Asansöre bineceğimize merdivenlerden indik. Merdivenlerdeki halılar eskimişti. Gelen yemeğin parasını ödemiştim. Garson kapının yanındaki sandalyede oturuyordu. Ayağa kalkıp selam verdi. Yan odaya geçtik, hesabı ona ödedim. Arkadaş olduğumuzdan hesabı peşin almamıştı müdür; ama hesabı ödemeden çekip gitmeyeyim diye garsonu kapıya dikmekten de geri kalmamıştı. Sanırım daha önce ağzı yanmış olmalıydı, ahbaplarından bile. Savaşta insanın sürüyle eşi dostu oluyordu.
Garsona bir araba bulmasını söyledim. Elimden Catherine'nin paketini alıp şemsiyesini açarak sokağa çıktı. Camın arkasından yağmurun altında karşıya geçişine baktık. Yan odada durarak camdan dışarı bakmaya başladık.
“Nasılsın, Cat?”
“Uyku bastırdı.”
“İçimde bir boşluk, bir açlık var benim.”
“Sende yiyecek bir şey var mı?”
“Çantamda var.”
Arabanın geldiğini gördüm. Durdu. At, yağmur yüzünden başını yere eğmişti.
Garson arabadan indi, şemsiyesini açıp otele geldi. Onu kapıda karşıladık. Şemsiyesinin altında ıslak kaldırımdan arabaya kadar yürüdük.
Garson:
“Paketiniz içeride,” dedi.
Biz arabaya binip de bahşişini verinceye dek şemsiyeyle bekledi.
“Sağolun, yolunuz açık olsun,” dedi.
Arabacı dizginlere asıldı, at yola koyuldu. Garson şemsiyesinin altında otele döndü.
Caddeden aşağı indik, sola döndük, sonra sağa saparak istasyona geldik. Işığın altında, yağmurdan korunmaya çalışan iki jandarma dikiliyordu. Şapkaları ışıkta pırıl pırıldı. Yağmur istasyondan gelen ışığın içinde dupduru, billur gibiydi. Yağan yağmur altında istasyondan, omuzlarını kaldırarak bir hamal geldi.
“Sağol, taşıtacak öteberim yok,” dedim.
Sığındığı kemeraltına döndü yine.
Catherine'e döndüm. Arabanın körüğü yüzüne gölge düşürüyordu.
“Vedalaşalım artık.”
“Seninle gelemez miyim?”
“Hayır. Güle güle, Cat.”
“Hastaneye çekmesini söyler misin?”
“Olur.”
Arabacıya adresi verdim. Olur anlamında başını salladı.
“Gülegüle, kendine ve minik Catherine'e iyi bak,” dedim.
“Hoşça kal sevgilim.”
“Gülegüle,” dedim.
Yağmura çıktım, Catherine yola koyulan arabadan dışarı uzanarak el salladı. Yüzü aydınlandı, gülümsüyordu. Araba yoldan yukarı doğru tırmanmaya başladı. Catherine yağmurdan kaçıp sığınmam için, iki jandarmanın durduğu kemeri gösteriyordu eliyle.
Gidip kemerin altında durdum. Köşeyi dönünceye dek arabanın arkasından baktım. Sonra istasyona girdim, trene yöneldim.
Kapıcı trenin yanaştığı yerdeydi. Bana bakmadan trene bindi, ben de arkasından. Kalabalığı yara yara daracık yol boyunca ilerledik, tıklım tıklım dolu bir kompartımana girdik. Bizim makineli tüfek eri, çantalarımın bulunduğu rafın altında oturuyordu.
Dışarıda iğne atılsa yere düşmezdi. İçeri girince kompartımandakiler bize baktı. Trende çok az yer vardı. Bu yüzden herkes yiyecekmiş gibi bakıyordu birbirine. Makineli tüfek eri ben oturayım diye ayağa kalkmıştı ki biri omzuma dokundu. Dönüp baktım: Uzun boylu, sıska, çenesinde kıpkırmızı bir yara izi bulunan bir topçu yüzbaşısıydı. Camdan bakmış sonra içeri girmişti. “Ne var?” diye sordum. Döndü. Göğüs göğüseydik. Benden uzundu. Şapkasının siperinin gölgesinde yaralı yüzü oldukça zayıf görünüyordu. Yara izi yeniydi, parlıyordu. Herkesin gözü üzerimdeydi.
“Kendiniz için bir askere yer ayırttıramazsınız.” dedi.
“Ayırttım bile.”
Yutkununca gırtlağı kalkıp indi. Makineli tüfek eri yerin önünde ayakta duruyordu. Dışardakiler de içeri bakıyordu. İçerdekilerden çıt çıkmıyordu. “Hakkınız yok buna. Ben sizden iki saat önce geldim.”
“Ne istiyorsunuz?” ".
“O yeri!” “Ben de istiyorum orayı.”
Yüzüne dik dik baktım. Bütün kompartıman karşıydı bana. Düşmanca bakmalarından belli oluyordu. Haklıydı adam. Ama o yeri ben de istiyordum. Yine kimse bir şey söylemiyordu.
Allah kahretsin dedim içimden.
“Buyrun oturun, Signor Capitona,” dedi.
Makineli tüfek eri çekilerek yer verdi, uzun boylu yüzbaşı oturdu. Bana baktı. Ağrına gitmiş gibiydi. Ama o yeri elde etmişti ya, ona bak.
Makineli tüfek erine: “Eşyalarımı alıver,” dedim.
Dışarı çıktık. Tren doluydu. Biliyordum, yer bulmak olanaksızdı. Makineli tüfek eriyle kapıcıya onar liret verdim. Pencerelerden baka baka koridordan geçip aşağı indiler, ama boş yer yoktu.
Kapıcı Brescia'da inen olabileceğini söyledi.
Makineli tüfek eri: “Brescia'da daha binenler olur,” dedi.
Hoşça kalın diyerek el sıkışıp ayrıldık, ikisi de üzgün gibiydi.
Tren kalktı, koridorda dikiliyorduk hâlâ. Tren ilerlerken istasyonun ışıklarını, demiryolu makaslarını seyrettim. Habire yağmur yağıyordu. Pencereler ıpıslaktı, dışarıyı görmemizi engelliyordu.
Daha sonra yere uzanıp uyudum. Uyumadan önce cüzdanımı gömleğimin altına, pantalonun içine gelecek biçimde yerleştirdim. Cüzdanda param ve kâğıtlarım vardı.
Sabah olup da tren Brescia'ya varana dek uyudum. Trene başkaları biniyordu, ama yine uykuya daldım. Çantalardan birini başımın altına koymuş, öbürünü de sağlama almak için kollarımın altına destek yapmıştım. Basmadan geçebilmek için üzerimden atlıyorlardı hep. Koridorda benim gibi daha başkaları da yere uzanmış uyuyordu. Kimisi de pencere demirlerine tutunarak, kapılara yaslanarak ayakta durmaya çalışıyordu. Bu tren oldum bittim hep böyle tıklım tıklım olurdu.