Bitiş: 26 Ekim 1916, Perşembe gecesi, sâat 04:50
BİSMİLLAHİR RAHMÂNİR RAHİYM
-12-
BU FASS ŞUAYB KELİMESİNDE MEVCÛT OLAN
“KALBİYYE HİKMETİ”NİN BEYANINDADIR.
“Kalbiyye hikmeti"nin Şuayb (a.s.)’a tahsîsindeki sebeb budur ki: "Kalb”, Adl isminin görünme yeridir; ve bedenin îtidâl ve nefsin adâlet sebebidir; ve feyz kalbden ileri gelip sûretin her yanına yayılır ve bütün a'zâlara eşit olarak dağılır; ve sûret kalb ile devamlılık bulur; ve rûhâni ve nefsâni kuvvetlerin toplandığı yerdir; ve zâhir ile bâtın arasında berzahtır; ve şuab yânî şubeleri ve netîceleri çoktur; ve "Allah" toplayıcı ismine benzeyicidir. Nitekim, Hakîm Senâî hazretleri Zâdü's Sâlikîn'de buyururlar. Beyt:
Tercüme: "Yakînen bil ki, Cem’in câmı dedikleri, senin kalbindir. Sevinç ve gamın karar yeri senin kalbindir. Eğer cihânı görmek temennîsinde isen, bütün eşyâyı o kalb içinde görmek mümkündür. Baş gözü unsûri kalıpları görür, sır olan şeyi ancak kalb gözü görür. İlk olarak kalb gözünü aç, daha sonra bütün eşyâyı seyret!"
Şuayb (a.s.) da, çok netîceli ve evlâdlı idi; ve küllî ve cüz'i ma’nâların şâhidi olduğu halde kal makâmında olup, ilâhî ahlâk ile ahlâklanmış ve "Allah" toplayıcı isminin görünme yeri olan bir insan-ı kâmil idi. Ve onun üzerine kalbî sıfatlar gâlib olmakla Kur'ân-ı Kerim'de buyrulduğu üzere Medyen ehline: “Ve yâ kavmi evfûl mikyâle vel mîzâne bil kıstı ve lâ tebhasûn nâse eşyâehum ve lâ ta’sev fîl ardı mufsidîn” (Hûd, 11/85) Yânî "Ey ahâlî! Adl ile ölçüyü ve tartıyı tam yapın! Ve insanların hakkı olan eşyâlarını noksan vermeyin ve yeryüzünde insanların haklarını eksilterek fesâd edenlerden olmayın!" derdi. İşte Şuayb (a.s.) ile "kalb" arasında sâbit olan bahsedilen bu münâsebetlere binâen Hz. Şeyh (r.a.) "kalbiyye hikmeti"ni, Şuayb Kelimesi'ne tahsîs etti ve ilâhi fetihlerin kâmilin kalbinde hâsıl olduğuna işâreten, bu hükmünü, Sâlih Kelimesi’ne bağlanmış olan "fütûhiyye hikmeti"nden sonra zikretti.
Bilesin ki kalb, yânî ârif-i billâhın kalbi, ilâhi rahmettendir ve ondan daha geniştir. Çünkü o, Hak Celle Celâluhû hazretlerini sığdırır. Oysa, Hakk'ın rahmeti, Hakk'a kapsam değildir (1).
"Kalb"den kasıt, ârif-i billah olan insan-ı kâmilin kalbidir; çünkü o kalb ona, salt rahmetten verilen ilâhi lütuftandır. Ve "rahmet" ise ilâhi sıfatlardan bir sıfat olduğundan, bütün isimlerin ve ilâhi sıfatların bütün herşeyi ona sığmaz; fakat insan-ı kâmil, bütün isimleri toplayıcı olan "Allah" isminin görünme yeri olduğundan; bu bütün herşey ona sığar. Bundan dolayı Hak ancak ârif-i billah olan insan-ı kâmilin kalbine sığar ve bâzı isimleri ârif olan cüz'i kalblere ve ârif olmayanın ve âsînin ve câhilin ve şakînin kalblerine sığmaz. Nitekim, hadîs-i kudsîde buyrulur: "Ben yerime ve göğüme sığmadım; fakat sakınıcı ve pâk olan mü'min kulumun kalbine sığdım." Bundan dolayı kalb ancak insan-ı kâmilin kalbidir. Ârif olmayanın kalbine kalb denilmesi mecâz olaraktır, hakîkaten değildir. Beyt:
Tercüme: "Kalb dediğimiz şey rabbânî olan bir seyir mahallidir. Sen şeytanın evine niçin kalb diyorsun? O senin mecâzen kalb adını verdiğin şeyi, git de mahalle köpeklerinin önüne at! "
Bu, işâret olarak genel bir söylemdir; çünkü Hak, râhim yânî rahmet edicidir, merhûm yânî rahmet edilmiş değildir. Böyle olunca onun hakkında rahmet için hüküm yoktur. Özel anlatım ile işârete gelince: Allah Teâlâ nefsini "nefes"le vasıflandırdı, o da tenfîs yânî nefeslendirmedendir (2).
Yânî Hakk'ın rahmetine sığmaması, genel hálkın ve zâhir âlimlerin söylemidir; ve onların inanışlarına işârettir. Çünkü, onların indinde Hak, mutlaka rahmet edicidir; hiçbir şekilde rahmet edilmiş değildir. Bundan dolayı onlara göre, Hak hakkında rahmet olması ihtimâli yoktur. Fakat havâssın ve tahkîk ehlinin özel olan anlatımına gelince:
Hak, hem "rahmet edici"dir, hem de "rahmet edilmiş”tir. Çünkü gayr yoktur ve âlem denilen aynlar, Hakk'ın aynıdır. Böyle olunca Hak, ancak kendi nefsine rahmet eder; toplayıcı ahadiyyet makâmında rahmet edicidir; ayrıntı ve çokluk makâmında ise rahmet edilmiştir. Çünkü varlık aynları a'yân-ı sâbitenin ve a'yân-ı sâbite de ilâhi isimlerin sûretleridir. İlâhi isimler ise, ahadiyyet zâtında yokluk sıkıntısı içinde idi. Bu sıkıntıdan kurtulmak için, onlar zuhûru taleb ettiler. Ahadî olan Zât da onları yokluk bilinmezliğinden, nefes-i rahmânîsi ile zâhire çıkardı.
Nitekim, Hak Nebiyy-i zîşânının lisânıyla kendi nefsini "nefes" ile vasfetti. Çünkü “Ve mâ yentıku anil hevâ / İn hüve illâ vahyun yûhâ” yânî “Ve o, hevâsından konuşmaz / (Onun söyledikleri) sadece ona vahyolunan vahiydir” (Necm, 53/3-4) âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu üzere Resûl lisânı ile “Muhakkak Rahmân’ın nefesini Yemen tarafından alıyorum” hadîs-i şerîfini söyleyici olan Hak'tır ve bu şekilde nefsini "nefes" ile vasfetmiş olur. Ve "nefes", tenfîsten türemiştir. Ve "tenfîs"in ma’nâsı, teneffüs edenin sıkıntıyı gidermek için içindeki sıcak havayı dışarıya çıkarıp soğuk havayı içeriye almasıdır. Şimdi isimleri, yokluk sıkıntısından nefes-i rahmânî ile çıkarmak, rahmettir. Bundan dolayı Hakk'ın rahmeti Hakk'a kapsam olur. Ve eğer bir kimse diyecek olursa ki sırf zât için taleb yoktur; belki zât için taleb isimler yönüyledir. Bu durumda rahmet zâta kapsam olmaz. Cenâb-ı Şeyh (r.a.) bu soruya cevâben buyururlar ki:
Ve kesinlikle ilâhi isimler isimlendirilenin aynıdır ve onun gayrı değildir ve gerçekte isimler, hakîkatlerinin verdiği şeye tâlibdir. Oysa isimlerin taleb ettiği hakîkatler; âlemden gayrı değildir. Böyle olunca ulûhiyyet me'lûh yânî ilâhı olan ister; rubûbiyyet dahi merbûb yânî Rabb’i olan ister, yoksa onun için ayn yoktur. Ancak vücûden ve takdîren onun ile vardır. Ve Hak zâtı yönünden âlemlerden ganîdir ve halbuki bu hüküm, rubûbiyyet için yoktur. Şimdi iş, rubûbiyyetin taleb ettigi şey arasında ve zâtın âlemden gani olmaktan müstehak olduğu şey arasında bâki kaldı. Ve oysa rubûbiyyet, hakîkat ve vasıflandırma üzere, bu zâtın aynından gayrı değildir (3).
Yânî isimler, zâta delîl oluşları îtibârıyla ve zâtın da ahad oluşu yönüyle, isimlendirilenin aynıdır ve isimlendirilen ancak Hakk'ın hüviyyetinin aynıdır. Ve isimler, kendilerinin gereklerinden olan varlıksal hakîkatlerin zuhûrunu ister ki, bu hakîkatler isimlerin hazînelerinde potansiyel olarak mevcûddur; ve oysa isimlerin zuhûrunu istediği hakîkatler, âlemden başka bir şey değildir. Çünkü ma’nâ sûretsiz açığa çıkmaz. Bundan dolayı ulûhiyyet yânî İlâh oluş, ilâhı olanı ve rubûbiyyet yânî Rabb oluş dahi rabb’i olanı ister. Ve aksi halde ulûhiyyet ve rubûbiyyet için ayn sâbit olmaz. Bunların vücûden ve takdîren, yânî aynen ve zihnen sâbitliği, ancak ilâhı olan ve rabb’i olan ile olur. Ve Hak Teâlâ zâtı yönünden âlemlerden ganî ise de, bu ganî oluş hükmü, rubûbiyyet için sâbit değildir. Çünkü ahadiyyet zâtında isim ve resim ve nitelik ve sıfat yoktur. Fakat rubûbiyyet, tahakkuk etmek için bir görünme yeri ister ki, o da âlemdir. Bundan dolayı âlemlerden ganî değildir. Bu şekilde iş, bu iki şey arasında bâkî kaldı. Yânî Hak, zâtı yönüyle âlemlerden ve isimlerden ganîdir; ancak rubûbiyyet yönüyle değildir. Ve rubûbiyyet ise hakîkatte ve vasıflanmada, âlemlerden ganî olan bu zâtın aynından gayrı değildir. Çünkü rubûbiyyet dahi, zâtın aynı olan bir bağıntıdır. Şu halde Rab bağıntı îtibârıyla zâtın aynıdır; ve zât, rubûbiyyet sıfatı ile açığa çıkar.
Şimdi ne zamanki iş, bağıntı hükmü sebebiyle birbirine zıt oldu, kulları üzerine şefkatten, Hakk'ın kendi nefsini, onunla vasıflandırdığı şey, gelen haberde bize ulaştı (4).
Yânî Hak zâtı yönünden ganîdir, isimler ve sıfatlar yönünden ise değildir; ve isimler ise ahadiyyet zâtının bağıntılarıdır. Bundan dolayı ganî oluş ile muhtaç oluş birbirine zıt olan iki iştir; ve aynı şekilde zâti bağıntılar olan isimler de, Dârr yânî Zarar Verici ve Nâfi' yânî Fayda Verici gibi, bir dîğerine karşılık ve zıttır. İşte bağıntıların hükmü böyle birbirine zıt olunca, Hak Kur'ân-ı Kerîm'de “vallâhu raûfun bil ıbâd” yânî “Ve Allah kullarına raûf yânî şefkatlidir” (Bakara, 21207) sözüyle kulları üzerine şefkati, kendi nefsine dayandırdı; ve Hakk'ın kullarına şefkati onlar hakkında rahmetidir. Oysa kulların her birisi bir ismin görünme yeri olup, o ismin hükümlerini açığa çıkarır; ve isimlerin kemâlâtı, onların vücûdu ile zâhir olur. Bundan dolayı Hakk'ın kullarına olan rahmeti, kendi isimlerine olan rahmetidir.
Şimdi Hakk'ın, Rahmâna mensûb olan "nefes" ile rubûbiyyetten, ilk olarak nefeslendirdiği şey, hakîkatı ile rubûbiyyetin ve bütün ilâhi isimlerin taleb ettiği âlemi îcâd etmekle olan nefeslendirmedir. Şimdi bu yönden, muhakkak Hakk'ın rahmetinin her şeye kapsam olduğu sâbit oldu. Böyle olunca Hakk'a da kapsam oldu. Şu halde rahmet kalbden daha geniştir; veyâhut rahmet, genişlikte kalbe eşittir; bu daha önce geçti ve izâh edildi (5).
Bilinsin ki, nefeslendirme iki mertebe üzerine olmuştur:
Birincisi: Kendisinde isim ve resim ve nitelik ve sıfat bulunmayan ahadiyyet zâtında potansiyel olarak mevcûd ilâhi isimlerin nefes-i rahmânî ile, ilmi hazrette açığa çıkarılması şekliyledir. Bu mertebede isimler bir dîğerinden ilmen ayrıldı. Buna "akdes feyz" denir.
İkincisi: İlâhi isimlerin, kendilerinde potansiyel olarak mevcûd olan hükümleri ve eserlerini varlıksal görünme yerlerinde, yânî âlemde, nefes-i rahmânî ile icâd etmek şekliyledir. Buna da “mukaddes feyz” derler.
Şimdi rubûbiyyet mertebesinden ilk nefeslendirme, âlemin îcâdıyla olur. Çünkü rabb’i olan olmayınca, rubûbiyyet tahakkuk etmez ve rabb’i olan da âlemden ibârettir ve rubûbiyyet mertebesinde olan isimlerin hükümleri ve eserleri âlem ile açığa çıkar.
Bu îzâhdan anlaşıldığı üzere Hz. Şeyh (r.a.)’ın "rubûbiyyetten" buyurmaları, anlatımdan ahadiyyet zâtında olan ilk nefeslendirmenin anlaşılmaması içindir. Hakk'ın nefes-i rahmânî ile rubûbiyyetten ilk olarak nefeslendirdiği şey, âlem olunca, Hakk’In rahmeti her şeye kapsam olmuş olur ve hattâ Hakk'a dahi kapsam olur. Çünkü âlem ilâhi isimlerin görünme yerlerindendir ve Hak ise isimlerin aynıdır. İsimler, ilk nefeslendirme ile ilmi hazrette zuhûr edip bir dîğerinden ayrılmak sûretiyle zâti rahmet ile ve; ikinci nefeslendirmede, âlem görünme yerlerinde rubûbiyyeti açığa çıkarmak sûretiyle de rahmâni rahmet ile rahmet edilmişlerdir. Bu şekilde Hakk’ın rahmeti, her şeye kapsam olduğu gibi, Hakk'a da kapsam olur ve kalb, "eşyâ" tâbîrine dâhil olduğundan, rahmet, kalbden daha geniş olmuş olur. Veyâhut “Ben yerime ve göğüme sığmadım, halbuki mü'min olan kulumun kalbine sığdım” hadîs-i kudsîsî gereğince Hak, bütün isimler ile kalbe sığar. Bu şekilde Hak, ilâhi rahmetine sığmakta kalb ile berâberdir. Bundan dolayı rahmet genişlikte kalbe eşit olur.
Ve rahmetin Hakk'a kapsam olduğu ve Hakk'ın isimler yönüyle rahmet edici ve rahmet edilmiş bulunduğu ve rahmetin kalbden daha geniş veyâ ona eşit olduğu daha önce anlatılmış idi.
Daha sonra bilesin ki, Hak Teâlâ, hakkında şüphe olmayan haberde sâbit olduğu gibi, tecellîde, sûretlerde hâlden hâle geçer ve muhakkak Hak Teâlâ, kalbe sığdığı zaman, O'nunla berâber, mahlûklardan O'nun dışında bir şey sığmaz. Bundan dolayı öylece o kalbi doldurur (6).
Yânî Hak Teâlâ'nın kıyâmet gününde, mahşer ehline onların inkâr edecekleri bir sûrette tecellî buyuracağı hakkındaki sağlam hadis ile sâbit olduğu üzere, Hak Teâlâ tecellî hâlinde, sûretlerde hâlden hâle geçer, yânî tecellî türlü türlü sûretlerde olur. Ve kalbin genişliği Hakk'ı sığdırmağa müsâit olduğu zaman mahlûklardan Hakk'ın gayrı olarak, Hak'la berâber kalbe hiçbir şey sığmaz. Öylece, Hak kalbi doldurur ve artık kalb, başka bir şey almaz olur.
Ve Hz. Şeyh (r.a.) burada îmâ buyururlar ki, îtikâd sâhiplerinin kalbi, tecellî dolayısıyladır ve tecell edici olan Hak ise, sûretlerde hiç durmaksızın değişendir. Bundan dolayı kalb dahi dönücü ve değişkendir. Fakat Hakk'a kapsam olan kalb, bütün zâti ve isimlere âit tecellîleri kabûle isti’dâdlı olan insan-ı kâmilin kalbidir. İlâhi sûret böyle bir kalbe sığınca, artık mahlûklardan gayrın sûreti o kalbe sığmaz.
Ve bunun ma’nâsı, hakîkatte kalb, Hakk'ın tecellîsi indinde, Hakk'a bakıcı olduğu zaman, onunla berâber gayra bakıcı olması mümkün değildir. Ve ârifin kalbi, Bâyezîd Bistâmî'nin dediği gibi, genişlikten bir mertebededir ki; "Eğer yüz binlerce kere arş ve onun içerdikleri, ârifin kalbinin köşelerinden bir köşesinde olsa, onu duymaz" (7).
Yânî “Hak Teâlâ kalbe sığdığı zaman, O'nunla berâber mahlûklardan O'nun dışında bir şey sığmaz” sözünün ma’nâsı budur ki: Hak, zâti ahadiyyeti sûretiyle kalbe tecellî edip bu zâtî tecellînin nûru kalb yönünü kaplayınca, birlik cemâlinin zuhûru indinde, artık başka bir şey görmek mümkün değildir. Çünkü birlik nûru zâhir olunca, çokluk mahvolur. Nitekim güneşin doğuşu anında, onun nûrlarının üstün gelişi dolayısıyla, yıldızların ışığını görmek mümkün olmaz. Bununla berâber yıldızların görünürlüğü devâm etmektedir, yok olmuş değildir. İşte Hakk'ın nûrlarının zuhûru indinde de, "gayr" dediğimiz hálk edilmiş sûretlerin görünürlüğü devâm etmekte iken, tecellî sâhibinin bakışında kaybolur. Ve güneş batıp nûrları gidince, yıldızların ışıkları nasıl ki görünmeğe başlarsa, zâtî tecellînin çekilmesi hâlinde de, mahlûkların sûretleri, bu tecellî sâhibinin bakışında öylece gözükür. Ve ârifin kalbinin genişliği sonsuz olduğundan, sonlu olan Arş'ın ve içerdiklerinin yüz binlerce misli, onun köşelerinden bir köşesinde olsa, duymaz. Efdaluddîn Hâkânî (kuddise sırruhû) ne güzel buyurur. Rubâî:
Tercüme:
"Gönül sahrâsı çok fazladır cihandan
O hâriçtir zeminden âsumandan
Acaîb olmaz, olursa vüs'atinden
Onun zarfı ancak mekânsızlıkdan"
Ve Cüneyd, bu ma’nâda "Hakîkatte sonradan olan Kadîm'e ulaşmış kılındığı zaman, o sonradan olan için bir eser geriye kalmaz" dedi. Ve Kadîm'e kapsam olan bir kalb, o sonradan olanı, mevcûd olduğu halde nasıl algılar? (8).
Yânî kalbin genişliği ve Hakk'ın tecellîsi indinde onun başka bir şey algılayamaması hakkında Cüneyd (r.a.) yukarıdaki sözü buyurdu. Bundan dolayı sonradan olan Arş, ârifın kalbinde olan Kadîm'e ulaşmış kılındığında onun vücûdu ve eseri geriye kalmaz ki, o kalbin köşelerinden bir köşede olup da algılanabilsin. Çünkü kalbin her bir köşesini Kadîm ihâta etmiştir. Kadîmin indinde sonradan olan mevcûd değildir. Kasırganın olduğu yerde sivrisineğin işi nedir?
Ve Hakk'ın tecellîsi, sûretlerde türlü türlü olduğunda, ister istemez kalb genişler; ve onda olan ilâhî tecellî sûreti dolayısıyla da daralır. Çünkü onda olan tecellî sûretinden, kalbden bir şey artmaz. Çünkü ârifîn veyâ insan-ı kâmilin kalbi, yüzük taşının yuvası gibidir, yüzük taşından fazla değildir. Eğer taş yuvarlak ise o da yuvarlak veyâhut dört ve altı ve sekiz köşeli ve bunun dışındaki şekillerden, onun hacim ve şekli üzerine olur ve eğer taş kare veyâ altıgen veyâ sekizgen veyâhut benzer şekillerden bir şekil olursa, bu halde muhakkak yüzükte onun yuvası, onun benzeri olur, başka olmaz (9).
Cenâb-ı Şeyh (r.â.), burada ilâhî tecellîyi yüzük taşına ve ârifin kalbini, yüzüğün yuvasına benzeterek, yuvanın yüzük taşı kadar olup fazla ve noksan olmadığını beyân buyururlar. Çünkü yüzüğün yuvası muhtelif şekillerden ne şekil üzerine îmâl edilmiş ise, taşı da o şekilde ve o yuva kadar olur. Taş büyük olursa yuvaya sığmaz ve küçük olursa yuvada durmaz düşer. İşte bunun gibi ârif ile insan-ı kâmilin kalbi de ilâhî tecellîye tâbi'dir. Bundan dolayı Hak ona, hangi sûrette tecellî ederse o da o sûrete göre olur.
Bu da ehlullâhın: "Hakîkatte Hak kulun isti'dâd miktârı üzere tecellî eder" sözüyle işâret ettikleri şeyin aksidir. Bu ise böyle değildir. Çünkü kul, Hakk'ın ona tecellî ettiği sûrette o sûret mikdârı üzere, Hakk' a zâhir olur ( 10).
Yânî yukarıda kalb, Hakk'ın tecellîsi dolayısıyla genişler ve daralır denilen söz, ehlullâhın, Hak kulun isti'dâdı mikdârı üzere tecellî eder, sözüyle işâret ettikleri ma’nânın aksidir. Ve ârifin kalbinde olan tecellî, onların işâret ettikleri şekilde ârifin kalbi dolayısıyla değil, ârifin kalbi tecellî dolayısıyladır. Çünkü Hak kula ne şekilde tecellî etmiş ise, kul Hakk'a o şekilde zâhir olur ve ârifin kalbinde belirli bir haysiyyet yoktur ki, Hak o haysiyyet üzere ona tecellî etsin.
Ve ehlulâhın sözü, "mukaddes feyz" ve Şeyh (r.a)’ın sözü ise, "akdes feyz" hükümlerine göredir. Çünkü akdes feyz a'yân-ı sâbiteye isti’dâd verir ki, bu isti'dâd da gayr-ı mec'ûldür ya’nî yapılmamıştır. Ve mukaddes feyz ise isti'dâd üzerine düzenlenmiş olan şeyi verir. Bundan dolayı "mukaddes feyz" hükmüne göre olan tecellî, kulun isti'dâd miktârı dolayısıyladır. Ve "akdes feyz"e göre de, ârifin kalbi tecellî dolayısıyladır.
Ve bu meselenin açıklaması şöyledir ki: Hakîkatte Allâh'ın iki tecellîsi vardır: Gayb tecellîsi ve şehâdet tecellîsidir. "Gayb tecellîsi" ile, kalbin onun üzerinde bulunduğu isti'dâdı verir. O da onun hakîkatı gayb olan zâtî tecellîdir ve o gayb tecellîsi, Hakk'ın kendi nefsinden haber vermekle, müstahak olduğu hüviyyettir. Şimdi o zâtî tecellî, dâima ve ebeden Hak için olmaktan ayrılmaz. Bundan dolayı kalb için bu isti'dâd hâsıl olduğunda, Hak ona, şehâdette, müşâhedeli tecellî ile tecellî eder. Böyle olunca, kalb Hakk'ı o tecellîde görür ve bundan dolayı kalb kendisine olan tecellî sûretiyle zâhir olur. Nitekim, biz onu anlattık. Daha sonra Hak, kendisiyle kulu arasında “sümme hedâ” yânî “sonra da kolaylaştırandır” (Tâ-hâ,- 20/50) sözü ile perdeyi kaldırdı. Şu halde kul, onu kendi inanışı sûretinde gördü. Bundan dolayı Hak, onun inanışının aynıdır (11).
Yâni yukarıda bahsedilen iki sözün hakîkati budur ki: Biri gayb ve diğeri şehâdet olmak üzere Allah'ın iki tecellîsi vardır. "Gayb tecellîsi" ile aynlar sâbit oldu. "Şehâdet tecellîsi" ile de bu a'yân-ı sâbite varlıksal vücûd ile karışmış oldu. Bu da iki türlüdür: Birisi "vücûdî tecellî"dir ki, dünyâ ve âhirette genelin üzerine olur. Diğeri "şuhûdî tecellî"dir ki, dünyâda ve âhirette ve berzahta kemâl ehline özel olur.
Bundan dolayı gaybî tecellî ile, ârifin kalbi, aynî vücûdundan önce ayn-ı sâbitesinde nasıl bir isti'dâd üzerine idiyse, Hak o önde olan isti'dâdı verir; ve o tecellî de, hakîkatı mutlak gayb olan zâtî tecellîdir ve gayb tecellîsi, Hakk'ın müstehak olduğu ilâhi hüviyyettir. Çünkü Hak “Ve lillâhi gaybus semâvâti vel ardı” yânî “Göklerin ve yerin gaybı Allah’ındır” (Hûd, 11/123) ve “Kul huvallâhu ehad” yânî “De ki: “O Allah ehad’dır” (İhlâs, 112/ 1 ) âyet-i kerîmelerinde, kendi nefsinden haber verir ve müstehak olduğu hüviyyeti beyân buyurur
Şimdi, Hakk'ın hüviyyeti olan zâtî tecellî, dâima ve ebeden, cem' ve ahadiyyet makâmında ve aynı şekilde ayrıntı ve çokluk makâmında, Hak için olmaktan ayrılmaz. Çünkü her bir ayn için bir hüviyyet vardır ve o hüviyyet de Hak'tır. A'yân-ı sâbite için, zâttan ve hüviyyetten bir gayr-i mec'ûl yânî yapılmamış zâtî isti’dâd hâsıl olunca, Hak, kalbe şehâdette "müşâhedeli tecellî" ile tecellî eder. Bu şekilde kalb, Hakk'ı o tecellîde görür ve kalb de, Hakk'ın ona tecellî ettiği sûretle zâhir olur. Nitekim, daha önce "Çünkü kul, Hakk'ın ona tecellî ettiğî sûrette, o sûret mikdârı üzere, Hakk'a zâhir olur" sözüyle anlatılmış idi. Bundan dolayı Hak Teâlâ ”a’tâ külle şey’in hálkahu” (Tâhâ, 20/50) yânî "Hak her şeye, hakkını verdi" âyet-i kerîmesi gereğince, kalbe yapılmış isti'dâdı verdi. Ve kalbe bu isti'dâd hâsıl olunca, müşâhedeli tecellîde, o Hakk'ı müşâhede eder; ve Hakk'ın kendisine tecellî ettiği sûrette de Hakk'a zâhir olur. Daha sonra Hak “sümme hedâ” yânî “Sonra da kolaylaştırandır” (Tâhâ, 20/50) sözüyle, kendisiyle kulu arasındaki perdeyi kaldırdı. Bundan dolayı kendilerine hâs inanışı olanların her biri, Hakk'ı kendi kendi inanışları sûretinde müşâhede etti. Bu sûrette müşâhede edilen Hak, kulun kendi inanışının aynı olur. Nitekim Hak Teâlâ "Ben kulumun bana olan zannı indindeyim" buyurmuştur.
Şimdi kalb ve göz, Hak hakkında kendi inanışının sûretinden başka bir şeyi müşâhede etmez ( 12).
Yânî kalb gözü ile baş gözü, Hak hakkında, kendi inanışı neden ibâret ise, ancak o inanışının sûretini görür. Bu hüküm, kâmil ve kâmil olmayan kimseler hakkında geneldir. Şu kadar ki, kâmil, Hakk'ı mutlaklık ve kayıtlılık makâmında, tenzîh ve teşbîh ile müşâhede eder. Bundan dolayı hangi bir sûret olursa olsun, onda Hakk'ı görür. Kâmil olmayan ise, Hakk'ı ya yalnız tenzîh eder; bu halde Hakk'ın bâzı sûretlerde tecellîsini inkâr eder veyâhut yalnız teşbîh edip Hakk'ı bâzı sûretlerde sınırlar, Hristıyanlar gibi. Ancak teşbîh ve tenzîh arasını birleştirip de Hakk'ı bâzı kemâlât ile kayıtlayan kimse, Hakk'ı kendi inanışı dolayısıyla görür.
Şimdi kişilerin inanışlarında olan Hak, mü'minin kalbi onun sûretine sığma yeri olan Hak'tır ve kalbe tecellî eden Hakk'ı, o kalb ârif olur. Bundan dolayı göz, kendi inanışında olan Hakk’tan başka bir şey görmez (13)
Yâni kendi inanışlarına sâhip olanların kendi inanışlarında olan Hak, hangi sûrette tecellî etmiş ise, o sûret ile kalbe sığan Hak'tır ve inanışta olan Hakk kalbe tecellî eden Hak'tır. Bu inanış, ister bütünsel ister parça olsun, Hak, bu inanış sûretinde tecellî ettiğinde kalbe sığar ve kul da bu tecellî ile Hakk'ı bilir ve onun Hak olduğunu kabûl eder; çünkü Hakk'ı o sûrette şartlanmış idi. Bundan dolayı baş gözü, dünyâda ve âhirette, Hak hakkındaki inanışı ne ise, ondan dışında bir şeyi müşâhede etmez. Fakat eşyânın aynı olan mutlak ilâh, tabîki eşyâdan bir şeye sığmaz. Çünkü küllün aynıdır. O ancak küllün aynı olan insan-ı kâmilin kalbine sığar. Çünkü böyle bir kalb, mutlaklık ve kayıtlılık makâmında Hak'la dönücüdür.
Ve inanışların türlü türlü oluşunda gizlilik yoktur. Şimdi Hakk'ı kayıtlayan kimse, kendi kaydının dışındakilerde, onu inkâr etti; ve kendisinin kayıtladığı şeyde Hak tecellî ettiğinde, onu kabûl etti. (Böyle olunca bâzısına îmân etti ve bâzısını inkâr etti.)* (14).
*Bu ibâre Bosnevî, Yâkûb Han, Te’vîl-i Muhkem ve Dâvûd Kayserî şerhlerinde mevcûttur; Bâlî Efendi Ve Kaşânî Şerhlerinde yoktur. (A.A.Konuk)
Yânî kendi inanışlarına sâhip olanların inanışlarının türlü türlü oluşu apaçık gözükmektedir. Bu gizli bir şey değildir; her an herkesin gördüğü bir şeydir. Bundan dolayı Hakk'ı kendisine özel inanışı ile kayıtlayan kimse, bu inanışının dışında olan inanışları kabûl etmeyip inkâr eder. Çünkü Hakk'ın bu inanışlar sûretinde olan tecellîsi kendi inanışına muhâlif ve zannına aykırıdır. Fakat kendi inanışına uygun olarak Hak tecellî edince, onu kabûl edip Hak olduğunu ârif olur. Çünkü Hakk'ın böyle olacağını zannetmiş idi. Bundan dolayı kendi inanışlarına sâhip olanlar arasında dâimâ ihtilaf ve inkâr ediş vardır. Biri diğerini reddeder ve kabûl etmez. Onların işi inkâr ile kabûl arasındadır. Ancak insan-ı kâmilin hâli böyle değildir. O her sûrette tecellî edici olanın Hak olduğunu bilir. Çünkü kendisine özel bir inanış ile bağlanıp kalmamıştır. Ve sûretlerin hepsini bir vücûd olarak görür. Çünkü mutlaklık sâhibidir. Her sûrette Hakk'ı müşâhede edip O'na ibâdet edici ve secde edici olur. Nitekim:
Bir gün Hz. Mevlânâ (r.a.), yolda yürürler iken, bir râhibe tesâdüf edip, tevâzu için ona eğilirler. Râhib de karşılık olarak öyle yapar. Her ikisi de uzun bir süre o halde kalır. Sonuçta râhib doğrulur, Mevlânâ efendimiz de doğrulup geçer giderler. Bu hâlin sebebini sorup anlamak isteyenlere, Cenâb-ı Pîr-i dest-gîr cevâben buyururlar ki: "Bir râhib, Resûlullah (s.a.v.) ahlâkından olan tevâzu' ahlâkı ile bize üstün gelmek istedi, başarılı olmadı; el-hamdüllillah biz ona üstün geldik."
Şimdi bu görünen sebebi idi. Cenâb-ı Pîr-i dest-gîr, bâtınî sebebin beyânından, zayıf akıllara merhâmet için kaçındılar. Hâlin hakîkatı ise, insan-ı kâmil’in mutlaklık makâmında, Hakk'ın dışında bir şey müşâhede etmemesi îdi. Nitekim buyururlar:
Tercüme: "Gamın ne tâkatı vardır ki, bizim adımızı ansın. El çırp ki biz, gamdan ve gamlanandan halîyiz. Biz söylüyoruz. Sen ise bizi inkâr edip durursun. Biz mutlaklık makâmında olduğumuz için, her iki âlemin kabûlünden ve inkârından halîyiz."
Ve Hakk'ı kayıtlamadan kurtaran kimse, Hakk'ın her bir sûrette olan değişkenliğini, inkâr etmeyip kabûl eder ve o kimse Hakk'ın sonu gelmeyen bir şekilde, ona tecellî ettiği sûrette o sûretin değerini Hakk'a verir (15).
Yânî Hakk'ı bütün inanış sûretleriyle kayıtlamaktan ve hattâ mutlaklıktan, mutlaklık ile vasıflandıran kimse, Hakk'ın tecellî ile değiştiği inanış sûretlerinden her bir sûrette, Hakk'ı inkâr etmeyip kabûl eder ve inanıştaki sûretlerden hangi bir sûret olursa olsun, onun Hak olduğunu bilir ve böyle bir kâmil ârife Hak Teâlâ sonu gelmeyen bir şekilde tecellî ettiğinde zâtî kâbiliyyetinin kapasitesi ve mutlaklık makâmında bulunması dolayısıyla, o tecellî sûretinin mikdârı ve şekil ve görünüşü, olduğu hâl üzere, o kâmilde zâhir olur ve o da o sûreti kabûl edîp onun kıymetini ve görünüşünü mutlak olan kabûl edici nefsinden Hakk'a verir ve Hakk'ın ona tecellî ettiği sûret ile Hakk'a zâhir olur. Nitekim Hz. Şeyh (r.a.) yukarıda: "Kul, Hakk'ın ona tecellî ettiği sûrette o sûret mikdârı üzere Hakk'a zâhir olur ” buyurmuş idi.
Ve Hak tarafından olan tecellî sûretlerinin sonu yoktur. Bundan dolayı kâmil ârif sonsuz olan tecellînin sûreti ne mikdâr ise, onu kendi nefsinden Hakk'a verir ve o sûretle de Hakk'a zâhir olur. Çünkü mahâll olmayınca tecellînin sûreti de zâhir olmaz ve kâmil ârif sonsuz olarak Hak ile sûrette dönücü ve değişken olur. Ve zâti gaybî tecellî, ilâhî mutlak gaybdan dâimâ doğar ve kâmil ârif de dâimâ kabûl eder ve o tecellînin sonu olmadığından, bu kâmil ârif dahi o tecellî indinde vâkıf olmaz.
Sonuç olarak Hakk'ı mutlak kılan kimse, ancak kâmil ve âlim ve âmeli olan kuldur; ve onun isti'dâdı küllî ve kalbi matlûbunun tecellîleri ile dopdoludur. Ve inanış kayıtlarının nakışlarından mutlak olması dolayısıyla Hakk'ın mutlaklığına karşılıktır. Varlıksal sûret aynalarında mutlak mahbûbun cemâlini görüp aşağıdaki beytin söyleyicisi olur. Beyt:
Tercüme: "Onun üzerinde ister cübbe ve ister gömlek olsun, onu herhangi sûrette görürsem göreyim, benim canımdır."
Ve aynı şekilde ârifler hakkında, Allah ilmi için son yoktur ki, onun indinde vâkıf olsun. Belki ârif: “Yâ Rabb bana ilmi arttır, yâ Rabb bana ilmi arttır, yâ Rabb bana ilmi arttır!" diyerek Allah ilminden artışı taleb eder. Böyle olunca iş, iki taraftan sonsuzdur (16).
Yânî tecellînin sonu olmadığı gibi, ilâhi bilginin de sonu yoktur. Tâ ki ariflerin kalbi "İşte Allah ilmi bu kadardır" diyerek, tahsîl ettiği kadarı ile yetinsin ve orada dursun. Bundan dolayı Hak tarafından tecellî husûsu ve kâmil ârif tarafından da ilâhi bilgiden artışı taleb husûsu bitmez, tükenmez. Nitekim cenâb-ı Sa'dî buna işâreten buyurur. Beyt:
Tercüme: "Ne O'nun cemâlinin sonu vardır, ne de Sa'dî'nin sözünün sonu... Su içip kanmamak hastalığına tutulan kimse, susuz ölür. Oysa deryâ, öylece bâkîdir."
Ve (S.a.v.) Efendimiz Hakk’ın emriyle “rabbi zidnî ılmâ” yânî “Rabb’im ilmimi arttır” (Tâhâ, 20/114) buyurup, ilâhi bilginin artışını taleb etti. Ve Allah ilminin sonsuz olması, tecellîye tâbi' olmasındandır. Çünkü Hak sonsuz olduğundan, tecellîsi de sonsuzdur. Mutlaklık makâmında bulunup mübârek kalbi sonu gelmeyen ilâhî tecellîler ile dopdolu olan böyle bir kâmil ârifin hâl ve zevkine bir miktâr vâkıf olmak için Hz. Mevlânâ (r.a.) efendimizin yüce bir gazelini burada zikretmek uygun görülür:
Bu, hálk ve Hak dediğin vakittedir. Ve sen Allah Teâlâ'nın "Ben kulumun yürüdüğü ayağı ve tuttuğu eli ve söylediği dili olurum." Ve kuvvetlerden ve a'zâ olan onların mahallerinden bunun gayrına varıncaya kadar olan sözüne dikkat edersen, ayırt etmezsin. Böyle olunca, işin tamâmı Hak'tır; veyâhût işin tamâmı hálktır, dersin. Şimdi o, bir bakıma hálktır ve o, bir bakıma Hak'tır. Oysa “ayn" birdir. Bundan dolayı tecellî eden şeyin sûretinin "ayn"ı, bu tecellîyi kabûl eden şeyin sûretinin "ayn"ıdır. Böyle olunca O tecellî edicidir ve tecellîyi kabûl edendir (17).
Yânî Hak, kula tecellî ettiğinde, kulun o tecellînin sûretini, Hakk'a vermesi ve o tecellî sûretiyle Hakk'a zâhir olması, cem' ve ayrıntı makâmına bakıp vücûd Hak ile hálktır, dediğin vakitte olur. Ve sen Hak Teâlâ hazretlerinin "Ben kulumun yürüdüğü ayağı ve tuttuğu eli ve söylediği dili olurum….." hadîs-i kudsîsine baktığın zaman Hakk’ın hüviyetinin kulun kuvvetlerinin ve kuvvetlerin mahalleri olan a'zâsının "ayn''ı olduğunu anlar ve artık Hak ile hálk arasını ayırmazsın. Bundan dolayı bu hadîs-i kudsînin ifâdesi gereğince, vücûd işinin hepsi Hak'tır veyâhut hálktır, dersin. Şu halde vücûd işi bir bakıma hálk ve bir bakıma Hak'tır. Ve vücûdun hakîkati ise bir ayn ve ahadiyyet zâtından ibâret olup, onda çoğalma yoktur. Çünkü bir kendi aslı içerisinde çoğalmaz. Yarım ve üçte bir ve çeyrek gibi şeyler onun içindeki bağıntılarıdır. Bu bağıntıların olması birin çoğalmasını gerektirmez. Bundan dolayı hálk edilmiş çokluk, bir ayn’dan ibâret olan vücûd hakîkatinin bağıntılarıdır. Şu halde bâtından tecellî eden şeyin sûreti hakîkat îtibârıyla, Zâhir isminin tecellîsiyle ortaya çıkıp o tecellîyi kabûl eden şeyin sûretinin “ayn”ı olur. Ve Hak, Bâtın îtibârıyla tecellî edici ve Zâhir îtibârıyla de tecellîyi kabûl edici olur. Ve bu şekilde tecellî edici ile tecellîyi kabûl edici bir şeyden ibâret bulunur. Bu hâl tıpkı, bir şahsın bir elinde bulunan bir şeyi, diğer eline koymasına benzer. Bu verip alma, bir şahsın kendisinde olduğundan verme ve alma bir şey olmuş olur.
Şimdi, Hakk'ın hüviyyeti yönüyle ve güzel isimlerinin hakîkatlerinde O'nun âleme bağlantısı yönüyle, Allâh'ın işinin ne acâîb şey olduğuna bir bak! (18).
Yâni yoğun düşünce bakışı ile tetkîk et de gör ki Hak, hüviyyeti ve zâtı yönüyle bir vücûddur ve güzel isimlerinin açığa çıkma mahalli olan âleme bağlantısı yönüyle çoktur. Hakk'ın vücûdunun birliği ve çokluğu acâîb bir şeydir!
Bilinsin ki, Hakk'ın ahad olan zâtı bir isim ile isimlenmiş ve bir sıfat ile vasıflanmış değildir. Çünkü ahadiyyet mertebesinde taayyün ve çokluk yoktur ve Hakk'ın vücûdunun bu mertebedeki letâfetinin kemâli, akla ve fikre sığacak bir şey değildir. Burada akıl, fikir, vehim, fehim, zekâ ve irfan hep yok hükmünde olan şeylerdir. Beşerin bu gibi âlet ve edevâtı, bu sonsuz deryânın sâhiline gelinceye kadar işine yarar. Bu deryâya daldıktan sonra, bunların hepsi mahvolur; artık o da deryâdır. İşte bu sebebden, a'ref-i Enbiyâ (s.a.v) Efendimiz hazretleri "Allah'ın zâtında tefekkür etmeyiniz!" buyurdular. Çünkü boştur ve kâmillerin bu mertebeye "mutlak vücûd" demeleri, sâdece bir terim olarak isti’dâdı olanlara bu mertebeden haber vermek içindir.
Ne zamanki ahadiyyet zâtında saklı bulunan isimler, mahbûsluk sıkıntısından kurtulmak için açığa çıkmayı taleb ettiler, mutlak olan Zât da, nefes-i rahmânisi ile onları ilim mertebesinde açığa çıkardı. Bundan dolayı, isimlerin sûretleri ilmî vücûd ile mevcûd oldu ise de, hissî vücûd ile açığa çıkmamış idiler. Açığa çıkmanın kemâli için bunlara hissî vücûd verilmesi gerekti.
Örneğin bir çömlekçi yapacağı bir testinin sûretini ilk olarak zihninde tasavvur eder. O zihinde ve ilimde peydâ olan sûreti kemâliyle açığa çıkarmak için, kendi vücûdunun sınırları dışında olan çamurun vücûdundan faydalanır ve zihnindeki sûreti bu çamur maddesine giydirir ve ilmindeki sûret bu şekilde his olarak da açığa çıkar.
Fakat Hakk'ın vücûdunun sınırları dışında bir vücûd olması imkânı yoktur. Çünkü Hakk’ın vücûdu sonsuzdur. Bundan dolayı ilâhî ilminde sâbit olan isimlerin sûretlerinin hissî vücûd ile mevcût olmaları, yine Hakk'ın vücûdundan olmuştur. Yânî Hak onlara, kendi vücûdundan birer vücûd vermiştir. Nitekim, Hakk’ın vücûdu ile hálkın vücûdu, Ya'kûb Fass'ında ayrıntılı olarak anlatılmıştır.
Şimdi hálkın vücûdu, Hakk'ın vûcûdundan peydâ olunca, zâhiren ve bâtınen vücûd Hakk'tan ibâret olur. Ve Hakk’ın vücûdu, tek bir hakîkatten ibâret olduğundan onda çokluk yoktur. Fakat o bir olan hakîkatin taayyün mertebesine tenezzülü hâline baktığın zaman, onun herhangi bir sûretle taayyün etmiş olduğunu görürsen, hakîkat îtibârıyla ona Hak'tır, dersin; ve taayyün îtibârıyla da hálktır, dersin. Bundan dolayı sen, buna şaşırıp kal ki, Hakk’ın bir olan vücûdu, zâtı ile, îtibârların hepsini gerektirmiştir. Ve ona ne îtibâr ile bakarsan, tümü onun hakkında doğru olur. Nitekim, Şeyh İzzeddin Mahmûd Kâşî buyurur. Kıt'a:
Tercüme: "Eğer dikkâtle bakarsan, çokluk birin aynıdır. Eğer bunda senin şüphen varsa, bizim şüphemiz kalmamıştır. Nitekim her bir sayıya hakîkat yönünden bakarsan, sûrette onu iki, yânî çok görürsün; oysa onu vücûda getiren madde birden ibârettir.
Şimdi olan kimdir ve olan nedir? Olan’da ayn mevcûddur; o ayn olanın nefsidir (19).
Yânî Hz. Şeyh (r.a.) "kim" ve "ne" soru edatlarıyla, basîret üzere ahad oluşun hakîkatinden soru sorarlar; çünkü Hak, akıl sâhiplerinin ve akıl sâhibi olmayanların "ayn"ıdır. Oysa bütün eşyâ, ya akıl sâhibidir veyâ akıl sâhibi değildir. Bundan dolayı Hak her şeyin "ayn"ıdır. Şu halde, mübârek beytin şerh edildiğinde ma’nâsı şöyle olur: Olan akıl sâhibi mevcûd kimdir ve olan akıl sâhibi olmayan görülenler nedir? Ey hakîkat isteklisi bunları anladın mı? İşte ben sana haber vereyim ki, olan’da mevcûd olan bir ayn’dır ki Hak'tır ve bir ayn olan Hak dahî olan'da mevcûd ve görülmekte olan akıl sâhipleri ile akıl sâhibi olmayanların “ayn"ıdır; ve vücûdda Hak Tealâ hazretlerinin dışında bir şey yoktur.
Onu genelleyen kimse muhakkak onu özelleştirdi. Ve onu özelleştiren kimse de, onu genelledi (20).
Yânî bir ayn olan Hakk'ın vücûdunun, her bir aynda, o aynın kendisine özel isti'dâdı dolayısıyla açığa çıkışını ve bu sûretle genellik üzere bütün ayn’lar üzerine yayılışını müşâhede eden kimse, elbette o bir olan ayn’ı özelleştirmiş olur. Çünkü o kimse der ki: "Hakk’ın vücûdu, her bir şeyde, o şeyin özelliği gereğince açığa çıkmaktadır ve onun açığa çıkışı bütün ayn’larda bu şekildedir." Bundan dolayı onu böyle genelleyince, diğer taraftan da özelleştirmiş olur. Ve aynı şekilde bu müşâhede üzere özelleştirince de, genellemiş olur.
Dostları ilə paylaş: |