İSPANYA (ENDÜLÜS) İNCELEME-ARAŞTIRMA GEZİSİ (GEZİ NOTLARI VE KİŞİSEL DÜŞÜNCELER) 07-11 ARALIK 2011
Prof. Dr. İsmail Hakkı ATÇEKEN Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fak. İslâm Tarihi A.B.D. Başkanı
GİRİŞ Endülüs siyasî tarihine kısa bir bakış: Yapılan bir tasnife göre Endülüs’ün siyasî dönemleri iki açıdan ele alınabilir: Birincisi iç siyaset açısından 6 ayrı döneme ayrılabilir:
Fetih ve Valiler Dönemi → 711-756 = 45 yıl
Endülüs Emevi Devleti → 756-929 + 929-1031 = 275 yıl
Mülûkü’t-Tavâif Dönemi → 1031-1090 = 59 yıl
Murâbıtlar Dönemi → 1090-1147 = 57 yıl
Muvahhidler Dönemi → 1147-1238 = 91 yıl
Nasrîler Dönemi → 1238-1492 = 254 yıl
İkincisi dış siyaset açısından şu dönemlere ayırmak mümkündür:
Fetih ve Reconquista-1 →Üstünlük Dönemi, 711-1085 = 374 yıl
Fetih ve Reconquista-2 → Savunma Dönemi, 1085-1212 = 127 yıl
Fetih ve Reconquista-3 → Gerileme-Çöküş Dönemi, 1212-1492 = 280 yıl
Müdeccenler-Moriskolar → İmha Dönemi, 1492-1610 = 118 yıl
Aslına Dönüş ve Yeniden Endülüs→ 1980-2011 = 31 yıl
Endülüs'ün Tarihînin Temel Özellikleri
Coğrafî ve kültürel konumu itibarıyla Avrupa, Kuzey Afrika ve Orta Doğu ile doğrudan ilişkilidir.
İslâmiyet'in siyasî-askerî güç ve medeniyet bakımından Ortaçağ'da ulaştığı zirvedir ve Batı Aydınlanması’nın temel kaynağıdır.
Asya’nın Avrupa kısmında yaşayan İslâm’dır.
İçerisinde yedi civarında ırk ve üç büyük semâvî din mensuplarını barındıran çok kültürlü yapısıyla bir toplumsal uzlaşma ve hoşgörü medeniyetidir.
Türk ve İslam Dünyasına karşı Avrupa'da Haçlı düşüncesinin doğmasına ve seferlerinin başlamasına sebep olmuş bir Müslüman devletidir. Bu açıdan, Doğu-Batı veya İslam-Hıristiyanlık Mücadelesi Tarihinin Ortaçağ dilimindeki en önemli safhasıdır.
Hıristiyanlık ve Kilisenin gerçek yüzünü insanlığa gösteren tarihî bir vesikadır.
Müslümanların geleneksel, siyasî, dinî ve ekonomik zaaflarını ortaya koyan bir ibret sahnesidir.
Coğrafyası ve iklimsel özellikleriyle bir tabiat harikasıdır.
Kaybından sonra Osmanlı Devletinin Batı Akdeniz ve Kuzey Afrika’da hâkimiyet kurması ve bu hâkimiyetini pekiştirmesinde son derece etkili olmuştur.
Bugün, 8 + 1 asırlık (711-1492+1609) Endülüs tarihini daha iyi anlamak için, Ortaçağ-Yeniçağ Orta Doğu-Kuzey Afrika ve Avrupa Tarihini; Arapça, Berberîce, Latince, İspanyolca, Katalanca, Portekizce ve Fransızca gibi 7 lisanda yazılmış bulunan kaynaklardan araştırmak gereklidir. (Bkz: Doç. Dr. Lütfi Şeyban, Recounquista, Endülüs’te Müslüman-Hıristiyan İlişkileri, İst, 2003, s. 24, 54)
GEZİ NOTLARI (07.12.2011 ÇARŞAMBA) Endülüs gezisine İslam Tarihçileri Derneği(İSTAD) üyelerinden 26 Prof. 5 Doç. 10 Yrd. Doç. 3 Öğr. Gör. 2 Arş. Gör. olmak üzere 46 akademisyen eşleriyle birlikte toplam 83 kişi katılmıştır. 07.12.2011 Çarşamba, saat 16:25’de İstanbul Atatürk Havalimanından Onur Air’e ait Airbus A 321 tipi uçakla üç ayrı tur şirketinin katılımcılarıyla birlikte yaklaşık 200 kişi İspanya’ya uçtuk. Sevilla (İşbiliyye)’ya yerel saatle 20:45’de indik. İspanya’da saatler Türkiye’ye göre bir saat geri. Uçuş süresi 4 saat 20 dakika sürdü. Uçuştaki ikramlar ücretli, uçaktaki koltuk araları çok sıkışık olması insanı rahatsız ediyor. Uçuş rotası şu şeki,lde idi: İstanbul-Yunanistan-güney İtalya, İspanya’nın doğusundaki Valencia şehri üzerinden Sevilla şehri. Sevilla’ya indikten sonra ülkeye giriş işlemlerini yapan sadece iki görevlinin olması 200 yolcuyu uzun bir süre kuyrukta bekletti. Sevilla’dan iki otobüsle yola çıktık ve İspanya’nın Akdeniz kıyısındaki Malaga şehri yakınlarındaki Bena’l-Madina’deki 4 yıldızlı Vistamar Oteli’ne 2 saatten fazla süren bir yolculuk sonunda ulaştık.
GIBRALTAR, TARIFA, MARBELLA:
08.12.2011 Perşembe sabahı kahvaltıdan sonra iki otobüsle Malaga’nın güney batısındaki Gibraltar (Cebel-i Tarık) ve Tarifa’ya yolculuk başladı. Burası Târık b. Ziyâd’ın ordusunu çıkardığı Gibraltar ve Endülüs’e ilk keşif birliği olarak gönderilen Tarîf b. Mâlik’e nisbetle Tarifa denilen bölge. Her ikisi de Cebel-i Târık boğazında bulunuyor. Gibraltar şu anda İngiltere hükümetinin hakimiyetinde bulunuyor ve rehberin söylediğine göre İngilizlerin izni alınmadan gemi geçişi yasaktır. Buradaki dağın ismi “Cebelü Târık” veya“Cebelü’l-Feth” olarak adlandırılmıştır. Tarifa İspanya’nın en güney uç noktadır. Yüksek tepeden karşı tarafta Kuzey Afrika (Fas) kıyıları gözüküyor. Sağ tarafta ise uçsuz bucaksız Atlas Okyanusu yer alıyor. Emevîler döneminde Endülüs’ün fethi öncesinde Ukbe b. Nâfi’nin atıyla kıyısına kadar ulaşıp: “Ey Allahım! önüme şu uçsuz bucaksız deniz çıkmasaydı senin ismini daha uzaklara götürürdüm” dediği Atlas Okyanusu bulutlar arasından gözüküyor. Bu yüksek tepe çok rüzgarlı olduğu için İspanyollar çok sayıda rüzgardan elektrik elde eden büyük rüzgar değirmenleri koymuşlar. İspanya’nın Kuzey Afrika’da iki şehri bulunuyor. Bu iki şehre feribot ve deniz otobüsü seferleri düzenleniyor. Boğazın iki tarafının arasındaki mesafe yaklaşık 16 deniz mili kadar olduğu söylenmektedir.
Öğleyin Marbella şehrine hareket ettik. Marbella İspanya'nın Endülüs özerk bölgesi'ndeMalaga bölgesinde ve Akdeniz kıyısında kurulu bir şehirdir. Şehrin 2004 yılındaki nüfusu 116.234'dür. Güzel kıyıları ve plajları olan turistik bir bölgedir. Tertemiz olan sahilinde 1 saat kadar oturup dinlenme fırsatımız oldu. O gün Fiesta tatili olduğu için sokaklar boştu. Öğle namazını Suud kraliyet ailesinin yaptırdığı bir mescitte kıldık. Mescidin üst tarafındaki tepede kralın tatil için geldiğinde maiyeti ile birlikte kaldığı bir saray mevcuttur. Suud kralı ve çevresinin Marbella şehrinde 20 Milyar dolar civarında yatırım yaptığı, çeşitli mülkler satın aldığı söylenmektedir. Her yıl birkaç uçak dolusu insanla buraya 2 aylık tatile geldiği ve şehir ekonomisine önemli katkıda bulunduğu söylenmektedir. Bu arada, başta Arap ülkeleri olmak üzere bir çok ülkenin liderlerinin ve devlet başkanlarının gözde tatil yerlerinden birisi Marbella'dır. O gün akşam Bena’l-Madina’deki otele döndük. Akşam yemeğinde sonra deniz kıyısında 2 saat kadar yürüyüş yaptık. Akdeniz iklim olduğu için gündüzleri 15-16, geceleri 5-6 derece civarında. Kuzey ve iç bölgelere gidildikçe iklim sertleşiyor.
GIRNATA (GRANADA): 09.12.2011 Cuma günü sabah kahvaltıdan sonra otobüsle Gırnata (Granada) şehrine yola çıktık. Kuzeydeki iç bölgelere doğru 2,5 saatlik bir yolculuktan sonra Gırnata’ya ulaştık. Yoldaki yüksek dağlarda kar vardı. Avrupa Birliği ülkelerindeki geçerli kurala göre tur otobüsünün şoförü iki saatte bir mola yerinde 15-20 dakika mola vermek zorunda olduğundan genelde gideceğiniz şehre az bir yolunuz kalsa bile mola veriliyor. Gırnata şehri, 92/711 yılında Târık b. Ziyâd tarafından fethedildi. İspanyolca nar demek olan Granada, tabii güzelliklere sahip bir şehir olarak dikkat çekiyor.
Gırnata’da bir saatlik serbest zamandan sonra 12:00’de Benî Ahmer Sultanlığı (Nasrîler) döneminde yapılan el-Hamra (LA ALHAMBRA) Sarayı’na ulaştık. Orada grubumuz ikiye ayrıldı ve İspanyol iki rehber eşliğinde önce sarayın dış bahçelerini, çiçekliklerini gezdik. Rehberler kulaklarımıza takılan dinleme cihazı sayesinde sarayı gezerken bilgiler verdiler. Türk rehberler onların İspanyolca olarak verdikleri bilgileri Türkçe’ye çeviriyorlardı. Sarayın bahçelerini gezdikten sonra saat 13:00’te el-Hamra Sarayı’na girdik. Önce Cennetü’l-Arifdenilen bahçeyi gezdik. Nasrîler döneminde uzun bir sürede yapılan saray külliyesinin bugün ayakta kalan kısımlarının çoğu I. Yusuf (1334-1353) ve oğlu V. Muhammed (1353-1391) zamanlarında yapılmıştır. Adalet kapısı, hanımlar kulesi, küçük portal sarayı, aslanlı avlu, kral salonu, iki kız kardeş salonu ve harem daireleri bu iki sultan dönemlerinde inşa edilmiştir. Daha sonra gelenlerin çeşitli ilaveleriyle yaklaşık 150 yılda son şeklini almıştır. Çok geniş bir alanda ve bir tepe üzerinde kurulan sarayın ihtişamı Washington Irwing’’e“el-Hamra: Müslüman Cenneti” sözünü söyletmiş. Duvarlarındaki taş işlemelerine sayısız“Ve Lâ Ğalibe illallah” ifadeleri kazınmıştır. Her girilen salonda, avluda, bahçede, en ücra köşede bu ifadeye rastlamak mümkündür. El-Hamra Sarayı, geniş ve çeşitli bitki ve çiçeklerle bezenmiş bahçeleri, su havuzları, seramik ve çini işlemeleriyle insanı büyüleyen bir saray. İnsanı rehavete sürükleyen değişik bir havası ve görüntüsü var. Bazı sultanlar ve devlet ricalinin el-Hamra Sarayı’nın insanı gevşeten, rehavete sürükleyen bu havasının etkisinde kalıp dış dünya ile irtibatı kestikleri belirtiliyor. Saraya giriş bileti kişi başı 10 Euro. Yıllık yaklaşık 3.000.000 kişinin bu sarayı ziyaret ettiği ve gelirinin önemli bir kısmının doğrudan Vatikan’a gönderildiği bilgisi rehberimiz tarafından ifade edildi.
Saraydan çıktıktan sonra karşı tepedeki el-Beyyazîn (Albayzin) semtine geçtik. Burası İslâmî döneme ait özelliklerini muhafaza eden nadir mahallelerden birisidir. Nasrîler döneminde sarayda çalışanların çoğunluğunun bu mahallede oturduğu belirtilmektedir. Sokakları çok dardır ve eski Endülüs karakterini korumaktadır. Burada önceden 17 kadar cami varken Hıristiyan hakimiyetine geçtikten sonra bunların kiliseye çevrilmiş. Orada Abdülkadir es-Sûfî tarafından kurulan Takva Mescidi’nde öğle namazı kıldık. Bu mescid Granada İslâm cemaatinin merkezi olarak görev yapmaktadır ve burada Endülüs Müslümanlarıyla karşılaşmak mümkündür. Albayzin tepesinden el-Hamra Sarayı’nın muhteşem ve hüzünlü görüntüsünü fotoğraflar çekerek kayıt altına aldık. O tepede toplanan bir grup İspanyol gencinin söylediği Flamingo müziğini dinledikten sonra grup halinde otobüse binip otelimizin bulunduğu şehre hareket ettik.
KURTUBA (CORDOBA): 10.12.2011 Cumartesi günü sabah 08:30’da yola çıktık ve saat 11:00 civarında 3 asır Endülüs’te başkentlik yapan Kurtuba (Cordoba) şehrine ulaştık. Vâdiu’l-Kebîr nehrinin kıyısında kurulan Kurtuba Ulu Camii karşıdan tüm heybetiyle gözüktü. Endülüs Emevî Emiri I. Abdurahman’ın, San Vicente Kilisesinin yerini Hıristiyan halka 100.000 dinar ödeyerek satın alarak 785 yılında yapımına başlanan cami hazır bir kilise yapısı üzerine inşa edilmiştir. Daha sonra II. Abdurrahman, II. Hakem ve II. Hişam zamanında çeşitli ilaveler ve genişletmeler yapılmıştır. Uzunluğu 180, genişliği 135 metredir. Şam Emeviyye Camiine benzer şekilde dikdörtgen olarak geniş bir alana yatay olarak inşa edilen caminin tam ortasına kondurulan katedral görenleri derin üzüntüye sokuyor.
Nehrin üzerindeki köprüden geçtikten sonra karşınıza gelen altı açık büyük giriş kapısının üzerindeki taşa bir Müslümanın başını kopartan bir Hıristiyan figürünü yontmuşlar. Kurtuba Ulu Camii’nin 20’den fazla giriş kapısı bulunmaktadır. Avluya girdiğinizde minarenin üzerine 1593 yılında kondurulmuş çan kulesini görüyorsunuz. Bu kuleden belli aralıklarla çan çalıyor. Camiyi hayranlıkla gezerken dışarıdan işitilen çan sesleri insanı değişik duygulara sürüklüyor. Ulu caminin iç tezyinatı ise çok muhteşem. Geniş alanda sütunlar ve kırmızı beyaz taşlardan yapılan yuvarlak kemerler göz alıcı bir şekilde sıralanmıştır. Caminin doğu duvarına Hıristiyanlığa ait renkli duvar resimleri, heykeller vb. konulmuştur. Rehberlerin ifadesine göre yıllardır caminin altında kazı yapılıyormuş. Kazılar sırasında bodrum kısmında ortaya çıkarılan bazı taşlar ve yazılar burasının eskiden bir kilise olduğunu ispat etmek için orada sergileniyor. Mihrap kısmına geldiğinizde bu muhteşem eseri görünce insanın dili tutulacak gibi oluyor. Mihrabın üzerinden tavana kadar çok ince bir taş işlemeciliği ile çeşitli ayetler işlenmiş.
Namaz kılmak ve el açıp dua etmek yasak olduğu için mihrabın önünde îma ile 2 rekat namaz kılmakla yetindim. Bu durum insanı ayrı bir üzüntüye sokuyor. Hemen mihrabın yanındaki bir odanın duvarlarına kocaman resimlerin birisinde Kurtuba şehrinin anahtarlarının Hıristiyanlara teslim edilişi tasvir edilmiş. Ancak resim Müslümanları tahkir edici ve onur kırıcı bir şekilde tasarlanmış. Müslüman emir, Hıristiyan komutanın önünde yere eğilmiş, iki dizi üzerine çökerek şehri anahtarını ona teslim ediyor. Halbuki tarihi kayıtlarda böyle bir olay mevcut değildir.
Kurtuba Ulu Camii’nin tam ortasında şehir Hıristiyanların eline geçtikten sonra bir katedral yapılmıştır. Aslında caminin yıkılıp yerine büyük bir kilise yapılmasını isteyen papazlara karşı o dönemin kralı buraya gelip caminin ihtişamını görünce: “Dünyanın her tarafında bulunabilecek bir kilise yapacağız derken böylesine güzel bir eseri yıkmayalım” diyerek Ulu Caminin yıkılmasını engellemiştir. Ancak sonradan kilise mensuplarının istekleri ve zorlamaları karşısında Ulu Caminin tam ortasına bir katedral yapılmıştır. Buradaki küçük salonda her gün sabah 09:00’da, Pazar günleri ise büyük salonda ayin yapılmaktadır. Endülüs eyaletindeki tarihi ve turistik yerleri anlatan resimli İngilizce ve İspanyolca turizm rehberlerinde Kurtuba Ulu Camii “La Mezquita-Katedral” olarak geçmektedir. Ancak camiye girişte görevlilerin verdiği resimli broşürde ise “La Cathedrale Cordoue” yazılıdır.
Camiden hayranlık ve üzüntüyle birlikte karışık duygularla çıktıktan sonra Kurtuba Çarşısı’nda bir süre yürüyüş yaptık. Çiçek saksılarının duvarlarda asılı olduğu ilginç dar sokaklarda yürüdük. Daha sonra 7-8 kişilik bir grup Roger Garaudy’nin eşinin işlettiği Salon De Te’ye giderek namaz kıldık ve çay içtik.
Kurtuba’da Ulu Camii yakınındaki çarşı içinde bulunan Engizisyon mahkemelerinde işkence için kullanılan aletlerin sergilendiği müze çok ilginçtir. Giriş kapısında “Museo De La Inquisicion Europa Siglos XIII Al XIX” yazan bu küçük ve dar üç-dört salondan oluşan müzede XIII. Yüzyıldan itibaren Engizisyon mahkemelerinde yargılanıp cezaya çarptırılanlara yapılan işkencelerde kullanılan alet ve düzenekler sergilenmektedir. Her aletin yanına konulan bir levhada elle çizilmiş resimlerle o aletin ne işe yaradığı, kadın veya erkeklere nasıl işkence yapılıp organlarının nasıl koparıldığı anlatılıyor. İçi şişli ve kapanınca insan vücuduna batan demir zırhlar, kazığa oturtulan insanlar, ağaç testeresiyle ortadan ikiye ayrılan insanlar, göğüs uçları kesilen kadınlar, vücudu gerdirilen insanlar insanı dehşete düşürüyor. Hıristiyan Batı tarihinde Engizisyonun önemi, kadın erkek ayırımı yapılmaksızın insanlara yapılan fizikî şiddet ve işkenceler insanı hayretler içinde bırakıyor. Prof. Dr. Mehmet Özdemir’in ifadesine göre yaklaşık 10 yıl kadar önce sosyalist bir belediye başkanın tarafından açılan bu müze bir bakıma özeleştiri ve özür anlamına geliyor. Ancak bir süre sonra bu müzenin kapanmayacağının bir garantisi yoktur.
Engizisyon işkence müzesinden çıktıktan sonra Kurtuba’nın 8 km. kadar kuzeybatısındaki Cebelü’l-Arûs (Sierra Morena) dağının eteklerine kurulan Medinetü’z–Zehra Sarayı (Madinat al-Zahra Archaeological Complex) kalıntılarına gittik. III. Abdurrahman tarafından 936 yılında yaptırılan saray şehir olan Medinetü’z-Zehra zamanla camisi, pazarı, hamamı ile bir yerleşim merkezi haline geldi. 25 yılda tamamlanan saray toplam 7.500.000 dinara malolmuştur. Bir tepenin yamaçlarına üç kısım halinde yapılan sarayın en üstü Harem kısmı, onun altında devlet yöneticilerinin kaldığı bölümler, toplantı salonları, en alttaki meydanda ise askerlere ait yerler mevcuttur. Halen kazı çalışmaları devam etmekte ve ancak %10 kadar gün yüzüne çıkarılabilmiştir. Sarayın önündeki geniş alandaki kapalı müzede Medinetü’z-Zehra ile ilgili 20 dakika süren belgesel izledik. Daha sonra saat 18:00 gibi yola çıkarak otele döndük.
SEVILLA (İŞBİLİYYE): 11.12.2011 Pazar günü 4 gündür kalmakta olduğumuz otelden eşyalarımızla birlikte yola çıktık. İki saatlik bir yolculuktan sonra 93/712 yılında Mûsâ b. Nusayr tarafından fethedilen ve Endülüs’ün ilk idarî merkezi Sevilla (İşbiliyye) şehrine ulaştık. Daha sonraki dönemlerde Endülüs’te başkent Kurtuba olmuştur. Burada önce Plaza de Espana (Spain Square)denilen geniş bir alana fuar ve gösteri merkezi olarak kurulmuş yeri gezdik. Yüksek bir bina yarımay şeklinde uzanmakta ve önünde ise geniş yuvarlak bir alan mevcut. Duvarlara İspanya şehirlerinin isimleri, haklarında bilgi ve Müslümanlardan teslim alınış temsili resimleri konulmuştur. Daha sonra yürüyerek daha önceden Kurtuba Ulu Camii’nin kıyısında gördüğümüz Vâdiu’l-Kebîr nehrinin kıyısına yapılan Altın Kule’yi ziyaret ettik. Şehirde İslâmî dönemden kalan birkaç yapıdan birisi olan bu yüksekçe kule nehrin hemen kıyısında inşa edilmiştir. On iki kenarlı çokgen bir plan üzerine inşa edilen kule, bir rivayete göre üzerini kaplayan altın yaldızlı çinilerin bıraktığı tesir sebebiyle Altın Kule adı verilmiştir.
Daha sonra Sevilla’daki İspanyolca “El Real Alcazar de Sevilla” denilen ve İngilizce “The Royal Alcazar of Seville” olarak isimlendirilen Alkazar Sarayı’na gittik. Burasının yapımına Muvahhidler döneminde başlanmış ve Hıristiyan hakimiyeti zamanında tamamlanmıştır. Bu saraya Hıristiyanlar tarafından bazı ilaveler yapılmıştır. Gotik, Mudejar ve Barok stilinde yapılan bu muhteşem saray 1987 yılında dünya kültür mirasına dahil edilmiştir. Giriş kapısı üzerinde ve iç duvarlarında alçı süslemelerin en güzel örneklerini görmek mümkündür. Bazı noktalardan Gırnata el-Hamra sarayına benzemektedir.
Alkazar Sarayını ziyaret ettikten sonra İşbiliyye Ulu Camii’nin yerine inşa edilen Katedral ve Melviye (La Catedral ve La Giralda)’ye gittik. Muvahhidler’in halifesi Ebû Yakub Yusuf b. Abdülmümin tarafından 1171-1176 yılları arasında yaptırılan İşbiliyye Ulu Camii, 1236’da İşbiliye’yi ele geçiren Kastilya kralı III. Ferdinand tarafından katedrala çevrilmiştir. Bazı bölümleri dışında tamamen ortadan kalkan cami, Kurtuba Ulu Camii’ne benzemekteydi. Bugün sadece minaresi (La Giralda) büyük bölümüyle ayakta kalmıştır. Minarenin üst kısmı XVI. yüzyılda çan kulesi şeklinde tamamlanmıştır.
İki saatlik serbest zamanda Prof. Dr. Mehmet Bahaüddin Varol’la birlikte yakındaki büyük bir katedrali gezdik. Burada camilerdeki aydınlık ve ferahlığın yerine diğer kiliselerde olduğu gibi karanlık ve kasvetli bir hava gördük. Öyle ki gündüz vakti yüksek tavanlara konulmuş projektörlerle içerisi aydınlatılmaya çalışılmıştı. Yüksek sütunlar ve duvarlardaki resimler, heykeller ve insan figürleri dikkat çekmektedir.
Nihayet akşam 21:30’da Sevilla havaalanından Onur Air’e ait Airbus A 321 tipi uçakla İstanbul’a yola çıktık. 3 saat 50 dakikalık uçuştan sonra Türkiye saatiyle gece 02:20’de İstanbul’a indik ve gezimiz sona erdi.
KİŞİSEL DÜŞÜNCELER VE DEĞERLENDİRMELERİM: 1-Sekiz asır kadar devam eden (711-1492) Müslümanların İspanya serüveninin yani Endülüs’ün coğrafyasını görmek, Tarîf b. Mâlik’in 91/710’da 500 kişiyle deneme birliğiyle geldiği Tarifa’yı, Târık b. Ziyâd’ın 7.000 kişilik ordusuyla 92/711’de İspanya’ya ilk çıkartma yaptığı Cebel-i Târık’ı, Mûsâ b. Nusayr’ın Endülüs’te fethettiği şehirleri Kurtuba, Gırnata, İşbiliyye, Malaga’yı bizzat görmek ağırlıklı olarak Emevîler dönemi ve Endülüs tarihiyle ilgili araştırma yapan birisi olarak beni tarifi imkansız duygulara sürükledi. Son on yıldır Endülüs tarihiyle ilgili yazdığım kitap ve makalelerde sık sık kullandığım şehir ve bölgelerin bir çoğunu ayne’l-yakîn olarak görmek ve tanımak beni çok heyecanlandırdı.
2-İberya Yarımadası’nın jeopolitik konumunu ve doğal güzelliklerini bizzat müşahede ederek bu ülkeye niçin “el-Firdevsü’l-Mefkûd (Kayıp Cennet)” denildiğini daha iyi anlamış oldum.
3-Şimdiye kadar Endülüs tarihi, kültür ve medeniyetinin önemi, Batı Medeniyeti’ne etkileri konusunda Lisans ve Lisansüstü öğrencilere önemli bilgiler veriyor ve tavsiyelerde bulunuyordum. Bu geziden sonra bu konunun öneminin bir kat daha arttığını, sorumluluklarımın fazlalaştığını hissettim. Endülüs tarihi ve medeniyetiyle ilgili henüz çalışılmamış konulara genç akademisyenlerin yönelmelerinin büyük önem arzettiği düşüncesindeyim.
4-Gırnata’da el-Hamra Sarayında ihtişam ve huzurla birlikte yalnızlığı, terkedilmişliği ve duvarların sessiz çığlıklarını duydum. “Ve Lâ Ğalibe illallah” ifadesinin saray duvarlarına ne kadar çok yakıştığını gördüm.
5-İslâmî gelenekte istisnalar dışında fazla örneği olmayan kiliseleri camilere çevirme olayını İspanya’da sıklıkla camilerin katedrala çevrilmesi şeklinde görmek mümkündür. Kurtuba Ulu Camii’nin tam ortasına yapılan katedral ilginç bir örnektir. Bunun dışında çeşitli şehirlerde onlarca caminin kiliseye çevrildiği belirtilmektedir. Önceki yıl gittiğim Kudüs’te yüzlerce yıllık cami, kilise ve sinagogların yıkılmadan ayakta kaldıklarını, üç din mensuplarının (Müslüman, Hıristiyan ve Yahudiler) bazı önemli sıkıntılara rağmen bir arada yaşadıklarını gördükten sonra İspanya’da yıkılan veya kiliseye çevrilen camilerin çok olması çok üzücü bir durumdur.
6-Kurtuba Ulu Camii’nde namaz kılmak ve el açıp dua etmenin yasak oluşu ziyarete gelen Müslümanları derin bir üzüntüye sokmaktadır.
7-Kurtuba’daki Engizisyon Müzesi’nde (Museo De La Inquisicion Europa Siglos XIII Al XIX) sergilenen aletlerle yapılan işkenceler; Haçlı seferlerinin yanı sıra Ortaçağ karanlığında İspanya’da yaşananlar Hıristiyan Batı’nın çirkin ve acımasız yüzünü açıkça göstermektedir.
8-İspanya’da 1492 yılından 1609 yılına kadar (sürgün, işkence ve imha dönemi olarak adlandırılan) olan dönemde orada kalan Müslümanları (Moriskolar, Müdeccenler) öldüren, sürgün eden veya zorla Hıristiyan olmaya zorlayan İspanyolların torunları bugün Müslümanların yaptıkları saray, cami ve tarihi eserleri ziyaret eden milyonlarca kişiden yıllık önemli miktarda gelir elde etmektedir. Denildiğine göre Gırnata el-Hamra Sarayı’nın gelirleri doğrudan Vatikan’a gönderilmektedir. Bu husus ilginç olduğu kadar düşündürücüdür.
9-Andalucia (Endülüs) bölgesi İspanya’daki eyaletlerden birisidir ve kendisine ait bayrağı bile mevcuttur. İspanya bayraklarının yanı sıra Endülüs bölgesinin yeşil beyaz bayraklarını görmek mümkündür.
10-Günümüz açısında bakıldığında İspanya, tabiî güzellikleri açısından çok güzel olmasının yanı sıra sokakların temizliği, sakinliği, trafiğinin düzenli oluşu, herkesin kendi işinde veya evinde olduğu, rahat ve biraz da tembel insanların yaşadığı bir ülke imajı vermektedir.
11-Son yıllarda Kuzey Afrika ve diğer İslam ülkelerinden gelen göçlerle Müslüman sayısının 500.000’e yaklaştığı belirtilen İspanya’da yeniden İslam’a dönüş hareketini (El Retorno de Islam a Al-Andalus, Avdetü’l-İslâm fî’l-Endelüs) başlaması sevindirici bir gelişmedir. İslâm cemaatinin birlikte hareket etmesi ve tarihte olduğu gibi birbirleriyle mücadele edip zayıf düşmemeleri samimi temennimdir.
12-Bundan sonraki organizasyonlarda Endülüs gezisinin 7 güne çıkartılıp Tuleytula (Toledo), Tüdmir (Murcia) vb. önemli şehirlerin ilave edilmesi uygun olacaktır. Ayrıca mümkün olursa bir otobüsü aşmayacak (en fazla 40 kişi) şekilde düzenlenecek turların daha verimli olacağı kanaatindeyim.
13-Beş günlük seyahatimiz boyunca geziye katılan tüm akademisyenler ve eşlerine, başarılı bir organizasyon gerçekleştiren tur yetkililerine, Türk rehberlerimiz Cumhur Ersin bey ve İsmail bey’e, İSTAD başkanı Prof. Dr. Mehmet Şeker’e, İspanya gezisi tur organizasyonunda emeği geçen ve kendisi geziye katılamayan Yrd. Doç .Dr. Tahsin Koçyiğit’e, gezi boyunca çok kıymetli bilgiler veren ve tecrübelerini sürekli bizlerle paylaşan Türkiye’nin en önemli Endülüs uzmanı Prof. Dr. Mehmet Özdemir bey’e en kalbî teşekkürlerimi sunarım.
Ve son sözümüzü Endülüs’ten ayrı kalan bir Endülüslünün yüreğinden kopup gelen dizelerle bitirelim.
Endülüslünün Endülüs’e Hasreti… Târık Ali
“Seni hep hatırlayacağım
Bugünkü gibi kış güneşinin altında Goncaların kokusunun kanımızı ateşlediği baharda Bir damla suyun duyulur duyulmaz sesinin zihnimizi yatıştırdığı, Duyularımızı serinlettiği yaz sıcağında, Yağmurdan sonra ortalığı kaplayan yasemin kokusunda. Evimizin içinden geçen kaynak suyunun tadını Vadiyi dolduran yaban çiçeklerinin koyu sarısını Çamlardan süzülen baş döndürücü dağ havasını Göklerden gelen rüzgârların altında dans eden hurma ağaçlarını Kekiklerin baharatlı soluğunu Kışları odun ateşinin kokusunu HİÇ UNUTMAYACAĞIM. Ve berrak bir yaz günü masmavi gökyüzünün birdenbire kararmasını Küçük oğlumun bir zamanlar büyük dedemizin olan bir parça camla Kulede sabırla yıldızların bir kere daha ortaya çıkmalarını bekleyişini. Bütün bunlar, hayatımın tutkulu özü olacak daima.