El-Mîzân Tefsiri Allâme Muhammed Hüseyin tabatabai Cilt-1


Bakara Sûresi / 1-5 ......................................................... 93



Yüklə 6,68 Mb.
səhifə4/48
tarix04.01.2019
ölçüsü6,68 Mb.
#90080
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   48

Bakara Sûresi / 1-5 ......................................................... 93


 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla

 

1- Elif, Lâm, Mîm.

 

2- Bu, o kitaptır ki kendisinde hiç şüphe yoktur; muttakiler

(kötülüklerden korunanlar) için yol göstericidir.

 

3- Onlar, gaybe iman ederler, namaz kılarlar ve kendilerine



verdiğiniz rızktan infak ederler.

 

4- Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler;



ahirete de kesin inanırlar.

 

5- Onlar, Rablerinden bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler,



işte onlardır.

 

AYETLERİN AÇIKLAMASI


 

Bu sure belli aralıklarla ve dönem dönem indiği için bir hedef

üzerinde yoğunlaşmaz. Ancak surenin geneli açısından belirgin bir

hedefin olduğunu söyleyebiliriz. Bu hedef doğrultusunda Allah'a

yönelik kulluğun bir gereği olarak kulun Allah'ın indirdiği ve peygamberleri

aracılığıyla duyurduğu her şeye inanması, vahiyler ve

peygamberler arasında bir ayırım gözetmemesi vurgulanmakta,

buna bağlı olarak da kâfirler ve münafıklar azarlanmakta, Allah'ın

dininde ayırımcılık icat ettikleri ve peygamberler arasında ayırım

gözettikleri için Ehlikitab'a mensup topluluklar kınanmaktadır. Bu

 

Bakara Sûresi / 1-5 ........................................... 95

 

husus iyice vurgulandıktan sonra da birtakım pratiğe dönük hükümlerin



açıklanmasına geçiliyor. Kıble değişikliği, hac, miras ve

oruç hükümleri gibi.

 

"Elif, Lâm, Mîm." Bazı surelerin girişinde yer alan bu tür birbirinden



kopuk harflerle ilgili açıklamaları inşaallah Şûrâ suresinin

giriş kısmında yapacağız. Ayrıca Kur'ân'ın yol göstericiliğine ve kitap

olarak nitelendirilişine de etraflıca değineceğiz.

 

"Muttakiler için yol göstericidir. Onlar gaybe inanırlar..." Muttakilerden



maksat müminlerdir. Takva müminlerin herhangi bir sınıfının

özel niteliği değildir. Bunu derken, iman derecelerinden birini

kastediyorum. Yani takva ihsan, ihlâs ve huşû gibi bir iman makamı

değildir. Aksine, takva imanın tüm makamlarını kapsayan

genel bir niteliktir. İman gerçekleşme aşamasına girer girmez,

takva niteliği belirginleşmeye başlar. Bunun kanıtı da, yüce Allah-

'ın değişik sınıfları ve dereceleri bulunan mümin gruplardan birini

özellikle takva ile nitelendirmiyor olmasıdır.

 

Yüce Allah, Bakara suresinin giriş kısmındaki on dokuz ayette,



müminlerin, kâfirlerin ve münafıkların durumunu tasvir ederken

takvaya özgü beş özellik sıralıyor. Bunlar; gaybe inanmak, namaz

kılmak, yüce Allah'ın rızk olarak verdiği şeyleri hayır amaçlı olmak

üzere harcamak, Allah'ın peygamberlerine indirdiği kitaplara inanmak

ve ahirete en ufak bir kuşku duymayacak biçimde kesinlikle

iman etmektir.

 

Sonra yüce Allah, onları Rableri tarafından bir hidayet üzere



olmakla nitelendiriyor. Bu da gösteriyor ki, onların bu onur verici

niteliklerle nitelendirilmelerinin sebebi, yüce Allah tarafından bir

hidayete konu olmalarıdır. Ancak yüce Allah, daha önce de bu kitabın

söz konusu muttakiler için bir hidayet, bir yol gösterici olduğunu

bildirmiştir. Bununla anlıyoruz ki, bu hidayet öncekinden ayrıdır

ve muttakiler, iki hidayete muhataptırlar. Birinci hidayet sayesinde

muttaki niteliğini kazanmışlardır. İkincisini de yüce Allah

takvadan sonra onlara bahşetmiştir ve bu sayede muttakilerin kâfirler

ve münafıklarla karşılaştırılmaları mümkün olabilmiştir.

 

Aynı şekilde yüce Allah, kâfirleri ve münafıkları iki sapıklık ve



iki şaşkınlık içinde olmakla nitelendiriyor. Birinci sapıklık, küfür ve

nifak gibi kötü niteliklerine sebep oluyor. İkincisi ile de birinci

sapıklıkları pekiştiriliyor. Onlar bu ikinci sapıklık niteliğini küfür ve

 

96 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

pıklıkları pekiştiriliyor. Onlar bu ikinci sapıklık niteliğini küfür ve



nifak niteliklerin gerçeklik kazanmasından sonra alıyorlar. Nitekim

yüce Al-lah kâfirler hakkında şöyle buyuruyor: "Allah, onların



kalplerini ve ku-laklarını mühürlemiştir, gözlerinde de perde vardır."

(Bakara, 7) Burada yüce Allah mühürlemeyi kendisine, perdeyi

ise onlara mal ediyor.

 

Münafıklar hakkında da şöyle buyuruyor: "Onların kalplerinde



hastalık vardır. Allah da hastalıklarını artırmıştır." (Bakara, 10) Birinci

hastalığı onlara izafe ediyor, ikinci hastalığı ise kendisinin

meydana getirdiğini vurguluyor. Bu husus bir ölçüde yüce Allah'ın

şu sözünde de belirginlik kazanıyor: "Onunla birçoğunu saptırır ve



yine onunla birçoğunu yola getirir. Onunla sadece fasıkları saptırır."

(Bakara, 26) Şu ayet-i kerime de bu hususa yönelik bir işaret içermektedir:



"Onlar eğrilince, Allah da kalplerini eğriltti." (Saff, 5)

 

Kısacası, kâfirler ve münafıklar iki sapma ile karşı karşıya oldukları



gibi, muttakiler de iki hidayetle karşı karşıyadırlar.

Öte yandan, ikinci hidayet Kur'ân aracılığıyla gerçekleşirken,

birinci hidayet Kur'ân'dan önce ve dejenere olmamış fıtrat sayesinde

gerçekleşir. Fıtrat, bozulmadığı takdirde, zatı itibariyle dışındaki

bir etkene muhtaç olduğunu görür. Aynı şekilde onun gibi his,

vehim veya akıl ile algılanabilecek şeylerin de, ihtiyaç zincirinin

son bulduğu noktada, dışlarındaki bir varlığa muhtaç olduklarını

teslim eder. Dolayısıyla fıtrat, duyuları tarafından algılanmayan

görünmez bir varlığa inanır. Her şeyin bu varlıktan geldiğini ve onda

noktalanacağını kabul eder. Bu varlık, yaratıklarının ihtiyaç

duydukları hiçbir şeyi ihmal etmediği gibi, insanları helâk edici

ameller ve huylardan kurtaracak şeye hidayet etmeyi de ihmal

etmediğini kavrar.

 

İşte bu, dinin temelini oluşturan tevhit, nübüvvet ve mead



(ahiret) inancıdır. Bu inanç da, yüce Allah'ın Rablığı karşısında

huzû ve huşû sunmayı; mal, mevki, ilim ve fazileti de bu hususun

canlandırılıp yaygınlaştırılması için kullanmayı gerektirir. Bu iki

husus ise, namaz ve infak şeklinde somutlaşmaktadır.

Böylece öğrenmiş bulunuyoruz ki, burada yüce Allah'ın onlar

için sıraladığı nitelikler, bozulmamış fıtrattan kaynaklanan niteliklerdir.

Ayrıca yüce Allah, onlara ek bir vaatte bulunuyor ve bunu da

 

Bakara Sûresi / 1-5 ........................................... 97

 

hidayet olarak nitelendiriyor. Şu hâlde, onların sergiledikleri bu olumlu



ameller, iki hidayet arasında gerçekleşmektedir. Biri geçmiş,

biri de bunu izleyen hidayet. Bu iki hidayet arasında da doğru

inanç ve salih amel gerçekleşir. Yüce Allah'ın bahşettiği ikinci hidayetin

sağlam ve bozulmamış fıtrattan kaynaklanan birinci hidayetin

bir sonucu olduğuna kanıt oluşturacak birçok ayet vardır:

"Allah, iman edenleri, dünya hayatında ve ahirette sapasağlam

sözle sabitleştirir." (İbrâhîm, 27) "Ey inananlar, Allah'tan korkun,

O'nun Resulüne inanın ki, size rahmetinden iki pay versin, sizin

için ışığında yürüyeceğiniz bir nur yaratsın." (Hadîd, 28) "Siz Allah'a

yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı sağlam tutar."

(Muhammed, 7) "Allah, zalimler topluluğunu doğru yola



iletmez." (Saff, 7) "Allah, fasıkları doğru yola iletmez." (Saff, 5)

İleride değineceğimiz gibi, kâfirler ve münafıkların sapıklığı

meselesi (iki aşamalı olması) de tıpkı muttakilerin hidayet durumu

gibidir.


 

Bu ayetlerde, şu dünya hayatının altında gizli olan bir başka

hayata işaret ediliyor. İnsanoğlu bu hayatı bu dünyada, ölümden

sonra ve diriliş anında yaşar. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:



"Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında

yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp

ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu?" (En'âm, 122) İnşaallah

yeri gelince bu ayet üzerinde gerekli açıklamalarda bulunacağız.

 

"...iman ederler" İman, inancın kalbe yerleşmesi demektir. Bu

kelime, güven anlamına gelen "emn" kökünden türemiştir. Sanki

mümin, inandığı şeyi kuşku ve kuruntuya karşı korumaya almakta,

güvende kılmaktadır. Bilindiği gibi kuşku ve kuruntu, inancın

afetidir. Daha önce de değindiğimiz gibi imanın dereceleri vardır.

Çünkü iman, bazen sadece bir şeyin özüne yönelik olur, onun gereklerine

nüfuz etmez. Bazen biraz daha güçlü olup onun kimi gereklerini

de kapsamına alır. Bazen de öyle güçlü olur ki, onun bütün

gereklerini etkiler. Buradan da şu sonuç çıkar: İmanın sınıfları

oranında müminlerin de sınıfları vardır.

 

"Gaybe..." Gayb, görünmeyen demektir ve görünenin karşıtıdır.

Dolayısıyla duyularla algılanmayan her şey, gaybın kapsamına girer.

O da, yüce Allah ve O'nun duyularımız tarafından algılanama-

 

98 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

yan büyük ayetleridir. Vahiy de duyularca algılanıp kavranmayan



büyük ayetlerden biridir. Nitekim, "Sana indirilene ve senden önce

indirilenlere iman ederler." ifadesinde de vahiy gerçeğine işaret

edilmiştir. Şu hâlde, vahye iman etme ve ahirete kesin inanma

karşısında "gaybe iman etme" ifadesiyle yüce Allah'a iman kastediliyor.

Böylece dinin üç temel ilkesi tamamlanmış oluyor. Kur'ân-ı

Kerim burada sırf somut algılarla yetinilmemesini, aklıselime ve

katıksız usa da uyulmasını teşvik ediyor.

 

"Ahirete de kesin inanırlar." Ahirete inanmaktan söz edilirken,

iman yerine, yakin (kesin inanma) fiili kullanılıyor. Sanki takva sıfatının,

ancak ahirete hiçbir zaman unutulmayacak şekilde kesin

bilgiyle inanmakla gerçekleşebileceğine işaret ediliyor. Çünkü insan

bazen bir şeye inandığı hâlde, onun bazı gereklerinden gaflet

ederek inancına ters davranışlar içine girebilir.

Ancak insan, önemli-önemsiz tüm amellerinden dolayı bir gün

hesaba çekileceğini sürekli hatırında tutarsa, yoldaki engellere

takılıp tökezlemez ve elbette Allah'ın haramlarını işlemeye

yeltenmez. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Nefsin isteğine



uyma; sonra seni Allah'ın yolundan saptırır. Allah'ın yolundan sapanlar,

hesap gününü unuttuklarından dolayı onlara çetin azap

vardır." (Sâd, 26)

 

Burada yüce Allah, Allah'ın yolundan sapmanın, hesap gününü



unutmaktan kaynaklandığını vurguluyor. Şu hâlde hesap gününü

sürekli akılda tutmak, takva gerçeğinin doğup gelişmesine yol açar.

 

"Onlar, Rablerinden bir hidayet üzeredirler." Hidayet tümüyle Allah'tandır



ve kesinlikle O'ndan başkasına isnat edilemez. Ancak

mecazî olarak hidayet fiili bir başkasına izafe edilebilir. İnşaallah

ileride bu konuya daha geniş biçimde değineceğiz. Yüce Allah,

muttakileri hidayet üzere olmakla nitelendirmiş, bir başka yerde

de bunun özelliğini anlatmıştır: "Allah kimi hidayet etmek isterse,

onun göğsünü açar." (En'âm, 125)

 

Göğsü açmak; göğsü genişletmek, kapasitesini artırmak demektir.



Bu genişlik, ondan her türlü darlığı, dar görüşlülüğü uzaklaştırır.

Bunun sonucu olarak da kurtuluşa erer. Nitekim yüce Al-

 

Bakara Sûresi / 1-5 ........................................... 99

 

lah bir ayette şöyle buyuruyor: "Kim nefsinin cimriliğinden korunursa,



işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Haşr, 9)

Yüce Allah bu surede de, "Onlar, Rableri tarafından bir hidayet



üzeredirler." ifadesinin ardından şöyle buyuruyor: "ve kurtuluşa

eren-ler, işte onlardır."

 

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI



 

el-Meanî adlı eserde İmam Cafer Sadık'ın (a.s), "Onlar, gaybe



iman ederler." ifadesiyle ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir:

"Burada Hz. Mehdi'nin ortaya çıkışının hak olduğuna inanan kimseler

kastediliyor."

 

Ben derim ki: Bu anlamı pekiştiren başka rivayetler de vardır



ve bunlar, tatbik (cery) türündendirler.

 

Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Cafer Sadık'ın (a.s), "Kendilerine verdiğimiz



rızktan infak ederler." ifadesiyle ilgili olarak, "Onlara öğrettiğimiz

bilgileri dağıtırlar." dediği rivayet edilir. [c.1, s.25, h: 1]

 

el-Meanî adlı eserde yine o Hazretin şöyle dediği rivayet edilir:



"Onlara öğrettiğimiz bilgileri dağıtırlar, Kur'ân'dan onlara öğrettiklerimizi

insanlara okurlar." [s.23, h: 2]

 

Ben derim ki: Her iki rivayette de, değindiğimiz gibi, "infak" kavramı



mal dağıtmaktan daha geniş tutulmuştur.

 

FELSEFÎ BİR ARAŞTIRMA

 

Acaba duyu organlarının somut algılarının dışında aklî ve soyut



algılara dayanmak doğru olur mu? Bu mesele, son kuşak Batılı

düşünürler arasında görüş ayrılıklarına konu olan meselelerden

biridir. Eski kuşaklara mensup Batılı düşünürler ile İslâm bilginleri,

hem duyu organlarının algılarına, hem de akla dayanılabileceği

düşüncesindedirler. Hatta bilimsel kanıtın, somut olanı somut olmaması

açısından kapsamadığını söylemişlerdir. Buna karşılık,

Batılı filozoflar bu konuda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunların

büyük çoğunluğu, özellikle doğa bilimcileri somut olmayana

dayanılmayacağı düşüncesindedirler. Bunu ileri sürerken de gerekçeleri

şudur:


 

100 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

Salt aklî algıların yanılma, yanlışa düşme ihtimali çok yüksektir.



Çünkü soyut algıların doğruluk ve yanlışlığını belirleyecek bir

ölçü yoktur. Çünkü ölçü, duyu ve denemedir ve bunlar ancak cüz'î

olgulara ulaşabilirler. Söz gelimi biz, duyu organlarımızdan biri aracılığıyla

bir şey algıladığımız zaman, örneklerini yineleyerek denemeye

tâbi tutarız. Bu işlemi, elde edilmesi arzulanan özelliği

kesinleştirene kadar sürdürürüz. Bundan sonra onun gerçekliği

hakkında herhangi bir kuşku kalmaz."

 

Batılı filozofların bu kanıtları hem yanlış ve hem de çelişkilidir.



Çünkü:

 

1- Bu kanıttaki bütün önermeler, duyusal deneyime dayalı olmayan



aklî önermelerdir. Şu hâlde bu kanıt, içerdiği aklî önermelerle,

aklî önermelere dayanmanın yanlışlığının kanıtıdır. Dolayısıyla

bu kanıtın doğruluğu, yanlışlığını gerektirmektedir.

 

2- Somut verilerdeki yanılgılar, sayısal olarak aklî verilerdeki



yanılgılardan, yanlışlardan daha az değildir. Nitekim onların göz

veya diğer duyu organlarının yanılmaları ile ilgili araştırmaları bunu

pekiştirir niteliktedir. Şayet, herhangi bir yöntemde yanılma

söz konusu olduğunda bu, o yöntemi bir kerede silmeyi, bir daha

ona dayanmamayı gerektiriyorsa, somut verilere dayanmama,

güvenmeme çok daha gerekli ve çok daha zorunlu olurdu.

 

3- Doğru ile yanlışı birbirinden ayırma işlemi tüm algılar için



kaçınılmazdır. Fakat, somut verinin yinelenmesinden ibaret olan

deneme, eğri ile doğruyu ayırt etmeye yarayan bir araç değildir. Bilakis

deneysel önerme, sadece alınmak istenen sonucu kanıtlayan

kıyasın iki önermesinden birini oluşturur. Örneğin biz, duyu

organlarımız aracılığı ile herhangi bir olgunun bir özelliğini algıladığımız

ve bunun örneklerini yineleyerek denemeden geçirdiğimiz

zaman gerçekte şöyle bir kıyas elde etmiş oluruz: "Bu özellik, ele

almakta olduğumuz olgu açısından varlığı süreklidir ya da daha

çok bu özelliğin varlığı ön plândadır. Eğer bu özellik, bu olgudan

başkasına özgü bir özellik olsaydı, bu şekilde sürekli ya da ön

plânda olmazdı. Ama görüyoruz ki bu özellik, bu olgu için sürekli

ya da ön plânda olma niteliğini koruyor." Görülüyor ki, bu kıyasta

somut ve deneysel olmayan aklî öncüller vardır.

 

Bakara Sûresi / 1-5 .................................................. 101

 

4- Farz edelim ki bütün somut bilimler, pratikte deney desteklidirler.



Ancak, deneyin kendisinin bir başka deneyle pekiştirilmediği,

doğruluğu kesin biçimde doğrulanmadığı ortadadır. Yoksa,

her deneyin bir başka deneyce doğrulanması işlemi sonsuza kadar

sürüp giderdi. Şu hâlde, deneyin doğru olup olmadığı, somut

verilerin dışındaki bir yöntemle bilinir. Dolayısıyla somut verilere

ve deneye dayanmak, zorunlu olarak aklî bilgiye dayanmak demektir.

 

5- Duyu organları ile algılanan veriler, ancak cüz'î ve değişken



şeyleri kapsarlar. Bilimler ise, sadece küllî önermeleri kullanırlar

ve genel önermeler şeklindeki sonuçlara varırlar. Bunlarsa, somut

ve deneysel değildirler. Söz gelimi; anatomi, insanlardan az veya

çok sayılı kişilere ulaşabilir. Bu bilim aracılığıyla somut olarak, örneğin

şu veya bu insanın bir kalbi ve bir ciğeri olduğu gözlemlenir.

Bunun tekrarıyla az ya da çok birtakım gözlemler elde edilir. Fakat

bu veri, "Her insanın bir kalbi ya da bir ciğeri vardır." şeklindeki

bütünsel yargımızdan farklıdır. Bu yüzden kendimizi sırf somut ve

deneysel verilerle sınırlandırırsak, sadece bunlara dayanarak hareket

edersek, salt bunlardan yararlanırsak ve baştan itibaren aklî

verilere dayanmaktan kaçınırsak, genel bir kavrayış, teorik bir düşünce

ve bilimsel bir araştırma elde etmiş olamayız.

 

Şu hâlde, maddeye özgü alanlarda somut verilere dayanıp güvenmek



nasıl bir zorunluluksa, aklî beceriye özgü alanlarda da aklî

verilere dayanıp güvenmek bir zorunluluktur. Akıl derken, küllî

önermeler ve genel yargıların kaynağı ve kavrayıcısını kastediyoruz.

İnsanın bu tür bir yeteneğe sahip olduğunda kuşku yoktur.

Şu hâlde, kökünden yanılmaya mahkûm bulunan veya ilgili

alanında dahi yanılabilecek olan bir şeyin, yaratılış tarafından

meydana getirilmesi düşünülebilir mi? Çünkü yaratılış, ancak aralarında

bir dış bağlantıyı kesin tespit ettikten sonra varlıklardan

herhangi birini belli bir işlev görevlendirir. Şu hâlde, gerçekte var

olmayan, yani hata ve yanılgı olarak değerlendirilen şeyle, varolan

bir şey arasında bir bağ kurulabilir mi?

 

Bilimler ve duyu organlarının algılarındaki hata ve yanılgılara



gelince; işin gerçeği yerinde açıklanmıştır, oraya başvurmak gerekir.

Hiç kuşkusuz, doğruyu gösteren yüce Allah'tır.

 

102 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

BİR BAŞKA FELSEFÎ ARAŞTIRMA



 

Hayata henüz adım atan basit bir insan, olguları dış yansımaları

itibariyle algıladığını zannederek olgularla kendi algılayışı arasında

bilgi niteliğinin aracılık yaptığının farkında olmaz. Bazı tavırlarında

kuşku veya zanna kapılana kadar bu durum devam eder.

Bu sırada şu gerçeğin farkına varır: İnsan bir canlı organizma olarak

hareketlerinde ve dünyadaki yaşamında kaçınılmaz olarak

bilgi niteliğini kullanır ve bu nitelik bazen eğri ile doğruyu birbirinden

ayırmada yanılır. Yoksa, olguların dış yansımalarında yanılma

ve yanlışa düşme söz konusu olamaz. Bu noktada insan "bilgi" niteliğinin

varlığına kesin olarak inanır. (Kastettiğimiz önermenin

olumsuzuna engel oluşturan "kavrama" yeteneğidir.)

 

Ayrıca, etraflı bir araştırma da bizi bu sonuca ulaştırır. Çünkü



bizim onaylamalı kavrayışlarımız, tahlil sonucu şu ilkel (bedihî)

önermeye dayanırlar: "Olumluluk ve olumsuzluk nitelikleri bir olguda

aynı anda bulunamazlar ve ikisi birlikte de yok olamazlar."

Şu hâlde, ilkel veya teorik her önerme, bütünüyle onaylanması için,

ilkel önermelerin başında gelen bu önermeye muhtaçtır. Bu

önerme, o kadar ilkel ve açıktır ki, bununla ilgili varsayılan kuşku

dahi, kendi olumsuzuyla bir araya gelememektedir. Bu önerme

bütün açıklığıyla kesinlik kazanınca, buna duyulan ihtiyaç oranında

bilimsel onaylamalar alanında bol veriler elde edilmiş olur. İşte

insan, bakış açısı ve amelleri açısından, bu verilere dayanır.

Şu hâlde, bilimsel bir tavır veya pratik bir olgu söz konusu olunca,

kesinlikle insanın dayanağı bilgidir. O kadar ki, kişinin kuşkusu

da, onun kuşku olduğuna ilişkin bilgisi ile belirginleşir. Zannı,

vehmi ve bilgisizliği açısından da durum bundan ibarettir.

Antik Yunan'da kendilerini sofist olarak adlandıran bir grup

filozof, bilginin varlığını inkâr etmişlerdi. Kendileri ve kuşkuları da

dahil, her şeyden kuşku duyuyorlardı. Bunları septizm adı altında

diğer bir grup izledi ki, anlayışları aşağı yukarı aynıydı. Bunlar

kendilerinin ve düşüncelerinin (kavrayışlarının) dışında bilginin

varlığını kabul etmiyorlardı. Hatta bu görüşlerini ispatlayabilmek

için birtakım kanıtlar da üretmişlerdi.

 

Kanıtlarından biri şöyledir: En güçlü bilgiler ve kavrayışlarımız



dahi (duyu organlarımız aracılığıyla algıladıklarımız kastedilmek-

 

Bakara Sûresi / 1-5 ....................................................... 103

 

te) hata ve yanlışlarla doludur. Başka bilgilerimizde durum nasıl



olur acaba?! Şu hâlde, kendimizin dışındakilerle ilgili bilgi ve hükümlerimize

nasıl güvenebilir, dayanabiliriz?!

 

Bir diğer kanıtları da şudur: Dışımızdaki olgulardan birini algılamaya



yöneldiğimiz zaman, onun yerine ona ilişkin bilgiyi algılarız.

Şu hâlde herhangi bir olguyu algılamak mümkün değildir.

Ve daha bunun gibi birtakım kanıtlar...

 

Birinci kanıtlarına vereceğimiz cevap şudur: Bu kanıt öncelikle



kendi kendini geçersiz kılıyor. Şayet herhangi bir hükme dayanmak

doğru değilse, bu kanıtı oluşturan önermelere de dayanmak

doğru olmaz. Ayrıca bilgilerde çok sayıda hata ve yanlışın varlığını

kabul etmek, yanlışlara denk veya onlardan daha fazla doğruların

da varlığını kabul etmek anlamına gelir. Kaldı ki, bilginin varlığını

kabul eden bir kimse, onun tüm onaylarının tartışmasız doğrular

olduğunu iddia etmez. Tam tersine, bazılarının böyle olduğunu savunur.

Diğer bir ifadeyle; bu hususta küllî olumsuzluğa karşın cüz'î

olumluluğu iddia eder. Söz konusu kanıt ise, cüz'î olumluluğu da

reddetmeye yeterli gel-mektedir.

 

İkinci kanıtlarına vereceğimiz cevap da şudur: Tartışma konusu



olan bilginin gerçekliği ötesini keşfetmesi, göstermesidir. Dış

olgulardan birine yöneldiğimiz zaman ona ilişkin bilgi edindiğimizi

varsaymakla, o şeyi keşfettiğimizi kabul etmiş oluruz. Ancak biz,

bu keşfin her zaman için söz konusu olmadığını da kabul ediyoruz.

Bilginin varlığını kabul eden hiçbir kimse de, "Biz olgunun kendisini

buluyoruz, kendisine ulaşıyoruz, keşfine değil." demiyor.

Böyleleri, vicdanlarının hayattaki isteğe bağlı davranışlar ve

başka hususlar ile ilgili zorunlu olarak itiraf ettiği gerçeği

görmüyorlar gibidir. Çünkü onlar, açlık ve susuzluk hissettikleri

zaman yemeğe ve suya, başka bir şeye ihtiyaç duydukları zaman

da ona yönelirler, sırf o şeyi düşünmekle ona yönelmezler. Aynı

şekilde, ancak sakıncalı ve kaçınılması gereken şeylerin varlığı

söz konusu olduğunda kaçarlar, sırf onu düşünmekle böyle bir harekete

geçmezler.

 

Kısacası; doğalarının ihtiyacı olan her şeye ihtiyaç duyduklarında,



o ihtiyacın giderilmesi için dışa yönelik bir hareket başlatırlar.

Fakat doğaları ihtiyaç duymadan sırf o şeyi düşünmekle onu

 

104 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 

ortadan kaldırma yönünde bir çaba içine girmezler. Hiç kuşkusuz,



bu iki durumda söz konusu olan bilgi arasında fark vardır. Şöyle

ki: Bu iki bilgiden birisini insan kendi isteğiyle kendi meydana getirir.

Diğer bilgi ise, insanın dışında ve insan üzerinde etkili olan bir

etkenin etkisiyle meydana gelir. O dış etken de bilginin keşfettiği

şeydir. Şu hâlde bilgi vardır ve bizim aradığımız da budur.

Bil ki: Bilginin varlığıyla ilgili bir başka açıdan da güçlü bir

kuşku söz konusudur. Bu kuşku, günümüz pozitif bilimlerin temelini

oluşturan her şeyin değişken olduğu ilkesi doğrultusunda, bilginin

de değişken olduğu kuşkusuzdur. [Oysa ki her bilgi

değişmezdir.] Bunun açıklaması şöyledir: Bilimsel araştırmalar,

doğada bir dönüşüm ve tekâmül (olgunlaşma) sisteminin varlığını

kanıtlamış bulunmaktadır. Bu-na göre doğada yer alan her parça,

hareket hâlindedir ve tekâmüle yöneliktir. Her şeyin ikinci anındaki

varoluşu, birinci anındaki varoluşundan farklıdır. Düşünme ve

kavrama yeteneğinin de, beyine özgü özelliklerden olduğunda

kuşku yoktur.

 

Şu hâlde düşünme ve kavrayış, maddî bir olgunun maddî bir



özelliğidir ve dönüşüm ve tekâmül yasasına boyun eğmesi de kaçınılmazdır.

Dolayısıyla bu kavrayışlar, (aralarında bilgi denilen

kavrayış da olmak üzere) sürekli bir değişim ve dönüşüm hâlindedirler.

Demek ki, bilginin değişmezliği ve kalıcılığı söz konusu değildir.

Her şeyde olduğu gibi bilginin de değişmezliği ve kalıcılığı

nispîdir. Yani bazı bilgiler, diğer bazısına göre daha uzun sürelidirler,

daha çok yaşarlar ya da daha az çelişiktirler.

 

Bunu şöylece cevaplamak mümkündür: Bu kanıt, bilginin varoluşu



noktasında maddî olup soyut olmaması esasına dayalı bir

kanıttır. Ne var ki, bilginin maddî olduğuna dair herhangi bir delil

elde olmadığı gibi, maddî olmadığına dair deliler mevcuttur. Çünkü

maddî olguların birtakım özellikleri vardır ki, bunlar bilgi hakkında

söz konusu değildir. Örneğin:

 

1) Maddî olgular, bölünmeyi kabul etme noktasında ortaktırlar.



Bilgi ise, bilgi olması itibariyle bölünmeyi kabul etmez.

 

2) Maddî olgular, mekâna ve zamana bağlıdırlar. Bilgi ise, bilgi



olması itibariyle mekân ve zaman kabul etmez. Buna ilişkin kanıt

ise, belli bir mekânda ve belli bir zamanda meydana gelen bir ola-

 

Bakara Sûresi / 1-5 ....................................................... 105

 

yın, niteliğini ve belirliliğini korumak koşuluyla her mekân ve her



zamanda düşünülebilir olmasıdır.

 

3) Bütün maddî olgular, genel devinim yasasının egemenliği



altındadırlar. Şu hâlde değişim, maddî olguların genel bir özelliğidir.

Oysa bilgi, bilgi olması itibariyle değişim kabul etmez. Çünkü

bilgi, zatı itibariyle, değişime ve başkalaşıma ters düşer.

 

4) Eğer bilgi, tıpkı maddî olgular gibi bizzat değişken olsaydı,



bir şeyin ve bir olayın iki farklı zamanda düşünülmesi mümkün

olmazdı. Geçmişte kalan bir şey veya bir olay bir sonraki zamanda

hatırlanamazdı. Çünkü değişken bir şey, ikinci anında, birinci anından

farklıdır.

 

İşte bu gerekçeler ve benzeri yaklaşımlar sonucu bilginin, bilgi



olması itibariyle, maddî olmadığı ortaya çıkıyor. Düşünme sırasında

beyin dediğimiz duyarlı organda meydana gelen doğal harekete

gelince, bunun konumuzla bir ilgisi olmadığı gibi bilgi olduğuna

dair kesin bir delil de mevcut değildir. Sırf bir şeyin meydana gelişi

sırasında bir hareketin gerçekleşiyor olması, o ikisinin aynı şey olduğu

anlamına gelmez.

 

Daha fazla bilgi edinmek isteyenler, başka bir kaynağa başvurmak



durumundadırlar.

 

106 ......................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1

 


Yüklə 6,68 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   48




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin