Bakara Sûresi / 89-93 ....................................................
89- Ne zaman ki, onlara Allah katından yanlarında bulunan
Tevrat'ı doğrulayıcı bir kitap geldi, daha önce kâfirlere karşı zafer
isteyip dururlarken, o bildikleri kendilerine gelince, onu inkâr ettiler.
Artık Allah'ın lâneti inkârcıların üzerine olsun.
90- Allah'ın, kullarından dilediğine kendi fazlından (vahiy) indirmesini kıskandıkları için Allah'ın indirdiğini inkâr ederek kendilerini ne alçak şeye sattılar. Böylelikle gazap üstüne gazaba uğradılar. Kâfirler için alçaltıcı bir azap var.
91- Onlara, "Allah'ın indirdiğine inanın." denince, "Biz, bize indirilene inanırız." derler ve ötesini inkâr ederler. Oysa, o, yanlarındakini doğrulayıcı olarak gelen hak kitaptır. De ki: "Gerçekten inanıyor idiyseniz, peki neden daha önce peygamberleri
Bakara Sûresi / 89-93 .................................................... 349
öldürüyordunuz?"
92- Andolsun ki Musa, size açık deliller getirmişti. Sonra onun
ardından zalimler olarak buzağıyı tanrı edindiniz.
93- Hatırlayın ki, sizden kesin söz almıştık, Tur Dağı'nı üstünüze
yüceltmiştik. "Size verdiğimizi azimle tutun, dinleyin." demiştik.
Onlar da "İşittik ve isyan ettik." dediler. İnkârları yüzünden kalplerine buzağı sevgisi içirildi (yerleştirildi). De ki: "Eğer inanıyorsanız, imanınız size ne kötü şey emrediyor!"
AYETLERİN AÇIKLAMASI
"Ne zaman ki, onlara Allah katından... bir kitap geldi." Ayetlerin akışından anlaşıldığı kadarıyla "kitap"tan maksat Kur'ân-ı Kerim'-
dir.
"Daha önce kâfirlere karşı zafer isteyip dururlarken." Arap kökenli
kâfirlerin kendilerine yönelik saldırıları karşısında, Peygamberin
görevlendirilişi ve hicret edişi ile bir zafer beklentisi içindeydiler.
Bu zafer beklentisi, hicret öncesinde onlar tarafından sıkça dile
getirilirdi. Arap kâfirleri bile bunu bilmekteydiler. Sürekliliği ifade
eden "idi"li fiil ("yesteftihûne=zafer istiyorlardı) kullanılmasından
bu anlaşılıyor. "O bildikleri kendilerine gelince..." Yani, ellerindeki
kitapta sıfatları anlatılan peygamberin o olduğunu bildikleri, sıfatların
ona tıpatıp uyduğunu gördükleri hâlde, onun peygamberliğini
inkâr ettiler.
"Kendilerini ne alçak şeye sattılar." ifadesi bildikleri hâlde kâfir
olmalarının sebebini açıklama amacına yöneliktir. Buna göre, inkârlarının
tek sebebi çekememezlik ve kıskançlıktır.
"Çekemezlikten" anlamını ifade eden "bağyen" kelimesi, türü bildiren
mef'ulü mutlaktır. "Allah'ın vahiy indirmesini..." ifadesi de
bu mef'ul ile ilgilidir. "Gazap üstüne gazaba uğradılar." Yani gazaba
uğramış olarak döndüler. Ya da daha önce Tevrat'ı inkâr etmelerinden
dolayı uğradıkları gazaba ek olarak bu sefer de Kur'ân'ı
inkâr etmelerinden dolayı gazaba uğradılar.
Bundan çıkan sonuca göre, Yahudiler Peygamberimizin (s.a.a)
gön-derilişinden ve hicret edişinden önce ona destekçiydiler ve
350 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
onunla, ona indirilecek kitapla zafer umuyorlardı. Ama ne zaman
ki Hz. Peygamber onların yurtlarına konuk oldu ve kendisine
Kur'ân inmeye başladı ve onlar da bunun kendisinin gelişi ile zafer
istedikleri, gelişinin beklentisi içinde oldukları peygamber olduğunu
iyice anladılar, o zaman içlerinde kıskançlık duygusu depreşmeye
başladı, büyüklük kompleksine kapıldılar. Dolayısıyla sık sık
sözünü ettikleri gerçeği inkâr ettiler, daha önce Tevrat'ı inkâr ettikleri
gibi Kur'ân'ı da reddettiler. Küfür üstüne küfür kazandılar.
"Ötesini inkâr ederler." Yani Tevrat'tan sonra indirilen kitaplara
inanmadıklarını açıkça ifade ederler. Yoksa onlar kendilerine indirilmiş
bulunan Tevrat'a da inanmazlar; ama bunu açığa vurmazlar.
"De ki: Gerçekten inanıyor idiyseniz, peki neden daha önce peygamberleri öldürüyordunuz?" İfadenin orijinalinde geçen "fe-lime"
kelimesinin başındaki "fa" bağlacı, sonuçlandırmayı ifade eder.
Dolayısıyla bu soru "bize indirilene inanırız" şeklindeki sözlerinin
gerektirdiği bir sorudur. Yani: Eğer sizin "bize indirilene inanırız"
şeklindeki sözünüz doğru ise, gerçeği ifade ediyorsa, peki neden
Allah'ın peygamberlerini öldürdünüz? Niçin Buzağıyı tanrı edinerek
Hz. Musa'yı inkâr ettiniz? Neden sizden söz alınırken ve dağ üstünüze
kaldırılmışken "İşittik ve isyan ettik." dediniz?
"İnkârları yüzünden kalplerine buzağı (sevgisi) içirildi." İçirilmekten
maksat, benimsetmektir, özümsetmektir. Buzağıdan da maksat,
buzağı sevgisidir. Durumlarının vahametini gözler önüne ser-mek
amacı ile böyle bir değişikliğe gidilmiştir. Sanki bizzat buzağı onlara
içirilmiştir. "Fî kulûbihim=kalpleriniz" ifadesi de "el-icl=buza-ğı"
ile ilgilidir. Şu hâlde bu ifadede iki tane istiare sanatı örneği vardır.
Ya da bir istiare sanatı bir de mecaz sanatı örneği vardır.
"De ki... size ne kötü şey emrediyor!" Bu, peygamberleri öldürüşleri,
Musa'yı inkâr edişleri ve isyan ettiklerini açıkça ifade edecek
kadar küstahlaşmışlıklarından çıkarılan alay yollu bir sonuçtur.
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Sadık'ın (a.s), "Ne zaman ki, onlara
Allah katından, yanlarında bulunan Tevrat'ı doğrulayıcı bir kitap
geldi..." ayeti ile ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: "Yahudiler
Allah'ın elçisi Muhammed'in (s.a.a) hicret edeceği yerin Ayr ve
Bakara Sûresi / 89-93 .................................................... 351
Uhud arası bir yer olduğunu kitaplarında okumuşlardı. Bu yeri
bulmak için yola çıktılar. Yolda Hadad denilen bir dağa rastladılar.
Hadad ile Uhud fark etmez diyerek orada birbirlerinden ayrıldılar.
Bir kısmı Teyma bölgesine, bir kısmı Fedek bölgesine, bir kısmı da
Hayber bölgesine yerleşti. Teyma bölgesine yerleşenler bir süre
sonra akrabalarını özlemeye başladılar. Bir gün Kaysoğullarından
bir bedevî yurtlarından geçerken develerini kiraladılar. Bedevî, 'Sizi
Ayr ve Uhud arasındaki bölgeye götürürüm.' dedi. Dediler ki: 'Oraya
vardığın zaman bize haber ver.' Adam onları Medine topraklarına
getirdiği zaman, 'Şu gördüğünüz Ayr, şu da Uhut'tur.' dedi.
Yahudiler, develerden inip ona, 'Biz amacımıza ulaştık. Artık senin
develerine ihtiyacımız kalmadı. Dilediğin yere gidebilirsin.' dediler."
"Ardından Fedek ve Hayber'deki akrabalarına, 'Biz aradığımız
yeri bulduk, bizim yanımıza gelin.' diye haber saldılar. Onlar da,
'Biz buraya yerleştik, mal-mülk sahibi olduk. Ama beklediğimiz olay
gerçekleşirse hemen yanınıza koşarız.' diye cevap verdiler.
Böylece Yahudiler Medine topraklarına yerleşip büyük bir zenginliğe
kavuştular. Bu durumu Tubba haber aldı ve onlara saldırdı.
Yahudiler savunmaya geçerek evlerine kapandılar. Tubba onları
kuşatma altına aldı. Sonra onlara güvence verdi. Bunun üzerine
Yahudiler onun yanına geldiler. Tubba, 'Beldeniz hoşuma gitti. Buraya
yerleşmeden edemeyeceğim.' dedi. Yahudiler, 'Burası senin
olamaz. Çünkü burası bir peygamberin hicret yurdudur. Peygamber
buraya hicret edene kadar burası hiç kimsenin olamaz.' dediler.
Tubba, 'Ben aranızda ailemden, o peygamber çıkınca kendisine
yardım edecek, destek olacak kimseler bırakacağım.' dedi. İşte,
Evs ve Hazrec kabileleri ondan sonra sahneye çıkmışlardır. Bu
kabileler çoğalınca, Yahudilerin mallarına el koymaya başladılar.
Bunun üzerine Yahudiler onlara, 'Muhammed (s.a.a) gönderildiği
zaman sizi yurdumuzdan çıkarıp mallarımızı sizden alacağız.'
diyorlardı. Ama Hz. Muhammed (s.a.a) peygamberlikle görevlendirilince
(Evs ve Hazrec'den müteşekkil) Ensar ona inandı, Yahudiler
ise, onun peygamberliğini inkâr ettiler. İşte yüce Allah'ın şu sözü
buna işaret etmektedir: Daha önce kâfirlere karşı zafer isteyip
duruyorlardı." [Tef-sir'ul-Ayyâşî, c.1, s.49, h: 69]
352 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde İbn-i İshak, İbn-i Cerir, İbn-i Münzir,
İbn-i Ebu Hâtem ve Ebu Nuaym (ed-Delail'de) İbn-i Abbas'a dayanarak
şu bilgileri aktarırlar: "Peygamberimizin gönderilişinden
önce Yahudiler Evs ve Hazrec kabilelerine karşı onunla zafer isterlerdi.
Yüce Allah onu Araplar arasından gönderince de onu reddettiler
ve daha önce onunla ilgili olarak sarf ettikleri olumlu sözleri
inkâr ettiler. Bunun üzerine Muâz b. Cebel, Bişr b. Ebu'l-Bera
ve Davud b. Seleme onlara, 'Ey Yahudi topluluğu Allah'tan korkun
ve Müslüman olun. Biz şirk içinde yaşarken sizler bize karşı Hz.
Muhammed'le (s.a.a) zafer istiyordunuz. Onun gönderileceğini bize
haber veriyor, sıfatlarını birer birer sayıyordunuz.' dediler. Bunun
üzerine Nazıroğullarından Selâm b. Müşkem şöyle dedi: 'O bize
bildiğimiz bir şey getirmiş değildir. Bizim size anlattığımız peygamber
de o değildir.' Bunun üzerine yüce Allah şu ayeti indirdi:
Ne zaman ki, onlara Allah katından..."
ed-Dürr'ül-Mensûr adlı eserde belirtildiğine göre, Ebu Nuaym
ed-Delail'inde Ata ve Dahhak kanalı ile İbn-i Abbas'ın şöyle dediğini
bildirir: "Hz. Muhammed'in (s.a.a) gönderilişinden önce
Kurayza ve Nazır oğullarından Yahudiler Allah'tan zafer istiyor, kâfirlere
karşı şöyle beddua ediyorlardı: 'Rabbimiz, Ümmî Peygamberin
hakkı için senden yardım istiyoruz. Eğer onlara karşı bize
yardım etmezsen, bize üstünlük sağlarlar.' Ama tanıdıkları zat -
yani Hz. Muhammed- kendilerine gelince, onun beklenen peygamber
olduğundan kuşku etmediler. Buna rağmen onu inkâr ettiler."
Ben derim ki: Bu anlamları ifade eden rivayetler başka kanallardan
da aktarılmıştır. Bazı tefsir bilginleri, sonuncu rivayet ve
benzerlerine işaret ettikten sonra şöyle demişlerdir: "Bu rivayet
senet bakımından zayıf ve aktarılan diğer rivayetlere muhalif olmasının
yanı sıra anlam bakımından da doğru değildir. Çünkü
Peygamberin şahsı -bazı rivayetlerde de hakkı için- yardım istemek
meşru değildir. Çünkü hiç kimsenin Allah üzerinde hakkı yoktur
ki, bu hak adına Allah'a dua edilsin."
Bu yorum, hak ve yemin kavramlarının üzerinde gereği gibi
durup düşünmemekten kaynaklanan bir yanılgıdır. Şöyle ki: Yemin,
bir inşâ veya haberin saygın ve onurlu bir şeyin saygınlığı ve
Bakara Sûresi / 89-93 .................................................... 353
onuruyla bağlantılı olarak ifade edilmesidir. Dolayısıyla sözel nispetin
geçersizliği, yemin edilen şeyin saygınlığının ve onurunun
geçersizliğine yol açar. Eğer söz bir haber ise, doğru olmadığının
ortaya çıkması ve eğer emir ve yasak niteliğinde bir açıklama (inşâ)
ise, bunlara uyulmaması ile, yemin edilen şey değer kaybına
uğrar.
Söz gelimi, "Ömrüme andolsun ki, Zeyd ayaktadır." dediğin
zaman sözünün doğruluğunu ömrünün ve hayatının onurluluğuna
bağlı kılmış, bununla kayıtlamış olursun. Eğer sözün yalan çıkarsa,
ömrün onurunu yitirmiş olur. Aynı şekilde, "Hayatıma andolsun ki,
şöyle yap" veya "Sana hayatım üzerine yemin ediyorum ki, şöyle
yapacaksın." dediğin zaman verdiğin emri hayatının onuru ile kayıtlamış
olursun. Eğer muhatabın senin emrine uymayacak olursa
hayatının onurunu ve ömrünün değerini yok etmiş olur.
Bundan çıkan sonuca göre: Öncelikle; edebiyatçıların da belirttikleri
gibi, bir ifadedeki en yüksek düzeyli vurgulama yöntemi
yemindir.
İkincisi: Üzerinde yemin edilen şey, yemine konu olan şeyden
onursal olarak daha üstün olmalıdır. Bir sözü onur ve saygınlık
bakımından daha aşağı düzeyde olan bir şeyle pekiştirmenin bir
anlamı olmaz. Yüce Allah kitabında kendi adına ve sıfatına yemin
etmiştir. "Rabbimiz Allah'a andolsun.", "Rabbine andolsun ki, kesinlikle
onları sorgulayacağız.", "İzzetine andolsun ki, muhakkak
onları azdıracağım." gibi. Bunun yanı sıra peygamberine, meleklerine
ve kitaplarına yemin etmiştir. Gök, yer, güneş, ay, yıldızlar,
gece, gündüz, gün, dağlar, denizler, şehirler, insan, ağaç, incir ve
zeytin gibi yaratıklar adına yemin içmiştir.
Bunun sebebi, bunların yüce Allah'ın onurlandırması ve saygın
kılmasıyla gerçek bir saygınlığa ve onura sahip olmalarından başka
bir şey değildir. Bunların her biri yüce Allah'ın mukaddes sıfatlarından
birinin özelliklerini taşır. O'nun yüce zatının saygınlığının
veya O'nun kutsal fiillerinin işaretlerini, izlerini yansıtır. Her onurlu
O'nun zatının onuru ile onurludur. Öyleyse, içimizden dua eden
herhangi biri, yüce Allah'tan bir şey istediği zaman yüce Allah'ın
onurlandırdığı ve üzerlerine yemin ettiği bu yaratıklardan birinin
adı ile istemesine engel olacak ne vardır? Resulullah'ı bu genel
354 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
hükmün dışına çıkaran, onu isimlerine yemin edilenler cümlesinden
istisna eden, o söz konusu olunca işi zorlaştıran gerekçe nedir?
Ömrüme andolsun ki, Allah'ın elçisi Muhammed (s.a.a) kesinlikle
Allah katında Irak incirinden veya Şam zeytininden daha alt
bir düzeyde değildir. Ulu Allah onun saygı değer kişiliğine şöyle
yemin etmiştir: "Ömrüne andolsun ki, onlar, sarhoşlukları içinde
bocalıyorlardı." (Hicr, 72)
Şimdi gelelim "Peygamberin hakkı için Allah'tan bir şey
istenmez" şeklindeki değerlendirmeye: Batılın karşıtı olan "hak"
kavramı, zihnin dışında sabit olan gerçeği, sırf dışta sabit olan bir
gerçek olması açısından ifade eder. Yer ve insan gibi. Kendi sınırları
içinde sabit olan her şeye de "hak" denir. Malî ve sosyal haklar
gibi. Çünkü bunlar toplumun nazarında sabit şeylerdir. Kur'ân-ı Kerim
gerek varoluş ve gerekse yasama ile ilgili olarak yüce Allah'ın
gerçekleştirdikleri, sabitleştirdiklerinin dışında hak olduğu ileri sürülen
her şeyi batıl ve geçersiz olarak nitelendirmiştir. Şu hâlde
yasama alanında ve dinî toplumlarda hak olan, sadece yüce Allah-
'ın hak kıldığı şeylerdir. Mali haklar, kardeşlik hakları ve anababanın
evlatları üzerindeki hakları gibi. Yüce Allah hiç kimsenin
hükmünün etkisinde değildir; Hiçbir kimse yüce Allah'ı bir şey
yapma durumunda bırakamaz. Nitekim, Mutezile ekolünün bazı
kanıtlamalarından bu yönde eğilimler sezinlemek mümkündür.
Ancak hukuk dilinde O'nun bir şeyi kendi üzerine hak kılması
mümkündür. Böylece başkasının O'nun üzerinde bir hakkı olmuş
olur.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Müminleri kurtarmamız
bizim üzerimizde bir haktır." (Yûnus, 103) "Gönderilen peygamber
kullarımıza şu sözümüz geçmiştir: Mutlaka kendilerine yardım
edilecektir. Ve galip gelecek olanlar, mutlaka bizim ordumuzdur."
(Saffât, 171-173)
Görüldüğü gibi ne tür bir yardım olacağı belli değildir ve herhangi
bir şeyle sınırlandırılmamıştır. Şu hâlde, kurtarılma müminlerin
Allah üzerindeki hakkıdır. Gönderilen peygamberlerin de Allah
üzerindeki hakları yardım görmeleridir. Yüce Allah peygamberlerini
bu şekilde onurlandırmış, onlara bu saygınlığı vermiştir. Do-
Bakara Sûresi / 89-93 .................................................... 355
layısıyla onlara izafe edebileceğimiz haklar vardır. Şu hâlde onların
hakkı için Allah'tan bir şey istemenin hiçbir mahzuru yoktur.
Çünkü hakkı hak kılan, hakkı onurlandıran ve onurlu olan her şeye
yemin eden O'dur.
Bu açıklamamızı anladığın zaman, yüce Allah'ı Peygamberine
(s.a.a) veya Peygamberinin hakkına, aynı şekilde Allah'ın tertemiz
velilerine veya onların haklarına yemine vermenin hiçbir sakıncası
olmadığını anlarsın. Çünkü yüce Allah mutluluk yolunda, bununla
ilgili her türlü yardım yöntemiyle onlara yardım etmeyi üzerine bir
hak olarak almıştır. Nitekim bunun böyle olduğunu ayetlerde gördün.
Dolayısıyla "Hiç kimsenin Allah üzerinde hakkı yoktur." sözü
anlamsızdır, dayanaktan yoksundur.
Evet, hiç kimsenin Allah üzerinde kendi etkisi ile gerektirdiği,
kesinleştirdiği bir hakkı olamaz. Yani Allah başkasının verdiği hükümle
yönlendirilemez. Bir başkası O'nu bir şeye zorlayamaz. Bu
konuda kimsenin söyleyecek bir sözü de yoktur. Hiç kimse bir
başkasının Allah'a dikte ettirdiği bir hak ile O'na dua edemez. Aksine,
ancak O'nun bozulmaz vaadi ile üzerine aldığı hak adına O'-
na dua edilebilir.
http://ahlalbaytlibrary.tripod.com
http://ehlibeytkutuphanesi.tripod.com
Mizan Tefsiri, Cilt:1
356 ............................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Dostları ilə paylaş: |