Eshâb-i kiRÂM



Yüklə 4,48 Mb.
səhifə8/41
tarix25.07.2018
ölçüsü4,48 Mb.
#57938
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   41

 

MEKTÛBÂTIN İKİNCİ CİLDİ,

ONBEŞİNCİ MEKTÛBUDUR


İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh” hazretleri buyuruyor ki; Sâmâne şehrinin mubârek ve muhterem âlimlerini ve hâkimlerini ve ehl ve me’mûrlarını bu mektûbumla râhatsız etmeğe sebeb, şehrinizin hatîbinin, kurban bayramı hutbesini okurken, Hulefâ-i Râşidînin, ya’nî Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” dört halîfesinin “radıyallahü teâlâ anhüm” ismlerini söylemediğini ve nemâzdan sonra bir kısm cemâ’atin, kendisine bunu söyledikleri zemân, unutdum veyâ şaşırdım gibi bir özrde bulunmıyarak, ismleri söylenmezse ne olurmuş? diye inâd da etdiğini haber aldım. Ehâlîden ileri gelenlerin bu hâle seyirci kalıp ehemmiyyet vermediklerini ve

o insâfsız hatîbe haddini bildirmediklerini öğrendim. Mısrâ’



Yazıklar, bir değil, yüzlerce yazıklar olsun!

Evet! Hulefâ-i Râşidînin “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ismlerini okumak, hutbenin şartı değil ise de, Ehl-i sünnet vel-cemâ’atin şiârıdır. Ya’nî, alâmet-i fârikası, nişânıdır. Onu, bile bile, inâd ederek ancak kalbi bozuk kimse okumamak ister. Eğer te’as-



-78-

sub ve inâd ile söylemedi ise de, hadîs-i şerîfe ne cevâb verecek ki, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Bir kimse, hangi millete benzemeğe özenirse, o da onlardan olur!) buyuruyor. Bu kimse, (Töhmet getirecek, şübhe uyandıracak yerlerden ve şeylerden kaçınınız!) meâlindeki âyet-i kerîmesinin tehlükesinden kendini nasıl kurtaracak? Eğer, Şeyhayn hazretlerinin, ya’nî Ebû Bekr ileÖmerin “radıyallahü anhümâ” üstünlüklerine inanmıyorsa, Ehl-i sünnetden ayrılmış, şî’î olmuşdur. Eğer Osmân ile Alîyi “radıyallahü anhümâ” sevmek lâzım olduğuna inanmıyorsa, yine doğru yoldan sapmışdır. Doğru yoldan çıkmış olan bu hatîbin Kişmirli olduğunu sanırım. Bu pisliği, Kişmirin sapıklarından almış olmalıdır.

O adam şunu bilsin ki, Şeyhaynın “radıyallahü teâlâ anhümâ”, bu ümmetin en yükseği olduğuna, Sahâbe-i kirâmın ve Tâbi’în-i i’zâmın hepsi inanmış ve her vesîle ile bunu bildirmişlerdir. Bunu, büyüklerden çoğu bize haber vermişdir. Bunlardan biri, imâm-ı Muhammed Şâfi’îdir “rahime-hullahü teâlâ”. İ’tikâdda mezhebimizin iki imâmından biri olan Ebül Hasenil Eş’arî “rahime-hullahü teâlâ” buyuruyor ki, bu ümmetin en yükseği, Ebû Bekr, ondansonra Ömer “radıyallahü anhümâ” olduğu muhakkakdır. İmâm-ı Alî “radıyallahü anh” halîfe iken, kendini seven büyük bir kalabalık içinde, (Biliniz ki, bu ümmetin en yükseği Ebû Bekr, ondansonra Ömer “radıyallahü anhümâ”dir) buyurduğunu, imâmı Zehebî “rahmetullahi aleyh” söylüyor. Ve (Bunu imâm-ı Alîden “radıyallahü anh” işiten seksenden ziyâde kimse bize haber verdi diyerek, bunlardan çoğunun ismlerini de bildiriyor. Allahü teâlâ, râfızîlerin cezâsını versin ki, bunu bilmiyorlar) diyor. Allahü teâlânın kitâbı Kur’ân-ı kerîmden sonra, dîn-i islâmın en kıymetli kitâbı olan (Buhâriyyi şerîf) de, İmâm-ı Muhammed Buhârî “rahimehullahü teâlâ” diyor ki: İmâm-ı Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem” sonra, bu ümmetin eniyisi, yükseği Ebû Bekr, ondan sonra Ömerdir “radıyallahü anhümâ”. Onlardan sonra da bir başkasıdır). Oğlu Muhammed bin Hanefiyye (O da sensin) dedikde, ben de, müslimânlardan biriyim, buyurdu.

İşte, imâm-ı Alîden ve Sahâbe-i kirâmın “radıyallahü anhüm” ve Tâbi’în-i izâmın büyüklerinin çoğundan bunun gibi haberler gelmiş ve her tarafa yayılmışdır. Bunlar karşısında da, inanmamak, yâ koyu câhillik veyâ kuru inâdcılıkdır. O insâfsız hatîbe demeli ki, bize Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbının “radıyallahü anhüm” hepsini sevmek ve hiçbirini incitmemek emr olundu. Hazret-i Osmân ile hazret-i Alî “radıyallahü anhümâ” de Eshâbdandır. Onların büyüklerindendir. Peygamberi-



-79-

mizin “sallallahü aleyhi ve sellem” dâmâdlarıdır. O hâlde, onları sevmek, hem de çok sevmek lâzımdır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde buyuruyor ki, (Ey Sevgili Peygamberim “sallallahü aleyhi ve sellem”! Onlara de ki: Dîn-i islâma çağırdığım, se’âdet-i ebediyye yolunu gösterdiğim için, sizden yalnız bir karşılık istiyorum. O da, akrabâmı, bana yakın olanları sevmenizdir). Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Allahü teâlâdan korkunuz, Allahü teâlâdan korkunuz da, eshâbımı “radıyallahü anhüm” incitmeyiniz! Benden sonra, onlara garez olmayınız, düşmanlık etmeyiniz! Onları seven, beni sevdiği için sever. Onlara düşmanlık eden de, bana düşman olduğu için eder. Onları inciten, beni incitmiş olur. Beni inciten de, Allahü teâlâyı incitir. Allahü teâlâ da, kendisini incitene azâb eder.)

İslâmiyyetin başlangıcından tâ bu zemâna gelinceye kadar, böyle pis kokulu güllerin Hindistânda açıldığı bilinmiyor. Bu çirkin hareketden, Sâmâne şehri halkının hepsinin suçlu tutulması mümkindir. Belki bütün Hindistândan i’timâd kalkar. Zemânımız pâdişâhı “Allahü teâlâ, din düşmanlarına karşı ona yardım etsin” Ehl-i sünnetdendir ve hanefî mezhebindendir. Böyle bir Sultân zemânında, böyle bid’at çıkarmak, ne büyük cesâretdir? Belki de, devlete karşı gelmek, ülül-emre karşı gelmek demekdir. Bununla berâber, asl şaşılacak şey, o şehrin muhterem eşrâfının, ileri gelen müslimânlarının, bu vak’a karşısında kımıldamamaları, gevşek davranmalarıdır.

Mâide sûresinde, yehûdîleri ve hıristiyanları red eden altmışüçüncü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Onlar yalan söylerken, rüşvet alırken, fâiz yirken, âlimleri ve zâhidleri, onlara niçin mâni’ olmuyor? Onları yaparken görüp de, men’ etmemek, elbette çok kötü ve çok çirkindir) ve yetmişdokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen, (Ba’zıları günâh işlerken, başkaları görüp men’ etmiyorlardı. Men’ etmeğe güçleri yetdiği hâlde susmaları, elbette çok fenâdır) buyuruldu.

Müslimânlığı bozmak isteyenlere, Allahü teâlânın emrlerini ayb ve çirkin göstererek ve harâmlara, dinsizliğe moda ve asrîlik gibi ismler takarak, müslimân evlâdlarını aldatmağa çalışanlara karşı susmak, bu din düşmanlarını cesârete getirir. İşi azıtırlar ve islâmiyyet yaralanır. Müslimânların hep bu gevşekliği yüzünden değil mi ki, islâm düşmanları, islâm çocuklarını, açıkça dinsiz yap-mağa, tutdukları, kurdukları yola sürüklemeğe çalışıyorlar. Kurdlar gibi, kuzuları sürüden birer ikişer kopararak, harâb ediyorlar. Sizleri fazla sıkmak istemezdim. Fekat, bu tüyler ürpertici haberi duyar duymaz aklım başımdan gitdi. Fârûkî damarım harekete

-80-

geldi ve bu yazılar kalemimden çıkdı. Afv buyurmanızı umarım. Allahü teâlâ, sizleri ve doğru yola yapışanları ve Muhammed Mustafânın “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmâtü vettehıyyâtü velberekât” izinde gidenleri selâmete erdirsin! Âmîn.



Ahmed Fârûkî

 

Allahü teâlâ hep vardır. Hiç yok olmaz. Herşeyi O var etmekdedir. Yaratdıklarını her an varlıkda durdurmakdadır. Hastalara şifâ veren, insanlara ve hayvanlara rızk veren, açları doyuran, öldüren, gaybları bilen, herşeyi gören, işiten, herşeye gücü yeten yalnız Odur. Yimez, içmez, anası, babası, çocuğu, benzeri yokdur. Zâtında ve sıfatlarında hiç değişiklik olmaz. Bu sıfatlar Ona mahsûsdur. Bunlara (Ülûhiyyet sıfatları) denir. İnsanlar, ilâclar, makinalar, silâhlar, birşey yaratamaz. Onun yaratmasına sebeb, vâsıta olmakdadırlar. O, sebeblere ve hiçbir şeye muhtâc değildir. Mahlûklardan herhangi birinde, meselâ insanda, bir hayvanda, güneşde, yıldızlarda, ülûhiyyet sıfatlarından birinin bulunduğuna inanmağa (Şirk) denir. Böyle inanan kimseye (Müşrik) denir. Böyle inandığı şeyi, Allahü teâlâya (Şerîk=ortak) yapmış olur. Bu şeye veyâ heykeline, resmine, mezârına karşı yalvarmak, dilekde bulunmak, ta’zîm etmek, ona (ibâdet etmek=putperestlik) olur. O şey (Sanem=put) olur. Böyle şeylerin bulunduğu yerlere, türbelere (puthâne) denir. Ülûhiyyet sıfatı bulunduğuna inanmayıp da, Allahü teâlânın sevgili kulu olduğu için veyâ insanlara, memlekete, hizmet, iyilik etdiği için, kendisine, resmine ve mezârına ta’zîm etmek, puta tapmak olmaz. Böyle yapan, müşrik olmaz. Îsâ aleyhisselâm semâya çıkarıldıkdan sonra, Onun peygamber olduğuna inananlar, kıyâmet günü, kendilerine şefâ’at etmesi için, onun resmlerine, heykellerine ta’zîm etdiler. Bu hurmetleri, ona tapınmak, onu putlaşdırmak olmadı. Fekat, Romadaki müşrikler, îsevî olunca ve Eflâtûnun (Trinite=Teslîs) felsefesi yayılınca, onda ülûhiyyet sıfatı bulunduğuna inananlar oldu. (Allahın oğludur veyâ üç tanrıdan biridir) diyenler çoğaldı. Böylece yayılan şirk, İznik meclisinde, resmî din yapıldı. Bu müşriklere (Hıristiyan) denildi. Onun resmlerine, heykellerine ve (Salîb=Haç) denilen, dik iki çubuğa tapınıyorlar. Kiliselerinin hepsi puthânedir. Kiliseye, ayazmaya gidip, papazdan düâ, şifâ istiyen müslimân, müşrik olur. Müşrik, kâfirlerin en kötüsünden dahâ fenâdır. Kesdiği yinmez. Kızı alınmaz. Îsevîlerin ve yehûdîlerin hepsi, Muhammed aleyhisselâma inanmadıkları için (Kâfir) oldu. Bu kâfirlerden, müşrik olmıyanlarına (Ehl-i kitâb) denildi. Bunların kesdikleri yinilir. Kız-



-81-

ları nikâh edilir. Kur’ân-ı kerîm, yehûdîlerin ve müşriklerin, müslimânlara düşman olduklarını bildiriyor. Bunlar, yalan ve hîlelerle ve hâin plânlarla, islâmiyyeti içerden yıkmağa çalışıyorlar. Bu işe, önce yehûdîler, üçüncü halîfe Osmân “radıyallahü anh” zemânında başladı. Sonra, hıristiyanlar, hücûma geçdi. Eshâb-ı kirâmın yolunda olan (Ehl-i sünnet) veyâ (Sünnî) ismindeki hakîkî müslimânlara karşı, (Şî’î) ve (Vehhâbî) fırkalarını meydâna çıkardılar. Şî’îlik, Eshâb-ı kirâm düşmanlığı demekdir. (Eshâb, Alîye düşmanlık etdi) diyorlar. Hâlbuki Kur’ân-ı kerîm, Eshâb-ı kirâmın, birbirlerini çok sevdiklerini ve hepsinin Cennete gideceklerini haber veriyor. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” de, (Eshâb-ı kirâmın hepsini seviniz ve yollarında bulununuz!) ve (Eshâbım gökdeki yıldızlar gibidir. Hangi birisine uyarsanız, doğru yolu bulursunuz!) buyurdu. Hazret-i Alîyi çok seven müslimâna (Alevî) denir. Sünnî müslimânlar, Eshâb-ı kirâmın hepsini sevdikleri için, hakîkî alevîdirler. Peygamberimiz, Eshâb-ı kirâmın düşmanlarına (Râfizî) dedi. Râfizîlerin Cehenneme gideceklerini haber verdi. Şî’îler, müslimânları aldatmak için, kendilerine alevî diyorlar. Alevî olsalardı, hazret-i Alînin yolunda olurlardı. O, Eshâb-ı kirâmın hepsini çok severdi. Hazret-i Ebû Bekrin halîfe seçildiğini işitince,hemen tasdîk etdi. Kızı Ümm-i Gülsümü hazret-i Ömere vererek, kendine dâmâd yapdı. İmâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh” fârisî ve arabî (Mektûbât)ı, birinci cildinin ve bunun (Mektûbât Tercemesi) ismindeki türkce tercemesinin, sekseninci mektûbuna ve ikiyüzaltmışüçüncü sahîfeye bakınız!

İmâm-ı Rabbânî hazretleri (Mektûbât) kitâbının 1.ci cild, 275.ci mektûbunda buyuruyor ki:

Sizin bu ni’mete kavuşmanız, islâmiyyet bilgilerini öğretmekle ve fıkh hükmlerini yaymakla olmuşdur. Oralara cehâlet yerleşmişdi ve bid’atler yayılmışdı. Allahü teâlâ, sevdiklerinin sevgisini sizeihsân etdi. İslâmiyyeti yaymağa sizi vesîle eyledi. Öyle ise, din bilgilerini öğretmeğe ve fıkh ahkâmını yaymağa elinizden geldiği kadar çalışınız. Bu ikisi bütün se’âdetlerin başı, yükselmenin vâsıtası ve kurtuluşun sebebidir. Çok uğraşınız! Din adamı olarak ortaya çıkınız! Oradakilere emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yaparak, doğru yolu gösteriniz! Müzzemmil sûresinin ondokuzuncu âyetinde meâlen, (Rabbinin rızâsına kavuşmak istiyen için, bu elbette bir nasîhatdir) buyuruldu.



-82-

TENBÎH

Eshâb-ı kirâmı kötüliyenler, yirmiiki fırkadır. En kötüsü (Allah, Alînin içindedir. Alîye tapmak, Ona tapmakdır) diyor. İkinci kısmı, bunları kötüliyor ve (Alî, Allah olur mu? O, insandır. Fekat, insanların en üstünüdür. Allah, Kur’ân-ı kerîmi ona gönderdi. Cebrâîl de, iltimâs edip, Muhammede “aleyhisselâm” getirdi. Mu-hammed “aleyhisselâm”, Alînin hakkını yidi) diyor. Üçüncü kısm, bunları kötüliyor ve (Hiç böyle olur mu? Bizim Peygamberimiz, Muhammed “aleyhisselâm”dır. Fekat, benden sonra, Alî halîfe olsun dedi. Eshâb-ı kirâm, dinlemeyip, diğer üçünü halîfe yapdı. Alîyi dördüncüye bırakdı) diyorlar. Diğer üç halîfeye, Alînin hakkını aldılar diye düşman oluyorlar. Eshâb-ı kirâmın hepsine de, onun hakkını vermediler diye düşman oluyorlar. Kendi hakkını aramadı diye, Alîye de “radıyallahü anh” çok kızıyorlar. Bu üç kısmın hepsi kâfir oluyor. Diğer fırkalar da, yâ kâfir oluyor veyâ bid’at fırkası oluyor. Allahü teâlâ, hepsine hidâyet versin! Doğru yola gelmek nasîb eylesin!

Bugün, Îrânın birçok köylerinde ve Irakda milyonlarca insan, zehrlenmiş, yolu şaşırmışlardır. Bu sapıklarca en kıymetli kitâb olan (Hüsniyye) ismindeki yüz sahîfe kadar bir roman, elimize geçdi. İstanbulda basılan bu kitâb, Hârûnürreşîdin serâyında, Hüsniyye isminde bir câriyenin, ba’zı kimselerle yapdığı konuşmasını yazmakda imiş. Bunun, Murtezâ adında bir acem yehûdîsi tarafından, Îrânda yazıldığı, fârisîden türkçeye çevrildiği anlaşılıyor. Âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şerîflere bozuk ma’nâlar vererek, vak’a ve hâdiseleri yanlış anlatarak, Eshâb-ı kirâma “radıyallahü teâlâ anhüm” ve Ehl-i sünnet âlimlerine saldırmakda, acıklı hikâyeler uydurarak, câhilleri aldatmakdadır. Meselâ:

1 - (İmâm-ı Şâfi’î Bağdâdda idi. Ebû Yûsüf de kâdî idi. Aralarında çok düşmanlık vardı) diyor. İctihâddan haberi olmadığı için, ictihâddaki ayrılıkları, düşmanlık sanmakdadır.

2 - (Ebû Yûsüf ve Şâfi’î ve Bağdâd âlimleri, Hüsniyyeye cevâb veremedi) diyor. İmâm-ı Şâfi’înin büyüklüğünü bilmediği için, sıkılmadan böyle yazıyor. Hâlbuki, Ferîdeddîn-i Attâr “rahmetullahi aleyh” (Tezkiret-ül-evliyâ)da diyor ki:

İmâm-ı Muhammed Şâfi’î “rahime-hullahü teâlâ”, onüç yaşında iken, Harem-i şerîfde, (Bana istediğinizi sorunuz?) derdi. Onbeş ya-



-83-

şında iken fetvâ verirdi. Zemânının en büyük âlimi olan ve üçyüzbin hadîsi ezber bilen imâm-ı Ahmed ibni Hanbel “rahime-hullahü teâlâ”, ondan ders almağa gelirdi. Çok kimse, imâm-ı Ahmede, (Böyle büyük bir âlim iken, kendin gibi bir genç karşısında nasıl oturuyorsun?) dediklerinde, (Bizim ezberlediklerimizin ma’nâlarını o biliyor. Eğer onu görmeseydim, ilmin kapısında kalacakdım. O, dünyâyı aydınlatan bir güneşdir, rûhlara gıdâdır) derdi. Bir kerre de, (Fıkh kapısı kapanmışdı. Allahü teâlâ, bu kapıyı, kullarına, Şâfi’î vâsıtası ile tekrâr açdı) demişdir. Bir kerre de, (İslâmiyyete, şimdi Şâfi’îden dahâ çok hizmet eden birini bilmiyorum) dedi. İmâm-ı Ahmed, yine buyurdu ki, (Allahü teâlâ, her yüz yılda bir âlim yaratır, benim dînimi, herkese onun ile öğretir!) hadîs-i şerîfinde bildirilen âlim, imâm-ı Şâfi’îdir. [Bu hadîs-i şerîf, bu âlimlerin Dâr-ül İslâmda zuhûr edeceğini bildirmekdedir.] Süfyân-ı Sevrî “rahime-hullahü teâlâ” diyor ki, (Şâfi’înin aklı, zemânındaki insanların yarısının aklları toplamından fazladır). Abdüllah-i Ensârî “rahime-hullahü teâlâ” diyor ki, (Şâfi’î mezhebini iyi bilmiyorum. Fekat, imâm-ı Şâfi’îyi çok severim. Çünki, hangi makâma baksam, onu herkesin önünde görüyorum). İmâm-ı Şâfi’î birgün ders verirken, yerinden birkaç kerre kalkdı, oturdu. Sebebini sorduklarında, (Bir seyyid çocuğu, kapının önünde oynuyordu. Karşımdan geçdikçe, ona saygı olarak kalkıyorum. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” torununu görüp de, kalkmamak câiz olmaz) dedi. [Her zemân, her yerde, her müslimânın, seyyidlere hürmet etmesi lâzımdır.] Hüsniyye kitâbını yazanın bundan haberi olsaydı, (imâm-ı Şâfi’î, Ehl-i beytin düşmanı idi) demekden hayâ etmesi lâzım gelirdi. Rebî’ bin Haysem “rahime-hullahü teâlâ” diyor ki, (Rü’yada, Âdem aleyhisselâmı ölmüş gördüm. Zemânımızın en büyük âlimi vefât edecekdir dediler. Çünki, âyet-ikerîmede, ilmin Âdem aleyhisselâmın hâssası olduğu bildirildi. Birkaç gün sonra, imâm-ı Şâfi’î vefât etdi).

3 - (Hüsniyye, mezhebini izhâr edip, muhabbet-i Ehl-i beyt-i Resûl olduğunu beyân edip, bir derece mücâdele ve mübâheseye başladı. Ulemâ cevâb vermeğe kâdir olamadılar) diye yazıyor. Ehl-i beyt-i Resûlün ve Eshâb-ı kirâmın hepsinin i’tikâdı aynı idi. Hepsi Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin bildirdiği yolda idi.

Nitekim, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Eshâbım, gökdeki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, doğru yolda gitmiş olursunuz!) buyuruyor. Eshâbımın ba’zısı veyâ yalnız Ehl-i beytim yıldızlar gibidir demiyor. Eshâbım buyurarak, hepsinin aynı i’tikâdda olduğunu bildiriyor. Bunlar ise, kendi yanlış hikâyelerine, bozuk inanışlarına, (Ehl-i beyt-i Resûl mezhebi) diyerek, yurdumuzdaki müslimânları aldatmağa çalışıyorlar. O meclisde, bir âlim bulunsay-



-84-

dı, bu câriye rezîl olur, ağzını açamazdı. Âlimler cevâb veremedi diyerek, Ehl-i sünnet âlimlerini lekelemeğe yeltenmekdedir.

4 - (Alînin “radıyallahü anh” çocuk iken îmân etdiğini ve çocuğun îmânının makbûl olduğunu, yalan yanlış isbâta kalkışıyor. Bunun için, hilâfet onun hakkıdır, diyerek âlimleri susdurdu) diyor.

Ehl-i sünneti, sanki hazret-i Alînin “radıyallahü anh” çocuk iken îmân etmiş olduğuna inanmıyormuş gibi göstererek, Ehl-i sünnet âlimlerini rezîl etdi diyor. Hâlbuki, Ehl-i sünnet kitâblarının hepsi, imâm-ı Alînin “radıyallahü anh” çocuk iken îmân etmekle şereflendiğini uzun uzun yazarak, o Allahın arslanını medh ve senâ etmekdedir.

5 - Bir sahîfede (Alî, Resûlullahdan sonra, Enbiyâ-i mürselînden efdaldır. İmâm vasıyyi Resûl ve suhuf-i münzelenin ve Tevrât, Zebûr, İncîl ve Fürkânın hâfızıdır. Ebû Bekr ise, kırk yaşında Lât-ü Uzzâ denilen heykellere ibâdeti terk ederek islâma gelmiş ise de, çok def’a Resûl-i Hudâya muhâlefetde bulunmuşdur ve cildi, kanı şerâb ile beslenmiş iken, onun îmânına i’tibâr edip. hânedân-ı nübüvvetin ma’sûmlarının îmânına i’tibâr olunmaz dersiniz ve buğz-u adâvet-i Hânedânı, kalbinizde saklarsınız) diye, Ehl-i sünnete saldırıyor.

Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde, meselâ En’âm sûresi, seksenaltıncı âyetinde, (Peygamberlerin hepsinin, Peygamber olmıyan insanların hepsinden dahâ efdal olduğunu) bildirmekdedir. Hazret-i Alînin “radıyallahü anh”, Peygamberlerden yüksek olduğunu söylemek, Kur’ân-ı kerîmi inkârdır ki, küfr olur. Diğer semâvî kitâblar, nazm olmadığı gibi kimsenin ezberinde değil idi. Nitekim, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” bile Tevrâtdan sorulan üç süâle üç gün cevâb vermeyip, Cebrâîl aleyhisselâmın cevâb getirmesini bekledi ve üç gün üzüldü. Bütün müslimânlar da, çok üzüldü. Sonra, Kehf sûresi gelerek, Tevrâta uygun cevâb verildi. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” çocuk iken, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” arkadaşı idi. O zemândan beri sevişiyorlar, berâber yaşıyorlardı. Her ikisinin de, hiç şerâb içmediği, puta tapınmadıkları kitâblarda yazılıdır. Meselâ, (Me’alilferec) adındaki kitâbda diyor ki, Kâdî Ebülhasen, Ebû Hüreyreden “radıyallahü anh” haber veriyor. Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem” ile oturmuşduk. Ebû Bekr “radıyallahü anh” dedi ki, (Yâ Resûlallah “sallallahü aleyhi ve sellem”! Senin hakkına yemîn ederim ki, ömrümde hiç puta tapmadım). Hazret-i Ömer buyurdu ki, (Niçin, Resûlullah hakkına diyorsun? Bu kadar sene câhillik zemânı geçirdik). Hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü te-



-85-

âlâ anh” buyurdu ki, (Babam Ebû Kuhâfe, beni heykellerin dikili olduğu yere götürdü. Seni yaratan, kurtaran bunlardır. Bunların önünde eğil dedi. Kendisi gitdi. Puta, karnım aç. Bana birşey ver, yiyeyim dedim. Cevâb vermedi. Su, elbise istedim. Ses vermedi. Sana taş atarım. Gücün varsa, atdırma dedim. Ses çıkmadı. Taş at-dım. Yüz üstü düşdü. Babam gelip görünce şaşırdı. Beni eve götürdü. Annem, buna birşey demiyelim dedi). Ebû Bekr, sözünü bitirince, Resûl aleyhisselâm, (Cebrâîl aleyhisselâm bana gelip, üç kerre, Ebû Bekr, doğru söyledi dedi) buyurdu.

Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh” bütün servetini, cânını, evlâdını, herşeyini ona fedâ etmişdi. (Ebû Bekrin “radıyallahü anh” îmânı, bütün ümmetimin îmânları toplamından dahâ fazladır) hadîs-i şerîfi, onun, bütün Eshâbdan üstün olduğunu göstermeğe yetişir. Hâlbuki, efdal olduğunu bildiren, dahâ nice hadîs-i şerîfler var. Bunların birkaçı, senedleri ile birlikde (Tam İlmihâlSe’âdet-i Ebediyye) kitâbında yazılıdır. Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh”, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” hiç muhâlefetde bulunmamış, ictihâdları bile, hep Ona uygun olmuşdur. Hattâ, Onun bir hatâsı ile, bütün ibâdetlerini değişmeği istemişdir. Ehl-i sünnet kitâbları, Ehl-i beytin sevgisi ve saygısı ile doludur. Buğz-u adâvet ediyorsunuz demesi, bu kitâbın, Ehl-i sünnete karşı ne kadar hâince, alçakça iftirâlarla dolu olduğunu göstermekdedir. Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahime-hümullahü teâlâ” yazdığı tefsîr ve hadîs kitâblarında, hazret-i Alîyi “radıyallahü anh” medh e-den haberler o kadar çokdur ki, bunlardan birkaçını işitmiyen bir müslimân yokdur. Meselâ, Abdüllah ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” buyurdu ki: Resûlullahdan işitdim ki, (Alînin sevgisi, ateşin odunu yakdığı gibi, müslimânın günâhlarını yok eder) buyurdu. Onu sevmek, Onu ve sözlerini, doğru olarak öğrenip, öyle olmağa çalışmak demekdir.

6 - Bir sahîfede (Ehl-i sünnet, şer ve isyân, küfr ve fısk, Allahın kazâ ve kaderi iledir, rızâsı ile değildir diyor. Bu sözleri bir hâkimin kendi hükmüne râzı olmamasına benzer. Bu sözü edenler, kendi küfrlerine zâhib oldukları için, küfrü, kâfirliği de kazâ ve kadere bağlayıp, kendi kabâhatlerini örtmek istediler. Bu ise İblîs mezhebidir) diyor.

Böylece, kazâ ve kadere inanmıyor. İmâm-ı Ca’fer Sâdıka da inanmamış oluyor. Herşeyi Allahü teâlânın yaratdığını bildiren âyet-i kerîmeleri, evirip çevirip, kendine göre ma’nâlar çıkarıyor. Hâlbuki, bu âyet-i kerîmelerin hakîkî ma’nâlarını (Beydâvî) şerhi olan Şeyhzâde [Muhammed bin şeyh Mustafâ] tefsîri, akl sâhiblerini hayrân bırakacak şeklde yazmakdadır. Hüsniyye diyormuş ki,

-86-

(beş yaşından yirmi yaşına kadar, imâm-ı Ca’fer Sâdıkın “aleyhisselâm” evinde idim. Bu bilgileri hep ondan öğrendim). Küfrüne, yalanlarına herkesi inandırmak için, o büyük imâma da iftirâ ediyor. Hâlbuki, imâm-ı Ca’fer Sâdıkın “radıyallahü anh” kazâ kader hakkındaki sözü (Mektûbât)ın 1. cild, 289.cu mektûbunda uzun yazılıdır. İrâde ile rızâyı birleşdirmek için, hâkimin hükmünden râzı olmaması muhâldir demesi de, bozuk bir düşüncedir. Çünki, hâkimin, doğru olan hükmlerinden râzı olmaması, elbette muhâldir. Allahü teâlânın da, itâ’at etmekden, sevâb işlemekden, hayrdan râzı olmaması muhâldir. Çünki, râzı olacağını bildiriyor. Fekat, hâkim, zor ile veyâ hatâ ile verdiği hükmünden hatâsını anlayınca nasıl râzı olabilir? İrâde etmiş, hükm etmiş ise de, râzı olamaz. (Sirâciyye fetvâları) sâhibi Sirâcüddîn Alî bin Osmân Ûşî, (Emâlî) adındaki çok kıymetli kasîdesinin üçüncü beytinde, (Allahü teâlânın hayât sıfatı vardır [ya’nî diridir]. Herşeyi, her işi irâde, ezelde takdîr eder) diyor.Bu kasîdeyi, birçok âlim şerh etmişdir. Seyyid Ahmed Âsım efendi türkçeye terceme ve şerh ederken diyor ki, (Kader, Allahü teâlânın ilerde olacak herşeyi ezelde bilmesidir. Kazâ, bu bildiklerini Levh-il mahfûzda göstermesidir). Keşşâf şârihi [Tayyıbî] (Ba’zılarına göre, kader, genel emrdir. Kazâ bunların birer birer meydâna gelmesidir. Meselâ [her canlı ölecekdir] kaderdir. Her canlının ölmesi kazâdır) dedi. (Tavâli’) kitâbını şerh eden Şemseddîn Mahmûd bin Abdürrahmân İsfehânî buyuruyor ki, (Kader, her şeyin Levh-il mahfûzda toplu, kısaca varlığıdır. Kazâ da, bunların, şartlarının ve kendilerinin birer birer, zemânlarında yaratılmasıdır). Kader, bir anbar buğdaya benzer. Kazâ, ölçü ölçü alıp sarf etmekdir. Kader ve kazâ kelimeleri, birbirinin yerine kullanılmakdadır. Kader: (Ahmed kendi arzûsu ve kudreti ile müslimân olur. Kirkor, kendi isteği, beğenmesi ile küfrü tercîh eder şeklindedir. Bunu gösteren âyet-i kerîmeler çokdur). Kazâ kader üzerinde (Tam İlmihâl) kitâbında geniş bilgi vardır. Bunu iyi okuyunca, Hüsniyye kitâbını hâzırlıyan yehûdînin, bir canbaz gibi, bir gözbağlayıcı gibi yapdığı bozuk isbâtlar kolayca anlaşılır. Tefsîr bilenler, bu kitâbın âyet-i kerîmelere, ilme, akla uymıyan ma’nâlar verdiğini hemen anlar ise de, tefsîrden ve yirmi ana ilmden haberi olmıyan câhiller, (mağlûb etdi, mahcûb etdi, rezîl etdi, cevâb veremediler, âciz kaldılar) gibi ilâvelere aldanarak inanır. Onun için, böyle, yalan, bozuk kitâbları, mecmû’a ve gazeteleri hiç okumamalıdır. Bunları okumamak, kendini kâfir olmakdan kurtarmak demekdir.

7 - Bir yerinde (Vaktiyle şeyh Behlûl [Behlûl Dânâ] demişdi ki: Ey Ebû Hanîfe! Sen insanda ihtiyâr olmadığını söyliyorsun. Eşekler senden dahâ akllı ve fazîletlidir. Çünki, geçilemiyecek dere

-87-

ye ne kadar zorlansa girmez! Bu söze İbrâhîm Hâlid, cevâb veremedi. Hârûn Reşîd ve Yahyâ Bermekî güldü) diyor.

Kaderiyye mezhebinin, bu ümmetin mecûsîleri olduğunu bildiren hadîs-i şerîfi de yazıp, (günâh işleyip, bu iş Allahdandır, ezelde yazılmışdır, diyenler, Kaderiyyedir. İslâmdan önce Kureyş müşrikleri cebrî mezhebinde idi. İslâm bu mezhebi kaldırdı ise de, emîrül’mü’minîn hazret-i Alînin şehâdetinden sonra, Mu’âviye ve Yezîd aleyhilla’ne zemânında bu mezheb, tekrâr meydâna çıkdı ve Ehl-i sünnete mirâs kaldı) diye yazıyor ve çocuk sözü gibi akla ve nakle uymıyan söz ve misâllerle isbâta kalkışıyor.

Ehl-i sünnet âlimleri “rahime-hümullahü teâlâ”, insanda ihtiyâr yokdur dememişdir. Cebriyye mezhebinin kâfir olduklarını bildirmişdir. Bu kitâbının böyle hayâsızca iftirâlarına ancak, Ehl-i sünnet kitâblarını hiç okumamış câhiller inanır. Kaderiyye mezhebi, Mu’tezile mezhebinin bir ismidir. Şî’îlerin de bu mezhebde olduğu, bu kitâbdan anlaşılmakdadır. Kazâ ve kadere inanmadıkları için, insan istediğini elbette yapar, yaratır dedikleri için, Mu’tezile mezhebine (Kaderiyye) de denir. Ya’nî kadere inanmıyanlar kaderiyyedir. İnananlar, Ehl-i sünnetdir.

Muhammed bin Abdülkerîm Şihristânî, (Milel ve nihâl) kitâbında diyor ki: Mu’tezile mezhebinin reîsi olan Vâsıl bin Atâ ve o-nun izinde bulunanlar diyor ki: (İnsan, ihtiyârî, ya’nî istekli hareketlerini kendi yaratır. Allahü teâlâ, kullarına fâideli işler yapmağa mecbûrdur. İyilere sevâb, kötülere azâb vermesi lâzımdır. Allah birdir. Ayrıca sıfatları olamaz. Kur’ân, harf, kelime ve sesdir. Bunlar ise, mahlûk, sonradan yaratılmışdır. İnsan iyi, kötü, bütün işlerini kendi yaratıyor. Allahü teâlâ, şerleri, kötü şeyleri, günâhları, küfrü yaratır demek, doğru değildir. Bu sözler, onu kötülemekdir. Çünki, zulmü yaratan, zâlimdir. Allahü teâlâ, zâlim olmaz.) diyor. Bunların bu sözleri yanlışdır. İş sâhibi, işi yaratan değil, bu işi yapandır. İnsan mahlûk olduğu gibi, küfrü, îmânı, ibâdeti ve isyânı da mahlûkdur. Saffât sûresi, doksanaltıncı âyet-i kerîmesinde meâlen, (Allahü teâlâ, sizi yaratdı ve yapdığınız işleri de yaratmakdadır) buyuruldu. Ehl-i sünnet âlimlerinden imâm-ı Beydâvî “rahmetullahi aleyh”, bu âyetin tefsîrinde (yapdığınız şeyler, insanın fi’li, hareketi ile olduğu için, insanın işi olur. Fekat, hareket kuvvetini veren, iş için lâzım olan şeyleri yaratan, Allahü teâlâdır) demekdedir. Kaderiyye, herkes, kendi işinin hâlıkıdır dediği için, bu ümmetin mecûsîleri olmuşdur. Ehl-i sünnet, hâlık birdir diyor. Mecûsîler, hâlık ikidir dediler.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdînin “rahime-hullahü teâlâ” arabî



Yüklə 4,48 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   ...   4   5   6   7   8   9   10   11   ...   41




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin