El-MÎZÂn fî tefsîR-İl kur'ÂN cilt: 5 Nisa Suresinin Devamı ve Maide Suresi



Yüklə 7,94 Mb.
səhifə31/48
tarix04.01.2019
ölçüsü7,94 Mb.
#90079
1   ...   27   28   29   30   31   32   33   34   ...   48

yakınızdır." Demek istiyorlardı ki, bizler kralın çocukları gibiyiz,

geri kalan teba- dan farklıyız. Kralın yakını olmaktan dolayı bir ayrıcalığımız vardır. Bu ayrıcalığımız tebanın tâbi olduğu muameleye

tâbi olmamamızı gerektirir. Bir bakıma kendilerini, insanlara uygulanan

yasaların üstünde görüyorlardı. Çünkü kralın tahtına yakın

oluşları, başkalarının tâbi olduğu yasalarla yargılanmalarını önleyici

bir ayrıcalıktır. Diğer tebayla aynı statüde olamazlar. Başkalarının

aşağılandığı gibi onlar da aşağılanamazlar. Çünkü soylular,

saltanata yakınlıkları oranında sevgi ve saygınlık görürler.

Dolayısıyla ayette sözü edilen "oğul"luktan maksat, has adamı

ve yakını olmaktır. Bu açıdan "sevgilileriyiz" ifadesinin "Allah'ın



ogullarıyız" ifadesine atfedilmiş olması, açıklama amaçlı bir atıftır.

Yoksa bir gerçekliği söz konusu değildir. Onların bu soyluluk ve

sevgililik iddialarının gerisinde şu kaçınılmaz niyet yatıyordu: Biz

azaba uğratılmayacağız, cezalandırılmayacağız. Bizim akıbetimiz

nimet ve saygınlıktan başka bir şey değildir. Güya Allah'ın onları

azaplandırması, soyluluk ayrıcalıklarıyla bahşettiği sevgi ve saygın-

------

1- Luka Incili, Bap 3 : 38.



2- Tevrat, Çıkış Kitabı, Bap 4: 22.

3- Zebur, Mezmurlar, Bap : 7.

4- Irmiya'nın gaybten verdiği haberler, Bap 31: 9.

5- Incil ve eklerinin birçok yerinde bu nitelemeye rastlanır.

6- Diğer Incillerle beraber, Matta Incili, Bap: 5. 9.

 

Mâide Sûresi 15-19 ................................................. 425

 

lıkla bağdaşmaz.



 

Bunun kanıtı ise, onların sözleri reddedilirken kullanılan şu ifadelerdir:



"O diledigini bagışlar, diledigine azap eder." Çünkü eğer

onlar, "Biz Allah'ın ogulları ve sevgilileriyiz." sözüyle, hak mesajına

ilişkin çağrıyı kabul etmeseler bile, azaba uğratılmayacaklarını

kastetmiş ol-masalardı, "bagışlar..." ifadesinin onlara yönelik ret

cevab olarak sunulmasının bir anlamı olmadığı gibi, "Hayır, siz de

O'nun yaratıkların-dan birer insansınız." cümlesini de gerektirecek

iyi bir neden de olmazdı. Şu hâlde onların, "Biz Allah'ın ogulları ve



sevgilileri-yiz." şek-lindeki sözleri, "Biz Allah'ın has adamlarıyız,

O'nun sevilenleriyiz, istediğimizi yapsak, O'nun istemediğini

yapmasak bile O, bize azap etmeyecektir." anlamına gelir. Azaba

uğramama ve her türlü kötülük ve yasak karşısında dokunulmaz

olma, ancak yüksek otoritenin has adamı ve sevgilisi olmakla

mümkün olabilen ayrıcalıklı bir statüdür.

 

"De ki: O hâlde niçin günahlarınızdan ötürü Allah sürekli size azap

ediyor?" Burada yüce Allah Peygamberine, onlara karşı bir kanıt ileri

sürmesini ve iddialarını kanıtla çürütmesini emrediyor. Bu bağlamda

iki kanıt belirginlik kazanıyor: Birincisi, azaba uğratılmalarını

öne sürerek iddialarını çürütmek. İkincisi, onların sunduğu

kanıtın tersini sonuç verecek bir kanıtla iddialarını çürütmek.

"O hâlde niçin günahlarınızdan ötürü Allah sürekli size azap

ediyor?" ifadesinin kapsadığı birinci kanıtın özeti şudur: Eğer sizin,

Allah'ın oğulları ve sevgilileri olduğunuz, ilâhî azaptan yana güven

içinde bulunduğunuz, dolayısıyla dünyevî veya uhrevî her türlü azaptan

yana güvende olduğunuz şeklindeki iddianız doğruysa, şu

günahlarınızdan dolayı sizi sürekli olarak çepeçevre saran bu pratik

azap nedir?

 

Nitekim Yahudiler, sürekli olarak günah işlemektedirler; kendi



halkları arasından çıkan peygamberleri ve salihleri öldürmekte,

yüce Allah'a verdikleri sözü çiğnemek suretiyle günah işlemekte,

kutsal kitaplarındaki ifadeleri çarpıtarak asıl maksatlarının dışına

taşımakta, Allah'ın ayetlerini gizlemekte, inkâr etmekte, her türlü

 

426 ................................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

azgınlığı, taşkınlığı ve sınır tanımaz saldırganlığı işlemektedirler.



Bu yaptıklarının vebalini de tepelenerek görmektedirler. Bunların

bir kısmı hayvanlara dönüştürülmüş, insan şeklinde kalan diğer

kısmının üzerine de alçaklık ve pespayelik damgası vurulmuştur.

Üzerlerine acımasız zalimler musallat edilmiştir. Bunlar onları soy

kırımdan geçirmiş, namuslarına tecavüz etmiş, ülkelerini harap

etmiştir. Tarih boyunca düşük bir hayat yaşamışlardır, ne ümit veren

bir dirilik, ne de unutulup gitmelerini sağlayacak bir ölüm görebilmişlerdir.

Hıristiyanlara gelince, onların çeşitli toplulukları arasında yaygın

olan günahlar ve bozgunculukların Yahudilerinkinden geri kalır

tarafı yoktur. Peygamberin (s.a.a) gönderildiği dönemde, ondan

sonra ve günümüze kadar tepelerine inen azaplar ve felâketler,

Yahudilerinkini aratmayacak yoğunluk ve sürekliliktedir. Tarih

bunların tümünün ya da büyük bir kısmının tanığıdır. Kur'ân buna

ilişkin birçok kıssayı anlatır. Bakara, Âl-i Imrân, Nisâ, Mâide, A'râf

ve diğer başka sureleri buna örnek gösterebiliriz.

 

Bunlar diyemezler ki: Üzerimize yağan musibetler, tepemize



binen belâlar, yakamıza yapışan fitneler, "belâ sevgiden dolayıdır"

türünden şeylerdir. Bunların, ilâhî gazabın sonucu duçar olunan

tepelenme ve cezalandırılma olduğuna ilişkin bir kanıt yoktur. Aynı

şeyler Ibrahim, Yakup, Yûsuf, Zekeriya ve Yahya gibi Allah'ın salih

kulları olan nebi ve resullerin başına da gelmiştir. Siz Müslümanlar

da Uhud ve Mute gibi savaşlarda benzeri musibetlerle yüz yüze

geldiniz. Bu tür olumsuzluklarla biz karşılaşınca adı ilâhî azap, siz

karşılaşınca da nimet ve onurlandırma mı oluyor?

 

Şöyle ki: Hiç kimse kuşku duymaz ki fizikî olumsuzluklar,



dünyevî musibet ve belâlar, kâfirlerin başına geldiği gibi

müminlerin de başına gelir, salih insanları yakaladığı gibi, yıkıcıbozguncu

insanları da yakalar. Bu, yüce Allah'ın öteden beri

kulların hayatına egemen kıldığı bir yasadır. Ancak bunların

nitelikleri ve etkileri insanın yapıcı veya bozguncu oluşuna, kulun

Rabbinin nezdindeki konumuna göre farklılık arz eder.

 

Mâide Sûresi 15-19 ...................................................... 427

 

Hiç kuşkusuz peygamberler ve erdem bakımından onlardan



sonra sıra alan salih kullar gibi nefsinde yapıcılık kök salmış, erdem

ve fazilet özünün, cevherinin ayrılmaz parçası hâline gelmiş

insanlar, dünyevî musibetlerle, sıkıntılarla, mihnetlerle karşılaştıklarında,

bunlar onların nefislerinin derinliklerindeki gizli erdemlerin,

gün yüzüne çıkmasına, pasif faziletlerin aktif hâle gelmesine

neden olurlar. Dolayısıyla o erdemlerden ve güzel sonuçlarından

hem kendileri, hem de başkaları yararlanırlar. Bundan da anlaşılıyor

ki, insan doğasının ilk etapta tepki gösterdiği bu tür musibetler,

ilâhî eğitimin araçlarından başka bir şey değildirler. Dilersen

buna, "terfi ettirme" de diyebilirsin.

 

Hayatı mutluluk veya mutsuzluk üzere istikrar kazanmamış, izlen-



mesi gereken mutluluk yolunu henüz bulamamış kimselerin

başına bir felâket geldiğinde, bir musibetle burun buruna kaldığında,

hemen akabinde izleyeceği yol belirginlik kazanır, küfür veya

iman, yapıcılık veya bozgunculuk karşısındaki konumu netleşir.

Bu tür musibet veya felâketler ancak sınama amaçlı belâlar olarak

nitelendirilebilir. Allah'ın gönderdiği bu felâketler, kişinin cennetten

ya da cehennemden yana bir çizgi tutturmasına ön ayak

olur.


 

Bazı kimseler de hayatlarını nefsin azgın hevasına uydururlar.

Yıkıcılıktan, bozgunculuktan, şehvet ve şiddetin girdabında

debelenmekten başka bir şey bilmezler. Bunlar her zaman

alçaklığı erdeme tercih ederler. Allah'a kafa tutarlar, hakka uyma

önerilerine küstahça burun kıvırırlar. Kur'ân-ı Kerim bu tür zalim

toplumların akıbetlerinden çarpıcı tablolar sunar. Nuh, Âd ve

Semud kavimlerini, Firavun Oğullarını, Medyen halkını ve Lut

kavmini buna örnek gösterebiliriz. Bunlar, Allah'ın uyarılarını

dikkate almamakta ayak diretip azgınlık nitelikli yaşamlarında

ısrar edince, ibreti âlem akıbetlere maruz kalmışlardır. Üzerlerine

yağan felâketler ölüm kusmuştu, köklerini kurutup tarih sahnesinden

silip atmıştı. Işte bunlara ilâhî azap, rabbani tepeleme ve

vebal denir, başka değil. Yüce Allah, bir ayette bu anlamların tümünü içeren bir ifade

 

428 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

kullanmıştır: "Biz günleri insanlar arasında dolaştırırız. Bu, Allah-



'ın kimlerin mümin oldugunu belirlemesi ve aranızda şahitlik edinmesi

içindir. Allah, zalimleri sevmez. Bir de böylece Allah,

müminleri arındırmak ve kâfirleri yok etmek ister." (Âl-i Imrân, 140-

141)


Hz. Musa'nın (a.s) gönderilişinden Hz. Muhammed'in (s.a.a)

gönderilişine kadar -iki bin yıldan fazla- geçen Yahudi tarihi, yine

Hz. İsa'nın (a.s) yeryüzünden kaldırılışından, İsa'nın doğuşuna kadar

-denil-diğine göre yaklaşık altı yüz yıl- geçen Hıristiyanların tarihi,

işledikleri günahlarla ve yaptıkları cürümlerle doludur. Bu alanda

akla gelebilecek her türlü günahı işlemekle kalmayıp, ısrar

da ettiler ve pişmanlık duymaya kesinlikle yanaşmadılar. Bu nedenle

onların tepelerine binen musibetler, ilâhî azap ve tepelendirmeden

başka bir ismi hak etmiyor.

 

Kuşkusuz, Müslümanlar da bu toplumların uğradıkları



musibetlerin aynısına uğradılar. Söz konusu musibetlere doğanın

sistemi perspektifinden baktığımız zaman, ilâhî plânlama elinin

sevk ve idare ettiği olaylardan başka bir şey değildirler. Bu, öteden

beri yürürlükte olan ilâhî bir yasa, evrensel bir sünnettir. Allah'ın

yasasında değişiklik olmaz.

 

Buna karşılık, musibetlere duçar olan Müslümanların durumları



perspektifinden baktığımız zaman, hak yol üzere bulundukları

sürece bu musibetler, ilâhî sınamalar olarak belirginleşir; hak yoldan

uzaklaştıklarında ise, ilâhî azap ve cezalandırma amaçlı tepeleme

olarak ön plâna çıkar. Kimsenin Allah katında ayrıcalığı yoktur.

Kendi isteği üzere hükmedenin Allah üzerinde hiçbir hakkı olmaz.

Kur'ân'da Müslümanların Allah katında ayrıcalıklı olduklarına

ilişkin bir ifadeye rastlanmaz. Müslümanlar Allah'ın oğulları veya

sevgilileri olarak nitelendirilmezler. Kimsenin ismine veya lakabına

itibar edilmez.

 

Yüce Allah, bir ayette Müslümanlara hitaben şöyle buyuruyor:



"Yoksa siz, Allah içinizdeki cihat edenleri ayırt etmeden ve sabırlıları

belirlemeden cennete girebileceginizi mi sandınız?... Mu-

 

Mâide Sûresi 15-19 ................................................ 429

 

hammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce daha nice peygamberler

gelip geçmiştir. Şimdi eger o ölür ya da öldürülürse,

topuklarınız üzerinde geri mi döneceksiniz? Kim iki topugu üzerinde

geri dönerse, Allah'a hiçbir zarar vermeyecektir. Şükredenleri

ise Allah ödüllendirecektir." (Âl-i Imrân, 142-144) Diğer bir ayette

de şöyle buyuruyor: "Iş ne sizin kuruntularınızla, ne de Ehlikitab'ın



kuruntularıyla olmaz. Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalandırılır

ve kendisi için Allah'tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı

bulur." (Nisâ, 123)

"De ki: O hâlde niçin günahlarınızdan ötürü Allah sürekli size

azap ediyor?" ifadesinde, başka bir ihtimal de söz konusu olabilir.

Yani, kastedilen azabın uhrevî azap olması da muhtemeldir. Dolayısıyla

"yuazzibukum=azap ediyor" şeklindeki şimdiki zaman kipi,

önceki ihtimalin esası olan süreklilikten çok gelecek zamanı ifade

etmiş olabilir. Çünkü Ehlikitap genel olarak işledikleri günahın

karşılığı bir azabın olduğunu kabul ediyorlar. Kur'ân'da Yahudilerin

bu itirafı şu şekilde ifade edilir: "Sayılı birkaç gün dışında bize ateş

dokunmayacaktır." (Bakara, 80)

 

Hıristiyanlara gelince; gerçi onlar, İsa'nın kendini kurban edişiyle



günahlarının bağışlandığını ileri sürüyorlar; ancak bu bile bizzat

günahı ve çarmıha gerilme suretiyle İsa'nın gördüğü eziyetlerin

azap olduğunu kabul etme anlamına gelir. Incillerde zina gibi günahlardan

söz edilir. Kilise, günahlardan bağışlanma belgeleri dağıtmakla

fiilen azabın varlığını itiraf ediyor. Bu da bir ihtimaldir;

ancak birinci ihtimal iyi ve uygundur.

 

"Hayır, siz de O'nun yaratıklarından birer insansınız. O dilediğini

bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında

bulunan her şeyin egemenliği yalnızca Allah'ındır. Dönüş de sadece

O'nadır." Bu ifade onların iddialarına karşı itiraz mahiyetinde

sunulan ikinci kanıttır. Kanıtın özeti şudur: Sizin gerçekliğinize yönelik

bir gözlem, Allah'ın oğulları ve sevgilileri olduğunuza ilişkin

iddianızı çürütmek için yeterlidir. Çünkü siz de Yüce Allah'ın yarattığı

insanlar veya diğer canlı türleri gibi yaratılmışsınız. Allah'ın ya-

 

430 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

rattığı diğer varlıklara karşı herhangi bir ayrıcalığınız yoktur. Göklerde,



yerde ve bu ikisi arasında bulunan herhangi bir varlık, Allah

tarafından yaratılmış olmaktan öte bir şey değildir. Allah, onun ve

başka varlıkların sahibidir, tek egemenidir; dilediği gibi, dilediği

şekilde onlar üzerinde tasarrufta bulunur. O da herkes gibi, hem

kendisinin, hem de başkalarının üzerinde tek egemen olan

Rabbinin yanına dönecektir.

 

Durum böyle olduğuna göre, yüce Allah, içlerinde dilediğini



bağışlama ve dilediğine azap etme yetkisine ve gücüne sahiptir ve

hiçbir ayrıcalık ve saygınlık ya da başka bir şey, O'nun bir kimse

hakkında bağışlama ya da azap şeklinde bir hüküm vermesine

engel olamaz. Kimse yolunu kesemez, iradesini yürütmesini,

hükmünü etkin kılmasını engelleyecek şekilde önüne perde

geremez.


 

Bu açıdan, "Hayır, siz de O'nun yaratıklarından birer insansınız."

ifadesi, kanıtın öncüllerinden biri konumundadır. "Göklerin,

yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin egemenligi, yalnızca Allah'ındır."

ifadesi de bir başka öncül olarak anlam kazanıyor. "Dönüş



de sadece O'nadır." cümlesi, üçüncü öncül konumundadır. "O,

diledigini bagışlar, diledigine azap eder." ifadesi de mantıksal

önermenin sonuç kısmını oluşturmaktadır ki bu mantıksal açıklama,

hiçbir şekilde azaba uğratılmayacaklarına ilişkin iddialarıyla

çelişmektedir.

 

"Ey Ehlikitap! ...elçilerin arasının kesildiği, bir boşluk meydana geldiği



sırada elçimiz size geldi ki size açıklıyor." Ragıp el-Isfahanî der ki:

"el-Futûr, öfke sonrası yatışma, sertlik sonrası yumuşama ve güç

sonrası zayıflık anlamına gelir. Yüce Allah, 'Ey Ehlikitap!

...elçilerin arasının kesildigi, bir boşluk meydana geldigi sırada

elçimiz size geldi ki size açıklıyor.' buyurmuştur. Yani, Allah'ın elçisinin

gelişinden yoksun, sessizlik, boşluk dönemi."

 

Ayet, Ehlikitab'a yönelik ikinci bir hitaptır. Önceki hitabın



içeriğini de tamamlayıcı bir fonksiyon üstlenmektedir. Çünkü ilk

ayette onlara açıklamıştı ki: Allah size bir elçi gönderdi, onu

apaçık bir kitapla destekledi; elçi (veya kitap) Allah'ın izniyle

 

Mâide Sûresi 15-19 .................................................. 431

 

tapla destekledi; elçi (veya kitap) Allah'ın izniyle insanları salt hayra



ve mutluluğa iletir. Bu ayet ise, onlara şu mesajı veriyor: Bu ilâhî

açıklama, "Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi." demek suretiyle

bahaneler ileri sürmelerini önleme amacına ve onlara hücceti

tamamlamaya yöneliktir.

 

Bu açıklama ile, tefsirini sunduğumuz ayette yer alan "size



açıklıyor." ifadesinin ilintili olduğu konunun, önceki ayetin içeriği

olması ihtimali güçleniyor. Buna göre, ayetin açılımı şöyledir: Kitaptan

olduğu hâlde sizin gizlediğiniz birçok şeyi size açıklıyor. Yani,

sizin şu anda davet edildiğiniz din, sizin bizzat benimsediğiniz

dindir, sizin elinizdeki dini doğrulamaktadır. Iki din arasında farklılık

gibi görünen unsurlar ise, ilâhî kitapların içerdiği ama sizlerin

gizlediği bilgilerin açıklanmasından kaynaklanmaktadır.

Bu durumda, "Ey Ehlikitap! ...elçimiz size geldi ki size



açıklıyor." ifadesinin, önceki ifadenin aynen tekrarı olduğu söylenebilir.

Amaç, önceki hitapla ilintili olduğu hâlde, ondan ayrı duran

bazı sözleri ulamaktır. Bununla da, "Bize... gelmedi, demeyesiniz."

ifadesini kastedi-yoruz. Ilintilenenle, ilintilendirilen arasına uzun bir

fasıla girdiği için, böyle bir tekrara cevaz verilmiştir ve bunun örnekleri

Arapça da yaygındır. Şair der ki:

"Deve kuşlarının bakım yerlerini bana verin / Ki Vail Harbi ateşi

yeniden zihnimde alevlendi.

Deve kuşlarının bakım yerlerini bana verin / Çünkü soylu biri

değerli bir şeyi bir ayakkabı bağına satarsa, yine de pahalıdır."

Ayetteki hitabın, yeni bir başlangıç olması da mümkündür. Bu

durumda "size açıklıyor" fiilinin ilintili olduğu ifade, hazf edilmiş

kabul edilir. Ki ifade genel niteliğini kazanabilsin. Yani, açıklanması

gereken her şeyi size açıklıyor. Ya da böyle bir kullanımın

önemini vurgulamaya yöneliktir. Yani, açıklanmasına gerek duyduğunuz

önemli bir şeyi size açıklıyor. "elçilerin arasının kesildigi"

ifadesi böyle bir ihtiyaca yönelik bir işaret ya da kanıt içermiyor da

değil. Dolayısıyla şöyle bir anlam elde ediyoruz: Açıklanmasına

şiddetle ihtiyacınız olduğu bir şeyi elçilerin ardının kesildiği ve size

 

432 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5

 

bir şey açıklayamadıkları bir dönemde size açıklıyor.



"Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi, demeyesiniz." ifadesi,

"size geldi" ifadesiyle ilintilidir. Takdirî açılımı da şudur: Söylersiniz

endişesiyle veya söylemeyesiniz diye.

 

"Allah'ın her şeye gücü yeter." Bu ifade, konuyla ilgili yanlış bir

zihniyeti bertaraf etmeye yönelik gibidir. Çünkü Yahudiler, Tevrat-

'ın içerdiği şeriattan sonra başka bir şeriatın hükme bağlanmış

olmasını kabul etmiyorlardı. Bunun nedeni, onların neshi ve bedâyı

kabul etme-meye ilişkin anlayışlarıydı. Yüce Allah, onların bu asılsız

sanılarını, sı-nırsız kudretiyle çelişiyor diye reddetti. Daha önce,

tefsirimizin 1. cildinde Bakara 106. ayeti tefsir ederken 'nesh' kavramı

üzerinde durduk.

 

KUR'ÂN'IN GÖSTERDIĞI DÜŞÜNCE YÖNTEMI



Kur'ânî, Felsefî ve Rivayet Esaslı Araştırma

 

Şundan kuşku duymuyoruz: İnsan hayatı, düşünsel bir hayattır;



düşünce ve fikir dediğimiz bu olgu olmadıkça, insan hayatı tamamlanmış

olmaz. Düşünceye dayalı bir hayatın kaçınılmaz bir

gereği de şudur ki: Hayatın dayandığı düşünce doğru ve eksiksiz

olduğu oranda hayat da sağlam ve eksiksiz olarak seyrine devam

eder. Sağlam hayat -hangi yasalar esas alınırsa alınsın, önceden

izlenilen veya izlenilmeyen hangi yol izlenirse izlensin- kesinlikle

sağlam bir düşünceyle ilintili ve ona dayanıyordur. Hayat, düşünceye

dayalı olduğu oranda, sağlam ve doğru olur.

 

Ulu Allah, kitabının değişik yerlerinde farklı ifade tarzlarıyla bu



gerçeği açıklamıştır. "Ölü iken kendisini dirilttigimiz ve kendisine

insanlar arasında yürüyebilecegi bir ışık verdigimiz kimse, karanlıklar

içinde kalıp ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu?"

(En'âm, 122), "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer, 9),



"Allah sizden inananları bir derece ve kendilerine ilim verilenleri

ise derecelerle yükseltir." (Mücâdele, 11), "Müjdele kullarımı: Onlar

ki, sözü dinlerler ve onun en güzeline uyarlar. Işte onlar Allah'ın

 

Mâide Sûresi 15-19 ........................................................... 433

 

kendilerini dogru yola ilettigi kimselerdir ve onlar gerçek akıl sahipleridir."

(Zümer, 17-18) Bunun gibi, tek tek zikretme gereğini

duymadığımız daha birçok ayet vardır. Dolayısıyla Kur'ân'ın insanları

sahih bir düşünce sistemine davet ettiği, düşünce yönteminin

esas alınmasını teşvik ettiği kuşku götürmez bir gerçektir.

Bunun yanı sıra, Kur'ân-ı Kerim, insanları kendisine yönelttiği

yo-lun, fikirsel yollardan biri olduğunu hatırlatıyor ve şöyle buyuruyor:

"Gerçekten bu Kur'ân en dogruya iletir." (Isrâ, 9) Yani, Kur'ân

en doğru hayat sistemine, en doğru yasal sisteme veya en doğru

yönteme yöneltir. Her hâlukârda Kur'ân'ın öngördüğü yol, dinamik

bir yoldur; bunun en doğru olması, izlenilen düşünce yönteminin

en doğru olmasına bağlıdır.

 

Bir diğer ayette de şöyle buyruluyor: "Gerçekten size Allah'tan



bir nur ve açık bir kitap gelmiştir. Allah onunla, rızasına uyanları

esenlik yollarına iletir, onları kendi ilmiyle karanlıklardan aydınlıga

çıkarır ve dosdogru yola iletir." (Mâide, 15-16) Ayette geçen

"dosdoğru yol"dan maksat, kendisinde ihtilaf olmayan, istenilen

gerçekle çelişmeyen ve kendi içinde tutarlı olup bazı parçaları diğeriyle

çelişki içinde olmayan açık, amaca ulaştırıcı yoldur.

Kur'ân-ı Kerim'de, insanların davet edildiği bu dosdoğru, bu

sahih ve sağlam düşünce belirgin olarak zikredilmiyor; bunun tanınması

insanların fıtrî akıllarına, öz doğalarının odağını oluşturan

kavrama yeteneklerine bırakılıyor. Ilâhî kitabı bir bütün olarak ele

alıp ayetlerini incelemeye tâbi tutacak olursak, üç yüzü aşkın ayette

insanların düşünmeye, öğüt almaya, akletmeye davet edildiklerini

görürüz. Hakkı kanıtlamak ya da batılı çürütmek için Hz. Peygambere

(s.a.a) çeşitli delillerin empoze edildiğini gözlemleriz: "De



ki: Öyle ise Allah, Meryem Oglu Mesih'i ve annesini... helâk etmek

isterse, Allah'a karşı kimin elinde bir şey var?..."

Ya da yüce Allah Nuh, Ibrahim, Musa ve diğer büyük

peygamberlerin, Lokman, Firavun hanedanına mensup mümin kişi

gibi velilerden (hepsine selam olsun) kanıt nitelikli kesitler sunar:



"Elçileri, 'Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe edilir mi?'

dediler." (Ibrâhim, 10), "Lokman ogluna ögüt vererek demişti ki:

 


Yüklə 7,94 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   27   28   29   30   31   32   33   34   ...   48




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin