-362-
için cihâd edenler, oturup ibâdet edenlerden dahâ üstündür) buyuruldu. Cihâd, gazâ, kâfirlere güç kullanarak (emr-i ma’rûf) yapmakdır. Cihâdı ferdler değil, devlet yapar. Seyyid Kutb, yine (Cihân Sulhu) kitâbında:
(İslâmın hiçbir zemânında harbden gâyesi, zor ile müslimânlığı insanlara kabûl etdirmek değildir. Böyle bir zorlamaya islâmın ne nazarî prensiblerinde, ne de târihî inkişâfında rastlamak mümkindir. İslâm, islâmı bilmeyen câhillerin ve islâm düşmanlarının zan etdiği gibi, aslâ kılınç ile intişar etmiş değildir. Dînin tabî’atinde olmıyan harb, hiçbir zemânda dîne da’vet vesîlesi olarak kullanılmamışdır) diyor.
Seyyid Kutbun, âyet-i kerîmelerde ve Hadîs-i şerîflerde açıkca bildirilen ve milyonlarca kitâbda sözbirliği ile yazılmış olan ve her milletin târîhlerinde sürülerce misâlleri bulunan islâm cihâdını tersine çevirmesi, beyâza kara demek gibi, şaşılacak birşeydir. Yukarıdaki yazılar, hiçbir müslimânın, hattâ hiçbir okumuş insanın inanacağı birşey değildir. Bunları yâ hiç okumamış bir câhil veyâ bir ahmak, yâhud da islâmiyyetle ilişiği olmıyan, Kâdıyânî (Ahmediyye) adındaki Hindistânda İngilizlerin ortaya koyduğu uydurma dindeki kimseler söyler.
Kendisi de Nisâ sûresinin yetmişüçüncü ve sonraki âyetlerini açıklarken, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi hakîkati yazmak zorunda kalmışdır. Fekat, bir yandan (Müslimân harbe, Allah yolunda döğüşmek, Allahın kelâmını yüceltmek için, Allahın nizâmını beşerî hayâta hâkim kılmak için çıkar. Sonra bu yolda öldürülür ve şehîd olur. Cihâd her zemân lâzımdır. İlâhî da’vet ile birlikde yürüyen bir unsurdur) derken ve cihâda teşvîk eden Hadîs-i şerîfleri yazarken, bir yandan da, (Tevhîd ve hicretden yüz çevirirlerse, onları yakalayıp bulduğunuz yerde öldürün!) meâlindeki âyetin tefsîrinde, yine kendi fikrlerini aşılamakda ve (Kâfirler islâmı kabûle zorlanmaz. Kat’iyyen dinlerine ta’n edilmez. İslâm, kendisine inanmıyanları saflarına zorla da’vet etmez. Bu din, başkalarını, kendisini kabûle zorlamaz) diyerek islâmiyyete iftirâ etmekde, bir sahîfe önce yazdıklarını inkâr etmekdedir. Yüzüncü âyet-i kerîmeyi, (Her kim Allah yolunda hicret ederse, yer yüzünde bereket ve vüs’at bulur. Yolda ölürse, Allahü teâlâ ecrini verir) güzel tefsîr ederek, kâfir memleketinde kalan müslimânların, Dâr-ül-islâma hicret etmelerinin vâcib olduğunu doğru anlatıyor. Görülüyor ki, kâfir memleketinde bulunanlar islâm memleketine hicret edecekdir. Hükûmete karşı çıkarak, fitne uyandırmıyacakdır. Seyyid Kutb, bu fitneye, cihâd demekdedir. Hâlbuki, cihâd, is-
-363-
lâm devletinin, ordusu ile ve bütün yeni silâhları ile, modern harb üsûlleri ile, kâfir hükûmetlerle savaşarak, insanları, küfrden, zulmden kurtarmak demekdir. Kâfir memleketlerinde bulunan müslimânların cihâdı, ferdlerin devlet kuvvetlerine karşı durmaları demek değildir. Kanûnlar çerçevesinde islâm bilgilerini yaymakla, islâmın kıymetini, fâidelerini herkese bildirmeğe çalışmakla ve islâmın güzel ahlâkını göstermekle olur.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, (Mektûbât)ının ikinci cildi, altmışdokuzuncu mektûbunda buyuruyor ki, (Kâfirlere karşı muhârebeye giderken, Allahü teâlânın ismini ve dînini yaymağa ve din düşmanlarını za’îfletmeğe niyyet etmelidir. Müslimânlara böyle emr edilmişdir. Cihâd da bu demekdir).
Tevbe sûresinin yirmisekizinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâya ve kıyâmet gününe inanmıyan ve Allahü teâlânın ve Resûlünün harâm etdiklerine harâm demiyen ve hak olan islâm dînini kabûl etmiyen kâfirlerle, cizyeyi kabûl etdiklerini veyâ müslimân olduklarını bildirinceye kadar harb ediniz) buyuruldu. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh” halîfe olunca bir hutbe okuyup, (Ey Resûlün Eshâbı! Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmın ümmetine yeryüzünün her tarafında memleketler vereceğini söz verdi. Hani, bu va’d edilen yerleri zabt ederek, dünyâda ganîmete, âhıretde gâzîlik ve şehîdlik rütbesine kavuşmak isteyen kahramanlar nerede? Dîni Allahın kullarına ulaşdırmak için can ve baş fedâ edecek, vatanlarını bırakıp, din düşmanı diktatörler üzerine gidecek gâzîler nerede?) diyerek Eshâb-ı kirâmı “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” cihâda, gazâya teşvik buyurdu. Bu nutk üzerine, Eshâb-ı kirâm, kâfirlerle, zâlimlerle cihâd etmeğe söz verdiler. Yerlerini, yurdlarını bırakıp, yeryüzüne yayıldılar. Ölünciye kadar cihâd etdiler. Bu cihâd her asrda devâm ederek, müslimânlar kılınc gücü ile üç kıt’a üzerinde ilerledi. Aldıkları yerlerin ehâlîsi yâ müslimân oldu, yâhud, cizye denilen vergiyi vermeği kabûl ederek, islâmın adâletine sığınanları, kendi ibâdetlerinde serbest bırakıldı. Fekat, bunlar da mu’âmelâtda ve ukûbâtda islâmiyyete uymağa mecbûr tutuldu. Böylece, hükmen müslimân sayıldılar. Râhat ve huzûr içinde yaşadılar.
İslâmiyyet, dünyâda iki dürlü memleket, vatan tanımakdadır: (Dâr-ül-islâm) denilen islâm vatanı ve (Dâr-ül-harb) denilen kâfir vatanı. Dâr-ül-islâmda, müslimânlar ve cizye vermeği kabûl eden kâfirler yaşar. Bu kâfirlere, (Ehl-i zimmet) veyâ (Zimmî) denir. Bunlar, müslimânların hak ve hürriyyetlerine tam mâlik olarak, râhat ve huzûr içinde yaşarlar. Kendi ibâdetlerini serbestce yapar-
-364-
lar. İslâmın adâletine, kanûnlarına uyarlar. (Dâr-ül-harb) denilen kâfir memleketlerine gelince, islâmiyyet bunların adâletine, emniyyetine, râhatına, huzûruna hiç karışmaz. İslâmiyyet yalnız bunların îmân ederek hakîkaten müslimân olmalarını veyâ cizyeyi kabûl ederek hükmen müslimân sayılmalarını ister. Bu ikisinden birine kavuşmaları için bunlara zulm eden diktatörlerle cihâd yapılmasını müslimânlara emr eder. Güç kullanarak cihâd yapmak devlet başkanının veyâ onun ta’yîn edeceği kumandanın emri ile olur. Herkesin kendi kendine kâfirlere saldırması, cihâd olmaz. Fitne çıkarmak olur. Şaşılacak şeydir ki, kendisi de Mâide sûresinin tefsîrine başlarken, bu iki memleketi doğru olarak açıklamakda kendi görüşlerini saklamakdadır.
İmâm-ı Muhammedin (Siyer-i kebîr) kitâbının tercemesi, seksenikinci sahîfesinde buyuruyor ki, (Cihâd emri yavaş yavaş geldi. İslâmiyyetin başlangıcında müşriklerle karşılaşmamak, onlardan uzak kalmak, onlara yumuşak davranmak emr olundu. Sonra, ikinci emr gelerek, kâfirlere yumuşak ve güzel sözlerle islâmiyyeti bildir! (Ehl-i kitâb) denilen yehûdîlerle hıristiyanlara yumuşak, güzel karşılık ver denildi. Üçüncü emr ile harb etmeğe yalnız izn verildi. Dördüncü emr ile kâfirler size eziyyet verince, onlarla harb ediniz, diyerek, karşı koymak farz oldu. Medînede islâm devleti teşekkül edince, beşinci olarak, dört aydan başka zemânlarda harb ediniz emri geldi. Altıncı olarak gelen âyet-i kerîmede devletin, ordunun kâfirlerle her zemân harb etmesi emr olundu. Böylece, cihâd etmek, farz-ı kifâye oldu. Devlet cihâda hâzırlanmaz, cihâd etmezse, bütün müslimânlar Cehennem azâbı çeker. Devletin her zemân cihâda hâzırlanması lâzımdır. Böylece bütün millet azâbdan kurtulur. Sulh hâlinde ve arada anlaşma varsa, ansızın saldırılmaz. Önce, anlaşmanın bozulduğu haber verilir. Kâfirler Dâr-ül-islâma saldırınca, bu zâlimlere karşı, kadın, erkek, bütün müslimânların ordunun emrinde harb etmeleri farz-ı ayn olur).
Seyyid Kutb (Yoldaki İşâretler) kitâbında, cihâdı bizim bildirdiğimiz gibi, doğru olarak yazmış ise de, yukarıdaki düşüncelerini, orada da, tekrarlamakdan kendini alamamışdır. İslâmiyyeti, bir kitâbında başka dürlü, başka kitâbında ise başka dürlü anlatması münâfıklık alâmetidir. Komünistler de, başka memleketlerde başka başka propaganda yapıyorlar. Kendilerini gizliyorlar. Yine (Cihân Sulhu) kitâbında:
(İslâmda huzûr ve barış, bütün insanlar arasında adâlet ve emniyyeti gerçekleşdirmek ma’nâsına olan Allahın kelimesini (= irâdesini) gerçekleşdirmekden ibâretdir) diyor.
-365-
İslâmiyyet, huzûru ve barışı, Dâr-ül-islâmda te’mîn eder. Bunun için de, Dâr-ül-islâmdaki müslimânların ve zimmîlerin, islâmın emrlerine ve yasaklarına uymaları yetişir. Çünki, huzûr ve barış, ancak Allahü teâlânın emrlerine ve yasaklarına uymakla sağlanır. Bunlara uymıyanlar, yine islâmın gösterdiği cezâlarla doğru yola getirilir. Dâr-ül-harbdeki kâfirlerin râhatları, huzûrları ve barış içinde yaşamaları için, müslimânlar harb etmez. Zâten harb ile kâfirler huzûra ve barışa kavuşamaz. Kâfirlerin huzûra, barışa kavuşmaları, ancak müslimân olmaları veyâ cizyeyi kabûl etmeleri ile olabilir. Kur’ân-ı kerîme uyulan yerlerde huzûr, barış ve adâlet kendiliğinden hâsıl olur. Allahü teâlâ, zâten bunun için islâmiyyeti kullarına lutf etmiş, ihsân etmiş, göndermişdir. Muhammed aleyhisselâmın gönderilmesi, bütün insanlara rahmet olmuşdur. İşte müslimânlar, kâfirleri bu tek yoldan huzûra, barışa kavuşdurmak için cihâd eder. Yeryüzündeki bütün insanların müslimân olmakla şereflenmeleri için canlarını, mallarını fedâ ederler. Allahü teâlâ, bütün insanları müslimân olmaları için yaratdığını bildiriyor. Bütün insanlara, müslimân olmalarını emr ediyor. Kullarını bu se’âdete kavuşdurmak için cihâd edenlere çok sevâb vereceğini söz veriyor. Allahın kelimesini yaymak demek, (Kelime-i tevhîd)i yaymak demekdir. Cihâd demek, Kelime-i tevhîdi, ya’nî îmânı yaymak demekdir. İnsanlar arasında adâleti, huzûru, barışı ve emniyyeti gerçekleşdirmek için, biricik çıkar yol, dünyânın her yerine Kelime-i tevhîdi yaymakdır. Dünyâ barışı, ancak böyle sağlanabilir. (Siyer-i kebîr) tercemesindeki Hadîs-i şerîfde, (İnsanlar ile harb etmeğe emr olundum. Lâilâhe illallah kelimesini söyletinceye kadar, onlarla döğüşürüm) buyuruldu. (Dürr-ül-muhtâr)da diyor ki, (Cihâd, bütün insanları, îmân etmeğe çağırmak, bu çağrıyı işitmelerine ve kabûl etmelerine mâni’ olan diktatörleri ile devletin harb etmesidir. Ferdlerin cihâdı ise, mal ile, fikr ile ve her lâzım olanı yapmakla ve düâ etmekle islâm ordusuna yardım etmekdir. Cihâd etmek farz-ı kifâyedir. Düşman hücûm etdiği zemân, kadın, çocuk bütün milletin devlete yardım etmeleri farz-ı ayn olur. Devlet hazînesinde para varsa, milletden, para, mal toplamak, tahrîmen mekrûhdur. Devlet malı yetişmezse, milletden yardım istemesi câiz olur. Zor ile aldığı yardımları, sonra ödemesi lâzımdır.)
Cihâd yapabilmek için, müslimânların kâfirlerde bulunan harb vâsıtalarının hepsini yapmaları ve kullanabilmeleri ve sulh zemânında buna hâzırlanmaları farz-ı kifâyedir. Yirminci asrın sonlarında kâfirler her dürlü neşr ve propaganda yolu ile soğuk harb yapıyor. İslâmiyyete durmadan saldırıyorlar. Gençleri aldatmağa uğraşıyorlar. Müslimân devletleri bir yandan atom gücü, füzeler,
-366-
jetler, elektronik âletler yapmalı, öte yandan da kâfirlerin soğuk harbine karşı koymalıdır. Kitâb, mecmû’a, gazete, radyo, televizyon ve filmler ile islâmiyyetin üstünlüğünü, fâidelerini, hem müslimânlara, müslimân yavrularına öğretmeli, hem de bütün dünyâya yaymalıdır. Bunu yapabilmek için, islâm bilgilerinin hem din, hem de fen kollarını iyi öğrenmelidir. Millet de devletin bu çalışmalarına yardım etmelidir. İslâm medreselerinde eskiden fen bilgileri de okutuluyordu. İslâma hizmet etmek ve din düşmanlarının yalanlarını, iftirâlarını yüzlerine çarpabilmek istiyenlerin, bugün de, en az lise bilgilerini ve Ehl-i sünnetin temel bilgilerini iyi kavramaları lâzımdır. Bu ikisinden birinde eksiği olanların islâmiyyete fâideleri değil, zararları dokunur. Yarım âlim insanın dînini alır sözü meşhûrdur. Bunları erkekler yapmalıdır. Erkekler çalışınca, kadınlara yapacak hiçbir ağır iş kalmaz. Devlet her köyde Kur’ân kursları açmalı, kız, oğlan her çocuğa Kur’ân ve ilm-i hâl öğretmelidir. Bu vazîfeyi ihtiyârlar ve hanımlar yapmalıdır. Her müslimânın, din bilgilerini öğretdikden sonra, oğlunu liseye ve üniversiteye göndermesi lâzımdır. Müslimânlar çocuklarını okutmazsa, devlet işleri, idâre ve kumanda makâmları, propaganda vâsıtaları, teşrî’ ve icrâ organları kâfirlerin, mürtedlerin elinde kalır. Küfrü yayarlar. Müslimânlara işkence yaparlar. İslâmiyyete hizmet etmek için, erkeklerin üniversiteyi bitirmeleri ve dahâ da çalışmaları lâzımdır. İslâm ile küfr, hergün çarpışıyor. Birisi, elbette ötekini yenecekdir. Bu ölüm kalım savaşına katılmıyan, bu korkunç savaşdan haberi bile olmıyan ahmaklar, dünyâda da, âhıretde de cezâ, azâb göreceklerdir. İslâm düşmanları ile savaşan hükûmete elinden geldiği kadar yardım edenler, cihâd, gazâ sevâbına kavuşacaklardır. İslâm bilgilerinin yayılmasına mâni’ olan ve gazeteleri, radyoları ve televizyonları ile islâm dînine saldıran, milletlerini sömürerek, bütün gelirlerini kendi zevk ve eğlenceleri için insanları köle yapmak için kullanan azgın, zâlim kâfirlere karşı cihâd yaparak, ma’sûm insanları bunların pençelerinden kurtarmamız ve se’âdete kavuşdurmamız emr olundu. Bu emr, bu ibâdet, devlete, cihâd ordusuna yardım etmekle olur. Devletden iznsiz yapılırsa, cihâd değil, fitne çıkarmak ve anarşi olur. Allahü teâlâ çalışana yardım eder. Boş oturanı sevmez ve yardım etmez.
Müslimân ismini taşıyanların yetmişüç fırka olacağı, Hadîs-i şerîfde bildirildi. Bu Hadîs-i şerîf, (Berîka) ve (Hadîka) kitâblarında açıklanmakda ve (Buhârî) ve (Müslim) kitâblarında bulunduğu bildirilmekdedir. Îmânları başka başka olan bu fırkalar birbirleri ile birleşemez. Önce, inançlarının birleşdirilmesi lâzımdır. Müslimânların çeşidli fırkalarını birleşdirelim diyenler, hak üzerinde
-367-
birleşmelerini istemelidirler. Çünki, bunların içinde yalnız (Ehl-i sünnet) âlimlerinin bildirdikleri doğrudur. Geri kalan yetmişiki fırkanın, bozuk îmânlarından dolayı Cehenneme gidecekleri Hadîs-i şerîflerde bildirilmişdir. Müslimânların hak üzerinde birleşebilmeleri için, hepsinin Ehl-i sünnet i’tikâdında, aynı inançda olmaları lâzımdır. Bunun için de, (Ehl-i sünnet) âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” bildirdiklerini yazan, kitâb, mecmû’a ve gazeteleri okumalı, bunları tanıdıklara göndermelidir. Bu bilgilerin yayılmasına çok çalışmalıdır. Mektebe giden çocuğunu her akşam kontrol etmeli, ahlâkını bozan, dînini ve îmânını çalmağa çalışan soysuz öğretmeni varsa, bunu meârif vekâletine bildirmeli, çocuğu vicdanlı, şerefli, ilm ve Hak adamı öğretmenleri bulunan okula nakl etmelidir. Evlâdının sonsuz felâkete sürüklenmesini önlemeli, din düşmanlarının tuzaklarına düşmemesi için çok uyanık olmalıdır. Çocuklarını, Kur’ân-ı kerîm hocasına göndermelidir. Onların körpe dimağlarının, temiz rûhlarının, Kur’ân-ı kerîmin nûru ile aydınlanmasına çalışmalıdır. Çocuklar ancak böylece müslimân yetişebilir. Bir memleket, çocukların müslimân yetişmesi ile müslimân kalabilir. Bu yazılanlar fikrle olan cihâddır. Bu cihâd da, savaşla olan cihâd gibi farzdır.
51 - Seyyid Kutb (Cihan Sulhu ve İslam) kitâbında diyor ki: (Zekât, her sene esâs servetden yüzde iki buçuk mikdârında tahsîl edilir. Bu vergiyi her vergiyi tahsîl etdiği gibi, ancak devlet tahsîl eder. Sarf edilmesi ile vazîfeli olan da, devletdir. Yüzyüze ve iki ferd arasında meydâna gelen bir mu’âmele değildir. İşte zekât bir vergidir. Bunu devlet tahsîl eder ve belirli yerlere sarf eder. Zekât, elden ele geçen ferdî bir ihsân ve sadaka değildir.
Eğer bugün, ba’zı kimseler, mallarının zekâtını bizzat kendi elleri ile ayırıp yine kendi elleri ile dağıtıyorlarsa, bu, islâmın farz kıldığı bir şekl ve nizâm değildir) diyor.
Seyyid Kutb, zekât üzerinde de, İbni Teymiyyenin sözlerini tekrar etmekden kendini kurtaramamış, burada da, Ehl-i sünnet âlimlerinden ayrılmışdır. Mevdûdî ile Hamîdullah da, böyle yazıyorlar. Ehl-i sünnetin dört mezhebi, sözbirliği ile bildiriyor ki, (Zekât) demek, (Bir müslimânın tam mülkü olan Zekât malı)nın ya’nî halâl yoldan mâlik olduğu, elindeki zekât malının belli bir kısmını, Kur’ân-ı kerîmde bildirilen sekiz sınıf müslimândan yedisine temlîk, teslîm etmesi, vermesi demekdir. Hanefî mezhebinde, bunlardan yalnız birine de verilebilir. Bu yedi kimse, fakîr, miskin, âmil, ya’nî hayvan zekâtını ve uşr denilen toprak mahsûlleri zekâtını toplayan kimse, hac ve gazâda olan kimse, evinden ve malın-
-368-
dan uzak kalmış olan ve borclu olan kimse ve âzâd olacak köledir. Sekizinci sınıf, (Müellefe-i kulûb) denilen kimseler olup, kalblerine îmân yerleşdirilmesi istenilen veyâ kötülükleri önlenmek istenilen ba’zı kâfirler ve yeni îmân etmiş olan ba’zı za’îf müslimânlar idi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, bunların üçüne de zekât verirdi. Fekat, hazret-i Ebû Bekr zemânında, Beyt-ül-mâl emîni olan hazret-i Ömer, İbni Âbidînde yazılı âyet-i kerîmeyi ve (Kütüb-i sitte)nin hepsinde bulunduğunu haber verdiği, Mu’âz hadîsini okuyarak, Müellefe-i kulûb olanlara zekât verilmesini Resûlullah nesh eylemişdir dedi. Halîfe ve Eshâb-ı kirâmın hepsi, bunu kabûl ederek, nesh edilmiş olduğuna ve artık bunlara zekât verilmemesi için icmâ’ hâsıl oldu. (Nesh), Resûlullah hayâtda iken olur. (İcmâ’) ise, vefâtından sonra olur. Bu inceliği anlamıyanlar, bunu hazret-i Ömerin nesh etdiğini sanıyorlar. Eshâb-ı kirâma ve fıkh âlimlerine dil uzatıyorlar. (Bedâyı’) ve diğer kitâblarda bildirildiği gibi, islâmiyyete yardım için, düşmanın zararını önlemek için, onlara mal, para her zemân ödenir. Fekat bu Beyt-ül-mâlın zekât bölümünden değil, başka bölümünden ödenir. Görülüyor ki, Müellefe-i kulûb denilen kimselere ödeme yapılması yasak edilmemiş, onlara zekât verilmesi yasak edilmişdir.
Dört dürlü (Zekât malı) vardır: Altın ve gümüş, ticâret eşyâsı, dört ayaklı kasab hayvanları, toprak mahsûlleri. Toprakda yetişen maddelerin zekâtına (Uşr) denir. (Mecma’ul-enhür)de ve (İbni Âbidîn)de buyuruyor ki, (Zenginlerden her çeşid zekâtı devlet topluyordu. Halîfe Osmân “radıyallahü anh” (Altın ile gümüş ve ticâret eşyâsı) zekâtlarının verilmesini sâhiblerine bırakdı. Zekât toplayan me’mûrların millete zulm etmemeleri ve kul borcu olanın malından zekât almamaları için böyle yapdı. Borcluları da hapse girmekden kurtardı. Eshâb-ı kirâmın hepsi böyle yaparak, icmâ’ hâsıl oldu. Bu malların zekâtını sâhibi verince, hükûmet istiyemez. İsterse, icmâ’a karşı gelmiş olur). Mal sâhibi, zekâtını kendi veremez demek, hazret-i Osmân zemânındaki Eshâb-ı kirâmın sözbirliğini hiçe saymak olur. (Ehl-i sünnet) âlimleri, Eshâb-ı kirâmın büyüklüğünü anlamış, kendi görüşlerine, anladıklarına uymayıp, Eshâb-ı kirâmın icmâ’ına uymuşlardır.
(Ehl-i sünnet) âlimleri bildiriyor ki, (Zenginin, zekâtını fakîrin eline vermesi lâzımdır. Zengin olan bir kimse velîsi olduğu yetimi zekât niyyeti ile doyurursa, zekât vermiş olmaz. Yemeği çocuğa vermeli, çocuk kendi malını yimelidir. Zengin, altını masa üstüne koysa, bir fakîr de gelip, masadan alsa, kabûl olmaz. Fakîr veyâ vekîli alırken, zenginin görmesi lâzımdır. Zekât niyyeti ile fakîri
-369-
evinde parasız oturtsa, kirâ almasa, kabûl olmaz. Çünki, fakîre mal vermesi lâzımdır.
Dört çeşid zekât malından, zekât hayvanlarının ve toprak mahsûllerinin zekâtlarını ve şehre dışardan gelen ticâret eşyâsının zekâtını, hükûmet alır. Fekat, hükûmet de aldığını yalnız müslimân fakîrlere dağıtır. Ya’nî hükûmet, fakîrlerin vekîli olarak almakdadır.
Zekât parası ile câmi’, köprü, çeşme, yol, baraj, hac, cihâd gibi hayr işlerinin ve âmme hizmetlerinin hiçbiri yapılmaz. Her çeşid zekâtı, yedi kimseden birine veyâ vekîline teslîm etmek lâzımdır. Devlet topladığı zekâtı başka işlerde kullanamaz. Yedi sınıfdan bir kimseye verir. Zenginin, zekâtını, fakîr olan akrabâya, sâlihlere, ilm öğrenen fakîrlere vermesi dahâ sevâbdır.) Hadîs-i şerîfde, (Ey ümmetim! Beni Peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, fakîr akrabâsı varken, başkalarına verilen zekâtı, Allahü teâlâ kabûl etmez) buyuruldu. Ya’nî sevâbı olmaz. Müşebbihe gibi kâfir olan bid’at sâhiblerine (Mülhid) denir. Mülhidlere zekât verilmez.
Devleti devirip yok etmeğe ihtilâl denir. Meşrû’ devletin emrlerine uymıyan müslimânlara âsî, bâgî denir. (İbni Âbidîn)de diyor ki, (Bâgîlerin veyâ zâlim hükûmetlerin baskısı altında veyâ Dâr-ül-harbde bulunan müslimân, hayvan zekâtını ve uşru onlara vermeyip, fakîrlere kendisi dağıtmış ise veyâ verdiğinin, onlar tarafından yedi belli kimseden birine verilmiş olduğunu biliyor ise, bu zekâtları ve uşru meşrû’ hükûmet tekrar alamaz. Fekat altın ile gümüşün ve ticâret eşyâsının zekâtını almış iseler, zenginin bunları tekrâr fakîrlere vermesi lâzım olur. Ba’zı kitâblar, bâgîlerin ve zâlimlerin, eğer müslimân iseler, her zekâtı almaları ve başka yerlere de sarf etmeleri câiz olur demişlerdir. Bunları, fakîr saymışlardır). Buradan da, zekâtın fakîrlere verilmesi lâzım olduğu anlaşılmakdadır.
Türkçe ilmihâl kitâblarının en kıymetlilerinden olan (Dürri yektâ) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Dört çeşid zekât mallarından ikisine, ya’nî altın ile gümüşe ve ticâret eşyâsına, (Emvâl-i bâtına) gizli mallar denir. Bir kimsenin gizli mallarını araşdırmak ve zekâtlarını istemek câiz değildir. Böyle malların mikdârını hesâb etmek ve zekâtını vermek işi, bunların sâhiblerine bırakılmışdır. Sâhibi, zekâtını dilediği fakîre vermekde serbestdir. Zekât hayvanlarına ve toprakdan yetişen maddelere (Emvâl-i zâhire) denir. Emvâl-i zâhirenin mikdârını anlamak ve fakîrlere dağıtmak, bunların sâhiblerine bırakılmamışdır. Bu işleri müsli-
-370-
mânların imâmı tarafından gönderilen me’mûr yapar. Bu me’mûra (Âmil) denir.)
Mal demek, insanlara, lâzım olan ve kullanmak için saklanabilen şey demekdir. Birkaç buğday dânesi, bir kaşık toprak, bir içim su, mal değildirler. Çünki, insanların hepsi veyâ birkaçı, bunları saklamaz.
Kâğıd paralar, üzerinde yazılı kıymet ile kullanılmazsa, kendileri kıymetsiz olur. Çünki para olarak kullanılması yasak edilen, çarşıda, pazarda geçmiyen bu kâğıd parçaları bir işe yaramaz ve kullanmak için saklanılmaz. (İbni Âbidîn) “rahmetullahi teâlâ aleyh”, sarf ya’nî sarraflık satışını anlatırken, (Fülûs ya’nî bakır paralar, geçer akçe ise, üzerindeki değere göre para olur. Üzerindeki değeri kaldırılırsa, kıymetsiz mal olur) diyor. Kâğıd liralar da böyledir. Onüçüncü sahîfesinde diyor ki, (Ödenecek senedlerin iki ma’nâsı vardır: Üzerinde yazılı olan değeri ve kâğıdın kendi değeri. Üzerindeki değer (Deyn) olan, ya’nî insanın kendinde bulunmıyan malını göstermekdedir. Kâğıdın kendi değeri ise pek azdır.) Hükûmetden alınacak aylıkların senedleri, çekleri üzerinde yazılı değerlerin, deyn olan malı gösterdiği, İbni Âbidînin ondördüncü sahîfesi başında yazılıdır. Kâğıd liraların üzerindeki değerler de böyledir.
İnsanın tam mülkü olan, ya’nî tesarrufu, istifâdesi câiz ve mümkin olan malın zekâtı verilir. İnsanın tam mülkü değilse, zekâtı verilmez. Zekât malı insanın kendinde bulunuyorsa, (Ayn) denir. Başkasında bulunuyorsa (Deyn) denir. Alışverişde, malın ayn ve deyn olması başkadır. (Mebi’) ya’nî satın alınan mal, akd ya’nî sözleşme yapılınca müşterinin mülkü olur ise de teslîm alınmadan önce, kullanılması câiz değildir. Bunun için teslîm almadan önce tam mülkü değildir. Teslîm almadan, zekât hesâbına katılmaz. Satılan bir malın (Semen)i, ya’nî karşılığı, teslîm alınmadan önce, alışverişde ayn ise, ya’nî satış peşin ise, herkese verilebilir. Semen söz kesilirken deyn ise, ya’nî satış veresiye ise yalnız borcluya, ya’nî satıcıya verilebilir. Bunun için semen, teslîm alınmadan önce de zekât hesâbına katılır.
İster ayn olsun, ister deyn olsun, tam mülk olan (Emvâl-i bâtına), nisâb mikdârı oldukdan bir sene sonra, elde bulunanın kırkda birini ayırıp, zekât olarak vermek farz olur. Bunların zekâtlarının beş şeklde verilebileceği, (Dürr-ül-muhtâr) kitâbında şöyle yazılıdır:
1 - Deyn olan mal, fakîrde ise, hepsi veyâ bir kısmı, bu fakîre bağışlanırsa, bağışlanan malın zekâtı da deyn olarak verilmiş olur.
-371-
Zengindeki mal, zengine bağışlanırsa, bunun zekâtını, ayrıca fakîre ayn olarak vermek lâzımdır.
2 - Ayn olan malın zekâtını, ayn olarak vermek lâzımdır. Ya’nî hâzır olan malın zekâtını vermek için kendinde olan bu malın kırkda birini ayırıp fakîre verir.
3 - Deyn olan malın zekâtı deyn olarak verilemez. Ayn olarak vermek lâzımdır. Ya’nî başkasında bulunan malının zekâtını, hâzır olan malından vermek lâzımdır. Hâzır malı yoksa, başkasındaki malından zekât mikdârını isteyip teslîm alıp, sonra bunu fakîre verir.
4 - Ayn olan malın zekâtını deyn olarak vermek câiz değildir. Ya’nî hâzır bulunan malın zekâtı olarak, fakîrdeki alacağını bu fakîre bağışlamak câiz değildir. Fekat, yanındaki malın zekâtı olarak, başka birisindeki alacağını alması için fakîre emr etmesi câiz olur. Çünki fakîr, o kimsedeki malı, altını eline alınca, ayn olur. Ayn olan malın zekâtı, ayn olarak verilmiş olur. Fakîrde deyn olan malın zekâtı, o deyn maldan verilemez. Çünki, geri kalanı fakîrden aldığı zemân, ayn olur. Aynın zekâtı, deyn olarak verilmiş olur. Bu ise câiz değildir.
5 - Fakîrden alacağı olan deynin bir kısmını bu fakîre bağışlarsa, bu kısmın zekâtı da verilmiş olur. Geri kalan kısmın zekâtını, ayn olarak ayrıca vermek lâzım olur. Bağışlamış olduğunu, bu zekât yerine sayamaz. Çünki, geri kalanı teslîm alınca, ayn olur. Aynın zekâtı, deyn olarak verilmiş olur. Bu ise câiz değildir.
Fıkh bilgilerini dört mezhebe göre ayrı ayrı bildiren (Kitâb-ül fıkh alel-mezâhib-il erbe’a) kitâbını hâzırlıyan hey’etin reîsi Abdürrahmân Cezîrî “rahmetullahi teâlâ aleyh” [1365 [m. 1946] da Mısrda vefât etdi.] diyor ki, (Kâğıd paraların zekâtını vermek üç mezhebde de lâzımdır. Hanbelî mezhebinde ise, karşılıkları olan altın veyâ gümüş ele geçince zekâtları verilir).
Kâğıd liraların kendi değerlerinin değil, üzerlerinde yazılı değerlerin zekâtı verilmekdedir. Çünki, kendi değerleri pek az olup nisâba erişemez. Üzerlerindeki değerlerin de, deyn olan malı göstermekde olduğu yukarıda bildirilmişdir. Deynin zekâtı, deyn olarak verilemiyeceği için kâğıd liraların zekâtı, kâğıd lira olarak verilemez. Ayn olarak vermek, ya’nî deyn olan malı teslîm alıp da, fakîre vermek lâzımdır. Bundan başka, her dürlü borc, önce zekât malından ödenir. (Zekât malı) ya’nî altın ve gümüş ve ticâret malı varken, başka mal, meselâ evde kullanılan halı, inci gibi zekâtı verilmiyen malı vererek borc ödemek câiz değildir. Kâğıd liraların zekâtı da, fakîre olan borcudur. Bu borcu, zekât malından öde-
Dostları ilə paylaş: |