GöNÜlden esiNTİler. A’YÂn-i sâBİte kazâ ve kader necdet ardiç terzi baba necdet ardiç



Yüklə 2,1 Mb.
səhifə5/32
tarix03.01.2019
ölçüsü2,1 Mb.
#88712
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   32

Mesnevi 616. Beyt’ten devam

(616) Eğer esirger isen kim cüstü cu edebilir, nakış, nakkaşa nasıl mukabele edebilir.

---------

ilâhi sen aşk ve muhabbet-i ilahiyeyi bizden esirgeme, eğer kesersen onu tahsil edebilmek kimin haddinedir. Sen suver-i mahlukatı nakş etmekte bir nakkaş-ı hakimsin, kudretsiz olan nakşın kudret sahibi olan nakkaşa mukabele imkanı varmıdır.

---------

Yani ilâhi sen aşk ve muhabbet-i ilâhiyeyi bizden esirgeme, bu muhabbeti kesme, devam ettir, eğer kesersen onu tahsil edebilmek kimin haddinedir. Yani sen tecellini kesersen onu devam ettirmek kimin elindedir, kim yapabilir. Sen suver-i mahlukatı nakş etmekte bir nakkaş-ı hakimsin, kudretsiz olan nakşın kudret sahibi olan nakkaşa mukabele imkanı varmıdır. Yani ey yarabbel alemîn, sen aşk ve muhabbet-i ilâhiyyeyi bizden esirgeme, yani ma’nâ âleminde verdiğin gibi dünya aleminde de devam ettir. Onu tahsil edebilmek kimin haddidir. Eğer sen vermezsen ilâhi hakikatleri kim tahsil edebilir. Yani bize akıl fikir, gönül, muhabbet, gayret kuvvet, vermezsen bu ruhu vermezsen kim verebilir, bunu bulmak kimin haddinedir.

Sen suver-i mahlukatı yani mahlukatın suretlerini nakş etmekte bir nakkaş-ı hakimsin. Yani âlemdeki bütün suretleri nakş eden hakim bir nakışçısın, yani ressamsın. Yani sen bütün bu âlemin varlık vücutlarını ortaya getirensin.

Yani şunu demek istiyor; bir ressam tuvali aldı resmi nakşetmeye başladı, yani nakkaş nakış işlemeye başladı. Onu bahsediyor, nakşın nakkaş önünde sözü olabilir mi? Diyor. Şimdi bakın fırçayı almış eline onunla işlemeye başlamış, yahut bir hattat yazıyı yazmaya başlamış, veya bir ressam resmini yapmaya başlamış, şimdi o resim diyebilir mi ki, beni resmetme, yahut kırmızı yap başımı, kanatlarımı sarı yap, yani nakış nakkaşın hükmü altındadır. İşte biz de senin elinde yani kudret elinde nakış gibi sen nakkaşsın bizim sana her hangi bir şekilde şunu etme bunu etme diyecek halimiz mi vardır.

Ama bu değişik bir mertebeden ifadesini vermekte yani buraları, bu izahlar ve anlayışlar, aslında fenâfillâh mertebesinin tahakkuk yerleridir, yaşam yerleridir.

---------

NOT= Bu husuta daha geniş bilgi kitabımızın sonların da bulunan (61-Bir ressam hikâyesi) isimli kitabımızdan küçük bir bölüm aktarımında görülecektir. T.B.

---------

(617) Bize bakma bize nazar etme, sen kendi ikram ve sehavetine bak,

---------

Yani cömertliğine bak,

---------

(618) biz yok idik ve takazamız da yok idi, senin lütfun bizim söylenmemişimizi işitir idi.

---------



Biz cesed-i unsurimiz ile taayyün etmiş değil idik ve lisan-ı zâhir ile taleplerimiz de vâki değildi. Fakat senin esma-ı ilâhiyene olan lütfun ve rahmetin bizim a’yân-ı sâbitemizin lisan-ı zâhir ile söylenmemiş olan lisan-ı istidatları ile vâki taleplerini işitir idi. Yani bizim ezelde suver-i ilmiyemiz mashar oldukları ismin gereği ne ise hal ve istidat ve kabiliyet diliyle onları senden talep etmiş ve sen de onları işitmiş idin.

---------

Şimdi bizlerin cesed-i unsurimiz, yani unsur olan mâden olan, et kemik olan, bu yani taş toprak olan bu unsur bedenimiz ile biz taayyün etmiş değiliz. Yani ezelde biz daha henüz zuhura gelmiş değildik ve lisan-ı zâhir ile yani kelâmlarımız ile zâhir sözlerimiz ile taleplerimiz vâki değildi. Yani daha henüz birey varlık olmamıştık ve taleplerimizi de sana ulaştıramamıştık. Yani bir talebimiz olma-mıştı neden? çünkü varlığımız yok lisanımız yok ki, taleplerimiz olsun.

Ancak öyle bir hususiyetle anlatıyor ki, senin esma-ı ilâhiyene olan lütfun ve rahmetin yani Cenâb-ı Hakk’ın kendi isimlerine ve sıfatlarına olan lütuf ve rahmeti bizim a’yân-ı sâbitemizin, yani ezelde cenâb-ı Hakk’ın kendi varlığında kurgulamış olduğu bizim a’yân-ı sâbitelerimizi, yani lâtif programlarımızı ilmi mahiyetteki programlarımızı, lisan-ı zâhir ile söylenmemiş olan lisan-ı istidatları ile vâki taleplerini işitir idi. Şimdi Cenâb-ı Hakk bizim a’yân-ı sâbitelerimizi programladı, bu programlar ölü boş içleri boş programlar değildir. İlmi mahiyette olan bu programları Cenâb-ı hakk lâtif suretler olarak varlıklarını halk etti. Ama daha henüz madde vücutlar haline getirmedi. Lâtif varlıklar olarak suretlerimizi halk etti. Ne şekilde, esma-ı ilâhiye ve sıfat-ı ilâhiye olarak.

İşte senin bu esma-ı İlâhiye ve sıfat-ı İlâhiyene olan lütfun ve rahmetin yani kendi isimlerine olan lütfu ve rahmeti a’yân-ı sâbitelerimizin yani bizdeki bu programın sözcüleri oldular diyor. ama bizim birey olarak daha vücud-u kevniyemiz ortaya gelmemişti. Lisan-ı zâhir ile söylenmemiş olan yani madde âlemine gelmediğimiz için kelâm olarak, şimdi konuştuğumuz gibi kelâm olarak zuhura gelmemiş idi. Söylenmemiş olan lisan-ı istidatlarıyla vâki taleplerini işitir idi. Sessiz ve sözsüz esma-ı ilâhiyye ve sıfat-ı ilâhiyelerin sözlerini işitir idi. Yani ezelde bizim suver-i ilmiyemiz yani ilmi suretlerimiz mazhar oldukları ismin gereği ne ise yani Cenâb-ı hakk bizim a’yân-ı sâbitemizi programımızı yaptı bu programın içerisine bütün esma-ı ilâhiyeden sıfat-ı ilâhiyeden miktar, miktar terkip var, işte bu terkipler her ne kadar daha zuhura çıkmamış iseler de ama her bir esma-ı ilâhiyenin kendi bâtınında kendi hakikati olduğundan, o yaşantısı ve hakikati itibariyle istidat ve kabiliyetine göre, o fiili ortaya çıkarma gücünü istedi, faaliyet sahasını istedi.

Ama orada henüz biliş şuuru olmadığından, Hakk kendi namına, isimleri ve sıfatları namına, Zât’ından isimleri ve sıfatları Hakk’ın namına istedi. İstidat ve kabiliyet diliyle, yani o halin istidadı ve kabiliyeti diliyle onları senden talep etmiş ve sen de onları işitmiş idin. Bu söz aynı zamanda dünya âlemine gelmeden ruhlar âleminde olan bir hâdiseyi yani “elestü birabbiküm” (7/172) sözünün bir başka türlü izahıdır.

---------

(619) Nakış ana karnında çocuk gibi nakkaşın ve kalemin önünde aciz ve mukayyettir.

---------

Yani nakış, ana karnındaki çocuk gibidir. Ana karnındaki çocuk ne yapabilir ki, nakkaşın ve kalemin önünde aciz ve mukayyettir, kayıtlıdır. Yani şurada bir resim yapılmış, bu resmi yapan ressamın elinde bu kayıtlıdır. Ressamın emriyle, düşüncesiyle tasavvuru ile kayıtlıdır. Ressamın düşüncesi ne ise bu nakış onun dışına çıkamamaktadır. İşte nakşı bizlere nakkaşı da Hakk’a benzetiyor.

---------

(620) Bârigâhın bütün halkı kudretin önünde iğnenin önündeki gergef gibi acizdirler.

---------

Bârigâh-ı âlem gergef gibi dediği Allah’ın var edici ve üzerindeki halkın cümlesi gergef üzerindeki nakışlar gibi ve kudret-i ilâhiye dahi gergef üzerindeki nakış işleyen iğne gibidir, nakkaş Hakk Teâlâ Hz leridir. Gergef nakış yapmak için bir çember vardır, o iç içe geçmiş iki çemberdir, bezi o iki çember arasına gererler, bu gergin haldeki çember ve kumaşa gergef derler. İşte bu âlem bu gergefe benzemektedir, üzerindeki nakışlar da Hakk’ın iğnesi ile işlediğinden o nakışlar işleyene diyemez ki beni sarı iplikle yap, kırmızı iplikle yap diye. Nakkaşın hükmü ne ise nakışta olan geçerli olan da odur.

Yani nakşın kendine ait bir varlığı yoktur, oradaki varlık nakkâşın ta kendisi veya kendisine ait bir hususiyettir.

---------

(621) O bazen şeytan ve bazen Âdem nakşeder. Bazen sürur bazen gam nakşeder.

---------

(622) El yoktur ki, el defe kımıldasın. Nutuk yoktur ki, zarar ve fâide hakkında söylesin.

---------



Hakk’ın kudretinin tasarrufuna muhalif bir el yoktur ki, o tasarrufu def etmek için hareket edebilsin; ve söz söyleyecek bir ağız yoktur ki, kudret-i Hakk’ın tasarrufâtının zararı ve faidesi hakkında söz söyleyebilsin.

---------

Yani kişiye ait bir el yoktur ki def etmek için kımıldasın. Yani nakkaşın yaptığı şeyleri aman onu yapma bunu yapma diyebilsin.

Daha önce mesnevide okunmuştu; pehlivanın bir tanesi pehlivanlığını göstermek için sırtına bir aslan nakşı yaptırmaya gitmiş, nakkaş yani dövmeci sırtını aç yapacağız demiş, iğneleri kızdırmışlar cız, cız, cız bastırmaya başlamışlar, yani dövme yapmaya başlamışlar, pehlivan demiş ki dur, dur, şu anda aslanın neresini yapıyorsun demiş, kuyruğunu yapıyorum demiş, sen kuyruğunu bırak başka yerini yap demiş. Bu sefer baş kısmını yapmaya başlamış, pehlivan gene bağırmaya başlamış durun diye neresini yapıyorsun, başından yapıyorum demiş sen başını da bırak başka yerini yap demiş. Tekrar başlamış karnını yapmaya adam gene bağırmaya başlamış acıdı diye onu da bırak demiş, başka yerini yap demiş. Dövmeci; ya kardeşim buraya geldin bir pehlivan gibi kuyruğu olmayan, kafası olmayan, karnı olmayan aslan olur mu demiş, git sen istediğin gibi pehlivanlığını sürdür başka şekilde demiş.

Şimdi yukarıdaki ifade ile, buradaki ifade değişiktir. Cenâb-ı Hakk’ın nakşını alan bu âlem o nakşı kabul etmek zorundadır. Nakış, nakş edilen yer diyemiyor ki, bana bunu yapma diye. Ama diğer misalde aman bana yapma diye, bakın söz sahibi oluyor. İşte bu kişideki benliğin ifadesi oluyor bir başka ifade ile. Yani kişinin canı acıdığı zaman her şeyden vaz geçiyor, pehlivanlıktan da kavga etmekten de. Tabi bu değişik konular ama yani birisi elini kaldıramıyor, eli yok ki kaldırsın, kendisine yapılan nakşı yapan nakkaşa müdahele edebilsin, diğeri ise varlık âleminde olduğundan varlık gösterdiğinden, nakkaşa müdahele ediyor, ama orada nakkaş kendisi gibi bir zuhur mahalidir, ama diğerinde nakkaş Hakk’ın ta kendisidir. Aradaki fark o oluyor.

---------

(623) Sen beyitin tefsirini Kur’an’dan açık oku ki hüda وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ Enfal /17 âyetinde buyurdu.

---------



yukarıdaki bir beyitte biz rüzgarlardan hareket eden bayraklar üzerindeki arslan resimleriyiz, demiş ve onu takip eden beyitlerde bunu misaller ile izah etmiş idik. Bu ma’nâ Kur’ân-ı Kerîm’de Enfal suresi 17. Âyette zikredilmiş olan şu وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ رَمَى yani “Ey peygamberim attığın vakit sen atmadın, velâkin Allah attı” âyet-i celîlesinde açık surette beyan buyurulmaktadır. Bu beyân-ı âlîde Hak Teâlâ senin attığın oku sen atmadın Allah Teâlâ attı demekle, ef’âli kullarından nef ediyor ve suret-i beşeriyyeyi Hakk Teâlâ Hazretleri kendi ef’âlinin âleti olarak gösteriyor.

---------

Yani yukarıdaki beytin tefsirini Kur’ân’dan al sen diyor ve çok mühim olan bir hadiseye yöneltiyor. Yani yukarıdaki bir beyitte biz rüzgârlardan hareket eden bayraklar üzerindeki arslan resimleriyiz, demiş ve onu takip eden beyitlerde bunu misaller ile izah etmiş idik diyor Mevlânâ Hz leri. Hani arslan resmini aldı sonra da başka misaller vererek kulun yokluğu hakkında ifadelerde bulundu. Yani o mertebeyi açığa çıkarma hususunda kelâm edildi.

Şimdi âyetin ifadesine bakalım; “Ey peygamberim, attığın vakit sen atmadın velâkin Allah attı” (8/17) buradaki ilâh-i ibâreyi belirten hangi mertebedir.? Hz Peygamberin lisanından çıkmış olsa, Hz peygamber atış fiilini yapan, “ey peygamberim attığın zaman sen atmadın” diye peygambere hitap ediliyor. “attığım zaman ben attım”, “Allah attı ben atmadım” dese söz lisan-ı Muhammedi mertebesinden çıkmış olacak. Burada Allah’ın Zât’i lisanından başlayarak çıkıyor, “Attığın zaman sen atmadın velâkin Allah attı” diye bir başka mertebe, Allah, Ulûhiyet ve nübüvvet mertebelerini ifade ediyor. “Ey peygamberim attığın vakit sen atmadın” Allah kelâmı diye belirtelim, tabi ki hepsi Allah kelâmı, mertebe olarak Uluhiyet mertebesi, yani Allahlık mertebesinden söylenmiş bir kelâm, peygamberine diyor ki, görüntüde vücud-u Muhammedi idi, Hz Muhammed ismini alan vücut attı oku, görüntüde O idi, ama attığın zaman sen atmadın sendeki fiili yapan bendim yahut Allah’dı, diyor ikinci bölümünde. “Velâkin Allah attı” bu âyet-i kerîmenin bu bölümünün tamamını anlatan bir başka mertebe vardır. Yani uluhiyet ve risâlet mertebesini birlikte izah eden, anlatan bir başka mertebe vardır. Şimdi bakın peygamber geçiyor, Allah geçiyor, peygamberin ve Allah’ın ikisini birlikte bu fiili yapan birisi olduğu, yani üçüncü bir lisan üçüncü bir kimlik olduğu anlaşılıyor, çünkü eğer peygamber “attığım zaman ben atmadım Allah attı” dese o zaman gayet açıktır, diğer şekliyle yani “ey peygamberim attığın vakit sen atmadın Allah attı Allah bunu diyorsa o zaman ikisinden birisini değişik söylemesi lâzımdır.

yani attığın vakit sen atmadın Allah attı” yukarıdaki ifade ey peygamberim attığın zaman sen atmadın sözünü Allah söylemiş olsa yani Uluhiyet mertebesinden söylemiş olsa ikinci bölümü “velakin Allah attı” sözünü de “senden ben attım” şekliyle söylemesi lâzımdır. Tabi bunlar bütün Kur’an’ın mertebeleri, kendine ait değişik mertebeleri gizli anlayışları vardır, anlatılışları vardır, ancak bu mutlaka her okuyan tarafından bu şekilde anlaşılacak demek değildir. tercümelerde ve meallerde karşılığı ne ise o şekilde anlayarak, o şekilde tatbik ederek iyi niyetle kişi buna inandığı ve böyle kabul ettiği zaman, mü’min olarak âyet-i kerîmeye inanmıştır ve kendi onu okuduğu ile sevabına ermiştir. Ama gerçek ma’nâda tevhid ehli olmaya çalışıyor isek ayrıca araştırıcı isek, bunlar bizlere verilmiş birer hediyedir, bizlerden kastım ümmet-i Muhammed olan her birerlerimize, hatta insanlık âlemine sunulmuş birer sırlı hediyelerdir, çünkü herkesin bunları anlamasın da bazı problemler çıkarabilir.

Yanlış anlaşılması suretiyle tefsirlerde birbirlerine zıt hükümler çıkabilir, onun için çok hususide kişiler kendi bünyelerinde bunları tatbik etmek üzere yaşamak üzere bilgilerini kendilerine ait almaları gereklidir, genele ait değildir. Veya küçük topluluklar halinde fikir birliği olan kişilerin anlayacağı şekilde enfüsi olarak tatbikatları yapılmalıdır. Aksi halde geneli ilgilendiren âyetler değildir. genele bir bilgi vermekte, böyle bir özelliğin hususiyetin olduğunu Cenâb-ı Hakk bizlere açmakta yani kullarına açmakta, kim bu tür âyet-i kerîmelerin ne kadar derinliğine nüfuz edebilirse alacağı payın o derinlikte o genişlikte olacağı açıktır.

İşte Kur’ân’da yolculuk ifadesiyle demeye çalıştığımız yolculuk bunlardır. Derinliğine doğru genişliğine doğru yüceliğine doğru yolculuk etmektir, sadece Kur’ân’ın aynı yerinde durup çevresinde dolaşmak değildir. tabi o da çok güzel bir şeydir, bilgisi olmayan Kur’ân’ın çevresine gelemeyen kimselerle Kur’an’la birlikte yaşamak, çevresinde de olsa çok güzeldir. Ama derinliğin derinliği, yüceliğin yüceliği, olması dolayısıyla biz de ne kadar ileriye gidebilirsek bu sahada veya kendimize dönük kendi derinliğimize ne kadar ileriye gidersek! çünkü “nefsini bilen rabbını bilir” hükmüyle rabbımızı o kadar tanımış olma yolu bizlere açılmış olur.

Aksi halde kendimizde var ettiğimiz, yani kendimizde kurguladığımız bir Allah’ın önünde secdeye kapanmış oluruz ki, insanın iyi niyeti ile olunca bu da geçerlidir, çünkü Cenâb-ı Hakk “Ben kulumun zannı gibiyim” demektedir. Dolayısıyla her türlü iman ve itikadı ehl-i sünnet vel cemaat sistemi içerisinde Cenâb-ı Hakk kabul etmektedir. Ama İlâhi sistem o kadar olmayıp sonsuz ufukları da olduğunu bilirsek ve o ufuklara da gidebildiğimiz kadar gidersek âhirette bizim için çok yararlı, faydalı olur. Sadece ahirette değil bu dünyada da faydalı olur.

Tekrar ederek yolumuza devam edelim, herkes Enfal suresi (8/17) âyet-i hatırınızda kalırsa tefsirlerde bunun araştırmasını yaparsınız, yani birey çalışma olarak daha faydalı olur. Böylece daha güçlendirilmiş olur buradaki ifade. “Ey peygamberim” bakın şimdi bu peygamberim sözüyle ifade Uluhiyet mertebesinin sözü olduğu yani gizli uluhiyet açık olarak değil “Ey peygamberim attığın zaman sen atmadın ancak Allah attı” neden başta Allah kelâmını söylemedi, “ey peygamberim” yani “ey Allah’ın peygamberi attığın zaman sen atmadın ben attım (Allah olarak)” diyebilirdi. “sen atmadın Allah attı” diye bir başka hedef gösteriliyor.

Bu ifade Ahadiyet mertebesinden veriliyor. Çünkü Uluhiyet mertebesinin üstünde ahadiyet mertebesi vardır. Ahadiyet mertebesi diyor ki “ey peygamberim” çünkü O’nun peygamberi, “attığın zaman sen atmadın ancak Allah” yani uluhiyet mertebesinden işlendi bu hadise. Çünkü Ahadiyet mertebesinde işlem yoktur, faaliyet yoktur. Ama şuur vardır, kurgu vardır, Ahadiyet mertebesi itibariyle “ey peygamberim” diyor, “attığın zaman sen atmadın Allah attı” onu ilâhlık mertebesi attı sende fiili meydana getiren Allah’tı diyor.

Şimdi burada atan Uluhiyet, atılma mahali yani elden çıkan risalet, ama bir yere atılıyor, atılan yer de abdi HU. Bu beyan-ı ilâhide Hakk Teâlâ “senin attığın oku sen atmadın Allah teala attı” demekle ef’âli yani o fiili kullarından nehy ediyor, kullarından alıyor, suret-i beşeriyeyi Hakk Teâlâ Hzleri kendi fiilinin âleti olarak gösteriyor. yani Muhammed ismi ile zuhura gelen o fiili, Cenâb-ı hakk’ın Allahü Teâlâ Hz leri kendi ef’âlini âleti olarak Hz peygamberin vücudunu kullanıyor. Kendi fiilinin âleti olarak onu kullanıyor. Atıldığı yerde abdiyet mertebesi yani en son mahal atıldığı yerdir.

---------

(624) Eğer biz okları atar isek bizden değildir, biz yayız, onun ok atıcısı hüdadır.

---------

(625) Bu cebir değildir, bu ma’nâyı cebbâriyettir. Cebbarlığın zikri tazarru/yalvarma, içindir.

---------

Bu beyt-i şerîf yukarıdaki beyitlere karşı vâki' olacak bir suâl-i mukadderin cevâbıdır. Ya'nî birisi çıkıp diyebilir ki, mâdemki bizim ef’âl ve akvâlimiz Hakk'ındır ve bizler Hakk'ın âleti mesâbesindeyiz; şu halde biz akvâlimizde ve ef’âlimizde mecbûruz ve bizim irâdemizin ve ihtiyârımızın hiç hükmü yoktur. Bu suâlin cevâbını tavzîh için bir mukaddimeye ihtiyâç vardır.

Ma'lûm olsun ki, varlık dünyâda ve âhirette hep Hakk'ın varlığıdır. Bu vücûd-ı hakîkînin sıfâtı ve esmâsı vardır, zuhûr isterler. Zuhûr için de mutlaka keserât âleminin vücûdu lâzımdır. Halbuki nâmütenâhî olan vücûd-ı vâhid-i Hakk'ın muvâcehesinde, vücûdât-ı kesîrenin bi'l-istiklâl isbâtı kabil değildir. Binâenaleyh bu vücûd-ı vâhid-i hakîkî, mertebe-i letâfetden merâtib-i kesâfete tenezzül etmedikçe, âlem-i keserât tekevvün etmez. Nitekim bu hâle işâreten Ebu’l-Hasan Gûrî hazretleri, ya'ni "Tenzîh ederim o Zât-ı Ecell ve A'lâyı ki, Zât'ını latîf kıldı, ona Hak tesmiye etti; ve nefsini ve Zâtını kesîf kıldı, ona da halk dedi" buyurur. Ve Cenâb-ı Şeyh-i Ekber ya'ni "Tenzîh ederim o Zât-ı ecell ve a'lâyı ki, eşyâyı izhâr etti; halbuki o Zât-ı Ecell, eşyânın "ayn"ıdır" buyurur.

İmdi, vücûd-ı vâhid-i hakîkî evvelen suver-i ilmiyyesinin mertebesine tenezzül etti ve bu mertebede sıfât ve esmâsının sûretleri sâbit oldu. Esmâ-i ilâhiyye ise, Hâdî ve Mudill ve Dârr ve Nâfi' gibi mütekâbildir; ve Hâdî isminin iktizâsı hidâyet olup, bu ismin mezâhiri mü'minlerdir. Mudill isminin iktizâsı da dalâlet olup, onun mezâhiri de kâfirler, fâsıklardır.

Bu suver-i ilmiyyeye "a'yân-ı sâbite" derler. Bunların bu mertebede vücûd-ı kesîf-i hâricîleri olmadığından Zât-ı Hak’dan ayrı olarak bir zuhûrları yoktur. Bundan sonra o vücûd-ı hakîkî, bu "a'yân-ı sâbite" hasebiyle gayriyyet libâsına bürünerek, mertebe-i ervâha tenezzül etti. Ondan sonra yine bu suver-i ilmiyye hasebiyle "mertebe-i misâl"e ve ondan sonra da "esfel-i sâfilîn" olan "âlem-i şehâdet"e tenezzül eyledi; ve "âlem-i şehâdet"de zâhir olan her bir vücûd-ı kesîf bir ism-i ilâhînin iktizâsına tâbi’ olup, onlardan bu ismin ahkâm ve âsârı gâliben zuhûr etti; ve insan ise sûret-i ilâhiyye üzerine mahlûk olduğundan cüz'î ve küllî bilcümle esmânın mazharı oldu. Fakat mazhar olduğu esmâ-i külliyyeden birisi onun "Rabb-i hâss"ıdır ve onu terbiye eder. Meselâ "Rabb-i hâss"ı "Mudill" ismi ise, cümle mevâtında onda gâliben bu ismin ahkâmı zâhir olur ve "Rabb-i hâss"ı "Hâdî" ismi ise, kezâlik onda gâliben, bu ismin ahkâm ve âsârı zuhûr eder.

İmdi Tekvîn Kelâm'a ve Kelâm Kudret'e ve Kudret İrâde'ye ve İrâde İlm'e ve İlim, malûma tâ'bîdir ve ma'lûm "a'yân-ı sâbite"dir. Ya'nî Hak ilm-i ilâhîsinde sâbit olmayan "şey'in zuhûrunu irâde etmez ve irâde etmediği "şey"e de kudreti taalluk etmez; ve kudreti taalluk etmeyen "şey", dahi mevcûd olmaz.

Vaktâki efrâd-ı insâniyye bu âlem-i kesîfde tekevvün etti, sûretleri i'tibâriyle hepsi insan olduğundan, meydanda bir mîzân olmadıkça hakîkatlerini ve ma'nâlarını yekdîğerinden ayırmak mümkin olmadı. Bu maksadın husûlü için peygamberleri vâsıtasıyla Hak Teâlâ "emr-i teklîfi"sini teblîğ etti. Binâenaleyh emir iki nevi' oldu. Birisi "emr-i iradî" ve diğeri "emr-i teklîfî"dir. "Emr-i irâdî", Hakk'ın ilmine müsteniden vâki' olan irâdesi, ya'nî suver-i ilmiyye mertebesinde Hak'dan lisân-ı isti'dâd ile, kendilerinin "Hâdî" veyâ "Mudill" isimlerinden birisine mazhariyyetini taleb edenler hakkında, o sûretle sübûtuna Hakk'ın irâdesinin taallukudur. Diğeri de "emr-i teklîfî"dir ki, bu âlem-i kesîfde her ferdin isti'dâd ve kâbiliyyeti temeyyüz etmek için, peygamberler vasıtasıyla vâki' olan teklîfât-ı şer'iyyedir. Bu hakâyıka nazaran kul, ezelde lisân-ı isti'dâd ile ne taleb etmiş ise, Hak onu vermiş ve bu âlem-i kesîfte de kezâ kul, irâde ve ihtiyârın, bu isti'dâdının sevkı ile fiilen isti'mâl edip, yine onu taleb etmiş ve Hak dahi kezâlik onu vermiştir. Binâenaleyh Hak tarafından cebir yoktur. Cebir ancak her mazharın kendi hakîkatinden kendisine vâki' olur. Bunların hey'et-i mecmûasını Hakk'ın cebbâriyyeti ihata etmiştir; zîrâ vücûd-ı hakîkî Hakk'ındır ve kulun vücûdu bu vücûda muzâf olan bir vücûddur. O halde dâimâ Hakk'ın cebbâriyyeti altında zebûndur; ve mahlûkâtın Hakk'ın cebbâriyyeti altında zebûn olmasının hikmeti de, gayriyyet libâsıyla zâhir olan İnsanların mevhûm olan varlıklarını, vücûd-ı hakîkî muvâcehesinde ifnâ için, kemâl-i zilletle tazarru' ve niyâzları lâzım gelmiş olmasındandır.

---------

Hani bazı guruplar var ya cebriyeci olarak “ben fiilimi yapmak zorundayım mecburum” diyor, bu görüşü savunanlara da cebriyeci diyorlar. Bunlar kulu ortadan kaldırıyorlar, Mutezile de ne diyor, kul fiilini halk eder demek suretiyle Hakk’ın programını kaldırıyor, ayan-ı sabite hükmünü kaldırıyor ortadan bakın ikisi bir birine zıttır. ama ehl-i sünnet vel cemaat hem kulun bir şeyler yapması gerektiğini hem de Allah’ın mutlak hâkim olduğunu belirten bir sistem içerisinde kader sırrını hakikatini ortaya getiriyor, en geniş şekilde bunun da en güzeli ehl-i sünnet vel cemaat anlayışını hem zâhiren hem de bâtınen yaşamak bütün bunlar bâtın’ın içerisinde o zaman en kemalli kader anlayışı ehl-i sünnet vel cemaatinin zahiri ve batını ile birlikte oluşturulan anlayış olmaktadır.

Ama bu kadar tafsilâtla bilinmese de ehli sünnet vel cematin kazâ ve kader anlayışı bütün anlayışların içerisinde en kemalli olandır. Zâhiren de olsa en kemalli olandır. Bu beyt-i şerif yukarıdaki beytlere karşı vaki olacak bir sual düşünür ki, eğer benim fiilim ben kendimden bu fiili yapmıyorsam, yani o bayraktaki aslanı sallayan birisi varsa bakın şimdi topladı topladı getirdi, şüphe ve tereddüt olacak karşı sual sorulacak muhtemel sorulacak suali cevaplamaya çalışıyor. O zaman bayrak mecbur değil mi o rüzgarın etkisinde sallanmaya, rüzgar esti rüzgarı estiren Hakk rüzgar estikçe, o bayrakta resmedilmiş aslan, yuvarlak hale geldiği zaman kılıcı vurdu, vurdu gibi gözüktü, kah ayaklarını salladı gibi gözüktü, yani hareketlendi.

İşte bu hareketi yapmağa ben mecburum dediği zaman arslan ne dersin diye yani böyle bir sual vâki olursa o zaman bütün âlem ne diyordu, “attığın zaman sen atmadın atan Allahtı” orada da cebriyet yok mudur diyor. Peygamber onu kendi kendine atmadı ki o fiilini yapmaya mecburdu. Mâdem Allah attı o fiili yapmaya mecburdu. İşte vaki olacak bu yanlış anlayışı gidermek için onun cevaplarını vermeye çalışıyor. Bu cebir değildir, eğer biz okları atar isek bizden değildir, biz yayız, onun ok atıcısı hüdâdır. Yani her bir varlığı yay olarak kabul edilmiş, o yayı kullanan yani bu bedenleri de kullanan Hüda Hakk olduğunu, o halde bu cebir değil midir diye bir soru sorulabilir diyor.

Ona cevap olarak bu cebir değildir, bu ma’nâ-ı cebbâriyettir, yani cebir değil cebirin ma’nâsıdır diyor. bu nasıl oluyor, cebbârlığın zikri yalvarma içindir. Bu beyt-i şerif yukarıdaki beyitlere karşı vaki olacak bir sual-i mukadderin cevabıdır, yani sorulabilecek bir sualin cevabıdır, yani birisi çıkıp diyebilir ki madem ki bizim ef’al ve ahvalimiz yani fiillerimiz ve sözlerimiz Hakk’ındır, bizler de Hakk’ın âleti düzeyindeyiz, şu halde biz ahvalimizde ve ef’âlimizde, yani konuşmalarımızda ve fiilimizde mecburuz, ve bizim irademizin de ihtiyarımızın da hiç hükmü yoktur. Aynen cebriye sorusu gibi, madem ki kul fiilini yapmaya mecburdur, o zaman ihtiyarı yoktur demek suretiyle, kulun mes’uliyetini ortadan kaldırmaya çalışmaktır altında gizli olan. Bu sualin cevabını açıklamak için bir mukaddemeye ihtiyaç vardır.

Ma’lûm olsun ki varlık dünyada ve âhirette hepsi Hakk’ın varlığıdır. Bu vücud-u hakikinin sıfatı ve esması vardır, zuhur isterler, zuhur için de mutlaka kesarat âleminin vücudu lâzımdır. Yani Cenâb-ı hakk’ın isimleri sıfatları vardır bunlar Cenâb-ı Hakk’tan zuhur isterler, bu zuhur için de kesret/çokluk âleminin vücudu lâzımdır yani bu âlemin, vücudu lâzımdır. Halbuki na mütenahi olan vücud-ı vâhid-i Hakk’ın yüzeyinde vücudat-ı kesirenin bil istiklâl ispatı kabil değildir. böylece bu vücud-u vahid-i hakiki mertebe-i letâfetten mertebe-i kesâfete tenezzül etmedikçe vücud-u mutlak, vücud-u izafi oradan da kevniye tenezzül etmedikçe âlem-i keserat yani kesret âlemi meydana gelmez.

Nitekim bu hale işareten ebul Hasan Gûrî şöyle demiştir; yani tenzih ederim O zat-ı âlâyı ki zât’ını lâtif kıldı, ona Hakk tesmiye etti. Yani Hakk ismini verdi. Nefsini ve Zât’ını kesif kıldı, ona da halk dedi. Cenâb-ı şey ekber “tenzih ederim o Zat-ı âlâyı ki eşyayı ızhar etti halbuki o Zat’ı ezel eşyanın aynı buyurur, kevniyet mertebesi itibariyle. Şimdi vücud-u vâhid-i Hakiki yani tek olan hakiki vücut, evvelen suver-i ilmiyesini yani ilmi suretlerinin mertebesine tenezzül etti. Yani a’yân-ı sâbiteler programını yaptıktan sonra Ahadiyet mertebesinden Vahidiyet mertebesine yani sıfat mertebesine oradan yani Vahidiyet Rahmaniyet mertebesinden oradan da rububiyet mertebesine zuhur etti ve esmasının suretleri zuhur etti. Yani ruhlar alemi denilen yerde isimlerin suretleri lâtif suretleri meydana geldi.

Esma-ı İlâhiye ise Hâdi ve Mudil ve Dâr ve Nâfi mütekabildir. Yani zıt isimlerden meydana gelmiştir esma-ı İlâhiye. Hâdi isminin iktizası yani gereği hususiyeti hidayet olup, bu ismin mezahiri de mü’minlerdir. Mudil isminin gereği yani iktizası dalâlet olup onun masharı da kâfirler fasıklardır. Bu suver-i ilmiyeye yani bu ilmi suretlere a’yân-ı sâbite derler, bunların bu mertebede vücud-u kesif-i haricileri olmadığından yani a’yân-ı sâbitelerin dışa dönük kesif vücutları olmadığından Zât-ı Hakk’tan ayrı olarak bir zuhurları yoktur. Yani a’yân-ı sâbiteler Hakk’ın varlığı ile vardır. Diğer ifade ile a’yân-ı sâbite varlık kokusu almamıştır diye ifade edilmiştir. Zât-ı Hakk’tan ayrı olan bir zuhurları yoktur, bundan sonra o vücud-u hakiki bu a’yân-ı sâbitesi hasebiyle gayriyet libasına bürünerek mertebe-i ervaha tenezzül etti.

İşte ilk mahlûkluk özelliği ulûhiyetten Vahidiyete, Vahidiyetten de Rahmaniyete oradan da rububiyete yani sıfat ve esma mertebelerine geçerken mahlûkiyet başlamakta yani halk edilmişlik başlamaktadır. Ondan evvelki mertebede bu esma-ı ilâhiye ilâhi Zât’ın varlığında olduğundan orada mahlûkiyet elbisesi ve hükmü yoktur, Allah’ın Zât’ıyla vardırlar. Ne zaman ki, sıfat ve esma mertebelerinde lâtif varlıklar olarak suretlendiklerinde, o zaman mahlûkiyet başlamaktadır. Rahmaniyette başlıyor, gayriyet libâsına bürünerek daha evvelce a’yân-ı sâbite, yani hakkın aynları iken, sonra gayrları olmaya başlıyorlar. Yani bu âlemin iki özelliği var, birisi ayniyeti biri de gayriyetidir. Gayriyeti itibariyle kulluğu meydana geliyor, ayniyeti itibariyle de a’yân-ı sâbitesi dolayısıyla Hakk’taki olan Zât’i hakikati belirlenmiş oluyor.

Gayriyet elbisesine bürünerek mertebe-i ervaha tenezzül edip, ondan sonra yine bu suver-i ilmiye hasebiyle ilmi suretler hasebiyle mertebe-i misâle, yani rububiyet, rablık mertebesine oradan sonra da esfel-i sâfilin olan âlem-i şehadete tenezzül eyledi. âlem-i şehâdette zâhir olan her bir vücud-u kesif, bir ism-i ilâhisinin iktizasına tabi olur, yani onun ahlâkına özelliğine hususiyetine tâbi olup, onlardan bu ismin ahkam ve asarı galiben zuhur etti. Yani Cenâb-ı Hakk her birerlerimizin programlarını yaparken muhtelif esma-ı İlâhiyelerden, bir terkip üzere oluşturdu. Kendimize bir baktığımız zaman, bizde cabbariyet de var Rahmaniyet de vardır. Bizde merhamet de var, gadap da vardır. Bizde gülme de var ağlama da vardır. Yani zıt isimler hepimizde her birimizde bu zıt isimler 99 veya sonsuz isimlerin hepsinden bir terkip olacak şekilde a’yân-ı sabitelerimizde var a’yân-ı sâbitelerimizin hususiyeti budur.

Nasıl ilaçları hazırlarken değişik maddelerden değişik miktarlar da bir terkip yapıyorlar, bakıyorsunuz bu terkip baş ağrısına iyi geliyor, işte bu esma-ı ilâhiyenin içerisinde hangi esmaların, gurup esmaların ağırlığı varsa, o vücuttan o ahlak zuhur ediyor. Ne yönüyle, a’yân-ı sâbite yönüyle, programı yönüyle. Tabi bu, bu kadar değildir, öyle olursa kulun hiç mi dahli yok kendi kendini düzenlemekte o da ayrıdır. Cenâb-ı Hakk diyelim ki Kahhar esmasından 10 verdi, Rahman Esmasından 9 verdi, eğer biz gaflet halinde olursak Kahhar esması bizde 10, 11 diye artışa geçer. Yani aşırılığa gider. Rahman esması azalır, yani perdelenmiş olur. Ama eğer biz gayret eder rahmân esması yönünde fiiliyat gösterirsek Rahmân esması bizde artışa geçer o arttığı kadar da Kahhar esması bizde azalır. İşte bizim mesuliyetimiz buralarda oluşmaktadır. Tabi bu saha ayrı bir konudur.

Mertebe-i misale oradan da esfel-i sâfilin olan bu âlem-i şehâdete tenezzül eyledi, âlem-i şehâdette zâhir olan her bir vücud-u kesif bir ism-i ilâhinin istidadına tabi olup onlardan bu ismin ahkam ve asarı galiben zuhur etti, buna ne diyorlar, rabb-ı has diyorlar. Kişinin üzerinde ağırlıklı olan esma-ı İlahiye kişi veya varlıkların rabb-ı hassı’dır. İşte bu rabb-ı hasları tanımak suretiyle Rabb-ul Erbab’a ulaştırılması kişinin rabb-ul hastan Rabb-ul Erbab’a yani esma-ı İlahiyenin hepsini kapsamına alan Allah ismine ulaşması gerekmektedir. Hakk’ı bulmak bu yolla mümkündür. Yoksa her birerlerimiz Hakk’a ibadet etmekteyiz ancak rububiyet mertebesi itibariyle Hakk’a ibadet etmekteyiz. Yani hangi ismin kapsamında isek evvelâ o esmaya yönelmekteyiz o esma da eğer gayretimiz varsa oradan Hakka, çünkü yolu odur. İşte اِلاۤ اُولُوا الاَلْبَابِ denilen her bir esma-ı ilahiye bir kapı olduğundan ehlullah da bu kapılardan Hakk’ın Zât’ına yol olduğundan o yoldan götürdüğünden ehlullah’ın bir ismine de, اُولُوا الاَلْبَابِ denir. Ancak tefsirlere baktığımız اُولُوا الاَلْبَابِ zaman kâmil akıl sahipleri diye ifade edilir ki zâten kâmil İnsanlardır.

İnsan ise suret-i İlâhiye üzerine mahluk olduğundan, bakın bu çok müthiş bir ifadedir, günlerce kişi kendi bünyesinde bu terim ve terkibi alsın da, müşahadesini yapsın hazzını duysun, şu şekilde ki Cenâb-ı Hakk’ın insan suretine ne kadar bir değer verdiğini düşünsün, ve kendi hakikatini idrak etsin, sadece bu âlemin esfel-i safilin olmadığını, aynı zamanda müşahede âlemi, aynı zamanda buluşma müşahede, âlemi olduğunu anlasın. O kadar güzel bir tabir ki, “insan ise suret-i ilâhiye üzerine mahluktur.” Bütün varlıklar suret üzere mahlukturlar. Ama insan suret-i ilâhiye üzere mahluktur, hadis-i kudside buyurulduğu gibi “Allah Âdem’i kendi sureti üzere halk etti”, “halakal Âdeme alâ suretihi” tabi tefsirlerde fıkıh kitaplarında bu ifade daha değişik olarak ifade edilirsede şöyle derler; “Allah Âdemi kendi Âdemlik sureti üzere halk etti” diye geçer ama aslı ise “Allah Âdemi kendi suretinde halk etti” dir ama Allah Âdem suretinde mi? o ma’nâda değildir.

İsim ve sıfatlarıyla teçhiz edildiğinden Cenâb-ı Hakk da isim ve sıfatlarıyla zuhurda faaliyette olduğundan Âdem de isim ve sıfatlarıyla zuhurda olduğundan ve kendisine ilk öğretilen عَلَّمَ اَدَمَ الاَسْمَاۤءَ كُلَّهَا 2/31 hükmüyle isimler kendisine verildiğinden işte bu isimler ve sıfatlar dolayısıyla suret-i ilâhiye üzere mahluktur. Suret-i ilâhiye üzere hâlik değil, a’yân-ı sâbitesi ve iç bünyesindeki hakikatleri itibariyle yani bâtın âlemi itibariyle Allah’ın varlığında olan bir varlık ama hulk halk edilince, zuhura geldiği zaman suret-i ilâhiye üzere olan bir mahluk, sureti, suret olarak sadece bir mahluk değil, yani hayvanlardaki madenlerdeki nebatlardaki gibi mahluk değil. Ancak sureti ilâhiye üzere mahluk olduğundan cüzi ve külli bil cümle esmanın masharı oldu. Fakat mazhar olduğu esma-ı külliden birisi onun rabb-ı hasıdır ve onu terbiye eder. Mesela rabb-ı hassı Mudil ismi ise cümle mevatında onda galiben bu yaşantısında ismin ahkamı zâhir olur ve rabb-ı hassı Hâdi ismi ise böylece onda galiben bu isim ahkam ve asarı yani hükümleri ve eserleri zuhur eder.

Şimdi tekvin kelâma, kelâm kudrete, kudret iradeye, ve irade de ilme, ve ilim de maluma tabidir. Malum da a’yân-ı sâbitedir. Yani Cenâb-ı Hakk’ın kurmuş olduğu malum bilinen a’yân-ı sâbitedir. Yani Hakk ilm-i ilâhisinde sâbit olmayan fiilini irade etmez. Yani ilm-i ilâhide mevcut olmayan bir şeyin oluşumunu irade etmez. Evvela programı olacak, yani Hakk ilm-i ilâhisinde sabit olmayan şeyin zuhurunu irade etmez, ve irade etmediği şeye de kudreti taalluk etmez. Yani kudreti onu zuhura getirmez, yani ilgilenmez. Kudreti taalluk etmeyen şey dahi mevcut olmaz.

Vakta ki efrad-ı insaniye yani insan fertleri bu âlem-i kesifte tekevvün etti, yani yoğun âlemde meydana geldi, suretleri itibariyle hepsi insan olduğundan meydanda bir mizan yani ölçü olmadıkça ve ma’nâlarını yek diğerinden ayırmak mümkün olmadı. Yani bir kimsenin içerisinde Hâdi esması var, bunu zuhura çıkarmadığı zaman, diğerinde de mudil esması var, onu da zuhura çıkarmadığı zaman, içlerinde ne olduğu bilinmez demek istiyor. Yani bir teklif olmadığı zaman bunları ayırmak mümkün olmadı. Bu maksadın husuli için peygamberleri vasıtasıyla Hakk Teâlâ “emr-i teklifisini” tebliğ etti. Böylece emir iki nevi oldu biri “emr-i iradi,” diğeri de “emr-i teklifi.

Emr-i iradi” demek a’yân-ı sâbitenin programı, “emr-i teklifi” de peygamberler vasıtasıyla insanlara emredilen yani insanlara tavsiye edilen yaşam sistemi oldu. “Emr-i iradi” Hakk’ın ilmine müsteniden vâki olan iradi, yani ilmi suretleri mertebesinden Hakk'ta’ lisan-ı istidadıyla kendilerinin Hâdi veya Mudil isimlerinden birisine mashariyetini taleb ederler. Yani emri iradi olarak a’yân-ı sâbitesi, hangi isim üzerine kurulmuşsa, kevn âleminde yani bu âlemde ya rabbi bana daha evvel de bahsedildi ya, sessiz ve sözsüz sen bizim sözlerimizi işitir idin, bizim daha suretlerimiz yok iken a’yân-ı sâbitedeki batın talebi, işte emr-i iradi olarak mudil esması Mudillik talebini ister. Ama Hadi esması da hidayet talebini ister.

Bunlar bir faaliyet olmadıkça ortaya çıkmazlar. Şimdi iki kişi yan yana oturalım, biri ehl-i küfür, birisi ehl-i iman ama, içlerinde bunlar, faaliyetleri zuhura çıkmadığı için bunları anlamak mümkün değildir. O suretle sübutuna Hakk’ın iradesini taallukudur. Yani emr-i iradi dediği şey batınından o esmanın zuhurunu talep eder. Neden? çünkü o esma hasebiyle programlandığından o esmanın ahlâkını sever ve o ahlâkını çıkarmak ister kul. Bu emr-i iradi yönüyledir. Yani kişinin programı yönüyle o programı ortaya çıkarmak ister, artı veya eksi olarak. Kulun a’yân-ı sâbitesinden çıkıyor ki kuldan yani bireyden çıkmaktadır. İşte buraları anlamak çok zordur.

Hak’tan lisân-ı istidat ile kendilerinin Hâdi ve Mudil isimlerinden birisinin mashariyetini talep eder yani özelliğini taleb eder. Taleb edenler hakkında o suretle sübutuna yani o şekilde sabit zuhura gelmesine Hakk’ın iradesinin taallukudur diyor, emr-i iradi tarif ediyor. Diğeri ise emr-i teklifidir ki bu âlem-i kesifede her ferdin istidat ve kabiliyetleri temeyyüz ettiği için yani istidat ve kabiliy-yetlerin ortaya çıkması için emr-i teklifi vardır. Yani peygamberler vasıtasıyla vaki olan teklifat-ı şer’iyedir, şer’i tekliftir. Yani namaz şöyle kılınacak iman edilecek işte Allah var peygamber var, bunlara emr-i teklifi, teklif edilen görevler ma’nâsınadır. Ama biz kabul ederiz etmeyiz burada “dinde zorlama yoktur” hükmüne göre ne baskı yapılabilir, ne de her hangi bir cebir zorlama yapılabilir.

İşte bizim sorumlu olduğumuz nokta bu emr-i teklifi noktasın-dadır. A’yân-ı sâbitemizin bir bölümü kader-i mutlak, mübrem kader bir bölümü de kader-i muâllâk, işte kader-i muâllâk olan bölümlerden sorumluyuz, onlar da emr-i teklifi hükmü içinde olan bölümlerdir. Bu hakayıka nazaran kul ezelde lisan-ı istidat ile ne talep etmiş ise Hakk onu vermiş ve bu âlem-i kesifte kul irade ve ihtiyarın bu istidadının fevkiyle fiilen onu kullanıp yine onu taleb etmiş ve Hakk da onu vermiştir. Böylece Hakk tarafından cebir yoktur, cebir ancak bir masharın kendi hakikatinden kendine vaki olur. Yani bir fiil eksi ma’nâda ortaya çıkmışsa veya artı ma’nâda ortaya çıkmışsa Cenâb-ı Hakk onu yaptırmış cebir yoktur, peki ne vardır, a’yân-ı sâbitesi itibariyle kişi Hakk’tan o fiili kendisi talep etmiştir. Ve bu âlemde onu zuhura getirmektedir.

Dolayısıyla ikilik yok, cebir de yoktur, cebir ikilik olduğu yerde olur. Yani bir cebir eden olacak bir de cebir edilen olacak orada ikilik yoktur ki cebir olsun. Kul kendi fiilini kendi talep etmiştir. A’yân-ı sâbitesinin terkibi itibariyle demek istiyor. Cebir ancak bir mazharın kendi hakikatinden kendine vaki olur bunların heyet-i mecmuasını Hakk’ın cebbariyeti ihata etmiştir. Zira vücud-u hakiki Hakk’ındır ve kulun vücudu bu vücuda muzaf olan bir vücuttur. Yani izafe edilen, kılıf olan bir vücuttur, o halde daima Hakk’ın cebbariyeti altındadır ve zebundur ve mahlukatın Hakk’ın cebbariy-yeti altında zebun olmasının hikmeti de gayriyet libasıyla zâhir olan insanların, mevhum olan varlıklarını vücud-u hakiki düzeyinde ifna için, kemali zilletle tazarru ve niyazları lâzım gelmiş olmasındandır. Hakk’ın vücudu insana izafe edilen bir vücuttur, daima Hakk’ın Cebbar hükmünün altındadır.

İşte bu mahlûkatın Hakk’ın Cebbariyeti altında zebun olması hikmeti de gayriyet libasıyla yani ayrı, Hakk’ın varlığından ayrılmış hükmüyle zâhir olan insanların mevhum olan varlıklarını yani zanda ve hayelde var zannedilen mevhum olan varlıklarını vücud-u hakiki muvacesinde, yani istikametinde ifna etmek için kemâl-i illet ile niyazları lâzım gelmesi olmasındandır. Yani Rablarına yönelme-leri bakımından cenâb-ı Hakk bütün kullarını cebbariyeti ile ihata etmiştir. cebbarlık hususiyeti çıksa da "aman yarabbi” desinler diye niyaz etsinler diye o yoldan da kendilerini temizlesinler diye ifade edilmektedir. “Lâ ilâhe illâllah “ dediğimizin özü budur. “Lâ faile illâllah” ın özü de budur. Bu mutlak vücudu anlamak için “lâ fâile illâllah” sistemini idrak etmek lâzımdır. Ondan sonra “Lâ mevcuda illâllah” ondan sonra “Lâ mevsufe illâllah” ondan sonra da “Lâ mabude illâllah” ve onun diğeri olan “Lâ ilâhe illâllah”ı ancak burada söyleyebiliyor, insan oğlu gerçek ma’nâ da diğerleri benzeri kelime-i tevhit olarak söylenmektedir.

---------


Yüklə 2,1 Mb.

Dostları ilə paylaş:
1   2   3   4   5   6   7   8   9   ...   32




Verilənlər bazası müəlliflik hüququ ilə müdafiə olunur ©muhaz.org 2024
rəhbərliyinə müraciət

gir | qeydiyyatdan keç
    Ana səhifə


yükləyin