Bakara Sûresi / 30-33 ......................................................
30- Hani bir zaman Rabbin, meleklere; "Ben, yeryüzünde bir
halife yaratacağım." demişti. Onlar da: "Orada bozgunculuk yapacak
ve kanlar dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek
tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz." dediler. Allah: "Ben sizin
bilmediklerinizi bilirim" dedi.
31- Ve Âdem'e isimlerin tümünü öğretti. Sonra onları meleklere
sundu ve "Eğer doğru söylüyorsanız, bunların isimlerini bana
haber verin." dedi.
32- Dediler ki: "Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim
hiçbir bilgimiz yok. Şüphesiz sen, bilensin, hikmet sahibisin."
33- (Allah:) "Ey Âdem, bunlara onların isimlerini haber ver."
dedi. O, bunları onlara isimleriyle haber verince de dedi ki: "Ben
size, ben göklerin ve yerin gaybını bilirim, sizin açığa vurduğunuzu
ve içinizde gizlemekte olduğunuzu bilirim, dememiş miydim?"
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Yukarıdaki ayet-i kerimeler insanın yeryüzüne indiriliş gayesini,
yeryüzüne halife olarak atanmasının mahiyetini, bu misyonu-
192 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
nun sonuç ve özelliklerini açıklamaktadır. Bu kıssa, Kur'ân-ı Kerim'de
yer alan diğer kıssaların aksine sadece burada gündeme
getirilmiştir.
"Hani bir zaman Rabbin... demişti..." İleride yüce Allah'ın "demesinin",
meleklerin "demelerinin" ve şeytanın "demesinin" ne anlam
ifade ettiğini açıklayacağız, inşaallah.
"Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birisini mi yaratacaksın?
Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz." Görüldüğü
kadarıyla melekler, yüce Allah'ın "Ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım." sözünden, yeryüzünde bozgunculuğun yaşanacağını
ve kan döküleceğini anlıyorlar. Çünkü yer menşeli maddî varlık,
öfke ve ihtiras güçlerinin bir bileşkesidir. Yaşanılacak yurt da didişme,
sürtüşme yurdudur. Her bakımdan sınırlıdır. Her an çekişmeye
yol açacak niteliktedir. Bileşimleri çözülmeye elverişlidir.
Düzeni ve ıslah edilmiş yanları yeniden bozulabilir, sistemi allak
bullak olabilir. Burada ancak türsel bir hayat sürdürülür. Birleşme
ve dayanışma olmadığı sürece kalıcılık olmaz.
Buradan anladılar ki, yeryüzünde sözü edilen halifelik, ancak
bireylerin bir araya gelmesiyle gerçekleşen toplumsal hayatta söz
konusudur. Böyle bir düzende de bozgunculuk ve kan dökücülük
kaçınılmazdır.
Halifelik misyonu ise, tam anlamıyla bu misyonun asıl sahibi
temsil edilmedikçe gerçekleşmez. Yani halife, bu makamın asıl
sahibinin adına yönetme, hükmetme ve düzenleme salahiyetine
sahip olmalıdır. Yeryüzünde temsil edilmek istenen yüce Allah,
varlığı itibariyle en güzel isimlere sahiptir. Güzellik ve yücelikle ilgili
en üstün nitelikler O'nundur. Zatı açısından noksanlıklardan
münezzehtir, fiilleri bakımından kötülükten ve bozgunculuktan
uzaktır, yücedir.
Yer menşeli bir halife bu hâliyle Allah'ın halifesi olmaya lâyık
değildir. Her türlü noksanlığı barındıran varlığıyla, noksanlıklardan
münezzeh, her türlü yokluktan beri olan, ilâhî varlığın yerine
halife olamaz. Toprak nerede, sahiplerin sahibi, ortaksız Rab nerede!
Meleklerin sarf ettikleri bu sözler, bilmedikleri hususları öğrenme,
söz konusu halifeyle ilgili olarak içinden çıkamadıkları
meseleleri çözüme kavuşturma amacına yöneliktir. Yoksa her-
Bakara Sûresi / 30-33 ...................................................... 193
hangi bir itiraz veya karşı çık-ma söz konusu değildir. Bunun kanıtı
da yüce Allah'ın onlar adına aktardığı şu ifadedir: "Şüphesiz sen
bilensin, hikmet sahibisin." Cüm-lenin ifade biçiminden meleklerin
teslimiyetçi bir tavır içinde oldukları anlaşılıyor.
Meleklerin sözlerinden çıkan sonuç şudur: Halife tayini, ancak
halifenin, kendisini tayin eden yüce zâtı, tüm noksanlıklardan tenzih
ederek övmesi ve varlığı ile onun kutsiyetini kanıtlaması içindir.
Yer menşeli bir varlık ise, bunu gerçekleştiremez. Tersine bu
konumunu ve işlevini bozgunculuk ve kötülük uğrunda kullanacaktır.
Bu görevlendirmenin amacı, Allah'ı tesbih etmektir, O'nu
noksan sıfatlardan tenzih etmektir. Bu ise, bizim seni tesbih etmemizle,
sana hamd etmemizle, seni noksan sıfatlardan tenzih
etmemizle gerçekleşmiş bulunmaktadır. Öyleyse senin halifelerin
biziz veya bizi kendine halife kıl. Şu yer menşeli hilafetin sana ne
faydası olacaktır? Yüce Allah onların bu değerlendirmelerini şu
sözleriyle cevaplandırıyor: "Dedi ki: 'Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.'
Ve Âdem'e isimlerin tümünü öğretti."
Ayetlerin akışından öncelikle şu husus anlaşılıyor: Söz konusu
halifelik, yüce Allah adınadır. Bazı tefsir âlimlerinin ihtimal verdikleri
gibi, insanlardan önce yaşayan bir tür canlı adına değildir bu
halifelik. İddiaya göre bu canlı türü yok olunca yüce Allah insanları
onlara halife kılmak istemiştir. Ama bu doğru değildir. Çünkü yüce
Allah'ın onlara, Âdem'e isimleri öğretmek suretiyle verdiği cevap,
söz konusu iddiayla bağdaşmıyor. Bundan dolayı, hilafet Hz. Âdem'in
(a.s) şahsıyla sınırlı değildir. Bir ayırım gözetilmeksizin tüm
soyu bu görevde ona ortaktır. İsimlerin öğretilmesi, bu bilginin insanın
özüne yerleştirilmesi demektir. Nitekim, bunun etkisi yavaş
yavaş ama kesintisiz olarak kendini belli eder. İlâhî hidayet söz
konusu olursa insan, bu bilgiyi kuvveden fiile geçirebilir.
Halifeliğin tüm insanları kapsadığı yüce Allah'ın şu sözünde de
vurgulanmaktadır: "Hani sizi, Nuh kavminden sonra, halifeler kıldı."
(A'râf, 69) Yüce Allah bir diğer ayette de şöyle buyuruyor: "Sonra
sizi yeryüzünde halifeler yaptık." (Yûnus, 14) Konuyla ilgili bir diğer
ayet de şudur: "Ve sizi yeryüzünün halifeleri yapıyor." (Neml, 62)
Ayetlerin akışından çıkan ikinci sonuç da şudur: Yüce Allah
yeryüzü halifesinin bozgunculuk yapacağını ve kan dökeceğini
reddetmiyor ve meleklerin kendisini tesbih edip noksanlıklardan
194 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
tenzih ettikleri şeklindeki iddialarını da yalanlamıyor. Ancak yeni
bir şey ortaya koyuyor. Meleklerin kaldıramayacakları bir olgudan
söz ediyor. Ama yer menşeli bu halife bu yükümlülüğü kaldıracak
kapasitededir. O, yüce Allah'tan bir örnek alabilmekte, bir sır taşıyabilmektedir ki, meleklerin buna güçleri yetmez. Bu yeteneğiyle
de bozgunculuk ve kan dökücülük niteliği telafi edilmiş olur.
Yüce Allah, "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim" şeklindeki sözünü
ikinci kez, "Ben size, 'Ben göklerin ve yerin gaybını bilirim.'
dememiş miydim?" sözüyle değiştiriyor. Bu gaybdan maksat, isimlerdir;
Âdem'in isimlere ilişkin bilgisi değildir. Yani melekler,
kendilerinin bilmedikleri birtakım isimlerin varlığından haberdar
değildiler. Bilgisizlikleri, bu isimleri biliyorlardı da Âdem'in bunları
bildiğini bilmiyorlardı, şeklinde değildi. Aksi takdirde yüce Allah'ın
bu isimleri onlardan sormasının anlamı olmazdı ve "Ey Âdem,
bunlara onların isimlerini haber ver" sözü ile yetinilir; onlar da
Âdem'in de bu isimleri bildiğini anlarlar, mesele bitip giderdi.
Oysa ayette, "Bunların isimlerini bana haber verin" diye meleklere
soru yöneltilmiştir. Bu ifade tarzından anlaşılan o ki; melekler
ha-lifelik misyonuna taliptiler, ama sonunda Hz. Âdem'in bu
iş için seçilmiş olmasını kabul etmek durumunda kaldılar. Çünkü
halifelik misyonunu üstlenecek biri, isimleri bilmek zorundadır. Bu
yüzden yüce Allah, meleklere isimleri soruyor, onlar bilemiyorlar,
ama Âdem biliyor. O zaman Âdem'in halifelik misyonuna lâyık olduğu
ve bu hususta meleklerden daha üstün olduğu ortaya çıkıyor.
Yüce Allah meleklere yukarıdaki soruyu yöneltirken "eğer
doğru söylüyorsanız" şeklinde bir ifade kullanıyor, bu da gösteriyor
ki, melekler isimleri bilmeyi gerektiren bir iddiada bulunmuşlardı,
bir misyona talip olmuşlardı.
"Âdem'e isimlerin tümünü öğretti, sonra onları meleklere sundu."
Buradan anlaşılıyor ki, bu isimler veya isimlerinden söz edilen varlıklar,
akıl sahibi canlı varlıklardı. Bunlar gayb perdesinin altında
bulunuyorlardı ve onların isimlerini bilmek, bizim şu andaki eşyaların
isimlerini bilişimize benzemiyordu. Yoksa, Hz. Âdem'in söz
konusu isimleri meleklere haber vermesi sırasında onlar da bu isimleri
öğrenirler ve bilgi bakımından Âdem'le aynı düzeye gelirlerdi.
Dolayısıyla Hz. Âdem'in meleklere karşı bir üstünlüğü söz konusu
olmazdı.
Bakara Sûresi / 30-33 ...................................................... 195
Çünkü eğer Allah bu isimleri meleklere öğretmiş olsaydı, onlar
da Âdem'in düzeyine gelirler, belki de ondan üstün olurlardı. Bu
durumda da melekleri ikna eden veya gerekçelerini geçersiz kılan
bir durum söz konusu olmazdı. Çünkü, yüce Allah'ın öğretmesiyle
bir adamın birtakım sözcükleri bilmesi, onu Allah'ın emrini eksiksiz
yerine getiren meleklerden üstün kılmaz. Bu bilgi Allah'ın, "Bu
benim halifemdir ve benim katımda meleklerden daha üstün bir
konuma sahiptir." buyurmasına sebep olmaz.
Yüce Allah'ın meleklere, "İnsanların ileride duygu ve düşüncelerini
anlatmak, aralarında anlaşmak için kullanacakları kelimeleri
söyleyin; eğer iddianızda veya halifeliğimi istemenizde doğru iseniz!"
buyuracağını düşünemeyiz. Çükü dil bilmenin kemal sayılması,
kalplerin içindeki amaçları bildirmesinden ileri geliyor. Bu
duyguları ifade etmek için meleklerin konuşmaya ihtiyaçları yoktur.
Onlar duyguları, düşünceleri vasıtasız algılarlar. Dolayısıyla onlar
bu hususta konuşmanın da ötesinde bir mükemmelliğe
sahiptirler.
Kısacası, Hz. Âdem'in onlara isimleri haber vermesi sonucu
meleklerde oluşan bilgi, yüce Allah'ın isimleri öğretmesi ile Âdem'de
meydana gelen gerçek bilgiden farklıdır. Bu iki bilgiden
sadece biri, melekler ve kapasiteleri açısından mümkündür. Hz.
Âdem, isimleri meleklere haber vermesinden dolayı değil, isimlere
ilişkin gerçek bilgisinden dolayı halifelik misyonunu hakketmişti.
Nitekim melekler cevap niteliğinde şöyle demişlerdi: "Sen yücesin;
bizim senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur."
Böylece bilgi hususunda olumsuz bir konuda olduklarını kabul ediyorlar.
Şimdiye kadar sunduğumuz açıklamalardan çıkan sonuca göre,
söz konusu nesnelerin isimlerini bilmek, onların gerçek mahiyetlerini,
somut varlıklarını bilmek şeklinde olmalıdır. Yani sırf, bir
kavramı ifade etmeye yönelik bir kelimeyi bilmek yeterli değildir.
Şu hâlde söz konusu nesneler, göklerin ve yeryüzünün bilinmezlik
perdesi altında gizli olan birtakım dışsal olgular ve somut varlıklardır.
Bu nesneleri asıl nitelikleriyle bilmek de, ancak yer menşeli
bir varlık için mümkündür; gök menşeli bir melek için değil. Ayrıca
bu bilgi, ilâhî hilafetin bir gereğidir.
196 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
"Âdem'e isimlerin tümünü öğretti." ifadesinin orijinalinde geçen
"el-esmâ=isimler" kelimesi başına "lâm" getirilmiş bir çoğuldur.
Başında bu şekilde "lam" harfi bulunan çoğullar genellik ifade
ederler. Bunun yanı sıra kelime, "kulleha=tümünü" ifadesiyle de
pekiştirilmiştir. Yani varlıkları ifade için kullanılan tüm isimleri
hiçbir sınırlandırma olmaksızın kapsadığı vurgulanmıştır. Ayrıca,
"Sonra onları meleklere sundu." ifadesi gösteriyor ki, bütün isimler
yani isim tarafından tanımlanan nesneler, hayat ve ilim sahibidirler.
Bununla beraber gayb perdesi, yani göklerin ve yerin
bilinmezlikleri altında gizlidirler.
"Gayb" kelimesinin göklere ve yere izafe edilmesi -kimi yerlerde
"min" harf-i cerrinin ifade ettiği "bazı" anlamını ifade etmesi
mümkün olmakla birlikte- burada "lâm" harf-i cerrinin anlamını
ifade etmesi gerekiyor. Çünkü burada amaç yüce Allah'ın gücünün
tümünü, kuşatıcılığını, buna karşılık meleklerin güçsüzlüklerini ve
yetersizliklerini vurgulamaktadır. Bundan çıkan sonuca göre, Hz.
Âdem'in bildiği isimler, gök ve âlemlerine oranla "gayb" sayılan
şeylerdir, evrenin çerçevesinin dışında yer alan olgulardır.
Meselenin bu boyutları, yani isimlerin genelliği, işaret ettikleri
nesnelerin hayat ve bilgi sahibi oluşları, bunların göklerin ve yerin
gaybî olarak nitelendirilişleri üzerinde düşünüldüğünde, bununla
yüce Allah'ın şu sözü arasında kaçınılmaz bir bağlantı olduğu görülecektir:
"Hiçbir şey yoktur ki, onun hazineleri bizim yanımızda
olmasın. Biz onu bilinen bir miktar ile indiririz." (Hicr, 21)
Burada yüce Allah, "şey" denebilecek her şeyin, katında bir
hazinesinin bulunduğunu, o şeyin orada saklandığını, sürekli olduğunu,
hiç tükenmediğini, herhangi bir sınırla sınırlanmadığını, ölçü
ve sınırın sadece indirme ve yaratma aşamasında söz konusu olduğunu,
bu hazinelerdeki çokluğun, ölçü ve sınırlamayı kaçınılmaz
kılan sayısal bir çokluk olmadığını, sadece mertebe ve derecelerle
ilgili bir çokluğun söz konusu olduğunu bildiriyor. İnşaallah Hicr
suresinde yer alan bu ayeti açıklarken, daha ayrıntılı bilgi vereceğiz.
Buna göre, yüce Allah'ın meleklere sunduğu isimler, Allah katında
koruma altında olan, gayb perdesinin gerisinde gizli bulunan
yüce varlıklardı. Yüce Allah âlemde olan her ismi, o yüce varlıkla-
Bakara Sûresi / 30-33 ...................................................... 197
rın hayrı ve bereketiyle indirmiştir. Göklerde ve yerde bulunan her
şey bunların nurundan ve göz alıcı aydınlığından türemiştir. Çoklukları,
farklılıkları, bireyler ve kişilerin çokluğuna, değişikliğine
benzemez. Buradaki işlem, mertebeler ve dereceler şeklinde gerçekleşir.
Bunların katından inen bir isim, bu tür bir inişle iner.
"Sizin açığa vurduğunuzu ve içinizde gizlemekte olduğunuzu bilirim."
Bu ikisi, göklerin ve yerin bir parçası olan izafî gaybın kapsamına
girerler. Bu yüzden bundan önce, "Ben göklerin ve yerin
gaybını bilirim." denilmiştir. Amaç gaybın her iki yanını da, yani
gökler ve yer âlemlerinin kapsamının dışındaki gayb ile, bu iki âlemin
kapsamındaki gaybı birlikte ifade etmektir.
"içinizde gizlemekte olduğunuzu" ifadesinin orijinalinde
"kitman= gizleme" fiilinin "kuntum" fiiliyle kayıtlandırılarak "gizlemekte
olduğunuz" şeklinde bir ifade kullanılmasından ortada Hz.
Âdem ve onun halife olarak görevlendirilmesi ile ilgili gizlenen bir
hususun varolduğu anlaşılıyor. Bunu yüce Allah'ın bir sonraki ayetteki
şu sözünden de sezinlemek mümkündür: "hepsi secde ettiler.
O ise imtina etti ve büyüklük tasladı ve o kâfirlerden idi."
Buradan anlaşıldığı kadarıyla, İblis bundan önce kâfir olmuştu.
Secde etmekten kaçınması daha önce içinde gizlediği şeye dayanıyordu.
Açıklanan bu nüktenin kadrini bilmelisin.
Bununla da anlaşılıyor ki, meleklerin secde etmeleri ve İblis'in
secde etmekten kaçınması, yüce Allah'ın, "Ben sizin bilmediklerinizi
bilirim." sözü ile, "sizin açığa vurduğunuzu ve içinizde gizlemekte
oldu-ğunuzu bilirim." sözünün arasında yer alan bir anda
gerçekleşmiştir. Yine bununla, "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim."
ifadesinden sonra, "Ben göklerin ve yerin gaybını bilirim." ifadesinin
kullanılmış olmasının sırrı da açıklığa kavuşuyor.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir'ul-Ayyâşî'de belirtildiğine göre, İmam Sadık (a.s) şöyle
demiştir: "Eğer melekler yeryüzünde bozgunculuk yapan, orada
kan döken kimseler görmemiş olsalardı, 'Orada bozgunculuk yapacak,
kan dökecek birisini mi yaratacaksın?' şeklindeki bir bilgiye
sahip olmazlardı." [c.1, s.29, h: 4]
198 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Ben derim ki: Burada, Âdemoğullarından önce yaşanmış bir
döneme işaret edilmiş olabilir. Böyle bir sonuç çıkarmak, meleklerin
bu yargıya, "Ben yeryüzünde halife yaratacağım." sözünden hareketle
vardıkları şeklindeki açıklamamızla da bir çelişki
oluşturmaz. Bilakis bu açıklama göz önünde bulundurulmadan rivayeti
de açıklayamayız. Aksi takdirde meleklerin bu sözleri, İblis'inki gibi kötü ve yerilmiş bir kıyas olur.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de şöyle bir rivayet yer alır: Zürare diyor ki: "İmam
Muhammed Bâkır'ın (a.s) huzuruna çıktım. Bana, 'Yanında
Şia kaynaklarınca aktarılan hadisler var mıdır?' diye sordu. Dedim
ki: 'Yanımda birçok hadis vardır. Bir ateş tutuşturup onları yakmak
istedim.' İmam buyurdu ki: 'Onları sakla, doğru bulmadıklarını unutursun.'
Burada Âdemoğulları hatırımdan geçti. Bunun üzerine
İmam şöyle buyurdu: 'Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek
birisini mi yaratacaksın?' derlerken, melekler bunu nereden biliyorlardı?'
Zürare dedi ki: 'İmam Sadık (a.s) da Âdem kıssasından
söz açılınca şöyle diyordu: 'Bu hadise, Kaderiye'nin görüşünü red
etmektedir.' Sonra İmam Sadık (a.s) şöyle buyurdu: 'Hz. Âdem'in
(a.s) gökyüzünde meleklerden bir dostu vardı. Âdem gökten yere
inince melek yalnızlık hissetmeye başladı. Bunun üzerine durumunu
yüce Allah'a şikâyet etti ve kendisine izin vermesini istedi.
Yüce Allah ona izin verdi, o da yere, Âdem'in yanına indi. Onu bir
çölde oturmuş buluverdi. Âdem onu görünce ellerini başının üzerine
koyup bir çığlık attı.' İmam Sadık (a.s) diyor ki: 'Derler ki, bütün
yaratıklar onun çığlığını duydular. Bunun üzerine melek ona şöyle
dedi: 'Ey Âdem, görüyorum ki, sen Rabbine isyan ettin ve altından
kalkılmaz bir yükün altına girdin. Yüce Allah'ın senin hakkında ne
dediğini ve bizim ona ne cevap verdiğimizi biliyor musun?' Âdem,
'Hayır.' dedi. Melek dedi ki: 'Allah, 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.' dedi. Buna karşılık biz de dedik ki: 'Orada bozgunculuk
yapacak, kan dökecek birisini mi yaratacaksın?' Allah seni
yeryüzü için yaratmıştır, gökte kalman uygun düşer mi?' İmam
Sadık (a.s) üç defa şöyle dedi: Allah'a andolsun ki, Âdem bu sözle
teselli buldu." [c.1, s.32, h: 9-10]
Ben derim ki: Bu rivayetten anlaşılıyor ki, Hz. Âdem'in yeryüzüne
inmeden önce, içinde yaşadığı cennet gökteydi. Bunu destekleyen
başka rivayetlere de ileride yer vereceğiz.
Bakara Sûresi / 30-33 ...................................................... 199
Yine Tefsir'ul-Ayyâşî'de Ebu'l-Abbas kanalıyla İmam Sadık'tan
(a.s) şöyle rivayet edilir: Ebu'l-Abbas diyor ki: "Âdem'e isimlerin
tümünü öğretti..." ayetini okuduktan sonra, "Allah Âdem'e ne öğretti?"
diye sordum. İmam Sadık şöyle cevap verdi: "Yerleri, dağları,
dereleri, ovaları." Sonra altındaki sergiye baktı ve "Bu sergi de
yüce Allah'ın, isimlerini Âdem'e öğrettiği şeyler arasında yer alır."
dedi. [c.1, s.32, h: 11]
Yine aynı eserde Fudayl b. Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilir:
İmam Sadık'a (a.s), "Âdem'e isimlerin tümünü öğretti." ayetini
okuduktan sonra, "Neler öğretildi?" diye sordum, şöyle cevap verdi:
"Yeryüzündeki vadilerin, bitkilerin, ağaçların ve dağların adını
öğretti." [c.1, s.32, h: 12]
Söz konusu tefsirde belirtildiğine göre Davud b. Serhân el-
Attâr şöyle demiştir: "Bir ara İmam Sadık'ın (a.s) yanında bulunuyordum.
Sofranın getirilmesini istedi. Yemeğimizi yedikten sonra,
leğen ve ibrik istedi. Bunun üzerine, 'Sana feda olayım. Yüce Allah,
'Âdem'e isimlerin tümünü öğretti.' buyuruyor. Leğen ve ibrik de
Âdem'e öğretilen isimler arasında yer alır mı?' diye sordum. İmam,
'Bütün vadileri ve dereleri öğretti.' dedi." [c.1, s.32, h: 13]
el-Meanî adlı eserde İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet
edilir: "Yüce Allah bütün hüccetlerinin isimlerini Âdem'e öğretti,
sonra onların ruhlarını meleklere sundu ve 'Eğer tesbih etmenizden
ve beni noksan sıfatlardan tenzih etmenizden dolayı, yeryüzündeki
halifelik misyonu açısından Âdem'den daha lâyık olduğunuz
şeklindeki iddianızda samimi ve doğru iseniz, bunların adlarını
bana söyleyin.' buyurdu. Bunun üzerine melekler şöyle dediler:
'Seni tenzih ederiz. Bizim senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz
yoktur. Şüphesiz sen bilensin ve hikmet sahibisin.' Allah
dedi ki: Ey Âdem, bunlara onların isimlerini haber ver."
"Âdem, onların isimlerini meleklere haber verince, onların Allah
katındaki yüksek makamlarını öğrendiler. O zaman anladılar
ki, onlar yeryüzünde Allah'ın halifesi olmaya, Allah'ın insanlar üzerinde
hücceti olmaya kendilerinden daha lâyıktırlar. Sonra onları
meleklerin gözlerinden kaybetti. Kendilerinden onların velâyetini
kabullenerek, sevgilerini besleyerek Allah'a kulluk sunmaya çağırdı.
Ardından onlara şöyle dedi: Ben size, ben göklerin ve yerin
200 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
gaybını bilirim, sizin açığa vurduğunuzu ve içinizde gizlemekte
olduğunuzu bilirim, dememiş miydim?"
Ben derim ki: Bundan önceki açıklamalarımıza bir kez daha
göz atılacak olursa, bu rivayetlerin ifade ettikleri anlamlar daha
kolay anlaşılır ve bu rivayetler ile önceki açıklamalar arasında bir
çelişki söz konusu olmadığı görülür. Nitekim daha önce de vurguladığımız
gibi, "Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri bizim katımızda
olmasın." (Hicr, 21) ayeti, bütün şeylerin gayb hazinelerinde bir varlığa
sahip olduklarını ve oradan inerek burada varolduklarını ortaya
koymaktadır. Varlıklara konulan tüm isimler, aynı zamanda
gayb hazinelerinde yer alan şeylerin de isimleridir. Dolayısıyla, "Allah
gaybının hazinelerinde bulunan şeyleri (ki bu göklerin ve yerin
gaybıdır) Âdem'e öğretti." demekle, "O, Âdem'e her şeyin ismini
öğretti; göklerin ve yerin gaybı budur." demek arasında bir fark
yoktur. Her iki ifade de aynı sonuca dönüktür, her ikisi de aynı kapıya
çıkar.
Yaratılışla ilgili bazı rivayetleri burada ele almamız uygun olacaktır.
Bihar'ul-Envar'da Câbir b. Abdullah'ın şöyle dediği rivayet
edilir: "Bir gün Resulullah'a (s.a.a) dedim ki: 'Yüce Allah'ın ilk yarattığı
şey nedir?' Şöyle dedi: Ey Câbir, Allah ilk önce senin peygamberinin
nurunu yarattı. Sonra bütün iyilikleri ondan yarattı.
Sonra onu, önünde, Allah'ın dilediği ölçüde bir yakınlığa oturttu.
Sonra onu birkaç kısma ayırdı. Arşı bir kısımdan ve kürsüyü de bir
kısımdan yarattı. Arşı taşıyanlarla, Kürsüyü tutanları bir diğer kısımdan
yarattı."
"Dördüncü kısmı Allah'ın dilediği ölçüde sevgi makamına oturttu.
Sonra bu makamı da kısımlara ayırdı. Kalemi bir kısmından,
levhi bir kısmından, cenneti bir kısmından yarattı; dördüncü
kısmını ise dilediği şekilde korku makamına yerleştirdi. Sonra onu
da parçalara ayırdı, melekleri bir parçadan, güneşi bir parçadan ve
ayı bir parçadan yarattı."
"Sonra dördüncü parçayı Allah'ın dilediği şeyler için umut makamına
yerleştirdi. Sonra onu da parçalara ayırdı. Aklı bir parçasından,
bilgiyi ve hilmi bir parçasından, günahsızlık ve başarıyı da
bir parçasından yarattı. Dördüncü kısmı ise Allah'ın dilediği şeyler
için hayâ makamına yerleştirdi. Sonra ona heybet gözüyle baktı ve
Bakara Sûresi / 30-33 ...................................................... 201
söz konusu nur sızdı. Ondan da yüz yirmi dört bin katre damladı.
Yüce Allah bu damlaların her birinden bir nebinin ve resulün ruhunu
yarattı. Sonra peygamberlerin ruhları soluk alıp vermeye başladılar.
Yüce Allah bu ruhların soluklarından evliyanın, şehitlerin ve
salihlerin ruhlarını yarattı."
Ben derim ki: Bu anlamları içeren birçok rivayet vardır. Bunlar
üzerinde sağlıklı bir inceleme yapıldığı zaman, bunların bizim
açıklamalarımızı destekledikleri görülecektir. İleride bu konuya
ilişkin olarak bazı açıklamalara yer vereceğiz. Onun için
tasavvufçuların uydurmaları ve asılsız kuruntularıdır diye, ilim ve
hikmet kaynaklarından gelen bu tür hadisler reddedilmemelidir.
Çünkü yaratılışın bilmediğimiz birçok sırrı vardır.
Görüyorsunuz ki, yeryüzünde yaşayan ulusların en seçkin
bilginleri, insan türünün doğup gelişmeye başlamasından bu yana
doğanın sırlarını çözmek için hiçbir fedakârlıktan kaçınmıyor olmasına
rağmen bu hususta attıkları her adımın ardından daha
birçok şeyi bilmediklerinin farkına varıyorlar. Üstelik araştırdıkları
da âlemlerin en dar kapsamlısı ve en önemsizi olan madde âlemidir.
O hâlde madde ötesi uçsuz bucaksız nur âlemleri hakkında
ne düşünülebilir!
202 .............................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Bakara Sûresi / 34 ...........................................................
34- Hani bir zaman meleklere, "Âdem'e secde edin." demiştik,
İblis hariç hepsi secde ettiler. O ise imtina etti ve büyüklük tasladı
ve o kâfirlerden idi.
AYETİN AÇIKLAMASI
Daha önceki açıklamalarımızda, "içinizde gizlemekte
olduğunuzu" ifadesinden, önceleri gizli olup da sonra açığa
çıkarılan bir hususun söz konusu olduğuna işaret etmiştik. Bunun,
"imtina etti ve büyüklük tasladı ve o kâfirlerden idi." ifadesiyle bir
ilgisi vardır. Çünkü, "o diretti, böbürlendi ve inkâr etti" şeklinde bir
ifade kullanılmıyor. Yine açıklamalarımızdan anlaşılıyor ki secde
olayı, "ben sizin bilmediklerinizi bilirim." sözünün sarf edildiği an
ile "sizin açığa vurduğunuzu ve içinizde gizlemekte olduğunuzu
bilirim." sözünün sarf edildiği an arasında gerçekleşmişe benziyor.
Dolayısıyla, "Hani bir zaman meleklere, 'Âdem'e secde edin.'
demiştik." ifadesi, önceki ifadeleri noktalayıp cennet kıssasına
geçişi sağlama amacına yöneliktir. Çünkü daha önce de söylediğimiz
gibi, bu ayetler, insana hilafet misyonunun yüklenmesini,
yaratıklar arasındaki fonksiyonunu, yeryüzüne indirilişini, mutluluk
ve mutsuzluğa yol açan davranışlarını konu ediniyorlar.
Dolayısıyla secde kıssasının buradaki en önemli işlevi, ana
hatlarıyla cennet kıssasına ve Âdem'in indirilişi olayına geçişi kolaylaştırmaktır.
Olayın etraflıca anlatılmayıp kısaca değinilmesinin
gerisindeki gerekçe bu olsa gerektir. Belki de ifadede üçüncü tekil
kipi yerine, birinci çoğul kipinin kullanılması da bu yüzdendir: "meleklere,
'Âdem'e secde edin.' demiştik." Oysa bundan önce, "Hani
bir zamanlar Rab-bin meleklere, 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.'
demişti." şek-linde bir ifade kullanılmıştı.
Bakara Sûresi / 34 ........................................................... 203
Şimdiye kadarki açıklamalardan çıkan sonuca göre, İblis'in bir
eylemi olmasına rağmen, gizleme fiilinin tüm meleklere izafe edilmesi,
söz sanatının bir kuralının gereğidir. Bu kurala göre, bir
topluluğun içinde yer alan, onlardan ayrı olarak değerlendirilmeyen
bir ferdin fiili, içinde bulunduğu topluluğa mal edilir.
Bu ifade tarzı, bir diğer hususu da vurgulamaya yönelik olabilir.
Şöyle ki: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." sözü ile dile
getirilen "hilafet" misyonunun genelliği, melekleri de kapsıyor olabilir.
Nitekim, meleklere Âdem'e secde etmelerinin emredilmiş
olması da bu anlamı pekiştirir niteliktedir. Bundan dolayı meleklerin
içinde birtakım duygular uyanmış olabilir. Çünkü onlar, yeryüzü
menşeli bir yaratığın her şeyden, hatta onlardan bile üstün olabileceğini
düşünmüyorlardı. İleride de değineceğimiz gibi, elimize
ulaşan bazı rivayetler de bu anlamı pekiştirir niteliktedir.
"Âdem'e secde edin." Bu ayetten, Allah'ın emrine uymak suretiyle
O'na boyun eğme söz konusu olduğu zaman selâmlama ve
saygı sunma amacıyla Allah'tan başkasına secde etmenin cevazı
anlaşılmaktadır. Bunun bir örneği de Yusuf kıssasında görülmektedir:
"Ana-babasını tahtın üstüne çıkardı ve hepsi onun için secdeye
kapandılar. Yusuf dedi ki: Babacığım, işte bu, önceden gördüğüm
rüyanın te'-vilidir. Rabbim onu gerçek yaptı." (Yûsuf, 100)
Bu konuda Fatiha suresinde de açıkladığımız gibi kısaca şöyle
diyebiliriz: İbadet, kulun kendini, kulluk statüsüne oturtup bunu
kanıtlayacak davranışlar sergilemesidir. Dolayısıyla kulluk kastı
taşıyan bir fiilde efendinin efendiliğini açığa vurma salahiyeti olmalıdır
ya da kulun kulluğunu sergileme kabiliyeti olmalıdır. Efendinin
karşısında secdeye kapanmak, rükua eğilmek, o oturduğu
zaman önünde hazır ol vaziyette ayakta beklemek, yürüdüğü zaman
peşinde yürümek gibi. Bir fiilde söz konusu salahiyet ne kadar
fazla olursa, kulluğu sergileme açısından fiil ve yapılan ibadet
bir o kadar belirginlik kazanır. Bu noktada efendiliğin üstünlüğünü,
buna karşın kulluğun alçaklığını en çarpıcı biçimde somutlaştıran
fiil secdedir. Çünkü secdede yere kapanma ve yüzü yere
sürme gibi bir alçalma pozisyonu söz konusudur.
Ancak biz, "Secde zatî bir ibadettir" şeklindeki iddiaya
katılmıyoruz. Çünkü zatla ilgili olan bir şey, hiçbir zaman ondan
204 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
ayrılmaz. Ama bu fiil, ibadet kastı ile yüceltme duygusundan başka
bir gerekçeyle de yerine getirilebilir. Alay etmek ve küçümsemek
amacıyla secdeye gitmek gibi. İbadet kastı ile yerine getirilirken
kapsadığı tüm unsurları içinde barındırıyor olmasına rağmen,
böyle bir davranış ibadet niteliğini kazanmaz. Evet, diğer kulluk
kastı taşıyan davranışlara kıyasla ibadet anlamı secde fiilinde daha
belirgindir. Zatî bir ibadet olmadığına göre de, mabutluk Allah-
'a özgüdür, diye zatı hasebiyle Allah'a özgü kılınmış değildir. Eğer
ortada bir engel varsa, bu, şer'î veya aklî bir yasaklamadan dolayıdır.
Şer'an veya aklen yasaklanan şeyse, Rablık niteliğini Allah'-
tan başkasına yakıştırmaktan başka bir şey değildir.
Fakat Rablık niteliğini yakıştırmaksızın Allah'tan başkasına
saygı göstermek, onu yüceltmek, daha doğrusu nezaket kurallarının
gereğini yerine getirmek meselesine gelince, bunun yasak olduğuna
ilişkin bir kanıt yoktur elimizde. Ancak ne var ki, dinin zahirî
amelleri ile içli dışlı olmanın insana kazandırdığı dinsel haz, bu
eylemin (sadece) yüce Allah'a özgü kılınmasını, sırf selâmlaşma
veya saygı sunma amacıyla da olsa bu fiilin Allah'tan başkasına
sunulmamasını öngörmektedir.
Ama secde dışında, Allah'ın salih kullarına veya velilerinin kabirlerine
veya eserlerine karşı sevgiden kaynaklanan diğer fiillerin
yasak olduğuna dair ne aklî, ne de naklî bir kanıt yoktur. İnşaallah
yeri gelince bu hususa etraflıca değineceğiz.
AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir:
"Allah Âdem'i yaratınca meleklere ona secde etmelerini emretti.
Melekler kendi kendilerine, 'Biz, yüce Allah'ın katında bizden
daha büyük değer verdiği bir canlı türünü yaratacağını
sanmıyorduk. Çünkü biz O'nun komşuları ve tüm yaratıklar arasında
O'na en yakın olanlar idik.' Bunun üzerine yüce Allah şöyle
buyurdu: 'Sizin açığa vurduğunuzu ve içinizde gizlemekte olduğunuzu
bilirim, dememiş miydim?' Yüce Allah, burada, onların cinlerle
ilgili olarak dışa vurdukları sözlerini ve içlerinde gizledikleri
duygularını kastediyor. Bu yüzden o sözü söyleyen melekler arşa
sığındılar." [c.1, s.33, h: 14]
Bakara Sûresi / 34 ........................................................... 205
Yine aynı tefsirde İmam Zeynelabidin'in (a.s) aşağı yukarı benzer
şeyleri söylediği rivayet edilir. Bu rivayette şöyle geçer: "Melekler,
hata işlediklerini anlayınca arşa sığındılar. Ancak bu hatayı
tüm melekler değil, arşın çevresinde bulunan meleklerden bir
grubu işlemiş... Onlar kıyamete kadar arşın çevresine sığınırlar."
[c.1, s.30, h: 7]
Ben derim ki: Bu iki rivayetin içeriğini şu ifadeden anlamak
mümkündür: "Biz seni överek tespih ediyor ve seni takdis ediyoruz...
Sen yücesin. Bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz
yoktur."
İleride de değineceğimiz gibi "arş" ilimdir. Bu anlamı pekiştiren
Ehlibeyt İmamlarından aktarılan birçok rivayet de mevcuttur.
Buna göre, "kâfirlerden idi." sözü ile insanlardan önce yaratılan İblis'in
soydaşları olan cinler kastedilmiştir. Nitekim yüce Allah bir
ayette şöyle buyuruyor: "Andolsun biz insanı pişmemiş çamurdan,
değişmiş cıvık balçıktan yarattık. Cinne gelince, onu da daha önce
nüfuz eden çok sıcak ateşten yarattık." (Hicr, 26-27)
Buradan hareketle diyebiliriz ki, gizleme durumunun tüm melekleri
kapsadığını ortaya koymak için fazla zorlamaya gerek yoktur.
Çünkü gizlenen anlam tüm meleklerin gönlünden geçmiş olabilir.
Do-layısıyla bu rivayet ile, gizlenen şeyin, İblis'in kendi içinde
gizlediği Âdem'e boyun eğmekten kaçınma, secdeye varmaya tenezzül
etmeme niyeti olduğu şeklindeki yorum arasında bir çelişki
yoktur ve her ikisi de kastedilmiş olabilir.
Kasas'ul-Enbiya adlı eserde Ebu Basir'in şöyle dediği rivayet
edilir: "İmam Sadık'a (a.s), 'Melekler Âdem'e secde ederlerken alınlarını
yere koydular mı?' diye sordum. 'Evet. Bu, yüce Allah'ın
Âdem'e bahşettiği bir onurdu.' dedi."
Tuhaf'ul-Ukûl adlı eserde ise, şöyle bir rivayet yer alıyor:
"Meleklerin Âdem'e secde etmeleri, Allah'a yönelik itaatin ve
Âdem'e karşı besledikleri sevginin ifadesiydi."
el-İhticac adlı eserde, İmam Musa Kâzım'ın (a.s), atalarından
şu sözleri aktardığı rivayet edilir: "Bir Yahudi, geçmiş peygamberlerin
mucizeleri karşısında, Resulullah'ın (s.a.a) ne tür mucizeler
gösterdiğini Emir'ül-Müminin Ali b. Ebu Talip'ten (a.s) sordu. Şöyle
206 ......................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
dedi: Allah, meleklerine Âdem için secdeye kapanmalarını emretti.
Söyler misiniz, Muhammed için de bu türden bir şey yaptı mı?"
"Bunun üzerine Ali (a.s) dedi ki: Dediğin gibi oldu. Ne var ki,
yüce Allah'ın meleklerine Âdem için secdeye kapanmalarını emretmesi,
onların Allah'ı bir yana bırakarak Âdem'e kulluk sundukları
anlamında değildir. Aksine bu, onların Âdem'in üstünlüğünü
ve Allah'ın ona bahşettiği rahmeti kabul ettiklerinin bir ifadesiydi.
Hz. Muhammed'e gelince, bundan daha fazlası ona verilmiştir.
Yüce Allah o sonsuz mülkünde ona salât ediyor, tüm melekler,
ona esenlik diliyorlar. Müminler de ona salât getirmek suretiyle Allah'a
kulluk sunuyorlar. İşte bu, onun daha üstün bir konumda olduğunun
göstergesidir, ey Yahudi..." [c.1, s.314, Necef baskısı]
Tefsir'ul-Kummî'de deniyor ki: "Yüce Allah Âdem'i yarattı. Âdem
kırk yıl kendisine biçim verilmiş hâlde bekledi. O sırada melun
İblis yanından geçiyor ve 'Önemli bir şey için yaratılmış olmalısın!'
diyordu. O sırada İblis'in içinden şöyle geçti: 'Eğer Allah buna
secde etmemi emrederse, kesinlikle isyan ederim.' Daha sonra
yüce Allah melek-lere, 'Âdem için secdeye kapanın.' buyurunca,
hepsi secdeye kapanırken İblis içindeki kıskançlığı dışa vurdu ve
secde etmeye yanaşmadı."
Bihar'ul-Envar'da, peygamberlerin kıssaları ile ilgili olarak İmam
Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "İblis'e Âdem için
secdeye kapanması emredildi. Fakat İblis, 'Ya Rabbi, izzetin hakkı
için, eğer Âdem'e secde etmekten beni muaf tutarsan, sana öyle
bir kulluk sunacağım ki, hiç kimse benzeri bir kulluk sunmamıştır.'
dedi. Bunun üzerine yüce Allah, 'Ben istediğim konuda bana
itaat edilmesini severim.' buyurdu."
Yine İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki: "İblis dört kere acıyla
feryat etmiştir: Birincisi, lânetlendiği gün. İkincisi, yeryüzüne indirildiği
gün. Üçüncüsü, peygamberlerin ardından geçen uzun bir fetret
döneminden sonra Hz. Muhammed'in (s.a.a) peygamber olarak
görevlendirildiği gün. Dördüncüsü, Ümm'ül-Kitab [ana kitap
yani Fâtiha suresi] indirildiği gün."
"İki kere de sevinçle çığlık atmıştır: Birincisi, Âdem'in yasak
ağacın meyvesini yediği sırada. İkincisi, Âdem'in cennetten indirildiği
sırada. Ayet-i kerimede yüce Allah şöyle buyuruyor: 'Böylece
Bakara Sûresi / 34 ........................................................... 207
ayıp yerleri kendilerine göründü.' Bundan önce görünmüyordu,
ama artık açıkça görüyorlardı. Âdem'in yaklaşmaması istenen
ağaç da başaktı." [c.11, s.145, h: 14]
Ben derim ki: Sayıları oldukça kabarık olan rivayetlerde, bizim
"secde" olayıyla ilgili açıklamalarımız desteklenmektedir.
208 .............................. El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Dostları ilə paylaş: |