Eğer kâfir olaydı puttan haberdâr Olur muydu acaba dîninde yoldan sapan
Şiir:
Şimdi Vâhid-i Rahmân için, her bir mertebede; sûretten gizli ve açık olan şey vardır (28).
Hz. Şeyh (r.a) yukarıda Hakk'ın şerîata göre ve akla göre kabûl edilebilir ve kabûl edilemez sûretlerde tecellî edici olduğunu bildirdi. Şimdi de ortağı olmayan Vâhid-i Rahmân'ın a'yân-ı sâbite ve gayb ve şehâdet mertebelerinde, bu mertebelerin îcâblarına göre, Sübhânî vücûdu ile taayyün edici ve tecellî edici olduğunu beyân buyurur.
Bundan dolayı eğer mertebe, ilim ve rûhlar ve mutlak misâl ve kayıtlı misâl mertebesi gibi gizli ise, Rahmân’ın vücûdu için ilmî ve rûhânî ve misâlî ve hayâlî sûretler hâsıl olur. Ve eğer mertebe, şehâdet mertebesi gibi açık ise Rahmân’ın vücûdu için de açık ve hissî sûretler peydâ olur. Ve bu açıklık ile gizlilik görecelidir. Örneğin rûhlar âlemine göre onun daha üstünde olan a'yân-ı sâbite âlemi ve misâl âlemine göre rûhlar âlemi; ve şehâdet âlemine göre de misâl âlemi gizlidir. Ve aynı şekilde rûhlar âlemi a'yân-ı sâbite âlemine göre ve misâl âlemi rûhlar âlemine göre ve şimdi içinde bulunduğumuz bu şehâdet âlemi misâl âlemine göre açıktır. Bundan dolayı her mertebede gerek gizli sûretlerde ve gerek açık sûretlerde mevcût olan Râhmân’ın vücûdudur. Ve Rahmân’ın vücûdunun sirâyet etmesi eşit seviye üzeredir. Fakat mertebelerin ihtilâfıyle muhtelif sûretlerde açığa çıkmıştır. Örneğin havâ, letâfet mertebesinde hissedilebilir ise de görülebilir değildir. Bulut, su ve buz mertebelerine tenezzül edince, her bir mertebenin îcâbına göre bir sûret bağlar ve o sûretlerle görünen olur. Ve bu muhtelif sûretler mertebelerin ihtilâfından dolayıdır. Yoksa her mertebede görünen havânın gayrı değildir. Böyle olunca biz, hangi mertebede olursak olalım, muhtelif sûretlerde gördüğümüz ve ârif olduğumuz olan hep Rahmân'ın vücûdudur. Bundan dolayı Hak, dünyâ yurdunda müşâhede edildiği gibi âhiret yurdunda; ve aynı şekilde âhiret yurdunda müşâhede olunduğu gibi de dünyâ yurdunda müşâhede olunur.
Eğer sen, bu Hak'tır dersen sözün doğrudur. Ve eğer başka iştir dersen geçiş yapıcısın (29).
Yânî eğer sen, her bir mertebenin îcâbına göre açığa çıkan Vâhid-i Rahmânî'nin vücûdunun sûretlerini görüp, bu sûretler Hak'tır, dersen doğru söylemiş olursun. Çünkü mertebeler ayna gibidir ve onlarda görünen sûretler de, aynada yansıyan sûretlere benzer. Ve aynaya bakıldığı zaman, görünen sûrettir, ayna değildir. Ayna, bâtın ve sûret zâhir olur. Ve işin aslında mertebeler îtibârî iştir; şânı yokluksallıktan ibârettir. Ve görülen sûretlerin vücûdu izâfidir. Ve eğer mertebelerde görünen sûretlere, başka şeydir, yânî hálktır dersen taayyün etmiş zât olan Hak'tan hálka, taayyünlere geçmiş olursun. Örneğin ayakta duran Zeyd’in etrâfında beş ayna olsa, onların hepsine onun sûreti yansır. Bu sûretlere Zeyd dersen, sözünde sâdıksın. Değildir, başka şeydir dersen, Zeyd'den aynadaki taayyüne ve hayâle geçmiş olursun. Ve bu halde Zeyd bâtın ve taayyün etmiş hayâl zâhir olur.
Ve onun hükmü bir mertebede olup diğer mertebede olmamak değildir. Velâkin o, Hak ile hálkta sâfir yânî zâhir ve seyredendir (30).
Yânî Vâhid-i Rahmân'ın vücûdunun bir mertebede olan hükmü ve tecellîsi, diğer mertebede olan hükmünden ve tecellîsinden başka değildir. Çünkü Rahmân'ın vücûdunun her mertebede sirâyet etmesi eşit seviyededir. Örneğin harflerin hepsinin kaynağı insan nefesidir. Fakat sîn, şîn, ayn, kāf gibi Harflerin söylenişlerindeki farklılık, onların çıkış yerlerindeki farklılık sebebiyledir. Soluğun sirâyet etmesi, hepsi için eşittir. Bundan dolayı Rahmân’ın vücûdu da bunun gibi her bir mertebede, o mertebenin îcâbına göre zâhir olur. Ve vücût arşında istiva etmiş olan Vâhid-i Rahmân Hak ile hálkta zâhir olmuştur.
Ve bu beyt-i şerîfteki "sâfir", "zâhir" ma’nâsına alınmayıp da "kâşif" ma’nâsına alınır ise, beytin ma’nâsı şöyle olur: "Vâhid-i Rahmân vücûdunun hükmü bir mertebede başka ve diğer mertebede başka değildir. Ancak, nefes-i rahmânî ilmi sûretler olan a'yân-ı sâbite üzerine tecellî ettiğinde, onların sûretleri olan hálkın vechini kâşiftir". Çünkü hálk edilmiş sûretlerin vecihleri gayb perdesi altındadır. Hak nefes-i rahmânîsi ve Hakkânî vücûdu ile onlara eşit seviyede tecellî ettiği için, gayb perdesi kalkmış ve onların yüzleri açılmıştır.
Gözlere tecellî ettiği zaman akıllar, üzerine şartlandıkları delîller ile reddeder (31).
Yânî Hak, misâlî ve cismânî olan sûretlerde gözlere göründüğü zaman, akıllar şartlanmış oldukları akli delîller ile, Hakk'ın o sûretlerde tecellîsini reddeder. Oysa akılların Hakk'ı cismâni sûretlerden tenzîh etmesi, onu soyutlanmışlığa teşbîh etmesidir. Ve Hak ise, zâtı yönünden tenzîhden ve teşbîhden münezzehdir. Ve Hakk'ın tenzîh ve teşbîh ile vasıflanması, ancak isimler ve sıfatlar mertebelerinde olur. İsimler ve sıfatlar ise ilâhi bağıntılardır. Halbuki Hak, zâtı ile ganî oluşu yönüyle bütün bağıntılardan ganîdir. Bundan dolayı Hakk'ı misâli ve cismâni sûretlerden tenzîh eden perdeli akıl sâhipleridir. Çünkü, onların kendilerine özel inançları vardır. Bu inançlarına aykırı gördükleri Hakk'ın tecellîlerini inkâr ederler. Fakat kendilerine has inanç sâhibi olmayan kayıtsızlık sâhipleri, Hakk'ı her bir mertebede, o mertebenin icâplarına göre müşâhede ederler.
Ve oysa bakışları eksiksiz olanlar, akıllar aynasında ve "hayâl" olarak isimlendirilen şeyde kabûl eder (32).
Yânî akli delîllerin perdeleriyle örtülmüş olan akıllar, cismâni sûretlerde tecellî edici olan Hakk'ı, dâimâ tatbîk edegeldiği akli delîller ile o cismâni sûretlerden tenzîh ile reddeder. Oysa eksiksiz müşâhede sâhibi olan bakışların aynları, yânî perdesiz olan bakışlar, akıllar aynasında Hakk'ın tecellîsini, yânî hissedilebilir olmayan akli sûretlerde olan mânevi tecellîyi ve hayâl âleminde zâhir olan sûrî tecellîyi kabûl edip müşâhede eder. Sonuç olarak eksiksiz keşf bakışların aynlarının müşâhedesidir. Çünkü her bir mertebedeki tecellîlerin sûretlerinde Hakk'a bakıcıdır ve Hakk'ı o sûretlerde sınırlamaz.
Ebû Yezîd el-Bistâmî bu makâmda der ki: "Eğer Arş ve Arş'ın ihtîvâ etiği şey, yüz bin kere bin olduğu halde, ârifin kalbinin köşelerinden bir köşede olsaydı onu duymazdı." Ve bu, Ebû Yezîd'in cisimler âleminde genişliğidir (33).
Yânî Bâyezîd Bistâmî (r.a) bu tam keşf ve genel müşâhede makâmını beyân için der ki: Eğer Arş'ın ve onun ihtîvâ ettiği gökler ve yerlerin ve onda olan bütün mevcûtların yüz bin kere bin, yânî yüz milyon misli, ârifin kalbinin köşelerinden bir köşesinde olsa idi, o ârifin bu genişliği dolayısıyla, onun kalbi bunları duymaz idi. Çünkü Arş ve onun muhteviyâtı cisimler âleminden olduğu için sonludur. Ve ârifin kalbi ise genişlikte sonsuzdur. Çünkü mutlakiyeti dolayısıyla, sonsuz olan Hakk'ın mutlaklığına karşılıktır. Ve sonlunun sonsuza göre bir kıymeti yoktur. Ve cenâb-ı Bâyezîd'in bu bahsedilen sözü, cisimler âleminde kendi kalbinin genişliğini ifâde eder. Ve Hz. Bâyezîd'in kalbinin genişliği hakkındaki örneği, ma’nâlar âleminde vermeyip cisimler âleminden getirmesi, varlıklar ile örtülü olan kimselerin kalbine göredir. Bunun için Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.), cenâb-ı Bâyezîd'in sözünden daha yüksek bir ma’nâyı anlatmaya başlayıp buyururlar ki:
Ben derim ki: Vücûdu sonlu olmayan şeyin vücûdunun sonu düşünülüp, o şey onu icâd edici olan ayn ile berâber ârifin kalbinin köşelerinden bir köşede hâsıl olsa idi, onu ilminde hissedemez idi (34).
Yânî varlık taayyünlerinin vücûdu sonsuzdur. Çünkü ilâhi işler ve rabbâni tecellîlerdir. Ve ilâhi işler ve tecellîler ise sonsuzdur. Eğer vücûdu sonlu olmayan varlık taayyünlerinin vücûduna bir son düşünülüp ve takdîr olunup bu taayyünlerin hepsinin icâd edicisi olan ve ilk taayyün ile taayyün etmiş bulunan bir olan ayn ile berâber, ârifin kalbinin köşelerinden bir köşede hâsıl olsa idi, ârifin kalbi Hak'ta fânî ve mutlaklığı dolayısıyla, sonsuz olan Hakk'ın mutlaklığına karşılık olduğu için, vücûden ve ilmen bir şeyin o kalbde duyulması mümkün olmaz idi. Çünkü mutlaklık yânî kayıtsızlık üzere olan böyle bir kalbde, mutlak olan Hakk’ın vechinden başka bir şey yüz gösterici olmaz. “küllü şey’in hâlikun illâ vechehu” yâni “herşey helâk olucudur, O’nun vechi dışında” (Kasas, 28/88) hükmünce ilmi ve vücûdi taayyünlerin hepsi, o kalbde helâk olmuştur.
Çünkü sâbit oldu ki, muhakkak kalb Hakk'a vâsi'dir. Bununla berâber, kanmak ile vasıflanmadı. Eğer dolsa idi, kanar idi. Ve elhak Ebû Yezîd bunu böyle dedi. Biz de sözümüz ile muhakkak bu makâma dikkât çektik (35).
Yânî kalbin, Hakk'ı sığdırdığı "Ben yerime ve göğüme sığmadım. Fakat mü'min olan kulumun kalbine sığdım" hadîs-i kudsîsi ile sâbit oldu. Ve Hak, kalbe sığmakla berâber, o kalb kanmakla vasıflanmadı. Ve eğer kalb, Hakk’ın tecellîsi ile dolsa idi kanar idi. Ve cenâb-ı Ebû Yezîd Bistâmî de bunu böyle dedi. Yahyâ ibn Muâz (k.s.) Bâyezîd Bistâmî (kaddesallûhu rûhahu) hazretlerine bir mektup yazıp bunda "Ben Hakk'ın muhabbet şarâbından içtiğim şeyin çokluğundan sarhoş oldum" dedi. Hz. Bâyezîd da ona cevâben:
Tercüme: "Muhabbet şarâbını kâse kâse içtim; şarâb bitmedi, ben de kanmadım. "
Diye yazıp gönderdi. İşte cenâb-ı Şeyh (r.a.) "Ebû Yezîd bunu böyle dedi" sözüyle buna işâret buyurdu. Veyâhut Hz. Bâyezîd'in yukarıda geçen "Eğer Arş ve Arş'ın ihtîvâ etiği şey, yüz bin kere bin olduğu halde, ârifin kalbinin köşelerinden bir köşede olsaydı onu duymazdı" sözüne işâret buyurur. Çünkü, bu söz de kanmamak ma’nâsını içinde barındırmaktadır. Bilinsin ki, ârifin kalbi üç çeşit üzeredir:
Birincisi: Nefsine ârif olma makâmında olan ârifin kalbidir. Bu kalbe Hakk'ın tecellîsi, cüz'î tecellîdir. Ve onun kalbine ancak o tecellî ile ârif olmuş olan Hak sığıp, ondan başka mevcûtların sûretlerinden bir şey sığmaz. Fakat bu kâlb, sonsuz olan ârifin kalbi olduğundan, diğer tecellîlerin sûretlerine rağbet eder.
İkincisi: Hayret ve şiddetli aşk sâhibi olan âşıkın kalbidir. Bu kalbe de Hakk'ın tecellîsi sığıp Hak'tan başka bir şey sığmaz iken, ulaşan ilâhi tecellîlerin feyzlerine kanmaz. Ve harâretinin kemâlinden dolayı diğer tecellîlerin feyzlerini gözler.
Üçüncüsü: Tahkik ehli kâmilin kalbidir. Bu kalb, mutlaklık yânî kayıtsızlık üzere olup sonsuz olan Hakk'ın mutlaklığına karşılıktır.
Bundan dolayı Bâyezîd Bistâmî hazretlerinin, Hakk'ı sığdırıp fakat kanmadığından bahsettiği kalb birinci ve ikinci türden olan kalbdir. Ve kâmil kalbin hükmü ise bunların hükmünden başkadır. Cenâb-ı Şeyh (r.a.)’in beyân buyurduğu kalb ise insan-ı kâmil’in kalbidir. Nitekim kendileri de: "Biz, sözümüz ile bu makâma dikkat çektik" buyururlar.
Şiir:
Ey eşyâyı kendi nefsinde hálk eden! Sen hálk ettiğin şeyi toplayıcısın (36).
Yânî ey eşyâyı kendi ilminde sûretlendirip mutlak vücûdunun tenezzülleriyle o ilmi sûretlere, varlık âleminde vücût vermek sûretiyle hálk eden! Bundan dolayı bu hálk ettiğin eşyâyı, gerek "ilim" ve gerek "ayn" mertebelerinde, sen kendi nefsinde toplayıcısın.
Ma'lûmdur ki, ahadiyyet mertebesinde mutlak zâtın aynı olan bütün sıfatlar ve isimler, açığa çıkma talebinde bulundular. Âlemlerden ganî olan zât, isimlerine rahmet olarak, kendi zâtıyla, kendi zâtında, kendi zâtına tecellî edip o isimlerin sûretleri ilâhî ilimde peydâ oldu. Ve açığa çıkmanın kemâli için, onların ilim mertebesinden ayn mertebesine gelmeleri îcâb etti. Ve ayn mertebesi ise, kesâfet mertebesi olup maddenin vücûduna muhtac idi. Oysa mutlak vücûttan başka bir vücût yoktur. Bundan dolayı mutlak vücût mertebe mertebe tenezzül buyurup bu ilmi sûretlere, rûhlar âlemi, misâl âlemi ve şehâdet âlemi mertebelerinde, o mertebelerin gereğine göre, yine kendi vücûdundan birer sûret elbisesi giydirdi. Böyle olunca bütün taayyünlerde açığa çıkan Hak oldu. Çünkü o vücûdun hâricinde başka bir vücût yoktur. Bu sûrette Hak, eşyâyı kendi nefsinde hálk etti. Ve hálk ettiği eşyânın hepsini toplamış oldu.
Vûcûdu sonlu olmayan şeyi sen, vücûdunda hálk edersin. Şimdi sen darsın ve genişsin (37).
Yânî sen, "ilim ve "ayn" mertebelerinde taayyünün dolayısıyla, vücûdu sonlu olmayan şeyi, kendi vücûdunda hálk edersin. Bundan dolayı sen hálk edilmiş sûretlerde kayıtlı oluşun dolayısıyla darsın. Ve sûretlerin hepsinde açığa çıkışın ve ilim ile kapsam oluşun ve zâtınla ihâtan dolayısıyla da genişsin.
Eğer Allah Teâlâ’nın hálk ettiği şey benim kalbimde ola idi, o şeyin nûrları parlayan fecri âşikâr olmaz idi (38).
Yânî benim öyle geniş bir kalbim vardır ki, hálk edilmiş sûretlerden berîdir. Eğer Allah Teâlâ hazretlerinin kendi vücûdunda hálk ettiği sonsuz şey benim kalbimde olsa idi, o mahlûkların hepsinde yükselen vücût nûrunun parlaması kalbime âşikâr olmaz idi. Çünkü vücût nûru, feyizli olan taayyünlerin sıfatına ve rengine boyanmıştır. Benim kalbim ise bütün taayyünlerden hâlî olup mutlaklık yânî kayıtsızlık üzeredir. Bundan dolayı kalbim Hakk'a dönük olup Hakk'ın tecellîsinden gark olunca hálk edilmiş sûretler onda âşikâr olmaz ve kalbim onları duymaz. Çünkü Hakk'ın tecellî nûrları hálk edilmiş sûretleri mahveder.
Hakk'ı sığdıran kimse hálktan dar olmadı. Böyle olunca iş nasıl olur, ey duyucu? (39).
Yânî yukarıda bahsedilen "Ben yerime ve göğüme sığmadım. Fakat mü'min olan kulumun kalbine sığdım" hadîs-i kudsîsi gereğince kalbine, bütün taayyünlerde açığa çıkışı îtibârıyla, kendi vücûdu ile bütün mahlûkları toplamış olan Hakk'ı sığdıran kimse, hiç mahlûklara karşı darlık eseri gösterir mi?
Ey bu toplayıcı sözü işiten kimse, böyle bir kalbin şânının nasıl olduğunu gör!
Gerçi yukarıdaki beyt-i şerîfte beyân olunduğu üzere, kâmil kalbin Hakk'a yönelişi ve Hakk'ın tecellîsinde gark oluşu dolayısıyla, hálk edilmiş sûretler ona âşikâr olmaz ise de, bu hal Hakk’ın nefsinde mahlûk olan hálk edilmiş sûretlerin onda mevcût olmamasını îcâb etmez. Hak, kâmilin kalbine sığınca, tabîdir ki nefsinde mahlûk olan eşyâ ile berâber sığar. Fakat kâmil kalb Hakk'ın tecellîsinde gark olduğundan onları duymaz. Cenâb-ı Şeyh (r.a.) yukarıda şiirde, ilk beyitte: "Ey eşyâyı kendi nefsinde hálk eden" buyurmuş idi. Şimdi de düz yazı ile örnek verip buyururlar. Şöyle ki:
Her bir insan, hayâl kuvvetinde, vücûdu olmayan ve yalnız hayâl kuvvetinde vücûdu bulunan şeyi vehm ile hálk eder. Ve ârif, himmeti ile himmet mahallinin dışında olarak vücûdu oluşan şeyi hálk eder. Ancak, ârifin himmeti onu muhafaza etmekten ayrılmaz. Ve onun muhafazası, yânî mahlûk olan şeyin muhafazası, himmete ağır gelmez. Şimdi ârife, hálk ettiği şeyin muhafazasından ne zaman bir gaflet gelse o mahlûk yok olur. Meğer ki ârif bütün hazret mertebelerini zabtetmiş olsun. Ve o ârif, mutlaka gâfil olmaz. Belki ona müşâhedesinde bulunduğu bir hazret lâzımdır (40).
Yânî Hak eşyâyı kendi nefsinde hálk ettiği gibi, her bir insan da, dışarıda vücûdu olmayan şeyi vehmiyle hálk, yânî takdîr eder ve sûretlendirir. Ve bu sûretlendirdiği şeyin vücûdu, ancak kendi nefsinde olan, hayâl kuvvetinde bulunur. Ve bu vehimde hálk etmek keyfiyeti genel bir şeydir. Ârif ve ârif olmayan tarafından gerçekleşir. Örneğin bir kimse bir ölü ile yalnız başına bir odada yatsa, vehminde o ölünün kalkıp şöyle böyle yapabileceğini düşünür. Gözüne uyku girmez olur. Oysa dışında böyle bir şey olduğu yoktur. O ancak vehminin hálk ve takdîr ettiği sûrettir.
Fakat ârifin hálkedişi ârif olmayanın hálkedişi gibi değildir. O himmetiyle hálk eder. Ve onun hálk ettiği şeyin dışarıda da vücûdu olur. Ve ârif o hálk ettiği şeyi, himmeti ile muhafaza etmekten ayrılmaz. Ve onun muhafazası, himmetine ağır gelmez. Ve ârif o hissî mevcûda "misâl mertebesi"nde veyâ "şehâdet mertebesi"nde yönelişten vazgeçmedikçe o mevcût, "şehâdet mertebesi"nde devamlılık üzere olur. Ve onun yönelişi kesilir kesilmez o mevcût da yok olur. Çünkü o mahlûkun rûhu, ârifin himmetidir. Fakat ârif bütün hazret mertebelerini zabtetmiş ise, yânî onun kalbi mutlaklık üzere olup "hazarât-ı hamse"nin yâni beş hazret mertebesinin tamamını ihâta etmiş ise, o mahlûk olan şeye şehâdet mertebesinde yönelişten kesilse bile, o ârif mutlaka diğer bir "hazret mertebesi"nin müşâhedesinde olacağından, yönelişinin kesilmesiyle şehâdet mertebesinde yok olan o mahlûk, ârifin müşâhede ettiği "hazret"e geçer. Çünkü böyle bir ârifin kalbi bütün hazret mertebelerini toplamıştır. Ve onun himmeti ile hálk ettiği şeyin sûreti, bütün hazret mertebelerinde görülür. Oysa onun, hazret mertebelerinin hepsinde gafleti mümkün değildir. Bir hazretten gâfil olsa, mutlaka diğer bir hazretin müşâhedesinde olur. Bundan dolayı o mahlûkun, müşâhede ettiği hazretteki ve ondan önceki hazret mertebelerindeki sûretlerini muhafaza eder.
Örneğin ârif bir kuş hálketmeyi ve sûretlendirmeyi murât etse, himmeti ile dışarıda, yânî şehâdet âleminde, ona vücût verir. Ve herkes o kuşu görür. Eğer o ârif, şehâdet âleminin müşâhedesinden gafletle misâl âlemine yönelmiş olsa, o kuş şehâdet âleminde yok olup misâl âlemine geçer. Ve onun sûreti, misâl âleminde muhafaza edildiği gibi, ondan önceki âlemlerde, yânî rûhlar âleminde ve a'yân-ı sâbite âleminde de muhafaza edilmiş olur.
Ve "himmet"in ma’nâsı budur ki ârif kalb huzûru ile düşüncesini ve kuvvetlerini toplayıp, vehmiyle ve fikri ile kendi nefesini, hálk ve takdîr edeceği şeyin îcâdına Mûsâllat kılar. Ve o şey de himmet mahalli olan kalbin dışında gölge gibi mevcût olur. Ve bu hálkediş esasta, ârifte kudsi kuvvet ve ilâhi bağıntısı bulunduğu içindir. Ârifin dışında olan avâm yâni sıradan insanlar, kalblerinde hayâl ederek ve vehm ile bir şey ortaya koysalar bile, rûhlarında kudsi kuvvet olmadığından o hayâli sûretlere hissî vücût verip dışarıda açığa çıkarmaya güçleri yetmez.
Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a) efendimizi mübârek Ramâzân ayında kırk kişi ayrı ayrı iftara dâvet ederler. Hazret de hepsine teşrîf edeceklerini vaad buyurur. İftâr sonrası pabuçlarının bir teki bizde kalmıştır diye saâdetli hânelerine kırk pabuç teki getirirler. Kâmil evliyânın bu gibi menkıbeleri pek çoktur.
Şeyh-i Ekber (r.a) hazretlerinin Fütûhât-ı Mekkiyye'lerinde: "Ârifte himmet olmaz" buyurduklarının ma’nâsına gelince: Ubeydullâh Ahrâr (r.a.) bu ma’nâyı böyle îzâh buyururlar: "İmkân dâhilinde olanın kendi zâtının hakîkatine göre hiçbir şeyi yoktur. Ve onda kemâl vasıflardan ilim, kudret ve irâde gibi ne kadar vasıf var ise hepsi emânettir. Ve bu vasıflar Hak Teâlâ hazretlerinindir. Bundan dolayı ârif, hâlini bilip dâimâ hakîkî fakr makâmında durur. Ve emânet olan o vasıflar ile görünmez. Fakat ilâhî inâyetin yânî yardımın kemâli ve sonsuz hâlis lütuf ile, nefsânî ve şeytânî vesveselerden kurtulmuş olan zâtların kendi bâtınlarını Hak Teâlâ Hazretlerinin irâdesine ve meşiyyetine tâbî kılmaları lâzım gelir. Bundan dolayı kulların işlerinin düzgün olması için, bir şeye himmet Mûsâllat etmeleri îcâb ettiği kendilerine ilhâm olunduğu zaman, o şeyin vücûduna hüsn-i himmetlerini sarf etmeleri gerekir. Eğer böyle olmasa idi, Nûh ve Hud (aleyhime'sselâm) gibi ümmetlerini, kahredici kuvvet Mûsâllat ederek alt üst eden nebîlere bu ma’nâyı bağlamak etmek zor olur idi. Bununla berâber, ârif öyle bir fenâ ile müşerref olmuştur ki, kendisinin bütün vasıfları yokluğa gidip, kendiliğinin nâm ve nişânı kalmamıştır. Artık ondan her ne çıkacak olursa, ona âit değildir. Nitekim, âyet-i kerîmede buyurulur: “ve mâ remeyte iz remeyte ve lâkinnallâhe remâ” yânî “Ve attığın zaman da sen atmadın ancak atan Allah’tı.” (Enfâl, 8/17) ve “Fe lem taktulûhum ve lâkinnallâhe katelehüm” yânî “Onları siz öldürmediniz ancak onları öldüren Allah’tı” (Enfâl 8/17).
Şimdi ne zaman ki ârif, hálk ettiği şeyi himmetiyle hálk etse ve halbuki ona bu ihâta hâsıl olsa, o mahlûk, sûreti ile her bir hazret mertebesinde görülür. Ve sûretlerin bâzısını bâzısıyla muhafaza eder. Şimdi ne zaman ki ârif hazret mertebelerinden bir hazreti şâhit olup, o hazrette, onun mahlûku sûretinden oluşan şeyi muhafaza edici olduğu halde, bir hazretten veyâ hazretlerden gâfil olsa, gâfil olmadığı hazrette, o bir olan sûreti muhafazası sebebiyle sûretlerin hepsi muhafaza edilmiş olur. Çünkü gaflet, ne genelde ve ne de özelde aslâ genel değildir (41).
Yânî kayıtsızlık sâhiplerinden olan kâmil ârif, şehâdet âlemini ve misâl âlemini ve rûhlar âlemini ve a'yân-ı sâbite âlemini ihâta edişi yönüyle, herhangi bir şeyi himmeti ile hálk etse, o mahlûk, sûreti ile bu bahsedilen âlemlerin her birisinde gözükür. Ve bu îcad ettiği şeyi, genellik üzere, her mertebedeki sûretinde muhafaza etmek mümkün değildir. Belki bâzı mertebedeki sûreti muhafaza eder. Ve o mertebedeki sûreti muhafaza etmekle diğer mertebelerde bulunan sûretler de muhafaza edilmiş olur. Ve ârif, bir âlemde hâzır ve o hálk ettiği şeyin sûretini o âlemde muhafaza edici olduğu halde, bir âlemden veyâ âlemlerden gaflet üzere olsa, hâzır olduğu âlemdeki o bir sûreti muhafaza ettiği için, diğer âlemlerdeki sûretlerin de hepsi muhafaza edilmiş olur. Çünkü ârifin gafleti, gerek âlemlerin genelinde ve gerek özelinde, yânî bâzısında, aslâ genel değildir. Çünkü, bir âlemden gâfîl olmakla âlemlerin hepsinden gâfil olması lâzım gelmez. Ve aynı şekilde belirli bir âlemden gaflet üzere olsa bile, diğer bir yön ile ondan gâfil olmaz.
Ve ben muhakkak burada bir sır îzâh ettim ki, ehlullah, bunun gibi bir sırrın ortaya çıkışından dâimâ "kıskanma" üzeredirler. Onda onlar Hak'tır, diye iddiaları için red vardır. Çünkü Hak, gâfîl değildir. Oysa kulun bir şeyden gâfîl olması ve bir şeyden olmaması muhakkaktır. Şimdi, hálk ettiği şeyin muhafazası yönünden onun için "Ben Hakk'ım" demek vardır. Ancak, o şeyin sûretini onun muhafazası, Hakk'ın muhafazası gibi değildir. Ve el-hak biz farklı beyân ettik. Ve her hângi bir sûretten ve onun hazretinden gafleti yönüyle kul, muhakkak Hak'tan ayrıldı. Ve halbuki bütün sûretler için, muhafazanın devamlılığı ile berâber, gâfîl olmadığı hazrette, bütün hazretlerden bir sûreti muhafaza etmesi sebebiyle, kulun ayrılması muhakkaktır. İşte bu muhafaza, zımnında oluş iledir. Ve Hakk'ın, hálk ettiği şeyi muhafazası ise böyle değildir. Belki her sûret için onun muhafazası ayrı ayrıdır (42).
Yânî ben bu ârifin hálkedişi bahsinde, büyük bir sır îzâh ettim ki, ehlullah böyle bir sırrın meydana çıkmasını dâimâ kıskanırlar ve örterler. Çünkü nâfîlelerle yaklaşma sâhibi olan bu tür ehlullah, vücûtlarında arta kalanlar var iken, ilâhi sıfatlar ile vasıflanmaları yönüyle âlemde tasarruf ederler. Ve onlar "Bizim vücûdumuzda hakîkatten gayri bir şey yoktur ve bizim tasarrufumuz Hakk'ın tasarrufudur" diye iddia ettiklerinde, onların bu iddiaları için red vardır. Çünkü Hakk’ın tasarrufu ile onların tasarrufları arasında fark vardır. Çünkü Hak, hálk ettiği eşyânın hiçbirisinden aslâ gâfil değildir. Oysa kul bir şeyden gâfil olmasa, diğer şeyden gâfil olur.
Ve kulun hálk ettiği şeyi muhafaza etmesi yönünden "Ene'l-Hak yânî Ben Hakk’ım" demesi var ise de hálk ettiği şeyin sûretini kulun muhafaza etmesi, Hakk'ın muhafaza etmesi gibi değildir. Bundan dolayı kulun kendi mahlûkunu muhafaza etmesi yönünden "Ene'l-Hak yânî Ben Hakk’ım" demesi mutlak değildir. Mutlak olarak “Ene'l-Hak" demek Hakk'a mahsûstur. İşte biz Hakk’ın hálkedişi ile kulun hálkedişi; ve Hakk'ın hálk ettiğini muhafazası ile kulun hálk ettiğinin muhafazası arasındaki farkı, beyân ettik.
Bilinsin ki, "hálkediş" dört nev’i üzerinedir:
Birincisi: Vehim harcamadır. Vehim ile hayâl kuvvetinde sûretlendirilen sûretin dışarıda vücûdu yoktur.
İkincisi: Himmet Mûsâllat edişi ile sûretlendirilen sûrettir ki, yukarıda îzâh edildiği üzere, dışarıda mevcût olur. Fakat himmet sâhibi ondan gâfil olsa yok olur.
Üçüncüsü: Hazarât-ı hamseyi yânî beş hazret mertebesini ihâta etmiş olan kâmil ârifin himmetiyle hálk ettiği şeydir ki, onun sûreti dışarıda mevcût olur. Ve o ârif, o mahlûkun bulunduğu hâzret mertebesinden gâfil olsa bile, müşâhede ettiği hazret mertebesindeki sûretini muhafazası sebebiyle, gâfil bulunduğu hazret mertebesindeki sûret de muhafaza edilmiş olur.
Dördüncüsü: Mutlak olan Hakk’ın hálk ettiği hakîkî hálktır. Ve Hakk'ın mâhlûku olan şey, devâmlılık üzere Hakk'ın muhafaza edilmişidir. Mahlûkunu muhafaza etmekte aslâ Hakk'a anlık gaflet olmaz. Nitekim Kur'ânı Kerîm'de buyrulur: “ve lâ yeûduhu hıfzuhumâ ve hüvel aliyyul azîm” yânî “Onları muhafaza etmek ona zor gelmez. O Aliyy’dir, Azîm’dir.” (Bakara, 2/255).
Sonuç olarak, kulun muhafazası zımnında oluş iledir. Yânî kul, müşâhede ettiği hazret mertebesinde olan sûreti muhafaza etmekle, onun zımnında, gâfîl olduğu hazret mertebelerindeki sûretleri de muhafaza eder. Fakat Hakk'ın hálk ettiği şeyi her bir hazret mertebesinde muhafaza etmesi, böyle zımnında oluş ile değil, belki ayrı ayrıdır. Çünkü bir hazret mertebesinin müşâhedesiyle, diğer hazret mertebelerinden gâfil değildir. Onun ilmi, eşyânın hepsi hakkında aynı seviyedir.
Ve bu bir meseledir ki, ben haberdâr olundum. Onu ne ben ve ne de benim dışımda hiçbir kimse, hiçbir kitapta yazmadı; ancak bu kitaptadır. Böyle olunca zamanın benzersiz ve eşsiz incisidir. Şimdi sakın ki, ondan gâfil olmayasın! Çünkü senin için kendisinde bir sûret ile berâber huzûr devamlılık kılan hazret mertebesinin benzeri, Hak Teâlâ'nın, hakkında: “ma farratna fil kitabi min şey’in” yânî “Biz kitapta hiç bir şeyden eksik bırakmadık” (En`âm, 6/38) buyurduğu kitâbın benzeridir. Şimdi o kitap, olanları ve olacakları toplamıştır (43).
Yânî Hakk'ın mahlûku ile kulun mahlûku ve Hakk'ın mahlûkunu muhafaza etmesi ile kulun kendi mahlûkunu muhafaza etmesi arasındaki fark ile kulun Hak'tan ayrılması meselesi bir meseledir ki, Hak tarafından ben haberdâr olundum. Bu meseleyi bu kitaptan önceki kitaplarımda ne ben yazdım, ne de benden başkası kitaplarında yazdı. Ben ancak onu bu Fusûsu'l-Hikem'de yazdım. Bundan dolayı bu mesele vaktin benzersiz ve eşsiz incisidir. Ey ârif, sakın bu meseleden gâfil olma! Çünkü şu hazret mertebesi ki, sen onda bir sûret ile huzûr üzeresin ve o hazret mertebesinde, o sûreti müşâhede edip onu muhafaza etmekle, mahlûkun olan şeyin sûretlerini hazret mertebelerinin hepsinde muhafaza edersin. İşte o hazret mertebesinin benzeri, Hak Teâlâ Hazretlerinin Kur'ân-ı Kerîm'de “ma farratna fil kitabi min şey’in” (En'am, 6/38) yânî "Ben Kitap'ta bir şeyi terk etmedim" buyurduğu kitâbın, yânî levh-i mahfûzun, benzeri gibidir. Ve o kitap, ezelden olan şeyi ve şu an olmayan, ebede kadar olacak şeyi toplamıştır.
Bundan dolayı hazarât-ı hamseyi yânî beş hazret mertebesini ihâta etmiş olan ârif, kendi mahlûkunun bir hazret mertebesinde olan sûretini o hazret mertebesini müşâhede etmesi sebebiyle muhafaza etmekle, o mahlûkun bütün hazret mertebelerinde olan sûretlerini muhafaza etmesi ve sûretlerin hepsinin, ârifin müşâhede ettiği hazret mertebesindeki sûretin zımnında olması husûsunda, o müşâhede olunan bir hazret mertebesi, bütün eşyâyı toplamış olân "Kitâb-ı Mübîn yânî Apaçık Kitâp" gibidir. Ve bir sûret ondan hâriç değildir.
Ve bizim dediğimiz şeyi, ancak kendi nefsinde Kur'ân olan kimse bilir. Çünkü, Allah'tan sakınan için, Allah Teâlâ furkan kılar. Ve o da, onun sebebiyle kulun Rabb'inden ayrıldığı şeyde, bu meselede bizim bahsettiğimiz furkân gibidir. Ve bu furkân da furkânın en yükseğidir (44).
Bilinsin ki, ilk taayyün ve ikinci taayyün ve rûhlar âlemi ve misâl âlemi ve şehâdet âlemi ortağı ve benzeri olmayan bir mutlak vücûdun tenezzülünden husûle gelmiş olan îtibâri mertebelerdir. Ve bu tenezzül de celâ yâni kendisini kendisiyle bilmesinden ibâret olan ilk taayyün ve isticlâda yâni ve isim ve sıfatlarının açığa çıkışıyla olan bilmesinden ibâret olan taayyününde kemâl içindir. Halbuki celâ ve isticlâ kemâli bu şehâdet mertebesinde açığa çıkan insan-ı kâmilin vücûdu ile tamamıyla hâsıl olmuştur. Bundan dolayı "insan-ı kâmil" mertebesi, mutlak vücûdun tenezzül mertebelerinin altıncı mertebesi olduğundan, insan-ı kâmil kendi nefsinde bütün hazret mertebelerini toplamış olur. İşte böyle, ilâhi ve varlıksal hazret mertebelerinin hepsini ihâta etmiş olup ilâhi sûreti ve hálk ediliş sûretini toplamış olan insan-ı kâmil, kendi nefsinde Kur'ân olan kimsedir.
Ve bütün eşyâyı nefsinde toplamıştır. Ve eşyâ onun vücûdunda biribirine bağlıdır. Bundan dolayı bir hazretin bütün hazretleri toplamış olması ve o bir hazretten ve o hazretteki sûretten gâfil olmayan bir kâmil ârifin, hazretlerin hepsini ve o hazretlerdeki sûretleri muhafaza etmesi işinin esasını zevkan yânî bizzat hakîkatini idrak ile yaşayıp müşâhede eden kimse, ancak kendi nefsinde Kur'ân olan kimsedir.
Ammâ ittikâ edenlerin yâni sakınanların hâline gelince Allah Teâlâ böyle bir ittikâ eden ârif için furkân kılar; yânî onun kalbine Hak ile bâtıl arasını ayıracak bir nûr koyar. Ve o nûr ile “câel hakku ve zehekal bâtıl” yânî “Hak geldi, bâtıl yok oldu” (İsrâ; 17/81) hükmünce hálkı Hak'tan ayırır. Oysa "ittikâ yânî sakınma" dediğimiz şey farkın aynıdır: Çünkü ittikâ eden kimse, mahlûkun sıfâtını Hakk'a isnâd etmekten çekindiğinden Hak'la hálk arasını ayırır; yânî hálk ve Hak için ayrı ayrı birer vücût isbât eder. Şimdi takvânın yânî çekinmenin üç mertebesi vardır:
Dostları ilə paylaş: |