Bakara Sûresi / 1-5 ......................................................... 93
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
1- Elif, Lâm, Mîm.
2- Bu, o kitaptır ki kendisinde hiç şüphe yoktur; muttakiler
(kötülüklerden korunanlar) için yol göstericidir.
3- Onlar, gaybe iman ederler, namaz kılarlar ve kendilerine
verdiğiniz rızktan infak ederler.
4- Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ederler;
ahirete de kesin inanırlar.
5- Onlar, Rablerinden bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler,
işte onlardır.
AYETLERİN AÇIKLAMASI
Bu sure belli aralıklarla ve dönem dönem indiği için bir hedef
üzerinde yoğunlaşmaz. Ancak surenin geneli açısından belirgin bir
hedefin olduğunu söyleyebiliriz. Bu hedef doğrultusunda Allah'a
yönelik kulluğun bir gereği olarak kulun Allah'ın indirdiği ve peygamberleri
aracılığıyla duyurduğu her şeye inanması, vahiyler ve
peygamberler arasında bir ayırım gözetmemesi vurgulanmakta,
buna bağlı olarak da kâfirler ve münafıklar azarlanmakta, Allah'ın
dininde ayırımcılık icat ettikleri ve peygamberler arasında ayırım
gözettikleri için Ehlikitab'a mensup topluluklar kınanmaktadır. Bu
Bakara Sûresi / 1-5 ........................................... 95
husus iyice vurgulandıktan sonra da birtakım pratiğe dönük hükümlerin
açıklanmasına geçiliyor. Kıble değişikliği, hac, miras ve
oruç hükümleri gibi.
"Elif, Lâm, Mîm." Bazı surelerin girişinde yer alan bu tür birbirinden
kopuk harflerle ilgili açıklamaları inşaallah Şûrâ suresinin
giriş kısmında yapacağız. Ayrıca Kur'ân'ın yol göstericiliğine ve kitap
olarak nitelendirilişine de etraflıca değineceğiz.
"Muttakiler için yol göstericidir. Onlar gaybe inanırlar..." Muttakilerden
maksat müminlerdir. Takva müminlerin herhangi bir sınıfının
özel niteliği değildir. Bunu derken, iman derecelerinden birini
kastediyorum. Yani takva ihsan, ihlâs ve huşû gibi bir iman makamı
değildir. Aksine, takva imanın tüm makamlarını kapsayan
genel bir niteliktir. İman gerçekleşme aşamasına girer girmez,
takva niteliği belirginleşmeye başlar. Bunun kanıtı da, yüce Allah-
'ın değişik sınıfları ve dereceleri bulunan mümin gruplardan birini
özellikle takva ile nitelendirmiyor olmasıdır.
Yüce Allah, Bakara suresinin giriş kısmındaki on dokuz ayette,
müminlerin, kâfirlerin ve münafıkların durumunu tasvir ederken
takvaya özgü beş özellik sıralıyor. Bunlar; gaybe inanmak, namaz
kılmak, yüce Allah'ın rızk olarak verdiği şeyleri hayır amaçlı olmak
üzere harcamak, Allah'ın peygamberlerine indirdiği kitaplara inanmak
ve ahirete en ufak bir kuşku duymayacak biçimde kesinlikle
iman etmektir.
Sonra yüce Allah, onları Rableri tarafından bir hidayet üzere
olmakla nitelendiriyor. Bu da gösteriyor ki, onların bu onur verici
niteliklerle nitelendirilmelerinin sebebi, yüce Allah tarafından bir
hidayete konu olmalarıdır. Ancak yüce Allah, daha önce de bu kitabın
söz konusu muttakiler için bir hidayet, bir yol gösterici olduğunu
bildirmiştir. Bununla anlıyoruz ki, bu hidayet öncekinden ayrıdır
ve muttakiler, iki hidayete muhataptırlar. Birinci hidayet sayesinde
muttaki niteliğini kazanmışlardır. İkincisini de yüce Allah
takvadan sonra onlara bahşetmiştir ve bu sayede muttakilerin kâfirler
ve münafıklarla karşılaştırılmaları mümkün olabilmiştir.
Aynı şekilde yüce Allah, kâfirleri ve münafıkları iki sapıklık ve
iki şaşkınlık içinde olmakla nitelendiriyor. Birinci sapıklık, küfür ve
nifak gibi kötü niteliklerine sebep oluyor. İkincisi ile de birinci
sapıklıkları pekiştiriliyor. Onlar bu ikinci sapıklık niteliğini küfür ve
96 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
pıklıkları pekiştiriliyor. Onlar bu ikinci sapıklık niteliğini küfür ve
nifak niteliklerin gerçeklik kazanmasından sonra alıyorlar. Nitekim
yüce Al-lah kâfirler hakkında şöyle buyuruyor: "Allah, onların
kalplerini ve ku-laklarını mühürlemiştir, gözlerinde de perde vardır."
(Bakara, 7) Burada yüce Allah mühürlemeyi kendisine, perdeyi
ise onlara mal ediyor.
Münafıklar hakkında da şöyle buyuruyor: "Onların kalplerinde
hastalık vardır. Allah da hastalıklarını artırmıştır." (Bakara, 10) Birinci
hastalığı onlara izafe ediyor, ikinci hastalığı ise kendisinin
meydana getirdiğini vurguluyor. Bu husus bir ölçüde yüce Allah'ın
şu sözünde de belirginlik kazanıyor: "Onunla birçoğunu saptırır ve
yine onunla birçoğunu yola getirir. Onunla sadece fasıkları saptırır."
(Bakara, 26) Şu ayet-i kerime de bu hususa yönelik bir işaret içermektedir:
"Onlar eğrilince, Allah da kalplerini eğriltti." (Saff, 5)
Kısacası, kâfirler ve münafıklar iki sapma ile karşı karşıya oldukları
gibi, muttakiler de iki hidayetle karşı karşıyadırlar.
Öte yandan, ikinci hidayet Kur'ân aracılığıyla gerçekleşirken,
birinci hidayet Kur'ân'dan önce ve dejenere olmamış fıtrat sayesinde
gerçekleşir. Fıtrat, bozulmadığı takdirde, zatı itibariyle dışındaki
bir etkene muhtaç olduğunu görür. Aynı şekilde onun gibi his,
vehim veya akıl ile algılanabilecek şeylerin de, ihtiyaç zincirinin
son bulduğu noktada, dışlarındaki bir varlığa muhtaç olduklarını
teslim eder. Dolayısıyla fıtrat, duyuları tarafından algılanmayan
görünmez bir varlığa inanır. Her şeyin bu varlıktan geldiğini ve onda
noktalanacağını kabul eder. Bu varlık, yaratıklarının ihtiyaç
duydukları hiçbir şeyi ihmal etmediği gibi, insanları helâk edici
ameller ve huylardan kurtaracak şeye hidayet etmeyi de ihmal
etmediğini kavrar.
İşte bu, dinin temelini oluşturan tevhit, nübüvvet ve mead
(ahiret) inancıdır. Bu inanç da, yüce Allah'ın Rablığı karşısında
huzû ve huşû sunmayı; mal, mevki, ilim ve fazileti de bu hususun
canlandırılıp yaygınlaştırılması için kullanmayı gerektirir. Bu iki
husus ise, namaz ve infak şeklinde somutlaşmaktadır.
Böylece öğrenmiş bulunuyoruz ki, burada yüce Allah'ın onlar
için sıraladığı nitelikler, bozulmamış fıtrattan kaynaklanan niteliklerdir.
Ayrıca yüce Allah, onlara ek bir vaatte bulunuyor ve bunu da
Bakara Sûresi / 1-5 ........................................... 97
hidayet olarak nitelendiriyor. Şu hâlde, onların sergiledikleri bu olumlu
ameller, iki hidayet arasında gerçekleşmektedir. Biri geçmiş,
biri de bunu izleyen hidayet. Bu iki hidayet arasında da doğru
inanç ve salih amel gerçekleşir. Yüce Allah'ın bahşettiği ikinci hidayetin
sağlam ve bozulmamış fıtrattan kaynaklanan birinci hidayetin
bir sonucu olduğuna kanıt oluşturacak birçok ayet vardır:
"Allah, iman edenleri, dünya hayatında ve ahirette sapasağlam
sözle sabitleştirir." (İbrâhîm, 27) "Ey inananlar, Allah'tan korkun,
O'nun Resulüne inanın ki, size rahmetinden iki pay versin, sizin
için ışığında yürüyeceğiniz bir nur yaratsın." (Hadîd, 28) "Siz Allah'a
yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı sağlam tutar."
(Muhammed, 7) "Allah, zalimler topluluğunu doğru yola
iletmez." (Saff, 7) "Allah, fasıkları doğru yola iletmez." (Saff, 5)
İleride değineceğimiz gibi, kâfirler ve münafıkların sapıklığı
meselesi (iki aşamalı olması) de tıpkı muttakilerin hidayet durumu
gibidir.
Bu ayetlerde, şu dünya hayatının altında gizli olan bir başka
hayata işaret ediliyor. İnsanoğlu bu hayatı bu dünyada, ölümden
sonra ve diriliş anında yaşar. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Ölü iken kendisini dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında
yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp
ondan hiç çıkamayan kimse gibi olur mu?" (En'âm, 122) İnşaallah
yeri gelince bu ayet üzerinde gerekli açıklamalarda bulunacağız.
"...iman ederler" İman, inancın kalbe yerleşmesi demektir. Bu
kelime, güven anlamına gelen "emn" kökünden türemiştir. Sanki
mümin, inandığı şeyi kuşku ve kuruntuya karşı korumaya almakta,
güvende kılmaktadır. Bilindiği gibi kuşku ve kuruntu, inancın
afetidir. Daha önce de değindiğimiz gibi imanın dereceleri vardır.
Çünkü iman, bazen sadece bir şeyin özüne yönelik olur, onun gereklerine
nüfuz etmez. Bazen biraz daha güçlü olup onun kimi gereklerini
de kapsamına alır. Bazen de öyle güçlü olur ki, onun bütün
gereklerini etkiler. Buradan da şu sonuç çıkar: İmanın sınıfları
oranında müminlerin de sınıfları vardır.
"Gaybe..." Gayb, görünmeyen demektir ve görünenin karşıtıdır.
Dolayısıyla duyularla algılanmayan her şey, gaybın kapsamına girer.
O da, yüce Allah ve O'nun duyularımız tarafından algılanama-
98 .................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
yan büyük ayetleridir. Vahiy de duyularca algılanıp kavranmayan
büyük ayetlerden biridir. Nitekim, "Sana indirilene ve senden önce
indirilenlere iman ederler." ifadesinde de vahiy gerçeğine işaret
edilmiştir. Şu hâlde, vahye iman etme ve ahirete kesin inanma
karşısında "gaybe iman etme" ifadesiyle yüce Allah'a iman kastediliyor.
Böylece dinin üç temel ilkesi tamamlanmış oluyor. Kur'ân-ı
Kerim burada sırf somut algılarla yetinilmemesini, aklıselime ve
katıksız usa da uyulmasını teşvik ediyor.
"Ahirete de kesin inanırlar." Ahirete inanmaktan söz edilirken,
iman yerine, yakin (kesin inanma) fiili kullanılıyor. Sanki takva sıfatının,
ancak ahirete hiçbir zaman unutulmayacak şekilde kesin
bilgiyle inanmakla gerçekleşebileceğine işaret ediliyor. Çünkü insan
bazen bir şeye inandığı hâlde, onun bazı gereklerinden gaflet
ederek inancına ters davranışlar içine girebilir.
Ancak insan, önemli-önemsiz tüm amellerinden dolayı bir gün
hesaba çekileceğini sürekli hatırında tutarsa, yoldaki engellere
takılıp tökezlemez ve elbette Allah'ın haramlarını işlemeye
yeltenmez. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Nefsin isteğine
uyma; sonra seni Allah'ın yolundan saptırır. Allah'ın yolundan sapanlar,
hesap gününü unuttuklarından dolayı onlara çetin azap
vardır." (Sâd, 26)
Burada yüce Allah, Allah'ın yolundan sapmanın, hesap gününü
unutmaktan kaynaklandığını vurguluyor. Şu hâlde hesap gününü
sürekli akılda tutmak, takva gerçeğinin doğup gelişmesine yol açar.
"Onlar, Rablerinden bir hidayet üzeredirler." Hidayet tümüyle Allah'tandır
ve kesinlikle O'ndan başkasına isnat edilemez. Ancak
mecazî olarak hidayet fiili bir başkasına izafe edilebilir. İnşaallah
ileride bu konuya daha geniş biçimde değineceğiz. Yüce Allah,
muttakileri hidayet üzere olmakla nitelendirmiş, bir başka yerde
de bunun özelliğini anlatmıştır: "Allah kimi hidayet etmek isterse,
onun göğsünü açar." (En'âm, 125)
Göğsü açmak; göğsü genişletmek, kapasitesini artırmak demektir.
Bu genişlik, ondan her türlü darlığı, dar görüşlülüğü uzaklaştırır.
Bunun sonucu olarak da kurtuluşa erer. Nitekim yüce Al-
Bakara Sûresi / 1-5 ........................................... 99
lah bir ayette şöyle buyuruyor: "Kim nefsinin cimriliğinden korunursa,
işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Haşr, 9)
Yüce Allah bu surede de, "Onlar, Rableri tarafından bir hidayet
üzeredirler." ifadesinin ardından şöyle buyuruyor: "ve kurtuluşa
eren-ler, işte onlardır."
AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI
el-Meanî adlı eserde İmam Cafer Sadık'ın (a.s), "Onlar, gaybe
iman ederler." ifadesiyle ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir:
"Burada Hz. Mehdi'nin ortaya çıkışının hak olduğuna inanan kimseler
kastediliyor."
Ben derim ki: Bu anlamı pekiştiren başka rivayetler de vardır
ve bunlar, tatbik (cery) türündendirler.
Tefsir'ul-Ayyâşî'de İmam Cafer Sadık'ın (a.s), "Kendilerine verdiğimiz
rızktan infak ederler." ifadesiyle ilgili olarak, "Onlara öğrettiğimiz
bilgileri dağıtırlar." dediği rivayet edilir. [c.1, s.25, h: 1]
el-Meanî adlı eserde yine o Hazretin şöyle dediği rivayet edilir:
"Onlara öğrettiğimiz bilgileri dağıtırlar, Kur'ân'dan onlara öğrettiklerimizi
insanlara okurlar." [s.23, h: 2]
Ben derim ki: Her iki rivayette de, değindiğimiz gibi, "infak" kavramı
mal dağıtmaktan daha geniş tutulmuştur.
FELSEFÎ BİR ARAŞTIRMA
Acaba duyu organlarının somut algılarının dışında aklî ve soyut
algılara dayanmak doğru olur mu? Bu mesele, son kuşak Batılı
düşünürler arasında görüş ayrılıklarına konu olan meselelerden
biridir. Eski kuşaklara mensup Batılı düşünürler ile İslâm bilginleri,
hem duyu organlarının algılarına, hem de akla dayanılabileceği
düşüncesindedirler. Hatta bilimsel kanıtın, somut olanı somut olmaması
açısından kapsamadığını söylemişlerdir. Buna karşılık,
Batılı filozoflar bu konuda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunların
büyük çoğunluğu, özellikle doğa bilimcileri somut olmayana
dayanılmayacağı düşüncesindedirler. Bunu ileri sürerken de gerekçeleri
şudur:
100 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Salt aklî algıların yanılma, yanlışa düşme ihtimali çok yüksektir.
Çünkü soyut algıların doğruluk ve yanlışlığını belirleyecek bir
ölçü yoktur. Çünkü ölçü, duyu ve denemedir ve bunlar ancak cüz'î
olgulara ulaşabilirler. Söz gelimi biz, duyu organlarımızdan biri aracılığıyla
bir şey algıladığımız zaman, örneklerini yineleyerek denemeye
tâbi tutarız. Bu işlemi, elde edilmesi arzulanan özelliği
kesinleştirene kadar sürdürürüz. Bundan sonra onun gerçekliği
hakkında herhangi bir kuşku kalmaz."
Batılı filozofların bu kanıtları hem yanlış ve hem de çelişkilidir.
Çünkü:
1- Bu kanıttaki bütün önermeler, duyusal deneyime dayalı olmayan
aklî önermelerdir. Şu hâlde bu kanıt, içerdiği aklî önermelerle,
aklî önermelere dayanmanın yanlışlığının kanıtıdır. Dolayısıyla
bu kanıtın doğruluğu, yanlışlığını gerektirmektedir.
2- Somut verilerdeki yanılgılar, sayısal olarak aklî verilerdeki
yanılgılardan, yanlışlardan daha az değildir. Nitekim onların göz
veya diğer duyu organlarının yanılmaları ile ilgili araştırmaları bunu
pekiştirir niteliktedir. Şayet, herhangi bir yöntemde yanılma
söz konusu olduğunda bu, o yöntemi bir kerede silmeyi, bir daha
ona dayanmamayı gerektiriyorsa, somut verilere dayanmama,
güvenmeme çok daha gerekli ve çok daha zorunlu olurdu.
3- Doğru ile yanlışı birbirinden ayırma işlemi tüm algılar için
kaçınılmazdır. Fakat, somut verinin yinelenmesinden ibaret olan
deneme, eğri ile doğruyu ayırt etmeye yarayan bir araç değildir. Bilakis
deneysel önerme, sadece alınmak istenen sonucu kanıtlayan
kıyasın iki önermesinden birini oluşturur. Örneğin biz, duyu
organlarımız aracılığı ile herhangi bir olgunun bir özelliğini algıladığımız
ve bunun örneklerini yineleyerek denemeden geçirdiğimiz
zaman gerçekte şöyle bir kıyas elde etmiş oluruz: "Bu özellik, ele
almakta olduğumuz olgu açısından varlığı süreklidir ya da daha
çok bu özelliğin varlığı ön plândadır. Eğer bu özellik, bu olgudan
başkasına özgü bir özellik olsaydı, bu şekilde sürekli ya da ön
plânda olmazdı. Ama görüyoruz ki bu özellik, bu olgu için sürekli
ya da ön plânda olma niteliğini koruyor." Görülüyor ki, bu kıyasta
somut ve deneysel olmayan aklî öncüller vardır.
Bakara Sûresi / 1-5 .................................................. 101
4- Farz edelim ki bütün somut bilimler, pratikte deney desteklidirler.
Ancak, deneyin kendisinin bir başka deneyle pekiştirilmediği,
doğruluğu kesin biçimde doğrulanmadığı ortadadır. Yoksa,
her deneyin bir başka deneyce doğrulanması işlemi sonsuza kadar
sürüp giderdi. Şu hâlde, deneyin doğru olup olmadığı, somut
verilerin dışındaki bir yöntemle bilinir. Dolayısıyla somut verilere
ve deneye dayanmak, zorunlu olarak aklî bilgiye dayanmak demektir.
5- Duyu organları ile algılanan veriler, ancak cüz'î ve değişken
şeyleri kapsarlar. Bilimler ise, sadece küllî önermeleri kullanırlar
ve genel önermeler şeklindeki sonuçlara varırlar. Bunlarsa, somut
ve deneysel değildirler. Söz gelimi; anatomi, insanlardan az veya
çok sayılı kişilere ulaşabilir. Bu bilim aracılığıyla somut olarak, örneğin
şu veya bu insanın bir kalbi ve bir ciğeri olduğu gözlemlenir.
Bunun tekrarıyla az ya da çok birtakım gözlemler elde edilir. Fakat
bu veri, "Her insanın bir kalbi ya da bir ciğeri vardır." şeklindeki
bütünsel yargımızdan farklıdır. Bu yüzden kendimizi sırf somut ve
deneysel verilerle sınırlandırırsak, sadece bunlara dayanarak hareket
edersek, salt bunlardan yararlanırsak ve baştan itibaren aklî
verilere dayanmaktan kaçınırsak, genel bir kavrayış, teorik bir düşünce
ve bilimsel bir araştırma elde etmiş olamayız.
Şu hâlde, maddeye özgü alanlarda somut verilere dayanıp güvenmek
nasıl bir zorunluluksa, aklî beceriye özgü alanlarda da aklî
verilere dayanıp güvenmek bir zorunluluktur. Akıl derken, küllî
önermeler ve genel yargıların kaynağı ve kavrayıcısını kastediyoruz.
İnsanın bu tür bir yeteneğe sahip olduğunda kuşku yoktur.
Şu hâlde, kökünden yanılmaya mahkûm bulunan veya ilgili
alanında dahi yanılabilecek olan bir şeyin, yaratılış tarafından
meydana getirilmesi düşünülebilir mi? Çünkü yaratılış, ancak aralarında
bir dış bağlantıyı kesin tespit ettikten sonra varlıklardan
herhangi birini belli bir işlev görevlendirir. Şu hâlde, gerçekte var
olmayan, yani hata ve yanılgı olarak değerlendirilen şeyle, varolan
bir şey arasında bir bağ kurulabilir mi?
Bilimler ve duyu organlarının algılarındaki hata ve yanılgılara
gelince; işin gerçeği yerinde açıklanmıştır, oraya başvurmak gerekir.
Hiç kuşkusuz, doğruyu gösteren yüce Allah'tır.
102 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
BİR BAŞKA FELSEFÎ ARAŞTIRMA
Hayata henüz adım atan basit bir insan, olguları dış yansımaları
itibariyle algıladığını zannederek olgularla kendi algılayışı arasında
bilgi niteliğinin aracılık yaptığının farkında olmaz. Bazı tavırlarında
kuşku veya zanna kapılana kadar bu durum devam eder.
Bu sırada şu gerçeğin farkına varır: İnsan bir canlı organizma olarak
hareketlerinde ve dünyadaki yaşamında kaçınılmaz olarak
bilgi niteliğini kullanır ve bu nitelik bazen eğri ile doğruyu birbirinden
ayırmada yanılır. Yoksa, olguların dış yansımalarında yanılma
ve yanlışa düşme söz konusu olamaz. Bu noktada insan "bilgi" niteliğinin
varlığına kesin olarak inanır. (Kastettiğimiz önermenin
olumsuzuna engel oluşturan "kavrama" yeteneğidir.)
Ayrıca, etraflı bir araştırma da bizi bu sonuca ulaştırır. Çünkü
bizim onaylamalı kavrayışlarımız, tahlil sonucu şu ilkel (bedihî)
önermeye dayanırlar: "Olumluluk ve olumsuzluk nitelikleri bir olguda
aynı anda bulunamazlar ve ikisi birlikte de yok olamazlar."
Şu hâlde, ilkel veya teorik her önerme, bütünüyle onaylanması için,
ilkel önermelerin başında gelen bu önermeye muhtaçtır. Bu
önerme, o kadar ilkel ve açıktır ki, bununla ilgili varsayılan kuşku
dahi, kendi olumsuzuyla bir araya gelememektedir. Bu önerme
bütün açıklığıyla kesinlik kazanınca, buna duyulan ihtiyaç oranında
bilimsel onaylamalar alanında bol veriler elde edilmiş olur. İşte
insan, bakış açısı ve amelleri açısından, bu verilere dayanır.
Şu hâlde, bilimsel bir tavır veya pratik bir olgu söz konusu olunca,
kesinlikle insanın dayanağı bilgidir. O kadar ki, kişinin kuşkusu
da, onun kuşku olduğuna ilişkin bilgisi ile belirginleşir. Zannı,
vehmi ve bilgisizliği açısından da durum bundan ibarettir.
Antik Yunan'da kendilerini sofist olarak adlandıran bir grup
filozof, bilginin varlığını inkâr etmişlerdi. Kendileri ve kuşkuları da
dahil, her şeyden kuşku duyuyorlardı. Bunları septizm adı altında
diğer bir grup izledi ki, anlayışları aşağı yukarı aynıydı. Bunlar
kendilerinin ve düşüncelerinin (kavrayışlarının) dışında bilginin
varlığını kabul etmiyorlardı. Hatta bu görüşlerini ispatlayabilmek
için birtakım kanıtlar da üretmişlerdi.
Kanıtlarından biri şöyledir: En güçlü bilgiler ve kavrayışlarımız
dahi (duyu organlarımız aracılığıyla algıladıklarımız kastedilmek-
Bakara Sûresi / 1-5 ....................................................... 103
te) hata ve yanlışlarla doludur. Başka bilgilerimizde durum nasıl
olur acaba?! Şu hâlde, kendimizin dışındakilerle ilgili bilgi ve hükümlerimize
nasıl güvenebilir, dayanabiliriz?!
Bir diğer kanıtları da şudur: Dışımızdaki olgulardan birini algılamaya
yöneldiğimiz zaman, onun yerine ona ilişkin bilgiyi algılarız.
Şu hâlde herhangi bir olguyu algılamak mümkün değildir.
Ve daha bunun gibi birtakım kanıtlar...
Birinci kanıtlarına vereceğimiz cevap şudur: Bu kanıt öncelikle
kendi kendini geçersiz kılıyor. Şayet herhangi bir hükme dayanmak
doğru değilse, bu kanıtı oluşturan önermelere de dayanmak
doğru olmaz. Ayrıca bilgilerde çok sayıda hata ve yanlışın varlığını
kabul etmek, yanlışlara denk veya onlardan daha fazla doğruların
da varlığını kabul etmek anlamına gelir. Kaldı ki, bilginin varlığını
kabul eden bir kimse, onun tüm onaylarının tartışmasız doğrular
olduğunu iddia etmez. Tam tersine, bazılarının böyle olduğunu savunur.
Diğer bir ifadeyle; bu hususta küllî olumsuzluğa karşın cüz'î
olumluluğu iddia eder. Söz konusu kanıt ise, cüz'î olumluluğu da
reddetmeye yeterli gel-mektedir.
İkinci kanıtlarına vereceğimiz cevap da şudur: Tartışma konusu
olan bilginin gerçekliği ötesini keşfetmesi, göstermesidir. Dış
olgulardan birine yöneldiğimiz zaman ona ilişkin bilgi edindiğimizi
varsaymakla, o şeyi keşfettiğimizi kabul etmiş oluruz. Ancak biz,
bu keşfin her zaman için söz konusu olmadığını da kabul ediyoruz.
Bilginin varlığını kabul eden hiçbir kimse de, "Biz olgunun kendisini
buluyoruz, kendisine ulaşıyoruz, keşfine değil." demiyor.
Böyleleri, vicdanlarının hayattaki isteğe bağlı davranışlar ve
başka hususlar ile ilgili zorunlu olarak itiraf ettiği gerçeği
görmüyorlar gibidir. Çünkü onlar, açlık ve susuzluk hissettikleri
zaman yemeğe ve suya, başka bir şeye ihtiyaç duydukları zaman
da ona yönelirler, sırf o şeyi düşünmekle ona yönelmezler. Aynı
şekilde, ancak sakıncalı ve kaçınılması gereken şeylerin varlığı
söz konusu olduğunda kaçarlar, sırf onu düşünmekle böyle bir harekete
geçmezler.
Kısacası; doğalarının ihtiyacı olan her şeye ihtiyaç duyduklarında,
o ihtiyacın giderilmesi için dışa yönelik bir hareket başlatırlar.
Fakat doğaları ihtiyaç duymadan sırf o şeyi düşünmekle onu
104 ........................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
ortadan kaldırma yönünde bir çaba içine girmezler. Hiç kuşkusuz,
bu iki durumda söz konusu olan bilgi arasında fark vardır. Şöyle
ki: Bu iki bilgiden birisini insan kendi isteğiyle kendi meydana getirir.
Diğer bilgi ise, insanın dışında ve insan üzerinde etkili olan bir
etkenin etkisiyle meydana gelir. O dış etken de bilginin keşfettiği
şeydir. Şu hâlde bilgi vardır ve bizim aradığımız da budur.
Bil ki: Bilginin varlığıyla ilgili bir başka açıdan da güçlü bir
kuşku söz konusudur. Bu kuşku, günümüz pozitif bilimlerin temelini
oluşturan her şeyin değişken olduğu ilkesi doğrultusunda, bilginin
de değişken olduğu kuşkusuzdur. [Oysa ki her bilgi
değişmezdir.] Bunun açıklaması şöyledir: Bilimsel araştırmalar,
doğada bir dönüşüm ve tekâmül (olgunlaşma) sisteminin varlığını
kanıtlamış bulunmaktadır. Bu-na göre doğada yer alan her parça,
hareket hâlindedir ve tekâmüle yöneliktir. Her şeyin ikinci anındaki
varoluşu, birinci anındaki varoluşundan farklıdır. Düşünme ve
kavrama yeteneğinin de, beyine özgü özelliklerden olduğunda
kuşku yoktur.
Şu hâlde düşünme ve kavrayış, maddî bir olgunun maddî bir
özelliğidir ve dönüşüm ve tekâmül yasasına boyun eğmesi de kaçınılmazdır.
Dolayısıyla bu kavrayışlar, (aralarında bilgi denilen
kavrayış da olmak üzere) sürekli bir değişim ve dönüşüm hâlindedirler.
Demek ki, bilginin değişmezliği ve kalıcılığı söz konusu değildir.
Her şeyde olduğu gibi bilginin de değişmezliği ve kalıcılığı
nispîdir. Yani bazı bilgiler, diğer bazısına göre daha uzun sürelidirler,
daha çok yaşarlar ya da daha az çelişiktirler.
Bunu şöylece cevaplamak mümkündür: Bu kanıt, bilginin varoluşu
noktasında maddî olup soyut olmaması esasına dayalı bir
kanıttır. Ne var ki, bilginin maddî olduğuna dair herhangi bir delil
elde olmadığı gibi, maddî olmadığına dair deliler mevcuttur. Çünkü
maddî olguların birtakım özellikleri vardır ki, bunlar bilgi hakkında
söz konusu değildir. Örneğin:
1) Maddî olgular, bölünmeyi kabul etme noktasında ortaktırlar.
Bilgi ise, bilgi olması itibariyle bölünmeyi kabul etmez.
2) Maddî olgular, mekâna ve zamana bağlıdırlar. Bilgi ise, bilgi
olması itibariyle mekân ve zaman kabul etmez. Buna ilişkin kanıt
ise, belli bir mekânda ve belli bir zamanda meydana gelen bir ola-
Bakara Sûresi / 1-5 ....................................................... 105
yın, niteliğini ve belirliliğini korumak koşuluyla her mekân ve her
zamanda düşünülebilir olmasıdır.
3) Bütün maddî olgular, genel devinim yasasının egemenliği
altındadırlar. Şu hâlde değişim, maddî olguların genel bir özelliğidir.
Oysa bilgi, bilgi olması itibariyle değişim kabul etmez. Çünkü
bilgi, zatı itibariyle, değişime ve başkalaşıma ters düşer.
4) Eğer bilgi, tıpkı maddî olgular gibi bizzat değişken olsaydı,
bir şeyin ve bir olayın iki farklı zamanda düşünülmesi mümkün
olmazdı. Geçmişte kalan bir şey veya bir olay bir sonraki zamanda
hatırlanamazdı. Çünkü değişken bir şey, ikinci anında, birinci anından
farklıdır.
İşte bu gerekçeler ve benzeri yaklaşımlar sonucu bilginin, bilgi
olması itibariyle, maddî olmadığı ortaya çıkıyor. Düşünme sırasında
beyin dediğimiz duyarlı organda meydana gelen doğal harekete
gelince, bunun konumuzla bir ilgisi olmadığı gibi bilgi olduğuna
dair kesin bir delil de mevcut değildir. Sırf bir şeyin meydana gelişi
sırasında bir hareketin gerçekleşiyor olması, o ikisinin aynı şey olduğu
anlamına gelmez.
Daha fazla bilgi edinmek isteyenler, başka bir kaynağa başvurmak
durumundadırlar.
106 ......................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.1
Dostları ilə paylaş: |