan herhangi bir varlık, Allah
tarafından yaratılmış olmaktan öte bir şey değildir. Allah, onun ve
başka varlıkların sahibidir, tek egemenidir; dilediği gibi, dilediği
şekilde onlar üzerinde tasarrufta bulunur. O da herkes gibi, hem
kendisinin, hem de başkalarının üzerinde tek egemen olan
Rabbinin yanına dönecektir.
Durum böyle olduğuna göre, yüce Allah, içlerinde dilediğini
bağışlama ve dilediğine azap etme yetkisine ve gücüne sahiptir ve
hiçbir ayrıcalık ve saygınlık ya da başka bir şey, O'nun bir kimse
hakkında bağışlama ya da azap şeklinde bir hüküm vermesine
engel olamaz. Kimse yolunu kesemez, iradesini yürütmesini,
hükmünü etkin kılmasını engelleyecek şekilde önüne perde
geremez.
Bu açıdan, "Hayır, siz de O'nun yaratıklarından birer insansınız."
ifadesi, kanıtın öncüllerinden biri konumundadır. "Göklerin,
yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin egemenligi, yalnızca Allah'ındır."
ifadesi de bir başka öncül olarak anlam kazanıyor. "Dönüş
de sadece O'nadır." cümlesi, üçüncü öncül konumundadır. "O,
diledigini bagışlar, diledigine azap eder." ifadesi de mantıksal
önermenin sonuç kısmını oluşturmaktadır ki bu mantıksal açıklama,
hiçbir şekilde azaba uğratılmayacaklarına ilişkin iddialarıyla
çelişmektedir.
"Ey Ehlikitap! ...elçilerin arasının kesildiği, bir boşluk meydana geldiği
sırada elçimiz size geldi ki size açıklıyor." Ragıp el-Isfahanî der ki:
"el-Futûr, öfke sonrası yatışma, sertlik sonrası yumuşama ve güç
sonrası zayıflık anlamına gelir. Yüce Allah, 'Ey Ehlikitap!
...elçilerin arasının kesildigi, bir boşluk meydana geldigi sırada
elçimiz size geldi ki size açıklıyor.' buyurmuştur. Yani, Allah'ın elçisinin
gelişinden yoksun, sessizlik, boşluk dönemi."
Ayet, Ehlikitab'a yönelik ikinci bir hitaptır. Önceki hitabın
içeriğini de tamamlayıcı bir fonksiyon üstlenmektedir. Çünkü ilk
ayette onlara açıklamıştı ki: Allah size bir elçi gönderdi, onu
apaçık bir kitapla destekledi; elçi (veya kitap) Allah'ın izniyle
Mâide Sûresi 15-19 .................................................. 431
tapla destekledi; elçi (veya kitap) Allah'ın izniyle insanları salt hayra
ve mutluluğa iletir. Bu ayet ise, onlara şu mesajı veriyor: Bu ilâhî
açıklama, "Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi." demek suretiyle
bahaneler ileri sürmelerini önleme amacına ve onlara hücceti
tamamlamaya yöneliktir.
Bu açıklama ile, tefsirini sunduğumuz ayette yer alan "size
açıklıyor." ifadesinin ilintili olduğu konunun, önceki ayetin içeriği
olması ihtimali güçleniyor. Buna göre, ayetin açılımı şöyledir: Kitaptan
olduğu hâlde sizin gizlediğiniz birçok şeyi size açıklıyor. Yani,
sizin şu anda davet edildiğiniz din, sizin bizzat benimsediğiniz
dindir, sizin elinizdeki dini doğrulamaktadır. Iki din arasında farklılık
gibi görünen unsurlar ise, ilâhî kitapların içerdiği ama sizlerin
gizlediği bilgilerin açıklanmasından kaynaklanmaktadır.
Bu durumda, "Ey Ehlikitap! ...elçimiz size geldi ki size
açıklıyor." ifadesinin, önceki ifadenin aynen tekrarı olduğu söylenebilir.
Amaç, önceki hitapla ilintili olduğu hâlde, ondan ayrı duran
bazı sözleri ulamaktır. Bununla da, "Bize... gelmedi, demeyesiniz."
ifadesini kastedi-yoruz. Ilintilenenle, ilintilendirilen arasına uzun bir
fasıla girdiği için, böyle bir tekrara cevaz verilmiştir ve bunun örnekleri
Arapça da yaygındır. Şair der ki:
"Deve kuşlarının bakım yerlerini bana verin / Ki Vail Harbi ateşi
yeniden zihnimde alevlendi.
Deve kuşlarının bakım yerlerini bana verin / Çünkü soylu biri
değerli bir şeyi bir ayakkabı bağına satarsa, yine de pahalıdır."
Ayetteki hitabın, yeni bir başlangıç olması da mümkündür. Bu
durumda "size açıklıyor" fiilinin ilintili olduğu ifade, hazf edilmiş
kabul edilir. Ki ifade genel niteliğini kazanabilsin. Yani, açıklanması
gereken her şeyi size açıklıyor. Ya da böyle bir kullanımın
önemini vurgulamaya yöneliktir. Yani, açıklanmasına gerek duyduğunuz
önemli bir şeyi size açıklıyor. "elçilerin arasının kesildigi"
ifadesi böyle bir ihtiyaca yönelik bir işaret ya da kanıt içermiyor da
değil. Dolayısıyla şöyle bir anlam elde ediyoruz: Açıklanmasına
şiddetle ihtiyacınız olduğu bir şeyi elçilerin ardının kesildiği ve size
432 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5
bir şey açıklayamadıkları bir dönemde size açıklıyor.
"Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi, demeyesiniz." ifadesi,
"size geldi" ifadesiyle ilintilidir. Takdirî açılımı da şudur: Söylersiniz
endişesiyle veya söylemeyesiniz diye.
"Allah'ın her şeye gücü yeter." Bu ifade, konuyla ilgili yanlış bir
zihniyeti bertaraf etmeye yönelik gibidir. Çünkü Yahudiler, Tevrat-
'ın içerdiği şeriattan sonra başka bir şeriatın hükme bağlanmış
olmasını kabul etmiyorlardı. Bunun nedeni, onların neshi ve bedâyı
kabul etme-meye ilişkin anlayışlarıydı. Yüce Allah, onların bu asılsız
sanılarını, sı-nırsız kudretiyle çelişiyor diye reddetti. Daha önce,
tefsirimizin 1. cildinde Bakara 106. ayeti tefsir ederken 'nesh' kavramı
üzerinde durduk.
KUR'ÂN'IN GÖSTERDIĞI DÜŞÜNCE YÖNTEMI
Kur'ânî, Felsefî ve Rivayet Esaslı Araştırma
Şundan kuşku duymuyoruz: İnsan hayatı, düşünsel bir hayattır;
düşünce ve fikir dediğimiz bu olgu olmadıkça, insan hayatı tamamlanmış
olmaz. Düşünceye dayalı bir hayatın kaçınılmaz bir
gereği de şudur ki: Hayatın dayandığı düşünce doğru ve eksiksiz
olduğu oranda hayat da sağlam ve eksiksiz olarak seyrine devam
eder. Sağlam hayat -hangi yasalar esas alınırsa alınsın, önceden
izlenilen veya izlenilmeyen hangi yol izlenirse izlensin- kesinlikle
sağlam bir düşünceyle ilintili ve ona dayanıyordur. Hayat, düşünceye
dayalı olduğu oranda, sağlam ve doğru olur.
Ulu Allah, kitabının değişik yerlerinde farklı ifade tarzlarıyla bu
gerçeği açıklamıştır. "Ölü iken kendisini dirilttigimiz ve kendisine
insanlar arasında yürüyebilecegi bir ışık verdigimiz kimse, karanlıklar
içinde kalıp ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu?"
(En'âm, 122), "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer, 9),
"Allah sizden inananları bir derece ve kendilerine ilim verilenleri
ise derecelerle yükseltir." (Mücâdele, 11), "Müjdele kullarımı: Onlar
ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. Işte onlar Allah'ın
Mâide Sûresi 15-19 ........................................................... 433
kendilerini dogru yola ilettigi kimselerdir ve onlar gerçek akıl sahipleridir."
(Zümer, 17-18) Bunun gibi, tek tek zikretme gereğini
duymadığımız daha birçok ayet vardır. Dolayısıyla Kur'ân'ın insanları
sahih bir düşünce sistemine davet ettiği, düşünce yönteminin
esas alınmasını teşvik ettiği kuşku götürmez bir gerçektir.
Bunun yanı sıra, Kur'ân-ı Kerim, insanları kendisine yönelttiği
yo-lun, fikirsel yollardan biri olduğunu hatırlatıyor ve şöyle buyuruyor:
"Gerçekten bu Kur'ân en dogruya iletir." (Isrâ, 9) Yani, Kur'ân
en doğru hayat sistemine, en doğru yasal sisteme veya en doğru
yönteme yöneltir. Her hâlukârda Kur'ân'ın öngördüğü yol, dinamik
bir yoldur; bunun en doğru olması, izlenilen düşünce yönteminin
en doğru olmasına bağlıdır.
Bir diğer ayette de şöyle buyruluyor: "Gerçekten size Allah'tan
bir nur ve açık bir kitap gelmiştir. Allah onunla, rızasına uyanları
esenlik yollarına iletir, onları kendi ilmiyle karanlıklardan aydınlıga
çıkarır ve dosdogru yola iletir." (Mâide, 15-16) Ayette geçen
"dosdoğru yol"dan maksat, kendisinde ihtilaf olmayan, istenilen
gerçekle çelişmeyen ve kendi içinde tutarlı olup bazı parçaları diğeriyle
çelişki içinde olmayan açık, amaca ulaştırıcı yoldur.
Kur'ân-ı Kerim'de, insanların davet edildiği bu dosdoğru, bu
sahih ve sağlam düşünce belirgin olarak zikredilmiyor; bunun tanınması
insanların fıtrî akıllarına, öz doğalarının odağını oluşturan
kavrama yeteneklerine bırakılıyor. Ilâhî kitabı bir bütün olarak ele
alıp ayetlerini incelemeye tâbi tutacak olursak, üç yüzü aşkın ayette
insanların düşünmeye, öğüt almaya, akletmeye davet edildiklerini
görürüz. Hakkı kanıtlamak ya da batılı çürütmek için Hz. Peygambere
(s.a.a) çeşitli delillerin empoze edildiğini gözlemleriz: "De
ki: Öyle ise Allah, Meryem Oglu Mesih'i ve annesini... helâk etmek
isterse, Allah'a karşı kimin elinde bir şey var?..."
Ya da yüce Allah Nuh, Ibrahim, Musa ve diğer büyük
peygamberlerin, Lokman, Firavun hanedanına mensup mümin kişi
gibi velilerden (hepsine selam olsun) kanıt nitelikli kesitler sunar:
"Elçileri, 'Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe edilir mi?'
dediler." (Ibrâhim, 10), "Lokman ogluna ögüt vererek demişti ki:
Dostları ilə paylaş: |